26 Aralık 2022 Pazartesi

 FROHE WEINACHTEN

Ich gratuliere allen Christlichen Freunden/innen, Nachbarn, und Mitmenschen anlässlich heutigen Festtag und die Nacht und wünsche Euch allen ein fröhliche Weihnachten! Ich bete Gott, dass Die Menschheit Gott und sich selbst und die Natur besser erkennen und gute Werken tun.. Jesus, Sohn von Jungfrau Maria von Hsuse Imrans , war ein besonderer Mensch mit offenen Wundern, die vom Gott ihm gegeben wurden. Friede sei Über Jesus von Nazareth, seine Mutter Maria, und alle Hause Imrans jetzt und immer wann sie gelebt hatten und auch bis jüngsten Tage , wo er und seine Familie wieder auferstehen werden mit den anderen Menschen! Hristiyan arkadaşlarımızın, Komşularımızın ve Vatandaşlarn bu günkü Noel bayramlarını tebrik ediyorum... Nasıra'lı Meryem oğlu İsa'ya, Onun Pak Annesi bakire Meryem'e, Zekeriya ve Yahya ya ve temiz İmran Ailesine Selam olsun!

21 Aralık 2022 Çarşamba

GÖNLÜMÜN SULTANI'NA

Rüştü KAM Sultanım günler çok çabuk geçiyor. Senin, cisminle aramızdan ayrılalı 3 yıl oldu. Ancak ruhunla her daim bizimlesin. Bir an olsun seni unutmadım. Unutmadım değil unutamadım. Nasıl unutayım ki; 46 yıl aynı yolu beraber yürümüşüz. Acı ve tatlı günlerimiz olmuş. Zorluklara birlikte karşı gelmişiz. Sen ebedi istinatgâhına gittin kurtuldun. Ya ben. Beni hiç düşünmedin. O kadar da söyledim Sana, beni bırakıp gitme dedim. Dinlemedin. Gittin. 46 yıllık yol arkadaşını bıraktın gittin. Çocukların da unutamadı Sen’i. Ne zaman Sen’den söz etsek, hepsinin gözleri doluyor. Hemen konuyu değiştiriyoruz. Çocuklarımızdan sual edecek olursan; ben, Zülfikar’ımızla birlikte yaşıyorum. Hureyre’miz Amerika’da Jale Üniversitesi’nde Hocalık yapıyor. Bir sene sonra geriye dönecek inşallah. Kızımız Dilruba Üniversiteyi bitirdi. Şimdi Baden Wüttenberg Eyaletinde Eğitim Bakanlığında memur olarak çalışıyor. Hepsi bir yerde. Gurbet içinde gurbeti yaşıyoruz. Hani derler ya doğduğun yer mi doyduğun yer mi? Meğer sorunun cevabı doyduğun yermiş. Sultanım, biz seni çok özledik. Hem de çok. Bir keresinde çocuklara; albümlere bakıp da hatıralarımızı canlandıralım mı ne dersiniz? Diye teklif ettim. “Baba daha şimdi değil” dediler. Bir daha o konuyu açmadım. Demek ki yaralar daha taze. Aradan 3 sene geçmiş olmasına rağmen taze. Albümlere bile bakacak cesaretimiz yok daha. Ben, bana bıraktığın emanetlerinle teselli oluyorum. Onların varlığı benim yaşam sevincim. Onlar da olmasaymış, Sen’den sonra bu dünyada yaşamanın başkaca anlamı olmayacakmış. Güzelim, Sana bir sır söyleyeyim ama çocuklara söyleme; çocuklarımızın seninle olan muhabbetleri, sarmaş dolaş olmaları, aynı şekilde benimle olmuyor. Ana şefkati bir başka oluyormuş. “Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz” deyimi boşuna söylenmemiş. Dokuz ay on gün göbek bağıyla bağlı olmanın avantajı olsa gerek bunlar. Gönlümün Sultanı, az kalsın unutuyordum, sıkı dur, sana bir müjdem var. Hani Sen durmadan dertlenirdin ya; “ne olacak bu çocukların hali, neden evlenmiyorlar, neden yuvalarını kurmuyorlar” diye. Senin o dertlenmelerin dua yerine geçmiş olmalı. Gözün aydın ağaç orta yerinden filiz verdi. Hureyre evlendi. Hem de güzeller güzeli bir kızla. Adı Zelifa. Mardinli. Birlikte taş otelin terasına oturup ta uçsuz bucaksız ovasını seyrettiğimiz Mardin. Dünürlerin de iyi insanlar. Şimdi sırada ağacın iki ucu var. En kısa zamanda o iki uç da filiz verirse soluğu Senin yanında alacağım inşallah. Bekle beni. Düğünlerini de yaptık onların. Berlin’de yaptık. Bütün sevdiklerin, dostların hepsi oradaydı. Bana, başka kimler vardı? Diyorsun, iyi de hepsini teker teker nasıl sayayım. Mesela, 25 sene emek verdiğin öğrencilerin oradaydı. Bizi dost bilen bizim de kendilerini dost bildiklerimiz oradaydı. Türk Eğitim Derneği’nin üyeleri oradaydı. Gazetecilerden; Ahmet Külahçı, Sefa Doğanay ve Mustafa Ekşi eşleriyle birlikte oradaydı. Hureyre’nin Hocası Ömer Özsoy oradaydı. Hem de güzel bir dua yaptı onlar için. Hureyre’nin arkadaşları oradaydı. Dilruba’nın, Zülfikar’ın arkadaşları oradaydı. Serap kızımız yine geldi ve düğünde de çok emeği geçti. Sanki evin kızı gibiydi. Bil bakalım Hureyre’nin sağdıcı kimdi? Evet, doğru bildin, Serdar... Ben bir açılış konuşması yaptım, misafirlerimizi selamladım. Sonra Kur’an okudum ve açıklamasını yaptım. Dilruba kızımız da Almancasının açıklamasını yaptı. Sonrasında Hureyre’nin arkadaşları, Fuat, Serdar ve Aydın birlikte sahne aldılar. Sazlarıyla Türk sanat Musikisinden örnekler sundular. Kızımız Dilruba ve Serap da sazların eşliğinde solist olarak birer şarkı söylediler. Ah bir görseydin, ne kadar da duygulandım. Biliyorsun ben sulu gözün biriyimdir. Gittim lavaboda bir güzel ağladım. Ağladığımı kimseciklerin görmesini istemiyordum. Ayrıca Büyükelçimiz Ahmet Başer Şen’de misafirlerimizin arasındaydı. Güzel bir konuşma yaptı. Sonra da gidip gelin ile damadı tebrik etti. Ayaküstü sohbet de ettiler. Sen onu, Türk Eğitim Derneği’nin her yıl düzenlediği Kurban Şenliğimizden tanıyorsun. Her sene şenliğe gelir konuşmasını yapar ve sizlerin pişirdiği gözlemelerden yerdi. Sonra da sizlerle uzun uzun muhabbet ederdi. Sen de ona evine de götürmesi için bir gözleme paketi hazırlardın. O zaman başkonsolostu. Şimdi büyükelçi oldu. Başkonsolosumuz Rıfkı Olgun Yücekök de misafirlerimiz arasındaydı. Eşi Fulya hanımla birlikte gelmişler. Fulya Hanım Elçi Müsteşar. Özel arabalarıyla gelmişler. Benim aşağıya kadar kendilerini uğurlamama müsaade etmediler. Ben ısrarcı oldum, olmaz mıyım, oldum elbet. Ancak ısrarım fayda vermedi. İkisi de çok tatlı insanlar. Başkonsolosumuz da güzel bir selamlama konuşması yaptı. Sonra da gelin ve damatla birlikte fotoğraf çekildiler. Unutmadan onu da söyleyeyim; Fulya Hanım, Mocca Dergisinin sıkı okuyucularındandır. Her sayısından özellikle istiyor. VIP düğünü gibi olmuş değil mi? Düğüne gelemeyip de mesaj gönderenler, telefon açanlar da çok fazlaydı. Bülent Arınç, İlhami Güler, İsrafil Balcı, Akif Koç, Şaban Ali Düzgün, Mehmet Azimli, Vehbi Başer, Latif Çelik, Ali Aygören, Ali Mürteza bunlardan bazılarıdır. Teyzelerinden, amcalarından, dayılarından bir temsilcinin gelmesini çok istedik ama gelmediler. Yapacak bir şey yok. İşleri çok olabilir, paraları olmayabilir, vize alamamış olabilirler… Kız, ben gördüm, Sen de oradaydın. Hem de gelinin ve oğlun ile aynı masadaydın. Misafirlere hoş geldin diyor ve onları selamlıyordun. Şimdi gelelim senin en çok merak ettiğin konuya; “salon nasıldı, kaç kişi geldi, yemekler lezzetli miydi falan…?” Ben Sen’i bilmez miyim, her şeyin mükemmel olmasını istersin. Cevap veriyorum: Her şey mükemmeldi. Gümüş Saray’da yaptık düğünümüzü. 300 kişilik güzel aydınlık bir salon. Pırıl pırıl. Doldu Elhamdülillah. Salon sahipleri çok iyi insanlar. Denizlili bir müdürleri var, Mustafa. Sağ olsun birebir misafirlerimizle ilgilendi. Ona dedim ki; Berlin’e iki horoz fazla, ya sen git buradan ya da ben. Gülüştük… Salon iki ortağa ait. Ali ile Mustafa. Mustafa o gün Hollanda’ya gitmiş ama Ali oradaydı. Ali ile çok eskiden tanışıyormuşuz. Gıyaben tanıyordum ben onu. Bir sene önce yüz yüze tanışmıştık. Uzun zaman önce Türk Eğitim Derneği olarak ona maddi ve manevi yardım yapmıştık. Onu unutmamış. “Yap iyiliği at denize, balık bilmezse Halik bilir demişler” ya. Ne kadar da anlamlı bir söz. Ali vefalı bir genç maşallah. Mustafa ile de dernek faaliyetlerinden tanışıyoruz. O da hakikatli bir delikanlı. Yemeklere gelince; yemekleri Halil yaptı. Türkiyem restoranın sahibi Halil. Bir de kardeşi var Hasan. Biz onlara Engizli deriz. Senin öğrencilerinin çoğu da Engizli’ydi, bilirsin. Yemekleri çok lezzetliydi. Özene bezene yapmışlar. “Hocam senin için özel olarak yaptık, afiyet olsun” dediler. Misafirlerimiz çok beğendi yemeklerini. Yemek öncesi için soğuk meze de yapmışlar. Birkaç çeşit yapmışlar. Misafirlerimiz “soğuk meze yeterliymiş yemeğe ne gerek vardı” dediler. O kadar lezzetliymiş. ‘Miş’, diyorum çünkü ben misafirlerin masasını dolaşırken, yemek yemeyi unutmuşum. Meyveler, içecekler, çerezler birinci sınıftı. Kişiye özel olarak hazırlandığı belliydi. Teşekkür ettim elbet… Sultanım iki de üzücü olay yaşadık düğün öncesinde ve sonrasında. Onları da sana anlatmam gerek. Biz seninle öyle anlaşmıştık. Ne olursa olsun birbirimize anlatacağız, birbirimizden bir şeyler gizlemeyeceğiz diye. Öyle de yaptık. Zararını da görmedik. Zeynep Hanım ve benim hala kızları Gül Sefa, Esra, Ayşe ve Sultan; sarma, börek, salata, poğaça gibi aperatif şeyler hazırlamışlar. Cengiz’le beraber o yiyecekleri almaya gittik evlerine. Dönüşte feci bir kaza yaptık. Ecelimiz korudu bizi. Hani derler ya “insanı ölümden eceli korur” diye. Ertesi gün düğün var. Bir gün öncesinde böylesine büyük bir kaza. Bizlere bir şey olmadı elhamdülillah. Ufak tefek sıyrıklarla atlattık. Polisler “siz bu arabadan mı çıktınız” sorusunu yöneltiyordu bize. Olanlara inanamadılar. Allah korudu bizleri. Yemekler birbirlerine karışmışlar tabi. Arabayı çöpe attı Cengiz. Şimdi her sohbet açıldığında söylüyorum arkadaşlara; önde de otursanız arkada da otursanız mutlaka kemerleriniz takın. “Bir musibet bin nasihatten iyidir” diye boşuna dememişler. Düğün bitti elhamdülillah derken, ertesi gün bir haber aldık. Kardeşin Gülay vefat etmiş. Hüsamettin verdi haberi. Başımdan vurulmuşa döndüm. Biliyorsun çocukluğumuz beraber geçmişti. Severdim Gülay’ı. Sen de çok severdin onu, birbirinizi büyütmüştünüz. Kalp krizi demişler. Allah rahmet eylesin. Ben niçin anlatıyorum ki; siz zaten orada çoktan buluşmuş olmalısınız. Güzelim, biz burada azalıyoruz, sen orada çoğalıyorsun. Önce baban, sonra sen, sonra annen, şimdi de Gülay. Ölümlü dünya. Babanın yaşı 63 idi. Sen’in yaşın da öyle. Gülay’ın yaşı da. Çocuklarla birlikte taziyeye gideceğiz inşallah. Seni de ziyaret edeceğiz. Şimdiden yap hazırlığını. Gelinini de getireceğim sana. Sultanım, evimin neşesi, çocuklarımın annesi; Oğlumuz Zülfikar ve kızımız Dilruba ile birlikte düğünün üstesinden geldik gelmesine de, benim için çok zor oldu. Arkadaşlar, hocam ne bu hal biraz sakinleş diyorlardı. O kadar belli oluyormuş ki sıkıntım. Önce korktum. Nasıl baş edeceğim ben bu işle, nasıl çıkacağım dostlarımın karşısına? diye çok endişelendim. Biliyor musun, gece rüyamda bile düğün yapıyordum. Amca yok-dayı yok, teyze yok- hala yok, kimsecikler yok. Gurbet elde yalnızım. Şair boşuna dememiş, ”gurbet o kadar acı ki, ne varsa içinde.” İşte gurbetin acı yanı tam da burasıymış. Yalnızlık ve çaresizlik… Ama bak şimdi üzüldün, ben, sen üzülesin diye anlatmadım bütün bunları. Gizlimiz saklımız olmasın diye anlattım. Kavilleştiğimiz gibi. Hem soruyorsun hem de üzülüyorsun, yapma bunu… En kısa zamanda görüşmek ümidiyle, hoşça kal…

10 Aralık 2022 Cumartesi

ŞEREFSİZE ŞEREFSİZ DENİR

"Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soyu bozuktur. Âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman o, "Öncekilerin masalları!" der. Yakında biz onun burnunu damgalayacağız." (Kalem suresi) Bunlar şerefsizlerdir. Şerefsiz; onursuz demektir, hayvandan da aşağıda olan demektir. Bu şerefsizlerden bu onursuzlardan, her toplumda vardır. Bir toplumun bütün üyelerini şerefsizdir diye aynı kazanda kaynatamazsınız. Ancak aynı kazanda kaynatılacak şerefsiz her toplumda vardır. Bu şerefsizlerden dindarların içinde de vardır, Atatürkçülerin içinde de vardır, solcuların içinde de vardır, sosyal demokratların içinde de vardır... Biraz daha parçacı yaklaşırsak; bu şerefsizlerden tarikatların içinde de vardır, mezheplerin içinde de vardır, cemaatlerin içinde de vardır, etnik grupların içinde de vardır. Velhasıl insanın olduğu her yerde vardır. Şerefsizliğin azı çoğu da olmaz. Şerefsiz şerefsizdir. Şerefsizlik şerefsizliktir. Şerefsizler şerefsizliklerini gizli de yaparlar açık da. Bazı şerefsizler kendi şerefsizliklerini gizlemek için başkalarının şerefsizliklerinin arkasına sığınırlar bunlar iki kere şerefsizdir. Bir tarikatın bir cemaatin, bir grubun üyelerinin hepsini aynı kazanda kaynatmaya çalışanlar ise üç kere şerefsizdir. Şerefsizler savunulmaz. Benim şerefsizim senin şerefsizinden şereflidir denilmez. Şerefsizler koruma altına alınmaz. Şerefsizler kazığa oturtulacak aşağılık mahluklardır. Şerefsiz kravatlı da olur, sarıklı da. Şerefsizler çarşaflı da olur, mini etekli de. Şerefsizler İstiklal Marşı da okur sosyalist enternasyonal de. Şerefsizler zengin de olur fakir de. Şerefsizler hükümetlerin içinde de olur muhalefettekilerin içinde de. Yani o şerefsizdir. Altı yaşındaki kız çocuğunu evlendirenler de şerefsizdir, altı yaşında olmadığı halde altı yaşındaymış gibi göstererek menfaat devşirmeye çalışanlar da. O kimse, kimse, kimin nesiyse, kimin tokmakçısıyla, kimin değirmeninin su taşıyıcısıysa, nemenem bir mahluksa, farketmez şerefsizdir. On kere şerefsizdir, bin kere şerefsizdir...O savunulmaz, onu savunan ile aynı masada oturulmaz. Çünkü o; şerefsizdir. Ben böyle bilir böyle derim...

7 Aralık 2022 Çarşamba

DOĞU ANADOLU GEZİSİ V

DOĞU ANADOLU GEZİSİ ( V ) -Kürt halkı Müslüman olmasaydı, bugüne kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu çoktan Türkiye’den ayırmışlardı. Türkiye’yi parçalanmaktan kurtaran, Kürtlerin Müslümanlığıdır. Terör örgütüyle Kürtleri, Ali’siz Alevilerle gerçek Alevileri birbirinden ayırt etmeden Türkiye’de sular durulmaz. Ben böyle bilir böyle söylerim- Rüştü KAM BİTLİS Bitlis'te Beş Minare Osmanlı Devleti'ni hasta adam olarak nitelendiren sömürgeci devletler, yaptıkları çok gizli anlaşmalarla ülkemizi bölge bölge pay etmişler. Ülkenin neresi hangi devlete düşecek önceden karar verilmiş. Bu paylaşımlara göre güney illerimiz Fransızlar, Akdeniz yöremiz İtalyanlar, Karadeniz yöremiz İngilizler ve Ege yöremiz de Yunanlılar tarafından birer birer işgal edilmiş. Ruslar da doğu illerimizi işgal etmiş. Yıl 1916. Sayısız cephede çarpışan Türk milleti uzun süren savaşlar ve yetersiz silah, erzak ve de hastalıklar sebebiyle bitkin düşmüş. Zaten bu kadar fazla cephede, bu kadar çok düşmana karşı hangi millet dayanabilir ki? Anadolu’da ne yiyecek, ne giyecek, ne silah ne de savaşacak erkek kalmış. Aziz Türk milleti, kadınıyla-kızıyla, çoluğuyla-çocuğuyla, dedesiyle- ninesiyle işgal güçleriyle savaşmak zorunda kalmış. Onlara, kazmalarla, küreklerle, sopalarla karşı koymuşlar. Ruslar doğu illerimize, içerideki işbirlikçi-hain Ermenilerle birlikte saldırmışlar. Çok insanımız katledilmiş. Van ve Bitlis bu vilayetlerimizdenmiş. Ölenler şehit olmuş, geri kalanlar da düşman eline düşmemek için yayan yapıldak daha içerilere doğru göç etmişler. Şehirler adeta ıssız örenlere dönüşmüş. Bu aziz millet sonunda mücadeleyi kazanmış, gelen geldiği gibi gitmiş. Ruslar da Bitlis’i, Van'ı terk etmiş. İşgal sırasında Bitlis’ten yaralı ve perişan halde göç eden baba ve oğul, savaş sonrasında geri dönmüşler ve şehre hâkim konumdaki Dideban Dağı eteğine gelmişler. Baba, şehirde bir canlı kalıp kalmadığını öğrenmek için oğlunu şehre göndermiş... Kendisi orada hasta ve bitkin bir halde beklerken bir süre sonra oğlu gözyaşları içinde geri dönmüş ve uzaktan babasına seslenmiş: “Baba, baba şehri yerle bir etmişler, kimsecikler kalmamış şehrimizde. Sadece beş tane minare kalmış...” Bunu duyan baba oğlunu yanına çağırarak bitkin bir halde şu ağıtı yakmış... “Bitlis'te beş minare, beri gel oğlan beri gel Yüreğim dolu yâre, beri gel oğlan beri gel İsterem yanına gelem, beri gel oğlan beri gel Cebimde yok beş param, beri gel oğlan beri gel Tüfengim dolu saçma, beri gel oğlan beri gel Sevdiğim benden kaçma, beri gel oğlan beri gel 99 yarem var, beri gel oğlan beri gel Bir yare de sen açma, beri gel oğlan beri gel” Bütün bu olup bitenler daha dün olmuşken, her şey bütün çıplaklığıyla ortadayken, göz önündeyken; o günlerin işgal kuvvetleriyle iş tutarak o güzelim toprakları onlara peşkeş çekmek neyin nesidir? Geçmiş yüzyılda olup bitenler bu kadar çabuk mu unutulacaktı? Provokatörlerin, hainlerin oyununa gelerek, “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganı atmak neyin nesidir? “Bizi Araplar arkamızdan vurdu” diyerek Arap düşmanlığı yapılırken; çoluk-çocuk, genç- ihtiyar, kadın-kız demeden Türk Milletini katleden, o günün işgal kuvvetleriyle hiçbir şey olmamış gibi sarmaş- dolaş, kol-kola olmanın anlamı nedir? Ulaşılmak istenen ve bir türlü ulaşılamayan o “muasır medeniyet” nasıl bir şeydir? Çanakkale savaşı, Kurtuluş savaşı, Antep’in, Maraş'ın, Doğu Anadolu'nun işgali o ulaşılmak istenen muasır medeniyet(!)e sahip olan, o devletler tarafından yapılmadı mı? Doğu Anadolu’da tam olarak nelerin olup bittiği, bu aziz milletin çocuklarına neden öğretilmez? Kars'ta neler olmuştur, Bitlis’te neler olmuştur, Erzurum'da neler olmuştur, Erzincan’da neler olmuştur, Van’da neler olmuştur? Evet, neler olmuştur? Oralara gidip yöre insanlarıyla birebir yüz yüze konuşarak 100 yıl önce nelerin olup bittiğini öğrenmeye-öğretmeye çalışanımız var mı? Nereden çıktı bu Kürt -Türk düşmanlığı, nereden çıktı bu Alevi -Sünni düşmanlığı? Kimler ekti bu tohumları 1000 seneden beri kucak kucağa yatan bu milletin arasına? Kürt halkı Müslüman olmasaydı, bugüne kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu çoktan Türkiye’den ayrılıp gitmişti. Türkiye’yi parçalanmaktan kurtaran, Kürtlerin Müslümanlığıdır. Terör örgütüyle Kürtleri, Ali’siz Alevilerle gerçek Alevileri birbirinden ayırt etmek lazımdır. Ben böyle bilir böyle söylerim. Tatvan Tatvan, Bitlis iline bağlı bir ilçe. Nüfus olarak bağlı olduğu ilden daha büyükmüş. Biz Tatvan’da konaklayacağız. Sezgin kaptan yanaştı otelin önüne. Orada inşaat var. Trafik sıkışık. Valizleri alelacele indirdik ve otelin salonuna öylece koyverdik. Güneş batmadan Nemrut dağına krater göllerini görmeye gideceğiz. Acele edişimiz ondan. Otobüsü de otelin yakınlarına bir yere park ediverdi Sezgin kaptan. Minibüslerle ancak çıkabilirmişiz zirveye. Oldukça zorlu bir yolculuk bekliyormuş bizi. 2935 m. yüksekliğe çıkacakmışız. Minibüsler geldi ve hemen çıktık yola. Minibüsler yırtınıyor dağın zirvesine çıkmak için ve de başarıyorlar. Nihayet dağın zirvesindeyiz. Dağın bu tarafından Tatvan’ı seyre dalıyoruz. Nemrut’un zirvesinden bakınca, Tatvan’ın zarif bir gerdanlık gibi Van Gölü'nün boynunu sardığını görüyoruz. Aman Allah’ım, bu ne güzellik böyle. Bundan dolayı Tahtıvan derlermiş eskiden Tatvan’a. Van'ın altı demekmiş. Dağın, öbür tarafında ise krater gölleri. Buharlar öbek öbek yükselmiş. Sanki uçuktayız da altımızda bulut kümelerini seyrediyoruz. Arada bir yeşili de görüyoruz elbet. Kayaların arasından çıkan buharlar, sönmüş sanılan yanardağ patlamasından kalmaymış. Burada oturup da çay içilmez mi şimdi? İçilir elbet. Hele eşinizle veya sevgilinizle birlikteyseniz, baş başa, omuz omuza verip bu manzarayı seyre dalmışsanız… Peki, eşiniz yoksa sevgiliniz de yoksa o zaman ne yapacaksınız? O zaman da eşli olanları seyredip hayallere dalacaksınız… İçinizi çekeceksiniz… Nemrut Krater Gölü Dünyadaki en büyük ikinci krater gölü Bitlis’teymiş. 1400 yılında Nemrut Yanardağının patlamasıyla 4 göl oluşmuş zirvede. Nemrut Krater Gölü, Türkiye'nin en büyük krater gölüymüş. Göl, ismini Babil Kralı Nemrut’tan almış. Dağın zirvesindeki göllerden birisinin suyu sıcak diğerlerinin suyu soğukmuş. Sıcak olanında yüzmek mümkünmüş. Termal su. Gölün üzerinde sis var gibi görünüyor ama sis değil, suyun buharı. Nemrut Krater Gölü, özellikle bahar ve yaz aylarında adeta bir görsel şölen sunarmış meraklılarına. Çeşitli göçmen kuş türleri yaşarmış buralarda. Sırf onların gelişlerini ve gidişlerini çekmek için fotoğrafçılar yazın buraya kamp kurarlarmış. Onlar için ideal bir mekânmış burası. Ayrıca doğa yürüyüşü, piknik, kamp, yüzme gibi aktivite meraklıları da bu cennette kendilerine yer bulabilirlermiş. Bizi dağa çıkaran minibüsün şoförü bizden önce bir arkeoloji ekibini dağın öbür yamacına götürmüş. Orada lavların yavaş yavaş akmaya başladığına şahit olmuş. Bu lavlar Nemrut Dağı’nın patlamaya hazır bir yanardağ olduğunun deliliymiş. Bilirkişiler öyle söylemişler. Büyük gölün yanına kadar indik. Suyun sıcaklığı 40 derece imiş. Elimizi soktuk. Bazı arkadaşlarımız yüzlerini de yıkadı. Rehberimiz uyardı “aman dikkat, gölün etrafı çamurdur. Görünüşe aldanmayın. Suya ulaşılan özel yerler var, oralardan ulaşmaya çalışın suya.” Gençlik başka oluyor, kanı deli akıyor gençlerin, duramıyorlar yerlerinde, oradan oraya zıplayıp duruyorlar, dedim ya kanları deli akıyor. Oğuzhan da genç olunca, başladı oradan oraya zıplamaya. Bir baktık çamur gölünün içinde. Hepimiz telaşlandık, o tarafa doğru koşmaya başladık, el uzatanlarımız da oldu. O bizlere el vermiyor ve habire debeleniyor çamurun içinde. Bir de baktık ki kendi çabasıyla oradaki taşın üzerine zıplamış. Ohhh dedik, tamam dedik. Tamam dedik demesine de bir de baktık Oğuzhan yine çamurun içinde. Hep beraber yine o tarafa koştuk. Yine el verdik, almadı. Oradan da zıpladı ve bu sefer nasıl yaptıysa kenara çıkıverdi. Hele şükür dedik. Ayakkabı ve pantolon çamura batınca, olan olmuş tabi. Değiştirmek gerek. Hava da soğuk. Neyse ki şoför tedarikliymiş, gerekeni yaptı hemen. Sık sık buna benzer vakalarla karşılaştıkları için tedarikli olurlarmış. Hepimizin yüreği ağzında… Oradan öbür göle gittik. Bal aldık. Çay da içecektik ama görevli kişi o gün gelmemiş. Tatvan’a geldik. Alışveriş merkezleri kapanmak üzere. 5 kişi birden Oğuzhan’a yeni bir bot almak için seferber olduk. Sonunda Oğuzhan’ın da beğendiği bir bot aldık. Gerçekten güzel bir bot. Çamura düşmenin faydası işte... Ahlat Ahlat, Bitlis'in bir ilçesi. 34.000 nüfusu varmış. Kadim bir yerleşim merkezi imiş. Urartulardan Osmanlılara kadar çeşitli devletlerin idaresinde kalmış. Halife Hz. Ömer zamanında Halit Bin Velid tarafından fethedilmiş(639). Bazen Romalıların bazen de tekrar Müslümanların eline geçmiş. En son Selçuklularda karar kılmış ve bir daha el değiştirmemiş. Rehberimiz burada 8500’ ün üzerinde Selçuklu mezarı olduğunu söyledi. Daha gün yüzüne çıkarılmamış mezar taşları varmış. Rehberimiz, kurgan tipi mezarların varlığından bahsetti. Eski Türklerde cenaze, eşyalarıyla birlikte konurmuş mezara. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra bu geleneklerini sürdürmeye devam etmişler, tek farkla; eşyalarını yanına koymazlarmış. Girişte bir mescid var. Bu mescidi Emir bayındır yaptırmış(1481). Mescidin hemen yanında bir de kümbet(Kurgan) var. Emir Bayındır Kümbeti. Emir Bayındır Akkoyunlu Türkmen beylerindenmiş. Oradaki kitabeye göre kümbetin mimarı Ahlatlı Baba Can’mış. Kümbet Ahlat’ın sembolüymüş. Ahlat kümbetleri şekil olarak Orta Asya Türk Çadırını andırmaktaymış. Kümbetler çadır mimarisinden esinlenerek yapılmış. Güzel de yapmışlar. Şehirleşmek, modernleşmek gelenekleri askıya almak olmamalı. Türk demek çadır demektir. Ahlat kümbetleri genel olarak iki katlıymış. Alt kat mezar odası, üst kat dua ve ibadet odası olarak düzenlenmiş. Ahlat’ın, Asya’dan Avrupa’ya uzanan yol üzerinde kurulmuş bir yerleşim merkezi olması, Doğu Anadolu’ya göre ılıman iklime, bereketli topraklara sahip olması, bina yapımına elverişli yapı malzemelerinin bulunması, Ahlat’ı her devirde önemli kılmış. Bu nedenle tarihi süreç içinde başından kara bulutlar hiç eksik olmamış. O güzelim tarihi eserler, her el değiştirmede maalesef tahrip edilmiş. Ahlat, hırpalandıkça, yağmalandıkça, unutulmuşluğa terk edildikçe direnmiş, hem de ne direniş, ”Ben burada Anadolu Türk tarihinin en önemli tanığıyım." Ahlat’ın bu ıstırabına yüzyıllar boyunca kulak veren olmamış. Öylece kendi haline terk edilmiş. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde Abdurrahim Şerif Beygü nihayet bu sesi duymuş ve Ahlat ile ilgili bir eser kaleme almış, eserinde şu cümlelere yer vermiş: “Türk Tarihi içinde hazineler değerinde olan bu âsâr ve mahlukatın şimdiye kadar Türk alemi irfanınca az tanınmış olmasına müteessir olmamak mümkün değildir.” Böylece Şerif Beygü, Ahlat’ın tanıtılması için bir tarihçi olarak kendi üzerine düşeni yapmış. ‘Ahlat Kitabeleri’ adlı eserini yazmış. Eserini Anadolu Türk tarihi ile ilgilenenlerin bilgisine sunmuş. Bir zamanlar, Orta Çağın büyük şehirleri olan Bağdat, Halep, Şam, Kahire, Musul ne idiyse Ahlat’ta o gün öyleymiş. Ahlat bugün, dünyanın en büyük Türk-İslam açık hava mezarlığına ev sahipliği yapıyor. Zamana meydan okuyan mezar taşları ve özellikle kümbet tipi mezar yapıları, Ahlat’ı cazibe merkezi hâline getiriyormuş. Taş işçiliğinin zirveye ulaştığı yermiş, Ahlat Mezar taşları ve kümbetleri. Bir zamanlar Ahlat’ta 100'ü aşkın kümbet varmış. Bugün o kümbetlerden 15 tanesi ayakta kalabilmiş. Ahlat’ı Türk yurdu yapan Çağrı Beymiş. Alparslan Malazgirt Savaşı öncesi karargâhını bu bölgeye kurmuş (1071). Savaşta şehadet şerbetini içerek şehit olanlar buraya defnedilmiş. Bu topraklar Kayı Boyu ’nu 170 sene ağırlamış. Osmanlı’yı kuran Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi, Ahlat doğumluymuş ve 20’li yaşlara kadar burada yaşamış. Van Gölü, asırlar boyunca Ahlat Denizi olarak anılmış. Evliya Çelebi, Ahlat Denizi’nden tutulan balıkların Acem tüccarlarına satıldığını, elde edilen parayla da Van çevresindeki askerlerin maaşlarının ödendiğini yazarmış. Ahlat zamanla önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş, ticaretin gelişmesi sanat ve kültürün ilerlemesine de vesile olmuş, tıptan astronomiye dek çeşitli alanlarda bilginler yetiştirmiş. Ahlat, bastonuyla da meşhurmuş. Anadolu'daki ilk büyük Türk şehri unvanına sahip olan Ahlat, gerek tarihî ve doğal zenginlikleri gerekse mutfak kültürüyle görülmeyi fazlasıyla hak eden bir yer. Anadolu'nun Türk Yurdu olmasında çok önemli bir görev üstlenen Ahlat, sinesinde barındırdığı tarihi eserleri ile ziyaret edilmeyi ve tanınmayı beklemektedir. Ahlat’tan ayrılırken Sezgin kaptan yine bir türkü havalandırdı: “Ahlat'ın başındayım/ On altı yaşındayım/ Kınamayın vay dostlar/ Gül kızın peşindeyim Güley güley/ Gül hanım/ Gel otur benim canım/ Sensin benim dermanım/ He canım he malım. Ahlatın kara taşı/ Yandı bağrımın başı/ O yar burdan gideli/ Durmaz gözümün yaşı/ Güley güley/ Gül hanım/ Gel otur benim canım/ Sensin benim dermanım/ He canım he malım.” Gezilip görülmesi gereken ilk bölge Ege ve Akdeniz bölgesi değildir; Doğu Anadolu bölgesidir. Doğu Anadolu, Türklerin Anadolu'ya giriş kapısıdır. Doğuyu gezip görmeden- anlayıp dinlemeden, Türkiye ve Türkiye’de olup bitenleri anlamak oldukça zordur. Bunu, Türkiye’yi dokuz bölgeye ayıran ve 2009 yılından beri teker teker her bölgeyi gezen-dolaşan, kısmen de olsa incelemeye çalışan ve üzerine yazılar yazan ben söylüyorum. Rüştü Kam. Devam edecek