14 Kasım 2013 Perşembe

KERBELÂ'NIN İSLAM TARİHİNDEKİ YERİ VE NETİCELERİ (I)


  


Muharrem ayındayız, bu vesile ile Hz.Hüseyin ve Kerbelâ'yı yeniden anlamak gerekir. Kerbelâ olayının İslâm tarihindeki yeri ve sonuçlarını Prof.Dr.Adem Apak yazmış, çok da güzel yazmış. Bana düşen bu araştırmayı okuyucularımın istifadesine sunmaktı. Ben de öyle yapıyorum:

Kerbelâ hadisesi sadece siyasî neticeler doğurmamış, politik nitelikli başlayan Şia hareketi ideolojisini belirleyen en önemli âmil olarak kabul edilmiştir. Şiilik bundan sonra sadece Ali taraftarı olma boyutunu aşmış, ona bağlı olanları, Müslümanları yönetmeyi Hz. Ali evladının devredilmez hakkı olduğu inancını bir dinî hüküm olarak kabul eden bir grup haline getirmiştir. Şiiler, Emevîlerin veraset yoluyla iktidarın devri anlayışına tepki olarak hilâfetin sadece Hz. Ali soyundan gelenlerin hakkı olduğu tezini savunmaya, hatta bunu bir akîde olarak benimsemeye başlamışlardır. Nitekim daha sonraki süreçte Ehl-i Beyt adına atılan bütün siyasi adımların ve fikrî temellendirmelerin referans noktası Kerbela hadisesi olmuştur. Hulasa Hz. Hüseyin'in şehit edilmesi Şia mezhebinin siyasi hayat kaynağı, adeta doğum tarihi olarak telakki edilmiştir. Nitekim Şiiliğin temel şahsiyeti ve hareket noktası resmiyette Hz. Ali olmakla birlikte, bu olay sebebiyle Hz. Hüseyin'in adı daha öne çıkmıştır. Şiiler tarafından Hz. Hüseyin'in şehit edildiği tarih büyük ihtifallerle hatırlanır ve görkemli törenler yapılırken Hz. Ali'nin şehit edilmesi hadisesi ve yıldönümü aynı ilgiyi hiçbir zaman görmemiştir. Gerçekten günümüzde de İmâmiyye'nin gönül ve duygu dünyasını Hz. Hüseyin sevgisi yönlendirmektedir. Onun trajik sonu İslam edebiyatında başlı başına bir tür oluşturmuş ve özellikle taziye törenlerinde okutulmak üzere "maktel", "Maktel-i Hüseyin" adı verilen mersiyeler kaleme alınmıştır.





Hz. Hüseyin'in Emevî yönetimine karşı harekete geçmesinin sebebi olarak, tek başına Kûfelilerin davetlerini göstermek doğru olmaz. Zira o, daha kendisine herhangi bir mektup ulaşmadan Medine'den ayrılıp Mekke'ye gitmiş, şûrâ ve seçim prensiplerine aykırı olarak kendisini halife ilan ettiği için Yezid'in meşruiyetini kabul etmemiştir.

Muaviye'nin ölümünden sonra Yezid'in halife olmasıyla birlikte Kûfe'deki yönetim muhalifleri, derhal harekete geçerek Mekke'de bulunan Hz. Hüseyin'i şehirlerine davet etmeyi kararlaştırdılar. Bu amaçla Kûfe'deki muhalifler Süleyman b. Surad'ın evinde toplanarak Hz. Hüseyin'e hitaben bir mektup kaleme aldılar. Mektupta, onu Kûfe'ye gelerek dağınık durumda olan insanları Yezid'e karşı toplamaya çağırıyorlar, şayet gelirse kendisini halife ilan ederek Yezid'e karşı savaşacaklarına dair söz veriyorlardı. [1]

Bu mektubu benzer talep ve vaatler taşıyan başka davet yazıları takip etti. Hz. Hüseyin, gelen çağrıların yoğunlaşması üzerine Kûfelilere hitaben şöyle bir cevap yazdı: "Bütün anlattıklarınızı anlamış durumdayım. Sizlere amcamın oğlu Müslim'i gönderiyorum. Ona halinizi, durumunuzu ve görüşlerinizi bana yazmasını emrettim. Eğer o da sizin ileri gelenlerinizin bana gönderdikleri haberlerdeki görüşler etrafında birleşmiş olduklarını yazacak olursa Allah'ın izniyle pek yakında yanınızda olurum." [2]



Iraklılar, Hz. Ali'ye destek vererek başlattıkları iktidar mücadelesini, Muaviye'nin liderliğinde hareket eden Suriyeliler karşısında kaybetmişlerdi. Bunun sonucu olarak devletin merkezi, dolayısıyla hazinesi Kûfe'den Dımaşk'e nakledildi. Daha önce kendilerini devletin asıl sahibi gören Iraklılar yeni şartlarda yönetime bağlı sıradan bir eyalet statüsüne indiler. Onların fethettikleri büyük arazilerin gelirleri artık Şamlıların kontrolüne girmişti. Iraklılar ise yönetimin keyfî tavrına göre bazen artırılan bazen azaltılan bazen de tamamen kesilen, hiçbir zaman da Şamlıların seviyesine ulaşamayan maaşlarla yetinmek zorunda kalmışlardı. Bu şartlar eski başkentin gururlu sakinlerini son derece rahatsız ediyor, onların yönetime karşı kinlerini daha da artırıyordu. Onlar bu rahatsızlıklarını göstermek amacıyla fırsatını bulduklarında yönetime karşı isyan ettiler. Emevîler aleyhine harekete geçmek istediklerinde ilk önce Hz. Ali'nin çocuklarını ve torunlarını hatırladılar. Zira gerek geçmiş günlere duyulan özlem gerekse Hz. Ali'ye beslenen muhabbet sebebiyle Iraklıların neredeyse tamamı bu faaliyetlere gönülden destek oluyorlardı. Ancak bu destek bir türlü gönül desteğinden kılıç desteğine dönüşmüyordu. Bunun neticesinde Ehl-i Beyt adına başlangıçta coşkun bir heyecan yaratan ancak kısa sürede saman alevi gibi parlayıp sönen kıyâmlar, Emevîlerin gücü karşısında hep etkisiz kaldı.

Bu faaliyetlerin pek çoğu hareketin lideri konumundaki Hz. Ali evladı için trajedi ile sonlanmıştır. İslam tarihinde bu olaylar ve trajediler zincirinin ilk halkası, Hz. Hüseyin'in teşebbüsüne karşı sergilenen kanlı Kerbelâ hadisesidir.

Burada şu hususa dikkat etmek gerekir ki Hz. Hüseyin'in Emevî yönetimine karşı harekete geçmesinin sebebi olarak, tek başına Kûfelilerin davetlerini göstermek doğru olmaz. Zira o, daha kendisine herhangi bir mektup ulaşmadan Medine'den ayrılıp Mekke'ye gitmiş, şûrâ ve seçim prensiplerine aykırı şekilde kendisini halife halife ilan ettiği için Yezid'in meşruiyetini kabul etmemiştir. Diğer taraftan Hz. Hüseyin'in Müslümanları idare etme konusunda kendisini Yezid'den daha ehil ve layık gördüğü de bilinmektedir. Yezid'in fâsık ve cahil olması sebebiyle Müslümanları yönetemeyeceği düşüncesi de onun siyasi mücadeleye girişmesinde belirli derecede rol oynamıştır. Hz. Hüseyin hareketinin sebepleri hakkında akla gelen bütün bu gerekçelerle birlikte Kûfe'den gelen davet mektuplarının ona harekete geçme konusunda cesaret verdiği, en azından onun siyasi faaliyet alanının zamanını ve istikametini belirlediği de bir gerçektir. [3]

Irak halkı nazarında Emevî halîfeliği İslam toprakları ve eski başkent Kûfe'nin üzerinde bir işgal faaliyeti olarak görülmüştür.

Hz. Hüseyin, hareket etmeden önce amcasının oğlu Müslim b. Akîl'i Kûfe'ye gönderdi. Müslim, şehre ulaşınca halkın büyük teveccühüyle karşılaştı. Başlangıçta Muhtar es-Sekafî'nin evini hareket merkezi olarak belirledi. Şehrin, mülayim bir kişiliğe sahip olan valisi Numan b. Beşîr'in müsamahasından da istifadeyle Hz. Ali taraftarlarıyla toplantılar düzenlemeye başladı. Gelenlerin pek çoğu Hz. Hüseyin'le birlikte savaşacaklarına dair söz veriyorlardı. Sonuçta şehirde önemli sayıda bir taraftar grubu toplandı. Bu gelişmeler üzerine Müslim, şehre gelmesi için Hz. Hüseyin'e haber gönderdi. [5]

Hz. Hüseyin'e, davet mektuplarının Kûfelilerden gelmiş olması, esasında beklenmeyen bir durum değildir. Zira burası hem babası Hz. Ali hem de ağabeyi Hz. Hasan'ın siyasi merkez olarak kabul ettiği şehirdi. Üstelik Hz. Ali taraftarlarının büyük bir kısmı burada yaşıyordu. Daha yakın zamanda Muaviye'nin gerek Ziyâd gerekse oğlu Ubeydullah eliyle onlara yaptıkları da zihinlerde canlılığını devam ettiriyordu. Üstelik 20 yıl süresince Muaviye onların gönlünü almak için dahi bir kez bile Irak'a gelmemiş, onlara iltifat etmemiştir. Bu durumda Irak halkı nazarında Emevî halifeliği İslam toprakları ve eski başkent Kûfe'nin üzerinde bir işgal faaliyeti olarak görülmüştür. Netice olarak Iraklılar, Hz. Ali döneminde elde etmiş oldukları dünyalıkları Muaviye eliyle Şamlılara kaptırmaları sebebiyle Hz. Hüseyin vasıtasıyla bu eski imkânlarını geri alabilmek için tekrar şanslarını denemeye karar vermişlerdir. [4]

Diğer taraftan Kûfe'de bulunan Emevî taraftarları Yezid'e haber gönderilerek valinin şehirde olup bitenlere kayıtsız kaldığını, şayet Kûfe'yi elinde tutmak istiyorsa onun yerine güçlü bir valiyi görevlendirmesi gerektiğini bildirdiler. Bunun üzerine halifenin emriyle şehrin idaresi Basra valisi Ubeydullah b. Ziyâd'a verildi. Yeni vali Kûfe'ye gelir gelmez halkı itaate çağıran ve aynı zamanda tehdit içeren bir konuşma yaptı:

"Halife beni şehrinize vali ve haraç işlerinize memur tayin etti. Bana; mazlum olanınıza iyilik etmeyi, yok­sullarınızı doyurmayı, devlete itaat edene iyi mu­amele etmeyi, âsi ve fitnecilere karşı sert davranmayı emretti. Ben burada onun emrini uygulayacak, emirlerini  yerine getireceğim. İyi­lerinize karşı müşfik bir baba, itaat edenlerinize karşı bir kardeş gibi davranacağım. Kılıç ve kır­bacım; emrimi kabul etmeyen, bana karşı çıkanların üzerinde olacaktır. Bundan sonra herkes dilediğiniyapabilir." [6]



Valinin bu tehdidinin ardından Müslim b. Akîl'in yanında toplanmış olan Kûfeliler dağılmaya başladı. Bunun üzerine Müslim, şehirde Hz. Ali taraftarlarının önderlerinden Hânî b. Urve el-Murâdî'nin evine sığınarak Hz. Hüseyin adına faaliyetlerini burada devam ettirmeye başladı. Vali Ubeydullah b. Ziyâd ise onun her hareketini dikkatle takip ediyordu. Nitekim azatlı kölelerinden birisi, Hz. Ali taraftarı  görünerek, Müslim'nin yanına gidip gelenlerle görüşmeye başladı. Hânî'nin evine kimlerin geldiğini, burada nelerin konuşulduğunu valiye aktardı. Ubeydullah b. Ziyâd daha sonra Hânî'yi çağırarak gelişmeler hakkındaki fikrini sordu. Muhatabı başlangıçta söylenenleri inkâr etmişse de azatlı köle ile yüzleştirince Müslim b. Akîl ile ilişkisini ve evinde gerçekleştirilen faaliyetleri itiraf etmek zorunda kaldı. Bununla birlikte Müslim'i kendisinin çağırmadığını, onu kapısından çeviremediği için misafir olarak tuttuğunu, şayet vali izin verirse gidip kendisini evinden çıkaracağını söyledi. Ancak Ubeydullah, Müslim'i kendilerine getirmesinden başka hiçbir şeye razı olmayacağını bildirince Hânî, misafirini öldürülmek için teslim etmesinin onur kırıcı bir davranış olacağı gerekçesiyle bu teklifi reddetti. Bunun üzerine Ubeydullah, Hânî'yi feci bir şekilde dövdükten sonra hapse attı. [7]

Ev sahibinin başına gelenleri haber alan Müslim b. Akîl kendisine katılma konusunda söz verenlere haber göndererek toplanma ve hareketlerini açıktan halka duyurma zamanının geldiğini bildirdi. Bunun üzerine şehirdeki Hz. Ali taraftarları valilik sarayına doğru harekete geçtiler. Toplanan insanların artmasıyla birlikte durumun aleyhine geliştiğini gören Ubeydullah, yanında bulunan, şehrin ileri gelenlerine, dışarı çıkarak kendi yakınlarını topluluktan ayırmalarını, itaat edecek olanlara mükâfat vaat etmelerini, isyan edecek olanları da korkutmalarını istedi. Kabile reislerinin dışarıya çıkıp yakınlarına hitaben konuşma yapmaları üzerine valilik sarayının etrafındaki kalabalık hızla dağılmaya başladı. O kadar ki Müslim b. Akîl'in yanında sadece 30 kişilik bir grup kaldı. Onların da kısa süre sonra yanından ayrılmaları üzerine Müslim ne yapacağını bilemeden şehrin sokaklarına daldı. Nihayet Kinde kabilesine mensup Tav'a isimli yaşlı bir kadının evine sığındı. Diğer taraftan vali, yatsı namazından sonra halka hitaben bir konuşma yaparak Müslim'i himaye edeni şiddetli bir şekilde cezalandıracağını, onu kendisine getiren veya yerini bildirenlere ise ödül vereceğini ilan etti. Aynı anda valinin muhafızları tarafından şehrin bütün çıkış kapıları tutularak evlerde arama yapılmaya başlandı. [8]

Ertesi günün sabahında Müslim'in, evine sığındığı yaşlı kadının oğlu, onun kendi evlerinde saklandığını valiye haber verdi. Bunun üzerine Müslim yakalanıp valinin huzuruna getirildi. Daha sonra da sarayın damına çıkarılarak burada öldürüldü. Onun ardından daha önce tutuklanmış olan Hânî b. Urve de valinin emriyle katledildi. (H.9 Zilhicce 60 / M.10 Eylül 680) [9]

Devam edecek...




  
Rüştü Kam
 
 
[1] Ebû Mihnef, Maktelü'l-İmam el-Hüseyn, (thk. Hasen Abullah Ebû Salih), ? 1997, s. 17; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl,(nşr. Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts. (Dâru'l-Erkam), s. 207-208, 212; Ya‘kûbî, Tarih,I-II, Beyrut 1960, II, 241-242; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk.Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, III, 64; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye,I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü'l-Meârif--Mektebetü'n-Nasr), VIII,151-152.

[2] İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse,(thk. Tâhâ Muhammed Zeynî), I-II, Kâhire 1967, II, 4; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 212-213; Taberî, Tarihu'l-Ümem ve'l-Mülûk,(thk. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim), I-XI, Bey-rut ts. (Dâru's-Süveydân), Tarih, V, 347-348; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih,I-IX, Beyrut 1986, III, 266-267.

[3] Bu konuda bilgi ve değerlendirmeler için bk. Demircan, Adnan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Müca-delesi, İstanbul 1996, s. 339-350; Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muaviye, İstanbul 2001, s. 215-222.

[4] Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslam Tarihi, (çev. Hayrettin Yücesoy), İstanbul 1991, s. 113; Vida, Della, "Emevîler", İA, IV, 243.

[5] Ebû Mihnef, Maktelü Huseyn, s. 19; İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 4; Ya‘kûbî, Tarih, II, 242; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi'l-Ümem ve'l-Mülûk,(thk. Muhammed Abdülkadir Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ), I-XVIII, Bey-rut 1992, V, 325; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 152.

[6] Halîfe b. Hayyât, Tarih, (thk. Süheyl Zekkâr), I-II, Beyrut 1993, s. 176; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 213-215; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 64; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 326; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 267-269; İbn Kesîr,el-Bidâye, VIII, 152-154.

[7] İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 4-5; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 215-219; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; İbn Abdi-rabbih,KitabuIkdi'l-Ferîd, I-VII, Kâhire 1965, IV, 378; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 66-67; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 154-155.

[8] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s.220-221; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 67-68; İbn Kesîr,el-Bidâye, VIII, 155.

[9] Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 176; İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 5; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 221-223; Ya‘kûbî,Tarih, II, 243; Taberî, Tarih, V, 347-393; İbn Abdirabbih, el-Ikdü'l-Ferîd, IV, 378-379; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 68-70; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 326-327; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 269-275; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 155-157.
 
 
 




KERBELÂ HADİSESİNİN İSLAM TARİHİNDEKİ YERİ VE NETİCELERİ (II)


  
Hz. Hüseyin, Müslim'in kendisini Kûfe'ye davet eden mektubunu alınca harekete geçmeye karar verdi. Onun gitme hazırlıklarından haberdar olan Abdullah b. Abbâs, Iraklılara güvenmemesi gerektiğini, onu çağıran insanların kendisini her an terk etme ihtimali olduğunu söyledi. Buna karşılık Abdullah b. Zübeyr "şayet benim senin gibi taraftarlarım olsaydı oraya gitmekte hiç tereddüt göstermezdim" diyerek Hz. Hüseyin'i Irak'a gitme konusunda teşvik etti. [10] Abdullah b. Abbâs ertesi gün yeniden gelerek ona, Irak'a gitmekten vazgeçmesini, mutlaka bir hareket başlatmak istiyorsa Yemen'i tercih etmesinin daha uygun olacağını zira oradakilerin kendisini daha gönülden destekleyeceklerini ifade ettiyse de, Hz. Hüseyin'in kararını değiştiremedi. [11]
Hz. Hüseyin yolculuk hazırlıklarını tamamladıktan sonra Hicret'in 60. yılında Zilhicce ayının sekizinci günü (9 Eylül 680) ailesiyle birlikte Mekke'den Kûfe'ye doğru yola çıktı. Hareketi esnasından karşılaştığı herkes, ona Kûfelilere güvenmeyip geri dönmesi tavsiyesinde bulundu. Bunlar arasında meşhur şair Ferazdak "Kûfelilerin kalbi seninle, kılıçları ise Ümeyyeoğulları'yla birliktedir" diyerek Hz. Hüseyin'e Irak'a gitmemesi gerektiğini bildirdi. Ancak onun ikazı da etkili olamadı. [12] 
Bu esnada kafileye, Mekke'den Abdullah b. Cafer'in gönderdiği mektup ulaştı. Abdullah b. Cafer, Hz. Hüseyin'e geri dönmesi için adeta yalvarıyor, bu hareketin bütün aileyi yok olmaya götürebileceği uyarısında bulunuyor, Mekke valisi Amr b. Sa‘îd'den kendisi için emân aldığını bildiriyordu. Ancak onun bu çabası da Hz. Hüseyin'in Irak'a gitme kararını değiştiremedi. [13]
Hz. Hüseyin, Kûfe halkının güvenilmezliğinden ötürü kendisine geri dönmeyi tavsiye eden muhataplarına, durumu bildiğini fakat Azîz ve Celîl olan Allah'ın emrine kimsenin karşı gelemeyeceğini söyleyerek mukabele etmiştir.
Yürüyüş esnasında Hz. Hüseyin'in Kûfe'de bulunan Müslim'e haberci olarak göndermiş olduğu sütkardeşi Abdullah b. Buktur'un da Husayn b. Numeyr'in devriyeleri tarafından yakalanıp Kûfe'ye götürüldüğü ve burada Ubeydullah tarafından işkence edilerek öldürüldüğü haberi geldi. Hz. Hüseyin bu son gelişme karşısında Kûfe'deki taraftarlarından tamamen ümidini kestiğini, bu noktadan sonra geri dönmek isteyenleri kınamayacağını bildirdi. Bunun üzerine, kendisine destek olmak için kafileye sonradan katılanlardan bir kısmı ayrılmaya başladılar. Sonuçta Hz. Hüseyin'in yanında sadece Mekke'den birlikte yola çıktığı akrabası kaldı. [14]

Bu esnada Irak'tan gelen Abdullah b. Mutî, Hz. Hüseyin'e "Allah adına senden geri dönmeni istiyoruz. Allah'a yemin ederim ki sen sadece keskin kılıçlar üzerine gidiyorsun. Sana bu haberleri gönderen kimseler şayet seni savaşmak durumunda bırakmamış olsalardı, senin için her şeyi hazırlamış bulunsalardı ve bundan sonra sen onların yanına gelseydin işte bu isabetli olurdu. Fakat şu sözünü ettiğimiz durumda senin böyle bir iş yapmanı uygun görmüyorum" diyerek uyarıda bulundu. Ancak Hz. Hüseyin, muhatabına şu cevabı verdi: "Senin sözünü ettiğin bu durumu biliyorum. Fakat Azîz ve Celîl olan Allah'ın emrine hiçbir kimse karşı gelemez." [15] 
Diğer taraftan Müslim b. Akîl'i etkisiz hale getiren Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyâd, Hz. Hüseyin'in Mekke'den hareket ettiği haberini alınca onun geçeceği yolları gözetim altında tutması için Husayn b. Numeyr komutasındaki askerî birliği harekete geçirdi. [16]

Bu sırada Hz. Hüseyin de yoluna devam ediyordu. Sâlebiyye denilen yere geldiğinde Müslim b. Akîl'in, Ubeydullah b. Ziyâd tarafından öldürüldüğü haberi ulaştı. Bu gelişme üzerine Hz. Hüseyin'in ile birlikte hareket edenlerden bazıları Kûfe'de artık yardımcıları kalmadığı için bu noktadan daha ileri gitmenin fayda sağlamayacağını, üstelik bunun hayatlarını tehlikeye atmak anlamına geleceğini söylediler. Ancak bu defa da Müslim'in çocukları babalarının intikamını almadan geri dönmeyeceklerini ilan ettiler. Hz. Hüseyin bu gelişme üzerine yola devam kararı aldı. [17]

Kûfe'ye doğru yoluna devam eden Hz. Hüseyin, Zû Husum denilen yerde Kâdisiye'de konaklamış bulunan Husayn b. Numeyr'in gönderdiği Hürr b. Yezid komutasındaki askerî birlikle karşılaştı. Onların görevi Mekke'den gelen kafileyi sürekli olarak gözetim altında bulundurmak ve Kûfe'ye ulaştırmaktı. Hz. Hüseyin muhataplarına kesinlikle Ubeydullah'ın yanına gitmeyeceğini bildirdi. Hürr b. Yezid ise "Ben seninle savaşmak emrini almadım, sadece seni Kûfe'ye götürünceye kadar senden ayrılmamakla emrolundum. Kabul etmeyecek olursan seni Kûfe'ye götürmeyeceğim. Ancak sen de Medine'ye ulaştırmayacak bir yola koyul. Bu konuda ben İbn Ziyâd'a yazarım, sen de Yezid veya İbn Ziyâd'a yaz. Belki Allah bana seninle ilgili herhangi bir şeye katılmaktan esenliğe kavuşturacak bir yol açar". Bunun üzerine Hz. Hüseyin Kûfe yolu ile Medine yolu arasında farklı bir güzergâha doğru harekete geçti. Iraklı askerler de kendisini takip ediyorlardı. Kısa süre sonra Ubeydullah b. Ziyâd'ın mektubu geldi. Kûfe valisi, Hürr b. Yezid'e Hz. Hüseyin'in sarp ve müstahkem yerlere sığınmasına engel olmasını, onu susuz ve insanların uğramadıkları bir yerde konaklamaya zorlamasını emretti. Bunun üzerine Hz. Hüseyin yanındakilerle birlikte Ninova bölgesinde yer alan ve günümüzde Bağdat'ın 100 km. güneydoğusunda bulunan Kerbela [18]
denilen yere indirildi. (2 Muharrem 61/2 Ekim 680). [19]

Bu arada Kûfe'den gelen bir topluluk, Hz. Hüseyin'in haberci olarak göndermiş olduğu Kays b. Müshir es-Saydâvî'nin Ubeydullah b. Ziyâd tarafından yakalanıp kalenin üzerinden atılmak suretiyle öldürüldüğünü bildirdiler. Artık Hz. Hüseyin için Kûfe'de en küçük bir ümit ışığı kalmamış oldu. [20]

Hz. Hüseyin kafilesinin Kerbela'da konaklamasının dördüncü gününde Ömer b. Sa‘d b. Ebû Vakkâs, emrindeki orduyla bölgeye ulaştı. Sa‘d, kısa süre önce vali Ubeydullah tarafından Rey[21] valiliğine tayin edilmişti. Ancak Hz. Hüseyin'in harekete geçtiği haberi alınınca vali, bu hadiseyle ilgilenme görevini Sa‘d'a havale ederek, kendisine şayet bundan kaçınırsa Rey valiliğini unutmasını söyledi. Sa‘d, her ne kadar ısrarla bu vazifeden affını istediyse de muvaffak olamadı. Yakınlarının Hz. Hüseyin'in kanına bulaşmaması uyarılarına rağmen Rey valiliğinden vazgeçemediği için gönülsüz bir şekilde Hz. Hüseyin üzerine gönderilen ordunun komutasını üstlendi. [22]
Devam edecek...

  
Rüştü Kam
 
 
[10] Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 64-65; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 328-329; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 159-160.
[11] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 223-224; Taberî, Tarih, V, 382-385; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 160-163. Bu konuda değerlendirmeler için bk. Kılıç, Ünal, Yezid b. Muaviye, s. 247-253.
[12] Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 176; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 226; İbn Abdirabbih, el-Ikdü'l-Ferîd, IV,384; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 166.
[13] Taberî, Tarih, V, 386-389; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 275-277; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 163-164.
[14] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 224; Taberî, Tarih, V, 394, 401.
[15] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 228-229; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 168-169.
[16] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 228; Taberî, Tarih, V, 394-399.
[17] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 227; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 277-278.
[18] Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu'l-Buldân, I-V, Beyrut 1975, IV, 445.
[19] İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 5-6; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 228-232; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243-244; Ta-berî,Tarih, V, 401-404., 408-409; İbn Abdirabbih, el-Ikdü'l-Ferîd, IV, 379; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III,70; İb-nü'l-Cevzî,el-Muntazam, V, 335-336; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 169-170, 172-174.
[20] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 226; Taberî, Tarih, V, 405.
[21] Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu'l-Buldân, III, 116-122.
[22] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 232-233; Taberî, Tarih, V, 409-410; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 336.
 
 
 

5 Kasım 2013 Salı

135 YIL SONRA AYNI SALONDA 1878-2013/ CUMHURİYET KUTLANDI


Büyükelçilik ve Başkonsolosluk ayrı ayrı resepsiyon verdi bu sene. Biz de Cumhuriyet Bayramı'nı iki kez kutlamış olduk. Böyle iki ayrı kutlamaya gerek var mıydı? Tartışılır. Türkiye halkı oradaydı. Gurbette de olsa Cumhuriyet'e sahip çıktı. Ötekileştirme dönemi bitmiş, kucaklaşma dönemi başlamış. Farklılıklar çeşitlilik olarak anlaşılmaya başlanmış, çok önemli bir dönüşüm bu. Başı açık olan da İstiklâl Marşı okudu, kapalı olan da. Sakallı olan Türkiye'li Müslüman da saygı duruşunda bulundu, laiklik olduğunu söyleyen Türkiye'li de. Cumhuriyet'in 90. Yılı resepsiyonunda oldu bütün bunlar. 600 sene süren kader birliğinden sonra ayrışan insanımızın tekrar kucaklaşabilmeleri için 90 sene gibi uzun bir zamanın geçmesi gerekiyormuş demek ki. Türk milleti bu birliktelikten oldukça memnun.

Kadim dostum Ahmet İyidirli ile demokrasi anlayışımız üzerindeki farklılıklarımızı ayaküstü sohbetinde hemen masaya yatırıverdik Kançılaryada. İnsan hakları konusunda hâlâ sıkıntıların var olduğunu gördük. Bu sıkıntıların zamanla aşılacağına olan inancımı kaybetmek istemiyorum. Ben inanıyorum ki, sağduyu galip gelecektir. İyidirli bilhassa başörtüsü konusunda CHP'nin mecliste karşı tutum içine girmemesi gerektiğinin altını çizdi. Uzunca bir süre HDF'de etkin pozisyonda bulunmuş bir sosyal demokrat olan İyidirli'nin bu yaklaşımı özlenen bir tutum. Sohbetimize sonradan Sefa Doğanay da katıldı, derken biz yemeği unutmuşuz. Yiyecek bir şeyler bulduk yine de. Menü oldukça zenginmiş. Aşçılar garsonlarıyla birlikte Türkiye'den getirilmiş. Biz hepsini tatmasak da, görmesek de menüde Osmanlı mutfağından çeşitli örnekler varmış. Yunus Emre Enstitüsü organize etmiş yemeği. Cumhuriyet'in 90. Yılında Türk Büyükelçiği'ne yakışan bir menü.

Osmanlı mutfağından örneklerin sunulduğu resepsiyonda, Büyükelçimiz Sayın Hüseyin Avni Karslıoğlu konuşmasını nedense sadece Almanca yaptı. Türkiye Cumhuriyet'inin Büyükelçisi Cumhuriyet resepsiyonunda Türkçe konuşmuyor ve sadece Almanca konuşmayı tercih ediyor. Anlamakta zorlandım. Türkçe konuşmak utanılacak bir şey midir?

Sivil toplum örgütlerine Türkçe konusunda duyarlı olunması gerektiği söylenirken, resepsiyonda Almanca konuşmak ne kadar inandırıcıdır? "Kendi yapmadığınız şeyi niçin yapınız diye söylersiniz." Bu bir ayet mealidir. Duruşa dikkat çeker bu ayet. Rezidansında verdiği iftar yemeğiyle gönlümüzde taht kuran Karslıoğlu'nun bu tutumuna ben anlam veremedim.

Ayrıca ses düzeninin bozuk olması, akustiği zaten bozuk olan Kançılaryanın salonunda gürültü kirliliğine sebep oldu. Böylesine önemli bir resepsiyonda ses düzeni Kançılarya'ya yakışmadı.

Büyükelçiliğin Cumhuriyet resepsiyonundan sonra başkonsolosluğun düzenleyeceği Cumhuriyet resepsiyonuna yönümü çevirdim. Yeni bir hayal kırıklığına uğramak mümkündü. Kırmızı halı döşeli merdiven basamaklarından birer birer çıkarken bile zihnim hep meşguldü. Başkonsolos Ahmet Başar Şen misafirlerinin teker teker bayramlarını kutladıktan sonra kürsüye davet edildi. Konuşmasını önce Türkçe ve sonra Almanca olarak yaptı ve verilmesi gereken mesajlarını verdi. Olması gereken yapıldı. Toplam konuşma süresi 6 dakikaydı. *

Hem Büyükelçinin ve hem de Başkonsolosu'n konuşmasında, Osmanlıya hakaret cümleleri kurulmadı. Cumhuriyet'in Kurucusu olan Mustafa Kemal yüceltilip, padişahlar vatan haini ilan edilmedi. Ölçülü cümleler kurularak anlatılmak istenen anlatıldı.

Hatta başkonsolos Ahmet başar şen "Uzun savaşların yakıp yıktığı topraklarda, imkânsızlıklar içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin, bu kadar kısa bir sürede modern bir devlete dönüşerek bugünkü seviyeye ulaşması, örnek bir başarı ve gurur tablosudur." diyerek Türk Milletinin Cumhuriyet'le birlikte küllerinden yeniden doğduğunu ifadeye koydu. Bu ifade hem Osmanlı'yı hem de Cumhuriyet'i tam olarak anlatıyordu.

Rotes Rathaus (Berlin Eyalet Hükümet Binası) Cumhuriyetin kutlanması için bilinçli bir seçim miydi, değil miydi tam olarak bilmiyorum. Şen'in konuşma yaptığı salon 1878 Berlin Antlaşması'nın imza edildiği salondu, Hükümet Binası'nın Büyük Balo Salonu(Der Große Saal des Roten Rathauses) ve duvarda büyük bir tablo vardı. 13 temmuz 1878 yılında yapılan Berlin Antlaşması** resmedilmiş bu tabloda. Avrupa ülkelerinin temsilcileri masanın etrafında yer alırken, Osmanlıyı temsilen katılan üç kişi masanın dışında tutulmuş. Aşağılayıcı bir resim.
Şen bu salonda Cumhuriyet resepsiyonu vermekle Avrupalılara, "Siz Osmanlı'yı parçalama kararını bu salonda aldınız, ben de şimdi bu salonda, küllerinden yeniden doğan Cumhuriyet'i kutluyorum" demek mi istemişti acaba?

................................................

*İlgilenenler için, Başkonsolos Ahmet Başar Şen'in konuşmasının tam metni:

Sayın Büyükelçim, Değerli Hanımefendi,
Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler,
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 90. yıl dönümünü coşku ve kıvançla kutluyoruz. En büyük bayramımızda, bu gurur gününde hepinizi saygıyla ve muhabbetle selamlıyor, hepinize en iyi dileklerimi sunuyorum.
Cumhuriyet, Türk milletinin Büyük Atatürk önderliğinde verdiği emsalsiz mücadelenin, onurlu duruşunun, vatan sevgisinin, egemenlik ve bağımsızlık iradesinin ortaya çıkardığı bir eserdir.
Bugün, Cumhuriyetimizin kurucuları olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile silah arkadaşlarını, vatanımızın bağımsızlığı birlik ve bütünlüğü uğrunda canlarını feda eden aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi derin minnet duygularımızla anıyoruz.

Kıymetli Misafirler,
90 yıl milletlerin hayatında çok uzun bir süre değildir.
Böyle bir çerçeveden bakıldığında binlerce yıllık Türk devlet geleneğinin çağdaş halkasını oluşturan Cumhuriyetimizin genç yaşına rağmen son derece sağlam kökler oluşturduğunu görmek bizlere kıvanç vermektedir.
Uzun savaşların yakıp yıktığı topraklarda, imkânsızlıklar içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin, bu kadar kısa bir sürede modern bir devlete dönüşerek bugünkü seviyeye ulaşması, örnek bir başarı ve gurur tablosudur.
Türkiye 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde büyük dönüşümleri ve kalkınma atılımlarını başarıyla hayata geçirebilmiştir. 90 yıl önce 13 milyon olan Türkiye'nin nüfusu bugün 75 milyondur.
Bu nüfusun yarısı 30 yaş altındadır. 90 yıl önce Türkiye'deki okuryazarlık oranı % 15 civarındaydı. Bugün % 98 okuryazardır.
90 yıl önce Türkiye'de sadece 23 lisemiz vardı. 9 yüksekokulda % 10'u kadın 2900 öğrenci öğretim görüyordu. Bugün 179 üniversitemizde 5 milyona yakın lisans ve lisansüstü öğrencisi kayıtlıdır. Bunların % 45'i kız öğrencidir. Üniversite öğretim elemanı sayısı 120.000'i aşmıştır. Bunların 49.000'i, yani % 40'tan fazlası kadındır.
1923'te, tarım ülkesi olan Türkiye, 2013 yılında artık sanayileşmiş bir ülkedir. Türkiye Avrupa'nın en büyük ikinci çelik üreticisidir. Yıllık toplam otomotiv üretimi 1.1 milyondur.
Beyaz eşya sektörümüz yıllık yaklaşık 25 milyon adet üretim kapasitesi ile Avrupa'nın en büyük üretim üssüdür. Beyaz eşya sektörünün başlıca ihracat pazarı ise Avrupa'dır. Ulusal havayolumuz THY, boyutları ve kalitesiyle dünyanın sayılı havayolu şirketleri arasındadır. Bugün artık, dünyanın 16. büyük ekonomisine sahip olan Türkiye, asırlık yaşına varmadan ilk on ekonomi arasında yer almak istemektedir.
Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti, bu çağdaş ilkelere dayalı rejimiyle de bölgesinde bir istisnadır. Sadece ekonomik, siyasi ve beşeri açıdan değil, demokratikleşme açısından da, "çağdaş medeniyetler seviyesinin üstüne çıkma" hedefi doğrultusunda emin adımlarla ilerlemektedir. Mevcut göstergelere bakıldığında, tüm bunlar ulaşılması zor hedefler gibi görünmemektedir.

Değerli Misafirler,
Konuşmamın bu bölümünde, kısaca, Almanya'daki birinci nesil insanımıza değinmek istiyorum.
Türkiye'de o zamanlar yaşanan ekonomik sorunlar ve Almanya'daki işgücü ihtiyacı nedeniyle 52 yıl önce Almanya'ya gelmeye başlayan ve misafir işçi olarak adlandırılan birinci nesil Türk göçmenler, vatanlarından uzakta, gurbette, emekleri ile Almanya ekonomisine büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Çocuklarına, torunlarına daha iyi hayat şartları vermeye çalışırken, aynı zamanda Alman dostları ile birlikte Avrupa'nın başat ekonomisini inşa etmişlerdir. Buna paralel olarak, ekonomik krizlerle çalkalanan 1960'lı 1970'li yıllarda Türkiye'ye gönderdikleri "işçi dövizleriyle" Türk ekonomisine de önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bugün onlardan, birinci nesilden bazı temsilcilerin de aramızda olmalarını istedik ve kendilerini davet ettik. Geldiler, şeref verdiler. Onlara hepinizin huzurunda Türkiye'ye, Türk-Alman toplumuna ve Türk-Alman dostluğuna yaptıkları katkılardan ötürü bir kez daha teşekkürlerimizi sunmak istiyorum.

Değerli Hanımefendiler, Beyefendiler,
Aradan geçen sürede, Türkiye işçi gönderen bir konumdan işçi göçü alan bir ülkeye dönüşmüştür. Türkiye'de iş arayanlar arasında Almanlar da bulunmaktadır. Öte yandan, Almanya da burada yaşayan Türkler için gurbet olmaktan, ikinci ve acı vatan olmaktan çıkmıştır.
Bugün Almanya'da artık 4. neslinden bahsettiğimiz Almanyalı Türkler her alanda önemli başarılara imza atmaktadır. On binlerce Türk kökenli girişimci, çoğunluğu Alman yüzbinlerce insana istihdam imkanı sağlamaktadır. Türk kökenli bir siyasi parti başkanı, eyalet bakanları, müsteşarları vardır.
Federal Parlamento'da 11, Berlin Eyalet parlamentosunda ise 8 Türk kökenli milletvekili görev yapmaktadır. Fatih Akın'ın filmleri, rakip takım Türk olmadığı sürece, Mesut Özil'in golleri bizlere gurur vermektedir.
Almanya Türk toplumunun bundan sonra da aynı başarılı çizgiyi sürdüreceğinden, kültürel kimliğini ve milli benliğini kaybetmeden, birlik ve beraberlik içinde hem Almanya'ya, hem Türkiye'ye hem de Türk-Alman dostluğuna katkılarda bulunmaya devam edeceğinden hiçbir şüphemiz bulunmamaktadır.
Değerli Vatandaşlarım, Bu duygularla, hepinizin Cumhuriyet Bayramı'nı en iyi dileklerimle kutlar, aramızda bulunan Alman ve diğer ülkelerden dostlarımıza bizlerle bu coşkulu günü paylaştıkları için memnuniyetimi ifade ederken, hepinize güzel bir akşam dilerim.

** Berlin Antlaşması:

Antlaşmanın Sebepleri ve Şekli

93 Harbi'nin ardından Osmanlı ile Rusya arasında, 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos Antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşmanın şartları Osmanlı Devleti açısından son derece ağırdı ve Rusya'yı Balkanlar'da tek güç haline getiriyordu. Nitekim bu durum Avrupa'nın diğer büyük devletlerini rahatsız etmekteydi.
Aynı dönemde Sultan II. Abdülhamid Han, İngiltere'yi Rusya'ya karşı kışkırtmaktaydı. Osmanlı Devleti savaşta yenilmiş ve antlaşmak zorunda kalmıştı ancak yapılan antlaşma devletin çöküşünü getirebilecek ağırlıktaydı. II. Abdülhamid de çareyi Avrupa devletlerini Rusya'ya karşı kullanarak durumu hafifletmekte aramaktaydı. Sonuçta İngiltere, Rusya'nın, Orta Doğu'daki İngiliz menfaatlerini tehdit edeceğine, sıcak denizlere inip kendisiyle rekabete başlayacağına inanmıştı. Diğer Avrupa devletleri ile Rusya üzerinde kurduğu yoğun baskı sonucunda Rusya, antlaşmanın yeniden gözden geçirilmesine razı oldu.
13 Haziran 1878'de Almanya İmparatorluk Şansölyesi Prens Bismark'ın başkanlığında Berlin'de, Osmanlı, Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya'nın katılımıyla bir kongre toplandı. Osmanlı Devleti'ni temsilen Hariciye Nazırı Kara Todori Paşa, Müşir Mehmet Ali Paşa ve Berlin büyükelçisi Sadullah Bey (Paşa) gönderilmiş, diğer devletleri de başbakanlar ve dış işleri bakanları temsil etmekteydi.
Kongre bir aylık bir çalışma ile varılan antlaşmanın maddelerini düzenlemiştir. 13 Temmuz'da 64 maddelik yeni antlaşma katılımcı ülkeler tarafında imzalanarak yürürlüğe girmiştir.



Antlaşma Sonuçları
Antlaşmanın başlıca sonuçları şöyle gruplandırılabilir:

Toprak Kayıpları
Osmanlı Devleti kendisine tabi olan Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ'ın kendi başlarına birer prenslik olmalarını kabul etmiştir. Doğu Rumeli vilayeti kurulmuş ve Osmanlı Devleti'ne bağlı ancak çeşitli imtiyazlara sahip olmuşlardır. 64 maddeden oluşan antlaşmanın toprak paylaşımı aşağıdaki gibidir;
1. Bosna-Hersek imtiyazlı vilayet haline gelmiştir.
2. Kıbrıs Sancağı İngiltere'ye kiralandı.
3. Niş Sancağı Sırbistan'a bırakıldı.
4. Teselya Sancağı Yunanistan'a(1881) bırakıldı.
5. Kars, Batum, Artvin ve Ardahan sancakları Rusya'ya bırakıldı.
6. Dobruca Sancağı Romanya'ya bırakıldı.
7. Bunların dışında birkaç kaza Karadağ'a bırakıldı.
8. Van'ın doğusundaki Kotur yöresi İran'a verildi.
9. Osmanlı Devleti'nin Rusya'ya ödemesi gereken savaş tazminatı 802.500 franka indirilerek taksite bağlandı.

Ayrıca kongre döneminde Fransa'nın yaptığı kulis çalışmaları sonucunda, antlaşma maddelerinde olmadığı halde 3 yıl sonra Tunus Prensliği Fransızlarca işgal edilmiş ve gerekçe olarak Berlin Antlaşması gösterilmiştir. Berlin Antlaşması'ndan sonra İngiltere, Fransa ve Rusya Osmanlıları baskı altına alma politikasına devam etti

Kazançlar
Girit, Doğu Beyazıt ve Eleşkirt Osmanlı Devleti'ne bırakıldı.

Azınlıklar Konusu
Osmanlı Devleti, Vilayât-ı Sitte (Erzurum, Van, Mamüretü'l Aziz [Elazığ], Diyar Bekir, Sivas, Bitlis) denilen Doğu Anadolu'daki illerde Ermeniler lehine ıslahat yapacaktı. Ancak yasalar gereği Ermenilerin nüfusları yetmediği için ayrı bir beylik kuramadılar. Benzer ıslahatlar Makedonya vilayetinde de gerçekleştirilecekti. (Bu iki madde hiçbir zaman uygulanmamıştır. II. Abdülhamid, büyük devletlerin çekişmelerinden faydalanarak bu maddelerin uygulanmasını asla tatbik etmemiştir.)





Rüştü Kam



Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları