29 Haziran 2015 Pazartesi

SADAKALARIMIZI NASIL DEĞERLENDİRMELİYİZ 2015

Sevgili Berlinliler,
Almanya’da yaşıyoruz. Müslüman, Türkiyeli ve yabancı olmaktan kaynaklanan yığınla problemimiz bulunmakta. Bunların üstesinden gelmek için yetişmiş elemana ihtiyacımız vardır, bu kişileri yetiştirmek için de maddi kaynağa ihtiyaç vardır. 

Müslümanların elinde mali ibadetler gibi çok büyük kaynaklar/ imkânlar bulunmaktadır: „Sadaka, zekât, fitre, fidye, kurban...“ Ramazan ayı bu ibadetlerin yoğun olarak yapıldığı aydır. 
Berlin’de yaşayan Müslümanların sadakalarını Berlin’de değerlendirmeleri Allah’ın rızasına daha uygundur: Çünkü Allah şöyle buyurur: „Sadaka vermeye en yakınınızdan başlayınız.” (Bakara 215) 
Bu ayet şöyle anlaşılmalıdır; kendi evinde yangın olan insan başkasının evindeki yangını söndürmeye gitmez, gidemez. Giderse döndüğünde kendisi evsiz kalır.

Çocuklarımızın, gençlerimizin çoğu kimlik bunalımı içindedir. Çocuklarımızın geleceği için onların elinden tutacak kurumlarımızın olması elzemdir. Yarın keşke dememek için tedbir almak gerekir. Berlin’in dışına çıkardığımız her kaynak bu keşkelerin asıl sebebi olabilir.

Örneğin;
-Berlin’de bir araştırma merkezimiz, 
-Türkçe dil kursu, tarih bilinci, kültür değerlerimizin sergilendiği enstitü, 
-dini eserlerimizi, hikâyelerimizi, masallarımızı, romanlarımızı,  tarih kitaplarımızı tercüme edecek nitelikli tercüme büroları,  
-camiler dışında din eğitimi veren kültür merkezleri, 
-Müslümanların kurduğu ve Müslümanların hizmet ettiği hastane, 
-öğrencilerimiz için yurtlar, din adamı yetiştirecek okullar ve en önemlisi,
bu kurumları mali açıdan destekleyecek vakıflarımız yok. Yok, yok, yok! Nasıl olacak da bu yoklarla kimlikli bir nesil inşa edilecektir?

Allah öbür âlemde bu yokların hesabını bizden sorsa gerektir. “Çocuklarınızı, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem azabından koruyunuz.” (Tahrîm 6) emri bu konunun önemini anlatıyor olmalı. 

Bu eksiklikleri görenler ve üzerinde çalışma yapanlar vardır elbet. Bizlere düşen görev onları arayıp bulmak ve yukarıda saydığım kurumların sırasıyla hayata geçmesi için irade ortaya koymak ve zekâtlarımızla, sadakalarımızla onlara destek vermek, onları yönlendirmektir.  Sonra da onların takipçisi olmaktır. 

Sevgili dostlar,
Emperyalistler önce ülkeleri vuruyorlar, talan ediyorlar, insanları evsiz- barksız bırakıyorlar, eski İslâm medeniyetlerini-kültür hazinelerini yok ediyorlar, çocukları anasız-babasız, anaları-babaları çocuksuz bırakıyorlar; sonra da aç susuz bıraktıkları, evsiz barksız bıraktıkları o insanlara yardımlar yapılması için; Müslümanlara insani yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. 

Bu kuruluşlar da o zavallı insanların fotoğraflarını izin bile almadan afişlerde, el ilanlarında, cami panolarında, gazetelerde, televizyonlarda konu mankeni olarak kullanıyorlar, reklam aracı olarak kullanıyorlar. Böylece duygu sömürüsü yaparak insani yardım adı altında paralar topluyorlar. 

Emperyalistler bir taraftan ürettikleri silahları satmak için, insanları birbirlerine düşürürken bir taraftan o ülkelerin kaynaklarını sömürüyorlar, öbür taraftan da aç bıraktıkları o insanları, Müslümanların yumuşak karınlarını iyi bildikleri için, yine Müslümanlara havale ediyorlar. Bir taşla birkaç kuşu birden vuruyorlar. Her iki durumda da kazanan onlar oluyor. Kaybedenler ise yine Müslümanlar. Hem de ibadet aşkıyla.

O insanları kim evsiz yurtsuz bıraktıysa, aç bıraktıysa, kaynaklarını kim kuruttuysa yardımı onların yapması gerekmez mi?

Yıllardır yardım kuruluşlarına yardımlar yapılıyor. Hem de küpelere, bileziklere, yüzüklere varıncaya kadar; ortada halledilen ne vardır? Bu yardımlar sayesinde hangi Müslüman ülke vatandaşı huzura kavuşmuştur, hangi ülkede silahlar susmuştur, yardım kuruluşları hangi ülkenin ekonomik sorununu çözmüştür?
O insanlara sıcak para gönderileceğine, uygun görülen herhangi bir ülkede onlar için kurumlar kurulsaydı ve ihtiyaç sahipleri oralarda barındırılsaydı, okutulsaydı, eğitilseydi, tedavi edilseydi, meslek sahibi yapılsaydı da tekrar ülkelerine gönderilseydi daha isabetli olmaz mıydı?

Sevgili dostlar,
Müslümanlar mali ibadetlerini yerine getirirken dikkatli olmak zorundadırlar. Müslümanın verdiği sadaka, yaptığı bağış, kendi geleceği için yatırım olmalıdır. Yatırımlarda öncelik kendi yaşadığı bölgeye verilmelidir. 

Mesela Berlin'de yardım toplayıp da o yardımları, Berlin/Almanya dışındaki insanların ihtiyacı için sarf etmek, Almanya'daki ihtiyaç sahiplerini görmezden gelmek olmaz mı? Sorumsuzluk olmaz mı?

Sevgili dostlar,
Fakirin sadece yemeğe ihtiyacı yoktur: Oturmak için eve, çalışmak için fabrikaya, iş yerine, tedavi için hastaneye ihtiyacı vardır, eğitimi için okula ihtiyacı vardır, üniversiteye ihtiyacı vardır, araştırma enstitülerine ihtiyacı vardır, gazeteye-dergiye ihtiyacı vardır. Kimlikli bir nesil yetiştirmek için kültür merkezlerine ihtiyacı vardır. 
Bütün bu yoklar ortada dururken, ben yokum diye alabildiğince yüksek sesle bağırırken, bu yokları görmezlikten gelmek aymazlık olmaz mı, sorumsuzluk olmaz mı?

Keşkelerimizi çoğaltmamak için lütfen, bir daha düşünelim. Yüce Mevla’m bizlere yardım edecektir. Yeter ki isabetli kararlar vererek O’nun rızasına uygun olan işler yapalım. 
Selam ve dua ile

Rüştü Kam

28 Haziran 2015 Pazar

UZUN GÜNLERDE ORUÇ 2015

Ha-ber.com internet gazetesindeki köşemde, uzun günlerde oruç nasıl tutulur konusunu işledim. Olumlu tepkiler aldığım gibi uygun olmayan cümlelerin kurulduğu tepkiler de aldım. Onlara kızmadım, darılmadım. Yılların birikimi olan tortuların birden kaybolması mümkün olmuyor. O yazılarımda kaynak gösterdiğim İslâm âlimlerinin görüşlerini topluca bir daha yazarak okuyucularıma sunmayı bir görev bildim. Yazıma konuyla ilgili Prof. Dr. Süleyman Ateş’e yöneltilen iki soruyla başlamak istiyorum:

S1-Sayın Hocam! Can Ataklı’nın pazar günkü yazısı için ne düşünüyorsunuz? Tabii Ramazan’ın değiştirilmesi diye bir şey olmaz ama saatler konusunda haksız mı? Biz Berlin’deyken İstanbul’a göre en azından bir, hatta bir buçuk saat daha uzun oruç tutuyoruz. Norveç ve İsveç’te ise bizden de nerdeyse bir saat daha uzun oruç tutuluyor. Yazın Norveç’te nerdeyse her gün 20 saate yakın oruç süresi var. Kuran-ı Kerim, ‘Tutamadığınız orucu kaza yapın sonra tutun diyor. Bunun için bir zaman söylemiyor. Siz de zaten biliyorsunuz Ramazan’dan 3-5-10 ay sonra Mekke’de oruç tutun, en fazla 60 dakika oruç süresi uzuyor veya kısalıyor. Norveç’te kişin kaza yaparsanız 7 saate düşüyor oruç süresi.
Berlin’de ise 8 saat. Kuran-ı Kerim’e göre bunu kısıtlayan hiçbir süre yok. Ben iç hastalıkları uzmanıyım. Birkaç gün yemek yememek vücudu yorar ama sağlık açısından bir zararı yok. Ama bir ay boyunca her gün 18- 20 saat susuzluk vücuda zarar verir. Zaten iftardan sonra sahura birkaç saat vakit kalıyor. Bu sürede de fazla su içemezsiniz. Ertesi gün gene uzun bir susuzluk. Mekke’de her zaman iftardan sonra 11-12 saat ara var. Bu sürede düzenli yemek yenilir ve su içilebilir. Ben Kuransal İslam’a inanan bir insanım (Hadislerin büyük çoğunluğu uydurma olduğu için tümünü reddediyorum. Bu benim yıllarca yaptığım araştırmaların sonucu, bunun ile ilgili de size sonra yazacağım). Ama buna bir türlü Kuransal bir çözüm bulamıyorum. Esasında sabitlemek güzel bir fikir de bu Kur’an’daki Ramazan emrine aykırı. Bunu yapamayız. Zorlanınca biz de oruçları kışın mı kaza edelim? Önce fitre verelim sonra kışın tekrar oruç mu tutalım. Hatta Bakara 184’e göre sevaplarımız daha da artar. Saygılarımla. (Erdoğmuş Celal Burak)

S2- Süleyman Hocam merhaba, ben son 1 yıldır Almanya’da yaşıyorum. Buradaki oruç tutma zamanı, günlerin uzun olması sebebiyle Türkiye’den daha fazla. Uzun yıllar burada yaşamadığım ve yaşamayacağım için, haliyle yazın uzun tutup da 20 yıl sonra kış mevsiminde kısa tutmak gibi bir dengelenme durumu söz konusu olmayacak. O sebeple, niyet ederken İstanbul saatine göre niyet edip, orucumu o saatler arasında tutsam ne sakınca olur? Konuyla ilgili açıklama yapabilirseniz sevinirim. Selamlar, (Gökhan Güneş)

Süleyman Ateş
Görüşü

C1-„Kur'ân-ı Kerîm'de oruç tutulması emredilen gün, normal namaz vakitlerinin olduğu bölgelere mahsustur. Ancak kutup bölgesine yakın bölümlerde gündüzün yirmi iki, yirmi üç saat sürdüğü yerler bulunduğu gibi tam kutup bölgelerinde ise gece ve gündüz altı ay sürmektedir.
Buralarda yaşayanların, altı ay oruç tutmaları elbette mümkün olmadığı gibi, altı ayda bir kez sabah ve bir kez de akşam namazı kılmaları da makul olamaz. Yüce Allah, normal bölgelere göre hükmünü bildirmiş, normal şartların dışında kalan konuları, Müslümanların içtihatlarına bırakmıştır. Esasen asırlarca önce bazı İslâm bilginleri, bu meseleye cevap vermişlerdir. Nûru'l-İzâh şerhi Merâkî'l-Felâh'ta şöyle deniliyor: "Güneşin batar batmaz doğduğu ülkeler vardır... Bir sene kadar uzun sürecek Deccal günlerinde namaz vakitleri takdir edilir. Yani namaz vakitleri için belirli saatler ayrılır, namazlar o saatler içinde kılınır. Alım, satım, oruç, hac ve iddet gibi meselelerde de takdîre göre hareket edilir." (Ebû'l-İhlâs Hasan ibn 'Ammâr eş-Şurunbilâlî. Merâkî'l-Felâh: s. 53)
Böyle uzun yerlerde ve özellikle kutup bölgelerinde oruç, ya Kur'ân'ın indiği kent olan Mekke saatine veya o bölgeye en yakın olan normal vakitlerin cereyan ettiği ülkeye kıyasen tutulur. Kutup bölgelerinde namazlar da belirlenecek saatlerde kılınır. Biz vaktiyle bu görüşümüzü İlmihalimize yazmıştık. Sonradan Menâr'a baktığımızda Reşîd Rızâ'nın da aynı kanıya vardığını gördük (Tefsîru'l-Kur'ân:2/163).

C2-Kanaatime göre gündüzün, orta kuşak üstünde günün çok uzun sürdüğü yerlerde, oruç tutanlar, oruçlarını İstanbul’daki oruç süresine veya Mekke’deki oruç süresine göre ayarlayabilirler. Onlar, İstanbul’daki veya Mekke’deki oruç süresini doldurduktan sonra İstanbul veya Mekke saatine göre oruçlarını açabilirler. Nitekim takriben 80 yıl önce yaşamış olan büyük âlim Musa Carullah da “Uzun Günlerde Oruç” adlı risalesinde bu görüşe işaret etmiştir.
Ama henüz İslâm âlimleri bu konuda ortak bir görüş belirtebilmiş değillerdir. Önemli olan kulun, Allah’ın buyruğu uyarınca belli bir süre oruç tutmuş olmasıdır. Gerçi bulunduğun yerde güneş batmıyor ama Mekke’de veya İstanbul’da batmıştır. Özellikle günlerin üç ay kadar uzun olduğu yerlerde herhalde üç ay boyunca aç kalacak değillerdir. Üç ay değil, üç gün aç kalanın sağlık dengesi bozulur, vücut organları fonksiyonlarını yapamaz hale gelir. Allah, kullarına güçlük çıkarmak için değil, nefislerini arındırıp yüceltmek için orucu farz kılmıştır.
Ayrıca din hükümlerinde insanlar arasında eşitlik de esastır. İstanbullu takriben 16 saat oruç tutarken Almanya’daki bir Müslüman’ın onlardan iki, iki buçuk saat daha fazla oruç tutması, hükümlerde eşitlik esasına aykırıdır. Elbette bu görüşe tepki verenler olabilir ama ben vicdani kanaatimi belirtiyorum. Araştırma ve düşünce sonunda fikrini açıklayan kimse hata da etse sevap alır. Önemli olan ihlastır (samimiyet).“

Süleyman Ateş Kimdir?
Süleyman Ateş (d. 31 Ocak 1933, Elazığ, Türkiye), Türk ilahiyatçı, İslam hukukçusu, din adamı. 12. Diyanet İşleri Başkanı.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ni birincilikle bitirdi. Aynı üniversiteden doktora derecesi aldı. Almanya'da Bochum Ruhr Üniversitesi'nde sahasında araştırmalar yaptı. Suudi Arabistan'da Riyad İmam Muhammed Üniversitesi ve Cezayir'de Emir Abdulkadir Üniversitesi'nde tefsir ve tasavvuf derslerini okuttu. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslami İlimler Bölüm Başkanlığı ve İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde Temel İslâmî İlimler Bölüm Başkanlığı yaptı. 16 Nisan 1976 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı'na atandı. Bu görevi 1978 yılına kadar sürdürdü.


Molla Hüsrev (15.asırda yaşamış)
Görüşü:

„Gündüzleri 24 saatten daha uzun yerlerde, mesela altı ay gündüz olan yerlerde, oruca saat ile başlanır ve saat ile bozulur. Gündüzü böyle uzun olmayan, vakitleri normal teşekkül eden, yani gündüzleri 24 saatten az olan bir şehirdeki Müslümanların zamanına uyularak oruç tutulur.“ (Dürer)

Bu eser Molla Hüsrev’indir. Hanefi mezhebi fıkıh âlimidir. Sivas ile Tokat arasındaki Kargın köyünde doğmuştur. 1460 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından şeyhülislamlığa tayin edilmiştir. Molla Hüsrev, yirmi sene boyunca bu görevi yürütmüştür.
Dürer-ül-Hükkâm fî Şerh-i Gurer-il-Ahkâm (Fıkıh ile ilgili olan, sık sık başvurulan bu en önemli eseri, bütün Türk Osmanlı medreselerinde yorumlamaları ile birlikte ders kitabı gibi takip edilmiştir. Molla Hüsrev, bu eserini 1472 (Hicri 877) senesinde yazmağa başlamış, 1478 (Hicri 883) senesinde bitirerek Fatih Sultan Mehmed'e sunmuştur. Kendi el yazısıyla Fatih Sultan Mehmed'e hediye ettiği Dürer nüshası, İstanbul'da Köprülü Kütüphanesi’ndedir.

Muhammed Hamidullah
Görüşü:

„ Kutuplara doğru yaklaşıldıkça iyice uzayan gün ve gecelerde namaz vakitleri (takdir edilir). İşte bu (Takdir), meseleyi karışıklıktan çıkarır, sıhhate kavuşturur.

Takdir, hadisten geliyor. Peygamberimiz’in (asm) ifadesidir bu. Resûlüllah Aleyhisselam günleri iyice uzun olmayan yerden çıkacak olan Deccal’ı haber verirken,

"Deccal’ın bir günü sizin bir seneniz kadar uzun olacaktır. Sonraki günleri de beri geldikçe kısalacaktır." buyurduğunda sormuşlar:
- Ya Resûlâllah, bir günü bizim bir senemiz kadar uzun olacağını bildirdiğiniz o günde namazlar nasıl kılınacaktır? Şöyle cevap vermiştir:
- Takdir olunarak! Yani uzun günün saatleri takdir edilerek. Hesaplanarak. (Müslim, Kitabu’l-Fiten ve Eşrâtu’s-Sâat, 20)

Nasıl takdir edilip, nasıl hesaplanacak?
-En yakın normal vakitli ülkenin takvimi ve saatıyla takdir olunup, hesap edilerek.
Demek ki, Resûlüllah (s)'ın haber verdiği (takdir olunarak) kelimesi bize meseleyi hallettirmektedir. Böylece beş vakit namazını en yakın normal vakitli ülkenin saatına ayarlayarak kılan kimse huzura kavuşur, yanılmaktan kurtulmuş olur. Burada cevabı gerekecek bir diğer sual de şudur:
Bazı mevsimlerde gecenin başlamasıyla hemen arkasından şafak söker, yatsının vakti hiç olmaz. Böylesine kısa gecelerde namazlarımızı nasıl kılacağız?

Cevabı şöyledir:
Öyle kısa gecelerin başlangıcında, önce akşam namazına durulur, kılınınca vakit bulunursa hemen yatsıya başlanır, bitirilince de hemen sabah namazına girişilir. Böylece kısa gecenin namazları arka arkaya eklenerek kılınır. Bundan sonrası yine takdir olunarak eda edilir.
İslâm din-hukuk âlimleri umumiyetle (45) arz dairesindeki saatlerin (vakitlerin) (90) derecede yâni kutuplarda muteber olduğunu açıklar. (45) derece ile (90) derece arasındaki bölgelerde güneşe değil, saate göre hareket edilir. Namaz için böyle olduğu gibi, oruç vs. için de böyledir."

Muhammed Hamidullah Kimdir?

Muhammed Hamidullah (1908, Haydarabad - 2002, Florida), İslam dünyasında tanınmış son dönem hadis bilginlerinden birisidir.
İlköğrenimini Haydarabad'da tamamladıktan sonra, yine bu kentteki hukuk fakültesini bitirdi. Fakat İslami bilimlere özellikle de siyer ilmine olan merakından dolayı 1936'da Paris Üniversitesi'nde bu konuda eğitim aldı. Daha sonra Almanya'nın Tübingen Üniversitesi'ne kaydolarak "devletlerarası İslam hukuku" alanında ikinci bir doktora çalışması daha yaptı.
1947'de Paris'e yerleşerek ders vermeye başladı. Akademik çevrelerdeki ünü giderek arttı ve ders vermek için Fransa dışındaki ülkelere gitmeye başladı. 1950'li yıllarda Türkiye'ye gelerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Hukuk fakültelerinde ve İzmir, Ankara, Konya üniversitelerinde dersler verdi. İleri derecede 8 dil biliyordu.

Diyanet İşleri başkanlığı
Görüşü

“Normal vakitlerin oluşmadığı dönemlerde namaz ve oruç vakitleri hususunda takdir yöntemine başvurulması kaçınılmazdır. Bazı hadislerde de ifade edildiği gibi vakitlerin oluşmadığı yerlerde "takdir yöntemi" ile ibadet edilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Fakat İslam Dini’nin birlik beraberlik ve kardeşliğe verdiği önem gereği bu bölgelerde uygulanacak olan takdir yönteminde belli bir birliğin sağlanması gerekmektedir. Bu birlik de, ancak ilgili tarafların bir araya gelerek meseleyi görüşmeleri ve ortak bir karara varmalarıyla mümkün olacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu birliğin sağlanabilmesi için öteden beri gayretlerini sürdürmektedir.“ (Tarih: 10-11/06/2009 Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı.)

Diyanet İşleri Başkanlığı ne zaman kurulmuştur

Diyanet İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine kurulan, ‘İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle’ görevli kurumdur. Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle 429 sayılı kanunla Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı’na bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur.
Anayasanın 136. maddesinde; "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir." hükmü yer almaktadır.

Abdülaziz Bayındır

Görüşü:

''Kutuplarda gecelerin karanlık olmayabileceğini gösteren ya da beyaz gecelerin olabileceğini gösteren ayetler var. Mevcut namaz vakitleri anlayışında insanların dinlenmesine imkân verilmiyor. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1 Ağustos'ta Tromso için ilan ettiği namaz vakitlerine göre, imsak saati 02.30, yatsı da 23.00'da oluyor. Bu süreler arasında 3,5 saatlik bir ara var. Bu aralıkta insanların dinlenmesi, yemek yemesi ve oruca başlaması mümkün değil. Ekvatorda yılın tamamında güneş dik açı yapıyor, gece ve gündüzün uzunluğu sürekli 12 saat oluyor. Kutuplarda güneş kutba hep paralel olduğu için orada da gece ile gündüzü 12 saat saymak gerekir. Gecenin 3 bölümden oluşması için 45 dereceden kutba doğru gündüzlerin sürekli kısalması gerekir. Buradaki ölçüler ekvatora geri dönüş gibi olmalıdır. Yani 50 derecede 40 derece enleminin, 60 derecede 30 derece enleminin, 70 derecede 20 derece enleminin, 80 derecede 10 derece enleminin, 90 derecede de ekvatorun vakitleri geçerli kılınmalıdır. Çalışmalarımız devam ediyor, ancak 1 Ağustos'ta Tromso'da uygulanması gereken oruç vakti imsak için 05.32, iftar için 19.19. Böylece oruç tutulması gereken zaman yaklaşık 14 saat oluyor. Gece de dinlenmek için 10 saat kalıyor.'' „ (Süleymaniye Vakfı)

Abdul Aziz bayındır Kimdir

Atatürk Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi'den 1976 yılında mezun oldu. 1976'dan 1997 yılına kadar İstanbul Müftülüğü'nde çalıştı. Bu süre zarfında uzman, müftü yardımcılığı, Fetva Kurulu Başkanlığı ve Şer'iyye Sicilleri Arşivi yöneticiliği görevlerinde bulundu. 1984’te “Şer’iyye Sicilleri doğrultusunda Osmanlılarda Muhakeme Usulleri” isimli teziyle İslam Hukuku dalında İlâhiyat Doktoru; 1987’de İslam İktisâdıyla ilgili çalışmalarıyla da Kelam ve İslam Hukuku dalında doçent oldu. 1993’te Süleymaniye Vakfı’nı kurdu. 1997 yılında İstanbul Müftülüğü'ndeki görevinden ayrılarak İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'e öğretim üyesi (doçent) olarak geçti. 2003 yılında ise İslam Hukuku profesörü oldu. Bu fakültede Temel İslam Bilimleri adı altında İslam Hukuku Ana Bilim Dalı Bölüm Başkanlığını yürütmektedir. Arapça, Fransızca ve İngilizce bilen Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, evli ve dört çocuk babasıdır.

Rusya Müftüler Konseyi Başkanı Ruşan Abbyasov
Görüşü

Ülkenin kuzey bölgelerinde gündüz uzunluğunun 20 saati geçtiği ve karanlık çökmeyen bölgelerde oruç tutanları gündemine alan Rusya Müftüler Konseyi, yeni bir fetva yayınlayarak oruç süresini kısıtladı.
Ramazan ayı ve Rusya'daki Müslümanların yaşamlarına ilişkin açıklamada bulunan Abbyasov, ülkenin Kuzey Kutbu'na yakın bazı bölgelerinde yaz aylarında güneşin batmadığını veya çok kısa süreliğine battığını vurgulayarak, Rusya Müftüler Konseyi'nin bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar için Mekke saat dilimi ve iftar vaktini baz alarak oruç tutmaları yönünde fetva verdiğini kaydetti. "Güneşin batmadığı bölgelerde yaşayan Müslümanlar, Mekke saatine uygun iftar açabilir."
Abbyasov, bu fetvaya uygun olarak sahur vaktinin yerel koşullara uygun belirlendiğini, ancak iftar saatinin Mekke'deki iftar saatinin emsali olan yerel saatte açılmasının uygun bulunduğunu açıkladı.

Hayrettin Karaman
Görüşü

„Ekvator’dan kuzeye ve güneye doğru ilerledikçe güneşin doğma ve batma vakitleri değişir, uzar ve kısalır, nihayet günlerce ve aylarca doğmadığı veya batmadığı enlem derecelerine ulaşılır. Bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar namaz ve oruç vakitlerini nasıl ayarlayacaklardır?

Bazı fıkıhçıların ileri sürdüğü “Normal vaktin olmadığı yerlerde, normal mıntıkalara mahsus oruç ve namaz ibadeti de olmaz” düşüncesi isabetli değildir. Allah Teâlâ Mekke ve Medine gibi yerlerde yaşayan Müslümanlara hitap ederek yirmi dört saatlik bir zaman dilimi içinde beş kere namaz kılmalarını ve yılda bir ay da oruç tutmalarını istemiştir. İbadetin sebep ve hikmeti, bir yandan insanın ibadetle eğitilmesi, Allah'a yakınlık elde etmesi, diğer yandan âhirette geçer akçe olan ecir ve sevabın elde edilmesidir. Güneşin aylarca doğmadığı veya batmadığı yerlerde yaşayan müminler de çalışma, dinlenme, yeme ve içme gibi hususlarda hayatlarını yirmi dört saate göre düzenlemekte; yani normal mıntıkalarda yaşayan insanlar gibi yaşamaktadırlar. Bu müminlerin de dinî eğitime ve sevaba ihtiyaçları vardır. Bu sebeple ibadetlerini de –tıpkı genel olarak hayatları gibi– aya ve güneşe göre değil, farazî ve itibarî (sanal) olarak ayarladıkları günlerine göre yapacaklardır.

Bu şartlarda yaşayan müminlerin uygulayacakları vakit cetveli bakımından âlimlerce iki yol gösterilmiştir: 1. Mekke takvimini uygulamak. 2. Kendilerine en yakın normal bölgenin takvimini uygulamak.
Kıyamet yaklaştığında ve Deccâl çıktığında günün çok uzun olacağını bildirmesi üzerine Hz. Peygamber'e, bu “bir yıl kadar uzun günde” namazları nasıl kılacaklarını soran sahâbîler, “Daha önceki normal günlere göre kılarsınız” cevabını almışlardı. Bu hadis de yukarıdaki çözüme ışık tutmaktadır.“ (Müslim, “Fiten”, 110).

Hayrettin Karaman Kimdir

Hayrettin Karaman  1934 Çorum’da doğdu. İlahiyatçı ve yazardır.
1959 yılında Konya İmam-Hatip Lisesi'nden, 1963 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nden mezun oldu. 1965 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'nde asistan olarak çalışmaya başladı. “Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar İslam Hukukunda İçtihad” konulu tezi vermesiyle fıkıh öğretmenliğine başladı.
1980 yılında okulun İlahiyat Fakültesi'ne dönüştürülmesiyle birlikte önce doçentliğe, sonra da profesörlüğe yükseltildi.
2001 yılı başı itibariyle emekliye ayrılan Hayrettin Karaman, bilimsel eser çalışmaları yanında halen günlük Yeni Şafak Gazetesi'nde köşe yazıları yazıyor. Arapça, Farsça ve Fransızca bilen Hayreddin Karaman'ın periyodik yazıları, Gerçek Hayat Dergisi ve Eğitim-Bilim Dergisi'nde de yayınlanmaktadır. Kitap ve makalelerinin yer aldığı bir internet sitesi de mevcuttur.

Şaban Ali Düzgün
Görüşü

“Kuzey Kutbuna Yakın Olan Yerlerde Oruç güneş batımının geç saatlere kadar gerçekleşmediği yerlerde itibari bir güneş batımı tespit edilerek, imsak ve iftar vakti tespiti yapılabilir. Unutmamak gerekir ki paralel ve meridyenler itibaridir. Öyle bir şey yoktur ama itibari olarak hesap yapmakta kullanılırlar. Orucun kaç saat tutulacağı konusunda aynen itibari bir zaman tayini yapılabilir. Güneş batımı, bir zaman tayinidir, orucu açmanın gerekçesi değildir. Bu tayini ilgili bölgedeki insanlar yapabilirler. İsterlerse Mekke’ye kıyas yapabilirler, isterlerse başka bir yere. Bu konuda bütün insanları bağlayan bir fetvaya gerek de yoktur. Ama ibadetlerde birlik ruhu önemlidir ve fetvânın bu anlamda önemi vardır.”

Fetvalar kişiye özeldir
“Üretilen fetvalar kişiye özeldir. Biri Peygamber’e bir şey sorduğunda onun kendi durumunu dikkate alarak fetva verirdi. Aynı konuda bir başkasına başka bir şey söylediği olurdu. Bu fetvaları alıp da bütün Müslüman coğrafya yaymanın anlamı yoktur. Hanefi fıkhının en temel özelliği herhangi bir fıkhî hükmün şer’î olmasını değil meşru olmasını önemsemesidir. Şer’î’de Kur’an’dan ve Sünnet’ten bir referansınızın olması, meşru’da ise, çıkarılan hükmün Kur’an’a ve sünnete aykırı olmaması, önemlidir. Hanefî fıkhının farklı coğrafyalarda ortaya çıkan sorunlara çözüm üretebilmesinde bu esnekliğin rolü büyüktür.”

“Bizden öncekiler adamsa biz de adamız.”
“İslam’ın kültür tarihinde birkaç şehir medeniyet başkenti olarak sayılır. Bağdat, İstanbul, Semerkant, Kurtuba gibi. Kur’an için ‘Mekke’de indi, İstanbul’da yazıldı, Mısır’da okundu, Semerkant’ta anlaşıldı.’ denir. Daha önce rivayet tefsiri yapılıyorken Semerkant’ta Kuran’ın anlaşılması üzerine çalışılmıştır. Rivayet tefsiri, daha önce o konuda sahabe ya da daha önceki âlimler ne demişse onu aktarmaktır. Daha sonra geliştirilen rey ekolu ise kendi kanaatini belirtmektedir. Fıkıhta Ebu Hanife, tefsirde Maturidi rey ekolünün önemli isimleridir. Ebu Hanife’ye neden kendi görüşüne göre fetva veriyorsun dediklerinde, şu meşhur sözünü söyler “Bizden öncekiler adamsa biz de adamız.”

Şaban Ali Düzgün kimdir

1968 Gümüşhane’de doğdu. 1989’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Seyyid Ahmet Han ve modernist hareketlerle ilgili yüksek lisans çalışmasını tamamladı. Bu çerçevede İngiltere’de, School of Oriental and African Studies’de (SOAS) çalıştı. Doktorasını Nesefî ve İslam Filozoflarında Allah-Âlem İlişkisi adıyla verdi.
2000-2001 akademik yılında öğretim üyesi değişimi programı çerçevesinde Gregoryan Üniversitesi’nde (Roma); 2003-2004 akademik yılında ise Georgetown Üniversitesi’nde (Washington, DC) misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. 2005’de profesör oldu.
2007-2008 eğitim öğretim yılında, Fulbright Muslim Scholar olarak Birmingham Southern College’da öğretim üyesi olarak çalıştı. Alabama Üniversitesi, Montevallo Üniversitesi, Samford Üniversitesi’nde ders ve seminerler verdi. Uluslararası Ahmet Yesevî Türk-Kazak Üniversitesi’nde (Kazakistan) ders verdi (2013). Fulbright Türkiye Seçici komisyon üyesidir. İngilizce İlahiyat Bölüm Başkanlığını yürütmüştür (2010-2012). İnternet Kelam Araştırmaları Dergisi’nin editörlüğünü yapmaktadır. Hali hazırda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı başkanıdır.

Musa carullah Bigiyev
Görüşü

„Mekke ve Medine’de en uzun gün 12 saati geçmemektedir. Oysa ekvator’un kuzeyindeki ülkelerde gün 20 saate kadar uzanmaktadır. Bu ülkelerde yaşayan Müslümanların oruçlarını Arabistan’a kıyasla ayarlayabilirler.“

Musa Carullah’ın Uzun Günlerde Oruç adlı bir eseri vardır. İsteyenler  o kitabı okuyabilirler. (Doç. Dr. Abdullah Kahraman’ın İz Yayıncılık, İslam klasikleri dizisi:35, İstanbul, 2009)
Müellif, Uzun Günlerde Oruç adlı eserine şöyle başlıyor: “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez” (Bakara,185) ve “Allah dinde üzerinize zorluk kılmamıştır” Hac Suresi, 78)
Söz konusu eserin 136.sayfasında: “Şâri’i Kerim’in şahadetine göre, insanı halden düşürecek derecede büyük meşakkati olan oruç, ibadet değil aksine günahtır” tespitinde bulunuyor.
Aynı sayfada: “ Oruca büyük güçlükle dayananların bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir” (Bakara,184) tespitinde bulunularak: “Yani, orucu takatle, yalnız güçlükle ve zahmetle yerine getirebilenlere oruç farz değil, bilakis orucun yerine fidye vermek farz olur. Buradaki ‘yutikûne’ cümlesinin manası güçlükle, zahmetle ve meşakkatle eda edebilenler demektir” şeklindeki bir ifadeyle yer veriyor.

Musa carullah Bigiyef Kimdir:

1875'de Kazan'da doğan Müellif, orada başlayan tahsilini, Buhara, Mısır, Hicaz, Hindistan ve Şam medreselerinde tamamladı. Tahsil hayatından sonra döndüğü memleketinde ilmî, siyasî ve içtimaî hareketlere öncülük etti. 1917 Bolşevik İhtilali'nden sonra da bu çalışmalarını sürdürdü. Yazdığı bir eserden dolayı tevkif edildi, eziyet ve işkencelere uğradı ve Rusya'dan kaçmak zorunda kaldı. Sürgün denilebilecek bu hayatı, Çin, Hindistan, Almanya, Türkiye, Japonya ve Mısır'da geçti. 1949'da Kahire'de vefat eden Musa Carullah'ın çeşitli meselelere dair çok sayıda eseri bulunmaktadır. Ayrıca T. İzutsu'nun (1914-1993) Arapça hocası olduğu bilinen yazar I. Türk tarih kongresine de katılmıştır. (A/16)

Musa Carullah din ve Müslümanlar hakkında şu tespitte bulunur:  "İslâmiyet'in kendisi de ilahi rahmet kadar genişti. Bu genişliğine göre de âlemlerin Rabbi Hz. Allah tarafından İslâmiyet, insanlık âlemi için genel, aynı zamanda sonsuza dek bir din olmak sıfatıyla; varlığın efendisi Hz. Muhammed(s) vasıtasıyla Kur'an-ı Kerim'de bozulup-değiştirilmesi imkansız mucizevi metniyle bildirildi. İslâmiyet'in bu seçkin erdemi insanlık âleminde süratle yayılmasına güçlü bir sebep te olmuştu. Fakat İslâmiyet'in o genişliği o kadar uzun sürmedi. İnsanların çoğu çok geniş olan İslâmiyet'i kendi dar düşüncelerinde ve gayet dar gönüllerinde derinleştirmekte aciz kaldılar. Çünkü çaresiz ya kendi gönüllerini geniş tutmak ya da İslâmiyet'i kendi gönülleri kadar dar, adeta "hiçlik" mesabesine düşürmek zorundaydılar. Fakat kendi gönüllerini geniş tutmaktan aciz kalan insanlar, İslâmiyet'i daraltmaktan korkmadılar. O zamanın siyasi şartları da buna müsaade etti.
Bu durumun etkisiyle İslam Âleminde dar gönüller kadar, çok ufak mezhebler kısa bir sürede oluşarak pıtırak gibi çoğaldı. Akledilebilenlerin dairesi kadar geniş olan İslâmiyet,. değil insanlığı kapsayabilmek, ufak bir şehirde toplanan küçük bir cemaati bile  iman dairesine alamaz oldu. İslâmiyet "ya falan oğlu filan gibi inan ya da sonsuza dek cehennemde yan! canın da malın da helal!." gibi en büyük zulüm, en büyük cehalet temeline bina edilmiş bir parçacıktan ibaret kılındı. Neticede İslâmiyet, sarıklıların keyfi arzularına hizmet ettirilen son derece kaba bir kural şekline dönüştürüldü. Bu durumun kötü etkilerini sayıp bitirmek mümkün değildir? Fakat, İslam dünyasının başına gelen siyasi, sosyal sorunların her birinin temel nedeni genellikle bu durum olmuştur şüphesiz."

Sonuç:

Rüştü Kam

Kur'an'ı, indiği yerdeki muhatabı nasıl anladıysa önce öyle anlamalıyız. Sonra da bulunduğumuz bölge şartlarında o yöre insanının ihtiyacına cevap verebilecek yorumlarımızla İslâm'ı yaşanabilir bir din haline getirmeliyiz. Bizlerden istenen budur. Din bizim elimizde insanlara sıkıntı verecek bir araç haline değil, insanların sıkıntılarını giderecek İlahi mesaj haline gelmelidir. Oruç Medine'de farz kılınmıştır. Peygamberimiz de ömrü boyunca orucunu Medine’de tutmuştur. Medine gecesi ve gündüzü eşit olan bir zaman ölçüsüne sahiptir. 12+12=24.

Gece ve gündüz kavramını Medine'dekiler tanıma uygun, yaşam standartlarına uygun olarak tam manasıyla anlamışlardır. Bu şu demektir: Oruç zamanı 12 saattir. Çünkü gün 12 saat gece ve 12 saat gündüzden ibarettir. İmsak vaktini bir saat geriye çekersek oruç süresi 13 saat olur. Öyleyse oruç ibadetinin süresi 13 saattir. Dünyanın neresinde olursanız olun ölçü ve süre böyle olmalıdır.
Öyleyse bu sürenin başlangıç ve bitişi de takdir ile tespit edilerek oruç tutulur.

Çünkü oruç aç ve susuz kalmaktan ibaret değildir. Oruç bir disiplindir. Belirlenen o süre içinde nefsin disipline edilmesidir. Helallere ulaşma yasaklanmıştır bu sürede. Oruç ayetinin sonunda "umulur ki korunursunuz" uyarısı vardır. Korunulacak olan şeyler bellidir. Yalandan, iftiraya, kalp kırmaya, cimrilikten, ihtikâra ve israfa kadar ne kadar toplum menfaatine aykırı davranış varsa onların hepsinden korunulacaktır. İşte oruç tutmak böyle bir şeydir.

Bu uyarı göz önüne alınırsa aslında oruç kendi başına ibadet değildir. İnsanlar aç kaldıkları için sevap almazlar, aç kaldıkları için ceza da almazlar. Oruç. yukarda zikrettiğim ibadetlerin ön şartı olmalıdır. Sevap ve ceza o ibadetlerin yapılıp yapılmayışıyla ilgilidir.

Dini yaşam için Müslümana bazı coğrafi bölgeler avantaj sağlarken, bazı coğrafi bölgeler dezavantaj olmamalıdır. En doğrusunu Sahibimiz bilir.

Ben böylece görevimi hakkıyla yaptığım kanaatindeyim. Bana ufuklarını açtığım, ibadetlerini huzurla yapmalarına yardımcı olduğum için dua edenler var. Onlara teşekkür ederim. Bana kızanlara, hoş olmayan sözler söyleyenlere de hoşgörü ile yaklaşır, onlar için  Mevlam’a duacı olurum. Allah’ım bilmiyorlar, bilselerdi böyle yapmazlardı, sen onlara hidayet nasip eyle, akletmeleri için onlara yardım et derim.
Selam ve dua ile

25 Haziran 2015 Perşembe

ZEKAT'IN % 25'Şİ FAKİRİN HAKKIDIR /2015

Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.

Davası olanın, destekçisi Allah'tır.
Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur.
Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar
Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur.
Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.
En etkilli davet temsildir.
Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır.

2011 yılında zekât konusunu işlemişim. Aradan 4 sene geçmiş.  Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanlarda bir değişme, gelişme olmuş mu, ona birlikte bakalım. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar ne âlemde bir görelim. Sadece, davetlerde fotoğraf çektirmekle mi meşguller, yoksa bu üç sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymuşlar mı, birlikte bakalım:

Maddeye tamahkâr olmamak lazımdır

Ramazan ayının içindeyiz. Bu ayda herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına çıkarılmamalıdır. Kur’an’ın buyruğu bu yöndedir. Yardımlarınızı bulunduğunuz yerin dışına çıkarmak için kapınıza gelenlere sakın itibar etmeyiniz. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyiniz.

Biz önce bulunduğumuz çevredeki insanlardan sorumluyuz: “Sana, neyi infak edip vereceklerini soruyorlar. De ki: İnfak ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizlerle yolda kalan için olmalıdır. Hayır olarak yaptığınızı Allah en iyi biçimde bilmektedir.” (Bakara 215)

Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edersek, görevimizi birisinin hatırlatmasına ihtiyaç kalmayacaktır.

Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar yine. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrika’lı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Hergün, yerden pıtırak (Kırlarda yetişen yabanî bir otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı.

Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel çalıştırıyorlar ve onların maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz  yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz.

Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bu güne kadar verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiye’liler üzerinden yapalım.  3 milyon insanımız yaşıyor Almanya‘da. 2 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alalım.

Tahmini olarak yılda bir milyar Euro toplanıyor

Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000x100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor.
Şimdi sonuca bakalım; kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtarmışız yaptığımız bu yardımlarla, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalkmış, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözmüş? Aksine, yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke katılıyor...

Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini BM de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize.

Emperyalist ülkeler  bir bahane uydurarak önce oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar toplanıyor, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor. Silahları satan emperyalistler, alanlar genelde Müslüman gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsün diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar.
Filistin’e, ben kendimi bildim bileli yardım gönderilir(51 doğumluyum). Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar çünkü.

Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Bizlere ne Türkiye, ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey İman Edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!”(Tahrîm: 6)
Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak geleceğe yönelik yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki:” Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredatını kendimizin hazırladığı bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil.

Ölüm haktır, dünya fanidir

İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını Allah vermiştir elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir.

Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır.

Biz güzel olmak istemedik, güzeli görmek istedik. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır.

Afrika ülkelerini Müslümanlar fakirleştirmedi

Afrika ülkelerini, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar.

Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim...”

Bizim çocuklarımıza kim sahip çıkacak 

Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem azabı” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar açıkken, göz önündeyken,  bu vurdumduymazlık niye.
Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Sarrazin’ler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 100)

Pislik;
-kaos demektir,
-anarşi demektir,
-aşağılanma demektir,
-tepelenme demektir,
-kölelik demektir,
-açlık demektir,
-sefalet demektir,
-gözyaşı demektir,
-kan demektir...

Müslüman ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir.

Bu paralarla neler yapılabilirdi

1. Bu paralarla vakıflar kurulurdu.
2. Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi.
3. Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı.
4. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi,
5. Hastaneler yapılırdı, Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi.
6. İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi.
7. Ehl-i Kitab’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı.
8. Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu.
9. Çocuk yuvaları açılırdı.
10. Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi.
11. Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almancaya çevrilirdi. Almanca’dan da Türkçe’ye.
12. Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek için tarihi mekânlara geziler düzenlenirdi.
13. Türkçe dil kursları açılırdı,
14. Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı;  dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi.
15. Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da, yine bu fondan karşılarlardı.
16. Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu.

Sonuç:

1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcının elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir.

2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan, kuraklık gibi doğal afetler değil. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister. Ancak onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini ister.

3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100:8=12,50 eder.
“1-Fakire   12,5+
 2-Miskine 12,5= 25 yapar.  Yani fakirin direk zekattan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı  zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de.

Fakat kalan %75’den direkt olarak fakirin hakkı/payı yoktur. Dolaylı olarak vardır:

1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumlarındır.

2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır.(Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerdir, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır.

3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır.(zekât memurları) Zekâtı kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır.

4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların hakkıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin)

5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak içindir.(Fi sebilillah)

6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(Tevbe 60)

Ve bu payların Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır.

Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim.

Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım.

Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afganistan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir.


Devam edecek

Rüştü Kam

15 Haziran 2015 Pazartesi

TRABZON VENİ VİDİ SCRİPSİ (Vl) "Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Avrupa ile Asya'nın İpek yolu üzerindeki en önemli irtibat noktasında bulunan Trabzon, bu öneminden dolayı tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Tarihin en eski çağlarından beri insanoğlunu barındırmış olan bu güzel kent, öykülerle, türkülerle dolu zengin bir kültürel mirasa sahip.
Tarihsel süreçte kentin; Miletler, Persler, Romalılar, Bizanslılar ve Komnenos’ların egemenliği altına girdiği bilinmektedir. 13.yüzyılın başlarında kurulup 250 yılı aşkın bir süre hüküm süren Trabzon Komnenos Prensliği 26 Ekim 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet' in Trabzon'u fethiyle sona ermiştir.
Müzeler, manastırlar, camiler, türbeler, hanlar, hamamlar, bedesten ve kenti çevreleyen surlar, sivil mimari örnekleri ve çarşılar kentin tarihi dokusuna bir nakış gibi işlenmiş.
Batılıların "muhteşem" diye adlandırdıkları Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın doğup büyüdüğü ve 15 yaşına kadar yaşadığı kentte, Roma, Bizans ve Osmanlı döneminden günümüze ulaşan pek çok tarihsel anıt var.
Gümüş ve altının Trabzonlu zanaatkârların elinde nakışa dönüştüğü kazazlık(tel gümüş sarma) ve hasır bilezik ürünleriyle, horonu, kemençesi ile diğer folklorik unsurlar Trabzon'un dünya tanıtımında başlıca simgeleri.
Trabzon kuymağıyla da meşhur. Tereyağı, peynir ve mısır unu karışımı ile yapılan kuymak yöre mutfağındaki özgün yerini hâlâ korumakta.



Akçaabat
Akçaabat’tayız. Saray Restoran’a demir attık. Akçaabat köftesi yiyeceğiz. Masa donatılmış.  Mısır ekmeği ve yoğurt da var. Bekleyemedim köfteyi, başladım yoğurda mısır ekmeği doğrayarak yemeye.  Çocukluğumda yediğim en mükemmel yemekti bu. Evet Akçaabat köfteleri de geldi.  Denildiği kadar var, müthiş bir lezzet. .Akçaabat Köftesi 1930 yıllarında Akçaabat’lı lokantacıların ortaklaşa yaptıkları bir köfteymiş. Sığır ve dana kıyması karıştırılarak yapılırmış. Harcına ekmek ve sarmısak da ilave edilirmiş. 
Arkasından Laz Böreği, börek denildiğine bakmayınız, o bir tatlı. Adı laz Böreği. Eee burası Karadeniz…
Namazlarımızı burada cem ederek kıldık. Saray Restoran’da küçücük bir mescid var, burada namazınızı kılabilirsiniz dediler. Restoranın o ihtişamı mescide yansımamış, çok pis ve daracık bir yer. Namazdan sonra restoran sahibine, ‘Dünyalıklar konusunda hassas davranmışsınız ama, iş Allah'ın rızasına gelince unutmuşsunuz.‘ dedim. Yerlerinin darlığından dem vurmaya başlayınca hafifçe tebessüm ederek ayrıldık oradan.



Atatürk Köşkü
Soğuksu Tepesi, merkezden 8 km uzakta çam ağaçlarıyla çevrili bir bahçe. Trabzon ayağınızın altında. Bahçenin içinde çok güzel bir köşk var, bembeyaz, gelin gibi. Atatürk Köşkü: Bu köşk 1903 yılında işadamı Konstantin Kapogiannidis için yapılmış . Sahibi ailesiyle birlikte mübadele zamanı (1923) Yunanistan’a zorunlu göç etmiş. Atatürk Trabzon’a geldiğinde bu köşkte bir süre dinlenmiş (1924). İkinci kez geldiğinde (1931), bu köşk Trabzonlular tarafından kendisine hediye edilmiş. Bugün köşk müze olarak kullanılmakta .
Köşkün hemen karşısında Telkari mağazası var, gümüş takılar satan bir mağaza. Hanımlar yağmuru da fırsat bilerek hemen o mağazaya sığındılar. Arayıp da bulamadıkları fırsat. Bir taşla iki kuş.



Trabzon Çarşısı
Trabzon Çarşısı’na geldiğimizde akşam olmak üzereydi. 3 saat serbest zaman verildi. Kimimiz valiz alacak, kimimiz Trabzon hurması, kimimiz altın takı.  Dağıldık çarşıya. Trabzon hurması denilen meyve; cennet elmasının kurutulmuşu. Hanımın öğrencilerinden Fatma Keski’nin siparişiymiş. Birkaç dükkan gezdik. Kimsede yok. Bulmadan dönmek de olmaz. İnanmazlar bulamadığımıza. Hanım telaşlandı. Tam ümidimizi kestiğimiz anda tezgahtar seslendi. 1kg. Kadar buldum… 

Ayasofya Kilisesi
Otobüsün yanındayız. Ancak sözleşilen saatte eksiksiz toplanamadık, Kemal ile Davut yoklar. 45 dakika kadar bekledik, gelmediler. Onlara telefonda Ayasofya Camii‘ne gideceğimizi söyledik ve ayrıldık çarşıdan. Akşam namazını yatsı ile birlikte Ayasofya Camii’nde kıldık:  Kemal ve Davut oraya taksi ile gelmişler. 

Ayasofya Kilisesi, Rehber Yasin’in anlattığına göre; 1204 yılında Trabzon İmparatorluğu‘nu kuran Komnenos Ailesinden Kral I.Manuel (1238-1263) tarafından 1250-1260 yılları arasında yaptırılmış. Ayasofya adı "Kutsal Bilgelik" anlamına geliyormuş. Bizans Kiliselerinin en güzel örneklerinden birisi olan yapı, tepede inşa edilmiş. Denize nazır. Kubbeli. 

Binanın en görkemli cephesi güneyi. Burada Adem'le Havva'nın yaratılışı kabartma olarak bir friz halinde anlatılmış. Güney cephesindeki kemerin kilittaşı üzerinde Trabzon'da 257 yıl hüküm süren Komnenos Hanedanı'nın sembolü olan tekbaşlı kartal motifi bulunmakta. Kubbede ana tasvir İsa‘ymış, bunun altında bir kitabe kuşağı, daha altta ise melekler frizi bulunurmuş. Pencere aralarında oniki havari tasvir edilmiş. 

Pandantiflerde değişik kompozisyonlar yer almakta. İsa'nın doğumu, vaftizi, çarmıha gerilişi, kıyamet günü gibi sahneler betimlenmiş, harika bir işçilik. Ancak biz bunların çoğunu göremedik, çünkü, kiliseyi camiye çevireceğiz diye üzerleri suntayla ve sıvalarla kapatılmış o güzelim motiflerin.

 

Kilisenin serüveni
Kilise, Fatih Sultan Mehmet’in 1461 yılında Trabzon’u fethini takiben camiye çevrilmiş ve vakıf eser olmuş. 1868 yılında harap durumda olan cami Bursalı Rıza Efendi tarafından yeni baştan onarım görmüş. I. Dünya Savaşı yıllarında sırası ile depo, hastane daha sonraları yine cami olarak kullanılmış. 1958-1962 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Edinburg Üniversitesi’nin işbirliği ile restore edilerek 1964 yılından sonra müze olarak ziyarete açılmış. 2013 yılında yeniden camiye çevrilmiş. 
Biz bu durumu yadırgadık. Binanın estetiği bozulmuş. Aslına uygun olarak onarılmadığı belli. Yazık etmişler Ayasofya Kilisesi‘ne. Camiye çevrilişinin siyasi bir sebebi var mıdır bilemiyorum ama, yapılar, ister kilise olsun, ister cami olsun, yapılış amacına uygun olarak onarılmalı, kuıllanılmalı ve ziyarete açılmalıdır. Balkanlardaki cami katliamı gibi Türkiye’de de kilise katliamı yapılmamalıdır. 
Arkadaşlar arasında bir tartışma başladı ziyaretten hemen sonra; müslümanların yaşadığı bölgelerdeki kiliseler camiye çevrilmeli midir, yoksa amacına uygun olarak muhafaza edilmeli midir? Çoğunluğun görüşü ikinci şık; amacına uygun olarak muhafaza edilmelidir çıktı.



Sümela Manastırı
Sabah 8.00de Sümela yolundayız. Belirli bir yere kadar otobüsle gittik. Ondan sonra Minibüslerle yola devam ettik. Minibüsün de gidemediği yerler var. Ondan sonrasını yaya yürüdük. Ormanın içinde patika yolda yürüyoruz yokuş yukarı. Ayağınızın kayması durumunda aşağıya yuvarlanırsanız, parçalarınız bile bulunmaz. Manzara harika. Oksijen bol. Dağların tepeleri karlı. bu karlı dağların başı dumanlı. Bulutlarla sarmaş dolaş olmuşlar kucak kucağa yatıyorlar sanki. Bazen de güneş eşlik ediyor bu seremoniye. Rüya alemindeyiz. 
Sümela Manastırı‘na geldik sonunda. Allah’ı bulmak ve O na yakın olmak, O’nun nefesini ensede hissetmek için olmalı herhalde; kilise mümmkün olduğunca yükseğe yapılmış. Dar ve uzun bir merdivenle manastırın ana girişine ulaşıyoruz. Giriş kapısının yanında muhafız odaları bulunmakta. Buradan bir merdivenle iç avluya iniliyor. Solda, manastırın esasını teşkil eden ve kilise haline getirilen mağaranın önünde çeşitli manastır binaları bulunmakta. Sağ tarafta kütüphane yer almakta. Yine sağda yamacın ön yüzünü kaplayan büyük balkonlu bölüm, keşiş odaları ve misafir odaları olarak kullanılıyormuş.
Yasin devam ediyor anlatmaya, herkes can kulağıyla dinliyor: „Sümela Manastırı, Trabzon’un Maçka ilçesindedir. Bu manastır tarihin en eski yapılarından biridir. Zigana Dağı‘nın eteklerine kurulmuştur. Yapı gördüğünüz gibi oldukça sarp olan dağın zirvesine yapılmıştır. Vadiden yaklaşık 300 metre yükseklikte bulunan yapı dünyanın en eski ve en önemli tarihi manastırlarından biri olma özelliğini taşır. Aşağıda gördüğünüz dere Meryemana (Panagia) deresidir.
Manastır hakkında çok fazla efsaneler mevcuttur. Anlatılanlara göre, burayı Atinalı Barnabas ile Sophronios adlı iki rahip yaptırmış. Bu iki rahip aynı gece rüyalarında Hz. isa ve Hz.Meryem’i görmüşler. Gördükleri yer Sümela’nın bulunduğu bu yermiş. Birbirinden habersiz olarak yola çıkmışlar ve burada buluşmuşlar. Birbirlerine gördükleri rüyayı anlatmışlar. Hayretler içinde birbirlerini dinleyen rahipler bu rüyanın bir işaret olabileceğini düşünerek, vurmuşlar kazmayı dağların sarp yamacına. Ve Manastırın temelini atmışlar. Asıl adı Meryem Ana Manastırı’dır. Sümela "Sou-mela" Manastırın Rumca adıdır. Manastır M.S 395 yıllarında Trabzon Rum İmparatoru III. Alexios döneminde yapılmıştır. 
Sümela’yı Hristyanlar tarafından değerli kılan en önemli nokta Hz. Meryem resmidir. İnanışa göre bu manastırda Hz. İsa’nın havarilerinden olan Aziz Lukas’ın çizdiği Hz. Meryem portresi manastırın temelini atan rahipler tarafından buraya getirilmiştir. Ancak bugüne kadar o resim hiç görülmemiştir.  
Dağın zirvesinde kurulmuş olan bu muhteşem manastırı önemli kılan;  mucizeler gösterdiğine inanılan ve Hıristiyanlar için son derece önemli ve kutsal sayılan bu portredir. Yaygın bir inanışa ve birçok kaynağa göre, Aziz Luka bu portreyi her gittiği yere beraberinde götürmüş ve Kutsal Meryem onu bu nedenle mutlu kılıp, Aziz Luka'nın yaptığı her işi kutsamıştır.
Maalesef bu güzelim Manastır, define avcıları tarafından sık sık kazılmış ve gördüğünüz gibi harabeye dönüşmüştür. Birkaç defa da yanmıştır. Bu yangınlar sırasında  Manastırın ahşap çatısı tamamen kül olmuştur, ve birçok tarihi değer de kaybolmuştur.
Fatih Sultan Mehmet Trabzon’u aldıktan sonra manastırın haklarına dokunmayacağına dair bir ferman yayınlamıştır. Yavuz Sultan Selim de buraya iki büyük şamdan hediye etmiştir. Diğer zamanlardaki padişahlar da buraya dokunmamışlar ve çeşitli onarımlarla gelişmesini sağlamışlardır.
Trabzon için büyük turistik önem taşıyan Sümela her yıl binlerece kişi tarafından ziyaret edilmektedir. 2010 yılında özel bir izinle Meryem Ana’nın göğe yükselişi sebebiyle burada bir ayin yapılmıştır. Bu ayin 88 yıl aradan sonra yapılan ilk ayindir. „



Maçka
Dönüşte Maçka’da soluklandık. Türküde olduğu gibi gerçekten taşlı. Yapılaşma çok kötü. O güzelim doğa çarpık yapılaşmaya baka baka, çarpıklaşmış. Doğanın o güzelliğine paralel bir yapılaşma ne de güzel olurdu. Yunus İnci tavsiye etti ve Trabzon ekmeği aldık oradan, kapış kapış herkes bir parça aldı ekmekten, katıksız yedik, lezzetli. 
Karadeniz insanı sert mizaçlı, kayalara, sarp yokuşlara baka baka sertleşmiş olmalılar. Hemen parlayıveriyorlar. Kötü niyetli olduklarını sanmıyorum.

Maçka yolları taşlı
Geliyor sarı saçlı
Ne oldu sana yavrum
Böyle gözlerin yaşlı

Dereler akar akar
Karışır denizlere
Kurban olayım yavrum
O sevdalı yüzlere

Yukarı gel yukarı
Irmağın gözündeyim
Eller ne derse desin
Ben gene sözümdeyim

Sis dağının başları
Duman değil kar idi
Sevdiğim senin ile
Ne günlerim var idi



Yomra
Yomra’dayız,  Yomra, Trabzon’a 14 km. uzaklıkta bir ilçe. Nufusu 30.000 civarındaymış. Buraların yerli halkı Turanî ırktanmış. Orta Asyalı Türklerden. 
Yomra‘da, çay fabrikası var. İkiçay çay fabrikası. Sorumlu mühendis fabrikayı, gezdirdi ve tanıttı. Çay, bahçeden sofraya gelinceye kadar hangi aşamalardan geçiyor, üretim nasıl yapılıyor, çay nasıl demleniyor? Bu konularda bilgiler aldık. Bizim için özel demlenmiş çayından da içtik mühendisin. Tabii ki hediyelik çaylarımızı da buradan almayı ihmal etmedik. Bir de tavsiye aldık mühendis beyden, „Demlediğiniz çayı, 45 dakikada mutlaka bitirin.“



Sürmene
Yol üzerinde Sürmene var. Sürmene‘nin de bıçağı meşhurmuş. Almadan geçmek olmazdı. Tek tek de satılıyor, takım olarak da. Sürmene’den Of’a oradan Çaykara’ya, sonra da Uzun Göl‘e geçtik. Uzungöl’de balık yiyeceğiz. Ta Berlin’den beri Uzungöl’deki balığa odaklandık. Uzungöl‘de balık yemek bir başkadır diye reklamını yapmıştı Tur Şirketi. Yanaştı otobüs restoranın önüne, heyacanla indik aşağıya. Ancak, mekan sahiplerinde bir telaş yok. Kim gelmiş niye gelmiş, buyrun efendim, şöyle oturun, çocuğum koş oradan sandalye kap da gel… Biz böyle şeyler bekliyoruz. 6 ay önceden rezerve edilmiş yerimiz var diye seviniyoruz. Üstüne üstlük bir de garson demesin mi?:„Mekânın önünden çekin arabanızı, 2 saat sonra gelin, doluyuz“… Birbirimize bakıştık. Emin’e ve Yasin’e dödük; “Ne oluyor arkadaşlar bu ne rezalettir böyle?“

 

Mekân Arap turistlerle dolu. Yer yok. Bizden önce onlar gelmişler. ‘Sanki Arabistan uzun Göl‘e taşınmış gibi. Adım attığın yerde Arap var. Para bol tabi. Bizi saf dışı bıraktılar. Yani Uzungöl bizi paraya değişti. En mütedeyyin bildiğimiz Karadenizli bizi sattıysa Arap’a. Başka ne denebilir ki…
Karşılıklı sertleşmelerden ve restleşmelerden sonra çiğ balıkları getirdiler önümüze, yesen bir türlü yemesen bir türlü. Balık ziyafeti Seyfi Bozdağ ve İsmail Yılmaz tarafından verildi. Gölün etrafını turladık yemekten sonra. Göl ile toprak içiçe geçmiş durumda. Yeşili bol bir yer Uzungöl. Doğa harikası bir yer. Elveda Uzungöl.
Bu güzelim yer maalesef pislik içinde. Çarpık yapılaşma burada da dikkatimizi çekiyor. Ağacın, ahşabın içinde beton evler. Tedbir alınmazsa 10 sene sonra Uzungöl’ün unutulması gerekir. Dünyanın en küçük camisi de burada yapılmış. 3 kişilik bir cami. Cami ile mütenasip olmayan kocaman bir minaresi var. 

Devam edecek.

Rüştü Kam

13 Haziran 2015 Cumartesi

“Farklı Coğrafyalarda Farklı İslâm Anlayışları Olabilir”


Berlin Türk Eğitim Derneği 8,9,10 Mayıs 2015 tarihlerinde Köthenersee’de üyelerine yönelik birkaç seminer düzenledi.
“Farklı Coğrafyalarda Farklı İslâm Anlayışları Olabilir”

“Farklı Coğrafyalarda Farklı İslâm Anlayışları Olabilir”

Berlin Türk Eğitim Derneği 8,9,10 Mayıs 2015 tarihlerinde Köthenersee’de üyelerine yönelik birkaç seminer düzenledi.

Katılımın yüksek olduğu bu seminerleri Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün verdi. Toplam 12 saat süren seminerler oldukça verimli geçti. Seminerlerde 3 konu işlendi.

1-Kur’an, vahiy, ve nübüvvet etrafındaki tartışmalar.
2-Din siyaset, devlet ilişkisi ve siyaset teorileri
3-İslâm bilimleri ve Medeniyet inşa etmedeki rolü

Konuları özet olarak okuyucularımın istifadesine sunuyorum. Konu bütünlüğü bozulmasın diye bölüm bölüm değil de bir defada sunuyorum. Meraklıları için bu yolun daha uygun olacağını düşünüyorum. Okuyalım:


Kur’an insanların yaşadıkları topraklardaki şartlara bağlı olarak, göçe, başka yerlere gidip oralarda yaşam kurmaya teşvik eder. “Allah’ın arzı geniş değil miydi, neden göç etmediniz?” (Nisa 97) ve “Göç edilen topraklarda yeni imkânların (murağam) bulunduğu” (Nisa, 100) yönündeki ayetler bu kabildendir.
İnananların hangi şartlarda bulundukları yerden göç etmek zorunda oldukları ve gittikleri toprakların konumuna ışık tutacak örnekler var:
Moğollar Anadolu’yu istila ettiklerinde Şeyhülislam İbn Teymiyye’ye, işgal edilen bir memlekette, gayr-ı müslim bir yönetimde yaşamak zorunda kalan ahalinin göç etmesi gerekir mi, diye sorulur. Aynı soru, ibn Teymiye’den 150 yıl önce Karahıtaylar’ın Maveraünnehir bölgesini işgali sonrası Hanefi fakihi Muhammed b. Yusuf es-Semerkandî’ye sorulur. Her iki âlimin fetvasında şu hususun altı çizilmiştir: ”Eğer bir yerde insanların 5 temel hakkı güvence altındaysa orası Daru’l-İslam” sayılır. Yaşamaya değer yer orasıdır. Bu beş temel hak şunlardır:
1. Yaşam hakkı: İnsanların canlarının emniyette olması,
2. Mülkiyet hakkı: İnsanların mallarının emniyette olması ve özgürce mülk edinebilmeleri,
3. Düşünce/akıl hürriyeti: Düşüncelerini rahatça dile getirilebilmeleri,
4. Namuslarının güvence altında olması,
5. Din hürriyeti: Dinlerinin güvence altında olması, yani mabetlerini inşa edebilmeleri, eğitim kurumlarını kurmaları ve dinlerinin propagandasını yapabilmeleri.
(Semerkandî’nin fetvası, İbn Abidîn’in, Reddü’l-muhtâr’ında, Fetâvât Tatarhâniyye’de ve Şeyh Bedreddin’in muhteşem eseri Câmiu’l-fusuleyn’de anılmaktadır).



Medine’de Yahudiler, Hıristiyanlar, Müşrikler ve Müslümanlar bir aradaydılar

Bugünün dünyasında ülkeler eskiden olduğu gibi birbirinden yalıtılmış değil. İngiltere sadece İngilizlerden oluşmuyor. Almanya’da yaklaşık 4 milyon Müslüman var. Çok farklı milletler bir arada yaşıyorlar ve bu bir arada yaşama nasıl olacak sorusu ortaya çıkıyor. Aslında bir arada yaşama Müslümanlar için yeni bir olgu değil. Çünkü Anadolu’da yüzlerce yıllık bir arada yaşama tecrübesine sahibiz. İslam tarihi açısından baktığımızda da aynı şeyi görüyoruz. Medine’de Yahudiler, Hristiyanlar, Müşrikler ve Müslümanlar bir aradaydılar. Medine Vesikası’nda etnik ve dinî olarak birbirinden farklılık gösteren bu gruplara “ümmet” terimiyle işaret edilmiştir. Bu anlamda ‘ümmet’ terimi dinî değil siyasal bir içeriğe sahiptir ve vatandaş anlamında kullanılmıştır.

Dinler göç ettikleri topraklarda medeniyet kurarlar

Dünyanın farklı coğrafyalarında İslam’ın farklı görünümleriyle karşılaşıyoruz. Afganistan’da farklı, Arabistan’da farklı Türkiye’de farklı. Buradan hareketle Avrupa İslam’ı olabilir mi, sorusu hemen aklımıza gelebilir ve cevaben de, Kur’an’ın bahsettiği “göç edilen yerlerde yeni imkânlar vardır” ayetine (Nisa, 97 dayanarak bu farklı coğrafyalarda farklı İslam anlayışları olabilir, diyebiliriz. “Ümmetin çeşitliliği rahmettir” hadisi de bunu desteklemektedir. Tek tipleştirme çabası yani kimlik inşası totaliter bir çabadır. Unutmamak gerekir ki, Kur’an kimlik değil kişilik inşa eder. Bizim insan olarak farklı kimliklerimiz olabilir. Bu kimlikleri birer halka olarak düşündüğümüzde bu halkaları büyüttükçe ortak bir kimlikte buluşabilmemiz gerekir.
Örneğin aidiyet kimliğimiz. Nerelisin sorusuna önce Gümüşhaneliyim cevabını verebiliriz ama halkayı biraz büyüttüğümüzde Türkiyeli, biraz daha büyüttüğümüzde Ortadoğulu deriz. Halkalar büyüdükçe biz büyüyoruz aslında. Aynı şekilde inanç kimliğimizi de büyütebiliriz. Örneğin Hanefi’yim deriz, biraz büyüttüğümüzde Sünni, biraz daha büyüttüğümüzde Müslümanım deriz.
Aynı şekilde kendini Şii olarak ifade eden biriyle bir üst halkada Müslüman olarak buluştuğumuzda ortak bir payda oluşturmuş oluruz. Ayet, “Allah sizi Müslüman olarak adlandırdı.” (Hacc 78) diyor. Üst kimliğimiz Müslümanlıktır.

Din-Siyaset İlişkisi

“Kurb-u sultan, ateş-i suzandır.” deyimi vardır kültürümüzde. Yani yöneticiye yakınlık yakıcı bir ateştir. Bu deyim boşuna söylenmemiştir. Bunu tecrübe eden âlimlerimizden biri Gazali’dir. Gazali Selçukluların yönettiği Bağdat’ta Nizamiye medreselerinde hocalık yaparken nasıl bir tecrübe yaşadıysa Bağdat’ı terk eder. Daha sonra ısrarlara dayanamaz geriye döner, ancak şartlı döner; tekrar yapmayacağına dair yemin ettiği konular vardır. Bunların başında yöneticilerle görüşmemek gelir. Bizde siyaset felsefesi kitapları çok azdır. Gazali’nin Nasîhatü’l Mülûk (Yöneticilere Öğüt), Maverdi’nin Ahkâmu’s-Sultâniyye (Yönetim İlkeleri) gibi kitapları siyaset felsefesi kitapları değildir. Çoğunlukla yöneticinin hoşuna giden, konformist sözler içeren kitaplardır bunlar.
Siyaset felsefesi yapan, yöneticileri eleştiren alimlerimiz öldürülmüştür. Amirî, El-İ’lâm bi Menâkibi’l-İslâm (İslam’ın Güzelliklerini Bildirim) adlı eserinde siyaset felsefesi yapar ve ulemayı yöneticilere yağcılık yapmakla suçlar. Gazali de aynısını yazar. Kur’an yağcılık yapan o kişiler için yanaşık anlamında “kurenâ” ifadesini kullanır. Kur’an’ın ifadesine göre öyle yanaşıklar vardır ki, danışmanlık yaptıkları insanlara her şeyi güzel gösterirler ve onlara parlatılmış gelecekler sunarlar. Bu tutum her ikisinin de kaybıyla sonuçlanır (Fussilet, 25). Gazalî de Amirî de siyasetin emrinden hareket eden bu yeni alim tipini eleştirirken durumun eskiden böyle olmadığının altını çizmektedirler.



Kimdir Amiri ve Gazali’nin eskiden diye bahsettiği âlimler?

İmam-ı Azam bu alimlerdendir. Üç yıl hapis yatıp Kırbaç altında can vermiştir. Bir insanın bir şeyi bilmesi onu söylemesi için yeterli değildir, cesur olması da gerekir. İmam-ı Azam cesurdur. Ancak, cesaretin getirdiği risk vardır. İmam-ı Azam riski göze alanlardandır. Kelam alimlerimizin büyük bir kısmı da riski göze almışlar ve öldürülmüşlerdir. Selçuklular döneminde öldürülen Aynül Kudat Hemedanî ya da Serahsî de bu âlimlerdendir.
Bütün bu örnekler eskiden beri dinî endişesi olan âlimlerin din ile devlet arasına mesafe koyarak dinî koruma refleksi gösterdiklerinin kanıtıdır. Çünkü devlet, din dahil, bulduğu bütün enstrümanları sonuna kadar istismar eder.

Bir ayet vardır: “Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve ulu’l-emre itaat edin.” Allah’a itaat onun kitabına, ilkelerine ve prensiplerine itaattir. Peygamber tüzel kişiliktir, özel kişilik değildir. Peygamberin tüzel kişiliği bir ilahi mesajı ve sistemi insanlara aktaran kişiliğidir. O zaman Peygambere itaat onun bize aktardığı ilkelere ve Kur’an’a itaattır.

Peki ulu’l emr kimdir? Maturidi ulu’l-emr ulemadır, diyor. Bu Allah’a ve Peygambere itaatın kitaba itaat olduğu sonucuna götürür bizi. Dolayısıyla ulu’l-emr’e itaat de aynı şekilde kitaba itaattir. Ulul emr, yani ulema da prensiplerini kitaptan çıkarır. Bu anlamıyla ulema da tüzel kişiliktir. Özel kişiliklerin bu dinin içerisinde yeri yoktur. Kimse heva ve hevesine göre ahkâm kesip, dini kendi amaçlarının meşrulaştırma aracına indirgeyemez. Siyasal erki/gücü elinde bulunduran hiçbir kimseye ulu’l-emr sıfatı yapıştırılıp Allah ve peygamberden sonra itaat edilmesi gereken bir otorite olarak insanların önüne çıkarılamaz. İtaat yöneticiye değil, ilkeleredir.

Peki dindar bir insanın siyasete bakışı nasıl olmalıdır?

Din ve devlet birbirinden ayrıysa, dindar birinin devleti yönetirken durumu ne olacaktır? Dinin devlet talebinin olmaması, devleti yönetecek insanlara siyasal ilkeler vermez, anlamına gelmez. Din, siyaset yapacaklara “akraba kayırıcılığından uzak durun”, der. Dinde, hakkaniyet ilkesi adalet ilkesinden önce gelir. Dinin öngördüğü sistem böyle bir sistemdir. Mesela, Hz. Peygamber, Usame adlı bir köleyi komutan yapmıştır. Bu uygulamada ilke esas alınmıştır. Irk ve statü değil. Peygamberin getirmeye çalıştığı sistem hakkaniyet sistemidir. Kuran insanlara bir siyasi doktrin vermiyor. Halifelik ya da başka bir sistem önermiyor. Ama hangi yönetim şeklini uygulayacaksanız uygulayın ilkeleriniz ve prensipleriniz olsun diyor: “Rüşvet yemeyeceksiniz, malın mülkün sadece belli ellerde toplanmasına engel olacaksınız, nepotizm (akraba kayırma), partizanlık (taraftarını kayırma) olmayacak …” gibi.

Bu uygulama, ilkeleri en iyi sağlayan sistem demokrasiyse insanları onunla yöneteceksiniz demektir. Dindar bir adam dinden ilkeler alır ve o ilkelerle siyaset yapar, dinden ilkeler alır ve o ilkelerle ticaret yapar… Peygamber bir gün pazarda gezerken elini çuvala daldırır, bakar içindekiler çürük. “Bizi aldatan bizden değildir.” der. Din insan yaşamı için bu kadar sadece ama bir o kadar da ciddi sonuçlar doğuran önermelerde bulunur.

Din hayata dokunmalıdır

Kuran tepeden tırnağa ahlak kitabıdır, hukuk kitabı değildir. Kur’an’da yapılacaklar ve yapılmayacaklar şeklinde bir liste oluştursanız birkaç sayfayı geçmez. Ama her bir ayetin derununda hayata kaynaklık eden, insan ilişkilerini düzenleyen bir ahlaki referans bulunur. Hz. Peygamber vefat ettiğinde arkasında adı konulmuş bir siyasal sistem bırakmadı. Çünkü toplumu ilgilendiren bir meselede toplumun kendi kararını kendisi vermesi gerekir. Bazen soruyorlar, “Dinimiz laiklikle bağdaşır mı?” diye. Bizim, dinimizi herhangi bir sistemle bağdaştırma gibi bir derdimiz olamaz: Çünkü, Kur’an’ın insanlar arasında öngördüğü ilişki biçimi, başka dinlerin başka sistemlerin insana olan yaklaşımından çok daha hümanist ve çok daha tolore edicidir. Mekke fethedildikten sonra müşrikler Peygamber’e gelip kendi putları için hac yapmak istediklerini söylerler. Maide Suresi’nin 2. ayet’i bu konuda Kur’an’ın farkını ortaya koyuyor. Diyor ki, “Kendi rablerinin rızası için kabeye tavaf etmeye gelenlere ilişmeyin.” Yani, Kur’an’ın öngördüğü sistem laikliği aşan bir ilişkiler ağı ön görmektedir.

İslam İlimlerinin Medeniyet Kurmadaki Rolü

Gerçek dünyalar ve mümkün dünyalar diye bir ayrım vardır. Gerçek dünya, evrene ait olan, bizden bağımsız olarak meydana gelen her şeydir. Güneş her gün doğar. Bu bir gerçektir. Mümkün dünyalar ise bizimle alakalı, bize bağlı olarak meydana gelen şeylerdir. Çorak bir arazi onunla ilgilenilmediği sürece çoraktır, fakat oranın ekilebilir bir araziye dönmesi mümkündür. Allah bizi bu mümkün dünyalar içerisinde aktif bir fail olarak görevlendirmiştir. Buna emaneti yüklemek demiştir. Kur’an bizden dünyayı imar edecek insanlar olarak bahsediyor. Ümran da aynı kökten gelir. Türkçeye uygarlık olarak çevirdiğimiz ümran, ömür sürmeye değer yer, mekân anlamındadır. İnsanın kendi potansiyellerini mümkün olduğu kadar aktüel hale getireceği, yani hiçbir engele takılmadan sözünü söyleyebileceği ya da işini yapabileceği bir mekândır medeniyetin olduğu yer. Hakikatin peşinden gidebileceğiniz yerdir. Dini geleneklerde yeni bir şey söyleyeceğiniz zaman karşınıza; “Bu konuda Gazali şöyle demiş veya bu konuda ulema şöyle icma etmiş.” ifadeleri çıkar. Bir konuda dönemin âlimleri icma ettilerse o konu kapanmış olarak görülür. Yanlıştır. Oysa şu 2 ayet her zaman farklı fikirlere açık olmayı tavsiye etmektedir. “ Her bilenin üzerinde bir başka bilen vardır” (Yusuf 76).
“Biz bir ayet gönderirsek ya da bir ayet gösterirsek, daha önceki kızkardeşlerinden daha büyük olur.” (Zuhruf 48) ayeti de, sonradan gelen kitaplar, sonradan gelen zihinler, sonradan gelenler daha öncekilerden daha büyüktür, imasında bulunur. En azından böyle bir hedef gösterir. Kur’an ayetlerini faktüel olarak okumamalı, onlara değer yüklemeliyiz. Buradan daha büyük olmaya gayret etsinler, gayret etmelidirler mesajını almalıyız. Bu ayetten tarihin düz çizgisel olarak ilerlediği ve gittikçe daha da gelişen bir hale dönüştüğü sonucuna varabiliriz. İyiye eviriliyor demek, iyi evirilmesi için elimizden geleni yapmamız gerek demektir. Dünya gerçek ve mümkün dünyalardan oluştuğuna göre kendi haline bıraktığımızda hiçbir şey olmayacağı açıktır. Oysa “Allah her gün bir iştedir” (Rahman, 29). Sürekli aktiftir. Aktiflik bir tür Allah’ı taklittir. Var olmak, hayatta yer tutmak ve arkada iz bırakmak isteyenlerin yapacağı şey budur. Ancak böylelerinin önden gönderdikleri ve bu gönderilenlerin arkada bıraktığı izleri kayda değerdir (Ya-Sin, 12).



“Bizden öncekiler adamsa biz de adamız.”

İslam’ın kültür tarihinde birkaç şehir medeniyet başkenti olarak sayılır. Bağdat, İstanbul, Semerkant, Kurtuba gibi. Kur’an için Mekke’de indi, İstanbul’da yazıldı, Mısır’da okundu, Semerkant’ta anlaşıldı, denir. Daha önce rivayet tefsiri yapılıyorken Semerkant’ta Kuran’ın anlaşılması üzerine çalışılmıştır. Rivayet tefsiri, daha önce o konuda sahabe ya da daha önceki âlimler ne demişse onu aktarmaktır. Daha sonra geliştirilen rey ekolu ise kendi kanaatini belirtmektedir. Fıkıhta Ebu Hanife, tefsirde Maturidi rey ekolünün önemli isimleridir. Ebu Hanife’ye neden kendi görüşüne göre fetva veriyorsun dediklerinde, şu meşhur sözünü söyler “Bizden öncekiler adamsa biz de adamız.”


Fetvalar kişiye özeldir

Üretilen fetvalar kişiye özeldir. Biri Peygambere bir şey sorduğunda onun kendi durumunu dikkate alarak fetva verirdi. Aynı konuda bir başkasına başka bir şey söylediği olurdu. Bu fetvaları alıp da bütün Müslüman coğrafya yaymanın anlamı yoktur. Hanefi fıkhının en temel özelliği herhangi bir fıkhî hükmün şer’î olmasını değil meşru olmasını önemsemesidir. Şer’î’de Kur’an’dan ve sünnetten bir referansınızın olması, meşru’da ise ise, çıkarılan hükmün Kur’an’a ve sünnete aykırı olmaması, önemlidir. Hanefî fıkhının farklı coğrafyalarda ortaya çıkan sorunlara çözüm üretebilmesinde bu esnekliğin rolü büyüktür.

Şehit

Kuran’da şehit ve şahit kelimeleri geçer. Bir işin içinde aktif olarak rol alanlara şehit, ona bakanlara şahit diyor Kur’an. Mesela Allah bizzat yaratıyor. Yaratırken şehîd’dir. İnsanlar bir şeyler yaparken onları gözlemlediğinde şahit sıfatını kullanıyor kendisi için.
Kuranda savaşta öldürülen kişiye şehit dendiğine dair tek bir ayet yoktur. Kur’an bu insanlar için “Allah yolunda öldürülenler” ifadesini kullanır. “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler” ayetini hatırlayınız. Matüridî bu ayeti şöyle yorumluyor. “Biz onları sürekli anarız, hatırlarız, böylece onlar hiç ölmezler.” Örneğin, Alparslan, Anadolu’nun kapılarını Türklere açtı. Alparslan hiç bir zaman ölmez. Selahattin Eyyubi diye bir kahraman var örneğin tarihte. Kudüs’ü yeniden alıp Müslümanlar’ın eline veren ve Haçlıların Anadolu ile irtibatını kesen kişi. Ölür mü? Asla ölmez. Kur’an’ın kullandığı bu ifadeler lafzî anlamlarıyla alındıklarında bizi bir mitoloji dünyasına götürebilir.

Kur’an’ı Mitolojilerden Arındırmak

“İsa ölüleri diriltirdi.” deyince bizim aklımıza mevta gelir. Oysa, kalbinde iman olmayan kişiye ölü diyor Allah. “Hiç ölüyle kalbi imanla dirilen bir olur mu?” diyor. Kalbine iman girdiği zaman kişiye ‘diri’, kalbinde iman olmayan kişiye ‘ölü’ diyor. O zaman, Hz. İsa’nın bir peygamber olarak görevi mevta olmuş kişileri diriltmek midir, yoksa insanların kalbine imanı yerleştirmek midir? Gönderilen peygamberlerin gönderildikleri toplumda hangi yetenek önemliyse o yetenekle gönderildikleri ve onun ilerisinde mucizeler göstererek milleti ikna ettikleri şeklindeki iddia doğru değildir. Bu iddiaya göre, Hz. Muhammed döneminde Araplar edebiyatta çok iyiydi, dolayısıyla Kuran çok iyi bir edebi metindir. Hz. Musa döneminde sihirbazlık çok ilerideydi, dolayısıyla Hz. Musa çok iyi bir sihirbazdır. Hz. İsa döneminde tıp çok ilerideydi, dolayısıyla Hz. İsa geldi ve kimsenin aklının almayacağı şekilde ölüleri diriltti. Bunlara Kur’an ‘esâtîrul evvelîn’ yani önceliklerin söylenceleri diyor. Bunlar mitolojidir.
Allah Hz. Musa’yı Firavun’a gönderdiğinde, Musa, bana bir ferahlık ver, der. Allah da git, biz senin destekçiniziz, der. Bu kalbin ferahlaması, yani inşirah demektir.
Peygamberimiz için de bu geçerlidir. “Biz senin kalbini genişlettik” diyor, Allah. Biz bunu melekler gelir, göğsünü keserler, altın bir tasta yıkarlar şeklinde anladık. Buna hakkımız yok. En çok mücadele etmemiz gereken konulardan biri hurafelerdir.
Dante İlahi Komedya’sını İslam kültür geleneğindeki miraciyelerden esinlenerek yazmıştır. Hz. Peygamberin miraca çıkması, çıkarken kendisine cennet, cehennem ve arafın gösterilmesi hikayesinden esinlenmiştir. İsra Suresi 93, 94, 95. ayetlerde, müşrikler diyor ki, eğer sözünün eriysen göklere çıkarsın bize kitap getirirsin, hatta gidersin Allah’ı ve melekleri önümüze getirirsin. Peygamberin cevabı şudur: “Ben insanım.” Yani Kuran’ın kendisi inkâr ediyor bunu. Hz. Aişe’nin sözünü de biliyoruz. Kim peygamberin gidip Allah’la görüştüğünü söylüyorsa müfteridir. Bu hem Allah’a iftiradır hem Peygambere iftiradır. Hz. Peygamberi yücelteceğiz derken Allah’la ilgili tasavvurlarımız zarar görüyor.

Kelimeler En Güçlü Silahlardır

Peygamberin silahı kelimelerdir. Hz. Peygamber Mekke’de ortaya çıktığında yanında kimse yoktu. Hiçbir silahı yoktu. Kelimeleri vardı. Özgürlük dedi, eşitlik dedi.
Fransız devrimini harekete geçiren 3 kelimedir: Kardeşlik, eşitlik, özgürlük.
Karl Barth’ın Kilise Dogmatikleri adlı kitabında şöyle bir liste vardır. Hangi yıl hangi fikir tartışıldı sonra hangi eylem oldu.
Karl Marx’ın Das Kapital’i olmasaydı Almanya’daki köylü isyanları olmazdı. Allah bizimle kelimelerle iletişim kuruyor. Çünkü kelimeler en güçlü silahlardır. Kelimelerin gücünü göstermesi için tek bir şeye ihtiyaç var; sabır.
Kelimelerle önce insanların zihnine oradan da kalbe girmeniz gerekir. Peygamberler anarşisttirler. Anarşist, terörist demek değildir. Kelimenin kökü narşizmdir. Narşist, bu düzen nasılsa öyle gitsin demektir. Bunun adı muhafazakârlıktır. Anarşizm bunun tam tersidir. Peygamberler tam da muhafaza edelim denilen değerleri ortadan kaldırmak için gelmişlerdir. Onun için peygamberler anarşisttir. Onun için din yenileştiricidir. Onun için din muhalefettir.

Ümmi

Ümmî, hem peygamberi hem de Arap toplumunu tanımlayan bir terimdir. Hz. Peygamber’le ilgili kullanıldığında halktan biri demektir. Ayette, onlar Muhammed’i kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler, deniyor. Ancak ümmi bir peygamber gelince, yani halktan biri, daha önce kendilerine hiç peygamber gelmemiş bir topluluktan biri gelince onu kabule yanaşmıyorlar. Yahudilerin peygamberi kabul etmeyişi dini değil politik bir meseledir.
Firavun döneminden bildiğimiz 3 isim var. Haman, Karun, Belam. Haman vezirdir, bürokrasiyi temsil eder. Karun, finansal sistemi, Belam ilmi temsil eder. Bu ilim yönetimin emrine verilen ilimdir. İlim objektifliğini/kitabîliğini kaybederse, araçsallaştırılır. Bürokraside, finansal sistemde ve ilimdeki çöküş, toplumun total olarak çöküşü demektir.

Bilgi/İman

Kur’an Nur Suresi 35. ayette, “Allah evrenin nurudur,” buyrulur. Bu nur bir kandile benzetilir, “o kandilin yağı öyle bir ağaçtan gelir ki, o ağaç ne doğuya ne batıya aittir,” denir. Bu ayete göre bilginin doğu ya da batı olarak belirlebebilecek bir kaynağı olmaz. Bilgi, bizatihi değerlidir ve sırf bu yüzden alınmaya ve tabi olmaya değerdir.
Bakara Suresi’nin ilk ayeti şöyle başlar. “Bu içinde hiçbir şüphe olmayan bir Kitaptır.” Kur’an bize kesin delile dayalı olarak konuşur. Kesinlik, söylenen sözün dış dünyada bir karşılığının olmasına bağlıdır: Su akışkan bir maddedir, dediğimiz zaman bu ifade dışarıda karşılık buluyorsa kesindir. Kesin olduğu için de bir anlam taşır. Aynı şekilde “Allah vardır,” cümlesi. Bu cümlenin anlamlı olması için karşılığı olması gerekir. Ya da “Öldükten sonra dirileceksiniz.” ifadesi. Kuranda inanılacak değil, kesin olarak bilinmesi ve bundan sonra bağlanılması istenen şeyler vardır. Biz Allah’a inandığımız için o var değildir; O var olduğu için biz O’na inanıyoruz. Bir şeyi bilmemiz, ona inanmamızdan önce gelir, ki içinde şüphe barındırmasın. İslam’ın Hristiyanlıktan, Yahudilikten farkı budur. İnanmak bilmediğiniz şeye olur. İslam’da dogma yoktur. Ayeti kerime temel ilkeyi şöyle koyar: “Bil ki Allah vardır ve birdir” (Muhammed, 19). Allah, “Allah vardır ve birdir”e inanın demiyor, O var ve bir olanı bilin diyor.
Bilinen bir şeye inanmak ne demektir? Bilsek ki bir insana haksız yere zulm ediliyor, gereğini yaparız. Kesin bilgi insanı harekete geçirir. Şüphemiz olsa harekete geçemeyiz. Bilsek ki birazdan biri diğerini öldürecek gözümüzü karartır harekete geçeriz. Buna da iman diyoruz. Bilgi imanı doğuruyor. Bir şeye iman hareketin temel sebebidir. Ölümden sonra dirilişte iman değil bilgi konusudur. “Onlar ahireti kesin olarak bilirler” ayeti buna işaret etmektedir. bilgi konusu olduğu için ispat etmek için hayattan gayet bilinen bir ikna cümlesi kurar Kur’an: “Yoktunuz, şimdi varsınız.” Bu dini bir delil değildir, hayattan bir tecrübe delilidir.

Halife/Muhalefet

Bütün insanların doğuştan güvene ihtiyacı vardır. Güvenliğimizi sağla deriz devlete. Devlet de insanın bu güven ihtiyacını karşılayacağı vaadiyle girişimlerde bulunur ve onu disipline etmeye kalkar. Onun için Michel Focuault, güven ve disiplin terimleri arasındaki farka dikkatimizi çeker. Öyle disipline eder ki, adam farkında bile değildir köleleştirildiğinin. Karşısına çıktığında eli ister istemez ceketinin düğmesine gider. Bir putun önünde bile ancak bu kadar eğiliyordu insanlar. Allah insanları halife olarak adlandırdıysa, muhalefet edebilme onurunu onun içinde gördüğü için adlandırmıştır. Halife ve muhalefet aynı kökten gelir. Elinden hiçbir iş gelmeyen, ne denirse onu yapan, emre hazır kıta bekleyen kullara ihtiyacı yoktur Allah’ın. Allah’ın kulu Allah’ın koludur. Ona kol olacak, ona yakışacak işler yapacaksan bu isme layıksındır.



Allah’ı Tanımlama Sorunu

Dinin emirler ve yasaklar üzerinden kendini inşa ettiğini düşünürsek, bir sorunumuz var demektir. Kur’an bir ahlak kitabıdır ve ikna diline sahiptir. Allah 600 sayfa boyunca insanı hem zihnen (bilgisel olarak) hem de kalben (duygusal bağlılıkla) ikna eden bir dil kullanıyor. Allah’ı “O istediğini zorla yaptırandır (Cebbâr) şeklinde bir tanımlama, Allah’ın değil bir zorbanın tanımı olabilir ancak. Allah bir şey istediği zaman ol der o da olur. İradesi için de zor kullanma yoktur.
Matüridî, ‘istediğini zorla yaptıran’ anlamı verilen Cebbar kelimesinin Arapça’da kırık çıkıkları eski hâline getiren anlamında kullanıldığına işaret eder. Cebbâr, dilde ortopedist demektir. Bu anlamda Allah Cebbardır: Çünkü milyonlarca parçadan oluşan evreni düzene koyandır. Birbirine hiç uyum göstermeyen milyonlarca parçayı uyumlu (sistemik) hale getirir. Kaostan kozmos (düzen) çıkarır.
Din gönüllülük esasına dayanır ve kendini rahmet/merhamet zemininde inşa eder. Bu hem kozmik sistem için geçerlidir hem de bizim için. Bu merhameti ve ikna dilini bir kenara bırakıp da, 7 yaşına geldiği zaman çocuğunuza namazı emredin, kılmazsa dövün, sözünü Peygamberin ağzına yakıştıranlar, ona iftira atıyorlar. 7 yaşındaki bir çocuğu dövün diyen bir Peygamber’in ümmetine şiddete karşıyız dedirtemezsiniz.

Cennet

Çok ciddi hasta bir insan düşünün acı çeken bir insan, morfin verildiğinde acıları azalır. Morfinin etkisi geçtiğinde acıları geri gelir. İnsanın sorumluluklarının olmadığı, haram, helal, yasak hiçbir kavramların olmadığı, günah diye bir terimin olmadığı hali cennet halidir. Cennetten kovulmak bir mekândan kovulmak değildir. Cennet bir mekânın, mahallin değil bir hâlin adıdır. Âdem ve Havva’nın cennetten kovulması demek sorumluluklarının başlaması demektir. Dünya hayatı acıların, ızdırabların, bilincin, sorumlulukların olduğu hâlin adıdır. Öldükten sonra müminlere verilecek olan cennetten bahsedilirken de aynı ayrı yapılır. Firdevs, Adn gibi mahal ifade eden cennetlerden bahsedildikten sonra bütün bunları anlamsızlaştıran esas cennet hâline işaret edilir: o da Allah’ın kulundan hoşnutluk hâlidir. Yani Rıdvan hâli/cenneti (Tevbe, 72).

Biat/Şura

Bir konu kimi ilgilendiriyorsa o kişilerle danışma içinde karar alınması şura denir. Biat, yönetimin meşruiyetinin halka dayandırılması demektir. Halk seçtiği kişiye biat eder. Biatta seçim vardır. Meşruiyetin temeli halktır. İslâm yönetim felsefesinde biat esastır. Mümtehine Suresi’nde geçtiği üzere Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye göç etmeden önce hanımları çağırıp onlardan; “Ben Medine’ye geleceğim buna ne diyorsunuz?” diye biat aldığını biliyoruz. Bu anlaşmayla, ilk defa kadınlara söz hakkı verilmiştir. Ben bunu seçme-seçilme hakkı olarak anlıyorum.

Akıbet: İyiye Kodlanmış Gelecek Tarih Fikri

Haşr suresi 10. ayet; “Ey Rabbimiz, bizden önceki din kardeşlerimizi bağışla, onlara karşı bizim içimizde kin ve nefret bırakma” der. Maturidi bu ayeti yorumlarken muhteşem ilkeler çıkarmıştır:
Birincisi, bizden önceki din kardeşlerimizi bağışla dediğine göre bu insanlar dinî bir savaş içinde değillerdi. Zira hâla mü’min olarak anılmaktadırlar.
İkincisi, onları bağışla dediğine göre çok büyük bir günah/hata içerisine düşmüşler.
Üçüncüsü de, “İçtihatta hata olmaz” ilkesinin yanlışlığını gösterir. Örneğin, Hz. Ali içtihat etti ve savaşmaya karar verdi. Muaviye de aynı şekilde içtihat etti. Bu durumda hata etmediler diyemeyiz. Haşr Suresinin onuncu ayeti bize bir tarih felsefesi öneriyor. Tarihle ilgili hataları görün ders alın, diyor.
O tarih benim gerçek tarihim değil. Benim gerçek tarihim, benim kendi elimle inşa ettiğim tarihimdir. Buna Kur’an akıbet diyor. Akıbet, iyiye kodlanmış gelecek tarih fikridir. Her birimizin doğan çocuğu normalde günahsız olarak doğuyor. Ne alevidir, ne sünnidir, ne Hristiyandır, ne de Yahudi. İnsana ilave edilen her kimlik, onun omurgasını biraz daha çökertir. İslam ademiyete/sadece insan olmaya dayanan bir koruma kalkanı geliştirir. Sadece insan olduğu için bütün hakları koruma altına alınır, herhangi bir dine, ırka, mezhebe vs. ait olduğu için değil. Buna el-ismetü bi’l-ademiyye denir.

Hadisin Söylediği Kur’an’a Ters Olamaz

Hanefi-Maturidi gelenekte, Hz. Peygambere atfedilen rivayetler Kuran’a arz edilir. Söylenen söz Kuran’ın ruhuna uygunsa Hz. Peygamber söylemiş olabilir. İmamı Azam Kur’an’ın ruhuna ters anlamında ‘manevi inkıta’ terimini üretmiştir. Inkıta kelimesi hadis terimidir. Peygamber efendimize bir hadis giderken rivayet eden kişilerin isimleri sıralanır. Bu sıralamada bir kesiklik varsa ona ınkıta denir. Bir yerde kesildiği için hadisin güvenilirliği düşer. Gelen rivayet muhteşem de olsa senette kesiklik varsa rivayete şüpheyle bakıyorlar hadisçiler, ve metni dikkate almıyorlar. Bu hatadır. Ebu Hanife de, kim rivayet ederse etsin eğer Kur’an’a ters ise onu inkıta kabul ediyor. Senedinin kesik olmaması önemli değil ruhu kesik diyor. Onun için çok az hadis kullanmıştır Ebu Hanife ve Maturidi.

Vahiy
Vahiy nebevî bir tecrübedir ve anlaşılması zor konulardan biridir. Vahiy süreci ilahî irade tarafından kontrol edilir. Peygamberin iradesi pasif hâldedir. Peygamberimiz, vahiy aldıktan sonra kendime gelirdim, diyor. Bizim bildiğimiz 5 duyunun açık olduğu bir durum değil bu. Vahiyde olduğu gibi Kur’an’ın yazılımı da peygamberin inisiyatifinde değildir. Kuran’ın anlamı kadar dizilimi (nahiv/sentaks) özellikleri de olağanüstüdür/mucizedir.

Kuzey Kutbuna Yakın Olan Yerlerde Oruç
Güneş batımının geç saatlere kadar gerçekleşmediği yerlerde itibari bir güneş batımı tespit edilerek, imsak ve iftar vakti tespiti yapılabilir. Unutmamak gerekir ki paralel ve meridyenler itibaridir. Öyle bir şey yoktur ama itibari olarak hesap yapmakta kullanılırlar. Orucun kaç saat tutulacağı konusunda aynen itibari bir zaman tayini yapılabilir. Güneş batımı, bir zaman tayinidir, orucu açmanın gerekçesi değildir. Bu tayini ilgili bölgedeki insanlar yapabilirler. İsterlerse Mekke’ye kıyas yapabilirler, isterlerse başka bir yere. Bu konuda bütün insanları bağlayan bir fetvaya gerek de yoktur. Ama ibadetlerde birlik ruhu önemlidir ve fetvânın bu anlamda önemi vardır.



Dua
Dua bir ilişki türüdür, bir niyaz hâlidir. Duayı Allah’tan istenecekler listesi olarak anlamamalıyız. İnsanlar dua ediyorlar ve karşılığını bekliyorlar. Kabul olduğunda makbul bir kul sayıyorlar kendilerini. Bakara Suresi’nde “Güzel bir sözü/duayı Allah’a çıkaran salih ameldir” denir (Fâtır, 10). Faydasının başkasının gördüğü işlere ‘salih amel’ diyoruz. Bir açı doyurursanız, bir hastanın tedavisine katkıda bulunursanız, bir öğrenciye burs verirseniz dualarınız Allah’a yükselebilir. Hz. Peygamberin huzuruna girip de konuşmak isteyenlere “önce sadaka versinler ondan sonra gelsinler” diyor, Allah (Mücadele, 12). Sadaka, Allah’a sadakatin bir göstergesidir. Bu sadakatin yolu toplumsal boyutu olan iyilikler yapmaktan geçmektedir. Bu sadakat sınavından geçmeyenlerin niyazlarına kulak verilmez, deniliyor.
İnsanlar toplumda birbirlerinden sorumludurlar. Kuran salih amel ve sadaka kültürüyle, sorumluluk ahlakını geliştirmek istemektedir. Kur’an’ın, bir duadan önce ve peygamberle görüşmeden önce sadaka/salih amel talep etmesi ‘toplummsal sorumluluk’ temelinde inşa edilen dinamik bir ahlak yaratma amacına yöneliktir.

Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün 8,9,10 Mayıs Berlin
Deşifre: Niğmet Balcı
Son kontrol: Rüştü Kam
Tashih: Zülfikar Kam/Niğmet Balcı
Mocca Sayı:23

ha-ber.com/Rüştü Kam / Berlin