22 Mayıs 2023 Pazartesi

NEDEN AZINLIK(EKALLİYÂT) FIKHI

Almanya’da yaşıyoruz. Müslümanız. Hristiyan olan bir toplum içinde azınlıktayız. Kabul ettiğimiz bir fıkhımız var. 1500 yıldan beri değişik coğrafyalarda hâkim güç olan Müslümanlar tarafından üretilen bu fıkıh Almanya’da azınlıkta olan Müslümanların problemini çözmüyor. Bundan dolayı Almanya’da yaşayan Müslümanların azınlık fıkıhlarını acilen üretmeleri gerekiyor. Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için de aynı sıkıntı vardır, yazdıklarım onlar için de geçerlidir. “Fıkıh: Fıkıh, kelimesi İslam’ın ilk yıllarında bu günkü terim anlamında yaygın bir kullanıma sahip değildi. O zaman Araplar daha çok “fehm” kelimesini kullanıyorlardı. Şu var ki, ele alınan meselenin hassas ve derin bir incelemeyi gerektirdiğini görürlerse, muhtemelen o zaman bunu “fehm” yerine “”fıkıh” kelimesiyle ifade ediyorlardı. İbn Haldun Mukaddime’sinde bu duruma şu sözleriyle işaret eder: “Fıkıh, Allah Teâlâ’nın mükelleflerin fiillerine ilişkin vücub, yasaklama, nedb, kerâhe ve ibâha şeklinde koyduğu hükümlerin bilinmesidir. Bu hükümler Kitap, Sünnet ve Şâri’in onların bilinmesi için vazettiği diğer delillerden elde edilir. Hükümler bu delillerden çıkarıldığı zaman onlara “fıkıh” adı verilir.” Azınlık: Azınlık (Ekalliyât) kelimesi de uluslararası terminolojide kullanılan siyasi bir terimdir. Bu kavram, herhangi bir devletin vatandaşı olup, o devletin hâkim çoğunluğundan farklı din, dil veya ırk özelliklerine sahip bir grubu veya topluluğu ifade eder. Azınlık Fıkhı: Şer’î hükmün, cemaatin koşulları ve yaşadığı mekân ile irtibatını göz önünde bulunduran özel bir fıkıh türüdür. Bu fıkıh, özel koşulları olan ve başkaları için uygun olmayan hükmün kendisi için uygun olacağı sınırlı bir cemaatin fıkhıdır.”* Genellikle azınlıklar, medeni ve siyasi haklarda hâkim çoğunlukla eşit haklara sahip olmayı, inanç ve değerler alanında ise farklı ve ayrıcalıklı kabul edilmeyi talep ederler. Azınlığa önderlik eden birtakım oluşumlar azınlık üyeleri adına onların ihtiyacı olan konularda fıkıh üretirler. İlk vahyin inmesiyle birlikte, putperest bir toplum içinde Müslümanlar ‘azınlık‘ durumuna düştüler. Yıl 611. Müslümanlar o tarihten itibaren Tevhid inancının kurallarına uygun olarak yaşamak zorundaydılar. Azınlıkların nasıl yaşayacaklarına dair buyruklar vahiy aracılığıyla Peygamberimize ulaştırılıyordu. O da aldığı vahiyleri Allah’ı bir ve kendisini de Peygamber olarak kabul edenlere mevcut şartları göz önünde bulundurarak aktarıyordu, açıklıyordu. Böylece, azınlık (Ekalliyât) Fıkhı oluşmaya başladı. 615 yılında Habeşistan’a 15 Müslüman hicret etti. 616 yılında bu sayı 100’e yükseldi. Onlar da orada kendi fıkıhlarını oluşturdular. 622 yılında ise yaklaşık 400 kişi ile birlikte Peygamberimiz tebdil-i mekân yaptı. Müslüman azınlığın putperest toplum içinde yaşama şansı kalmamıştı. Onlar da hicret ettikleri yerlerde kendi fıkıhlarını oluşturdular. Çünkü yeni yerleşim bölgelerinde de azınlık durumundaydılar. 622 yılında Medine’nin nüfusu 12.000 idi. Müslümanlar 400 kişi. Medine yönetimi ve halkı Müslüman azınlığa imkân verdi. Onların inandıkları gibi yaşamalarına müsaade etti. Eman verdi. Müslüman azınlığın lideri Peygamberimiz (s) idi. Şartları iyi analiz ediyor, vahiyleri çok iyi okuyor ve Müslümanların zarar görmemesi için yaşam standartlarını dikkatli bir şekilde belirliyordu. Nerede olduğunu biliyor ve nereye gideceğinin planını o bilgiler ışığında yapıyordu. Çok iyi bir planlamacıydı. Peygamberimizin yaptığı bu planlamanın sonucu olarak çok kısa denebilecek sürede Müslümanlar azınlık durumundan kurtuldular ve sonraki süreçlerde hâkim güç haline geldiler. Azınlık statüsünden çıktılar. Genele şamil fıkıh oluşturmaya başladılar. 632 yılından sonraki süreçte ise Müslümanlık hızla yayılmaya başladı ve gittiği coğrafyalarda yine azınlıklar hep var olageldi. Peygamberimizin uygulamalarını esas olan o coğrafyaların Müslümanları kendi fıkıhlarını (Azınlık Fıkhı) oluşturmayı başardılar. Emevilerin, Abbasilerin, Selçukluların ve Osmanlıların dönemlerinde hâkim güç Müslümanlardı. Fıkıh hâkim güç olan Müslümanlar tarafından oluşturuluyordu. Hristiyan, Yahudi ve diğer dinlerin mensupları Müslümanların içinde yaşayan azınlıklardı. Onlar için de zimmî fıkhı oluşturuldu. 1923 yılına kadar bu böyle devam etti. 1923 yılında Müslümanlar hâkim güç olma özelliklerini kaybettiler. İşler tersine döndü. 1961 yılından itibaren de Müslümanlar tekrar azınlık durumuna düştüler. Avrupa ülkelerinde, Hristiyan toplum içinde yaşamaya başladılar. O ülkeler Müslümanlarla ahidleşti. Eman verdi onlara. Böylece Müslümanlar Avrupa ülkelerine geldiler ve oralarda yerleştiler, çoğalmaya başladılar. Kendileri azınlık olmalarına rağmen, ihtiyaçları olan fıkıh hâkim güç oldukları dönemde üretilen fıkıhtı. Bu fıkıh Müslümanların yaşamlarını zorlaştırıyordu. Ayrıca, Avrupa ülkelerine gelen Müslümanlar, Mekke’den hicret eden Müslümanlar gibi aynı kültürün Müslümanı da değillerdi. Değişik coğrafyalardan gelen ve değişik kültürlerden beslenen ve çeşitli dilleri konuşan Müslümanlardı. Hâkim güç olan Hristiyanlarla birlikte yaşıyorlardı. Müslümanlar hem kendilerine yabancı hem de yaşadıkları topluma yabancıydılar. Önlerinde liderleri de yoktu. Dili diline, dini dinine uymayan bir toplumun içinde Müslüman azınlık olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Her cemaat, kendi ülkesinden getirdiği fıkıhla yaşamanın daha doğru olduğunu savunuyordu. Bu anlayış Müslümanları parçalayan bir anlayıştı. Azınlık Fıkhı Yeni bir coğrafyada Hristiyan bir toplumda yaşamaya mahkûm olan Müslümanlar mutlaka kendi fıkıhlarını, (Azınlık Fıkhı) oluşturmalıydılar. Ancak kimse böyle bir yolu yürümeye cesaret edemiyordu. Yamalı bohça gibi yaşamayı tercih ediyorlardı, Müslümanlık bilinciyle hareket etmiyorlardı. Aynı coğrafyadan gelen Müslümanlar bile bir araya gelerek istenilen birliği, cemaati inşa edemiyorlardı. Cemaatler halinde yaşamayı, ayrı ayrı camilerde ibadet etmeyi çıkarlarına daha uygun görüyorlardı. Avrupa Birliği ülkelerinde bugün(2021) itibariyle 30 Milyona yakın Müslüman yaşıyor. Son yıllarda gelen mültecilerle bu sayı daha da artacaktır. Hâlihazırda 495 milyon olan Avrupalı nüfus, 30 yıl sonra 463 milyona düşerken; 25 milyon olan Avrupa’daki Müslüman nüfus üç katına çıkarak 75 milyona yükselecektir. Bu ülkelerde ‘Azınlık Fıkhı’nın oluşturulması zaruridir. Avrupa’da yeni bir nüfus oluşmaktadır. Müslüman nüfus; 2050 yılında bu nüfusun 75 Milyona ulaşacağı varsayılmaktadır. (İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (İNSAMER)) Müslümanlar geleceğe yatırım yapmalıdırlar Müslüman nüfus, asimile olmadan ve fakat marjinalleşmeden gayrimüslim toplumlarla nasıl bir arada yaşanılacağının alt yapısını oluşturmalıdırlar. Dinî duyguların, asimilasyona karşı motive ettiği entelektüel bir refleks oluşturmalıdırlar. Bunun yolu azınlık fıkhını oluşturmaktan geçer. Hedef böyle konulmalıdır. Azınlık Fıkhı; iyi bir Müslüman olmakla, iyi bir komşu, iyi bir tüccar ya da iyi bir siyasetçi olmanın yolunu gösterecektir. Azınlık Fıkhı; Müslüman bireyin ötekiyle sağlıklı ilişkiler kurmasına rehberlik edecek ve yanı sıra, farklılıklarının da bilincine varmasını sağlayacaktır. Avrupa ülkelerinde Azınlık olarak yaşamlarını sürdüren Müslümanların çözüm bekleyen yığınla problemleri vardır Gayri Müslimler ile evliliklerde sıkıntı vardır. Gayrimüslim bir erkekle Müslüman bir kızın evlenemeyeceği, din farkının evlilik engeli sayılacağı, Gayri Müslim’in kestiği hayvanın etinin yenilemeyeceği, Gayrimüslimlerin dinî bayramlarına iştirak edilemeyeceği, Müslüman cenazelerinin gayrimüslim mezarlığına gömülemeyeceği, Haram mal veya hizmet tedariki yapan işyerlerinde çalışılamayacağı, Organ nakli yapılamayacağı, Bugünkü Hristiyan ve Yahudi toplumunun Ehl-i Kitap olarak görülemeyeceği gibi anlayışlar, sıkıntı yaratan anlayışlardır. Bu anlayışlar dinin buyruklarından kaynaklanan anlayışlar değildir. Örfidir veya maslahat icabı şartların oluşturduğu anlayışlardır. Bu anlayışların kendi zamanlarında makul bir açıklaması vardır elbet. Ancak bugün bu anlayışlar sorunludur, düzeltilmesi gerekir. Bunun için yapılması gereken öncelikli çalışma azınlık fıkhını oluşturmaktır. İbadetler ve zamanları ile ilgili problemler vardır Günlerin uzun olmasına bakılmaksızın, orucun ve namazın güneşin doğuşu ve batışıyla vakitlendirilmesi, Cuma namazlarının rekât sayısı, Seferilik anlayışının gidilecek yolun uzunluğu ile alakalı olarak düşünülmesi, Kadın ve erkek arasında haklar açısından eşitsizliğin olması, Helal gıda anlayışı, tesettür ölçüleri, yaşam tarzı ve dünya görüşü hakkındaki düşünce farklılıkları, bu ve benzeri konular Müslümanların yaşamlarını zorlaştırmaktadır. Azınlık fıkhı oluşturarak bu sıkıntıların üstesinden gelmek mümkündür. Azınlık fıkhıyla; özellikle gençlere öteki toplumlarla ‘bütünleşme‛ iradesi göstermelerini tavsiye etmek ve aynı zamanda da onlardan ‘farklılaşma‛ lüzumuna yönelik şuur aşılamak mümkündür. Azınlık Fıkhıyla; baskın doku(ırkçılık, kapitalizm, emperyalizm) içinde yavaş yavaş eriyen genç nesillerin İslâm ile bağlarını koparmamaları gerektiğini anlatmak mümkündür. Azınlık Fıkhıyla (fıkhu’l-ekalliyyât); bireysel ve toplumsal düzeyde Müslüman azınlığın dinî ihtiyaçları, inançlarından taviz vermeden ancak korunabilir. Azınlık fıkhı, içinde yaşanılan toplum ile Müslümanlar arasında katalizör işlevi görür. Azınlık Fıkhıyla Müslümanlar; aynı coğrafi mekânı paylaşan, ancak demografik bakımdan onlardan üstün olan gayrimüslimler içinde İslâmi değerleri yaymanın ideal yöntemlerini belirlerler. Azınlık Fıkhı; Müslüman bireyin kimlik erozyonuna maruz kalmasını önler, onun çevresiyle sağlıklı ve tutarlı bir iletişim kurmasını temin edici bilgiler sunar. Müslüman azınlığın kimlik problemini çözmenin yolu, onların Allah’a olan imanlarını ve İslâm’a olan güvenlerini sağlamlaştırmaktan geçer. Bu yolun adı azınlık fıkhıdır. Azınlık Fıkhı; özellikle Batı ülkelerinde yaşayan göçmenlerin içinde yaşadıkları toplumlarda, Müslüman olmanın özgün dilinin üretilmesini sağlayarak, İslâm’a yönelik olumsuz imaj taşıyan basmakalıp söylemlere geçit vermez. Azınlık Fıkhı sayesinde; İslâm doğru anlaşılacak ve doğru anlatılacaktır. Böylece getirdiği mesajların kuşatıcı karakteri, evrenselliği, tatbiki mümkün olan temel enstrümanları, kimlik problemlerinin üstesinden gelmeye yeterli olacaktır. ‘Azınlık Fıkhı’ bilinçli bir şekilde oluşturulur ise, Müslüman azınlıklar beraber yaşadıkları sosyal dokuya sağlıklı bir şekilde entegre olacaklardır. Zamanla sivil toplum kuruluşları, diğer din mensuplarıyla yapıcı ilişkiler içine girecek ve bu ilişkileri geliştireceklerdir. Gayrimüslimlerin, İslâm’ın temel ilkelerine dair bilgi düzeyleri sağlıklı bir şekilde arttıkça İslâmofobik saldırılar ve tehditler hafifleyecektir. Eğer yaklaşan tehlikenin farkına varılmaz da ‘Azınlık Fıkhı’ oluşturulmaz ise; herkes yapmakta olduklarını yapmaya devam edecektir ve Müslümanlar Allah rızası için birbirlerinin ayağına basmakta sakınca görmeyeceklerdir. Helal ve haram sarmalından kurtulamayacaklardır. Dolayısıyla Gayrimüslimler İslâm’ı sosyal medyadan öğrenmeye devam edeceklerdir. Müslümanları da yine aynı kanallardan tanıyacaklardır. Böylece İslâmofobi artacak ve Müslümanlar marjinal bir şekilde her zaman toplumun dışında kalmaya mahkum olacaklardır. Unutulmaması gereken temel kural şu olmalıdır: İslâm tek bahçede yetişen bir çiçek değildir, her bahçede ayrı ayrı yetiştirilen çiçekler demetidir. ……….. *Azınlık Fıkhına Giriş (Temellendirici Bazı Mülahazalar) Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY)

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (X-10): EĞİN/KEMALİYE-ARAPGİR-APÇAĞA Eğin/Kemaliye

Saat 08 de Elâzığ (Harput) ile vedalaştık. Hedefimizde Eğin (Eğin) var. Önce Arapgir ve Apçağa. Arapgir Malatya’nın önemli bir ilçesi. Rehberimiz Cem Kaya, “Arapgir’ e gelinir de reyhan şerbeti içmeden gidilirse reyhan şerbetine saygısızlık olur” dedi. Biz de saygısızlık etmek istemedik. Zaten yöresel tatlar konusunda hassasiyetimiz de var. İndik araçtan. Güneş de onaylamış olmalı ki kararımızı, yüzünü gösterdi bize, selamlaştık. Ekim ayında güneş banyosu. D Vitamini sentezi. Daha ne lazım. Türk Eğitim Derneğinin Kültür Gezisinin en güzel uygulamalarından birisi de istenilen yerde mola verebilmek. Grup üyeleri oldukça uyumlu. Mekân sahipleri saygılı insanlar. “Hoş geldiniz” dediler, hürmet ettiler, yol gösterdiler. Biz o mekânda sadece reyhan şerbeti içmekle yetinmedik, tost da yedik. Tost yemek öğrenciliğimiz döneminden kalma bir alışkanlık. Öğrenciliğimizde yediğimiz tostun içinde biraz salça, biraz margarin, ince kıyılmış birkaç tane sucuk ve bir dilim salatalık turşusu olurdu. Zevkle yerdik. Pirzola yer gibi. Arapgir’de yediğimiz tost, tereyağı ve salça ile tatlandırılmış, bol sucuklu, üzerine de kaşar peyniri serpiştirilmiş, isteğe göre yumurtalısı da var. Üzerine bolca yeşillik konulmuş. Kocaman bir şey. İşte tost dediğin böyle olur. Tepside servis ediliyor. Yanında reyhan şerbetiyle. Hani yemede yanında yat derler ya işte o cinsten. Öğrencilik zamanında yediğimiz tost ile kıyas kabil değil. Biz misafir olduğumuz için mi böyle cömert davranıldı, yoksa herkese aynı tost mu hazırlanıyor onu bilme imkânımız yok. Biz tostlarımızı yemekle meşgul olurken, rehberimiz Cem, “arkadaşlar bir dakikanızı alabilir miyim, sizi birisiyle tanıştıracağım” dedi. Sesin geldiği yere doğru yönümüzü döndürdük. Elimizde tost ve reyhan şerbetiyle. Bazılarımız lokmasını çiğnemekle meşgul. “Arkadaşım, dostum, Arapgir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Mesut Kavas. Bize selam vermek ve tanışmak için burada.” Sayın Kavas, rehberimiz Cem Kaya’nın dostu imiş. Bizim mola vereceğimizi önceden haber vermiş kendisine. O da kalkmış gelmiş. Büyük incelik. Çok kibar bir kişiliği var. Uzun boylu zayıf ve esmer birisi. Şık giyimli. Tam bir beyefendi. Bütün arkadaşlarımızın ellerini teker teker sıktı ve hoş geldiniz dedi. Dedim ya; “Doğu Anadolu Kültür Gezisi” bizi şaşırtan bir gezi oldu. Bu gezi ile birlikte yıllardır kafamıza yerleştirilen negatif Doğu Anadolu imajı, yıkıldı gitti. Demek ki bilinçli bir algı oluşturulmuş. Bizler de bu algıyı gerçek olarak kabul etmişiz. Doğu insanının nezaketini başka bir yerde görmeniz mümkün değil. Türkiye'nin tüm bölgelerini gezmiş, insanlarıyla birebir temas kurmuş birisi olarak ben söylüyorum bunu. Rüştü KAM. Arapgir Kültür Müdürü Sayın Kavas, hal-hatır sorma faslından sonra kısaca Arapgir’i tanıttı bize: “Arapgir Malatya’nın ilçesidir. Yüzölçümü 964 kilometrekare, toplam nüfusu 11 bin (2007 sayımı) dir. Malatya’ya uzaklığı 120 kilometredir. Eski adı Daskuza. M.Ö. 1200 yıllarında kurulduğu tahmin edilmektedir. Asur, İran, Danişmentler, Anadolu Selçuklu, Moğol ve Karakoyunlular Beyliği egemenliğinde kalmıştır. 1515 Çaldıran Savaşının ardından da Osmanlı toprağı olmuştur. Kale surlarının harabeleri o devirlerin canlı şahitleridir. Kalenin surlarını yaz kış demeden o kadar uğraşmasına rağmen, asırlar yıpratamamıştır. Rakım 1250 dir. Arapgir ismi, M.Ö. 712 senesinde Asur Kralı Sargon’un, Güney Mezopotamya’dan esir olarak getirip buraya yerleştirdiği Araplardan gelir. Selçuklular buraya medeniyeti getirdiler. Çok büyük yatırımlar yaptılar; hamamlar, hanlar yaptılar. Şehir hareketlendi. Arapgir, Suriye- Trabzon ticaretinin transit yolu haline geldi. Osmanlılar devrinde ticaret canlandı. Arapgir halkı, eski sanatları olan dokumacılığı yeniden canlandırdılar. Dolayısıyla Arapgir, on binlerce tezgâhın işlediği, sermayesi yüksek, yüzlerce toptancı tüccarın iş yaptığı, sanayi ve ticaret merkezi haline geldi. Arapgir o zaman 50 bine yakın nüfusu ile Doğu ve hatta İç Anadolu´nun en kalabalık şehirlerinden biri değil, birincisi oldu.” Bir taraftan tost ve Reyhan şerbeti öbür taraftan şehir ile ilgili tarihi malumat geziye anlam kattı. Sağolasın sayın Kavas, bellimi olur belki bir gün teklifin gerçekleşir misafiriniz de oluruz… Apçağa Köyü Apçağa Köyü, Eğin ilçesinin hemen yanında. 6 km mesafede. Yol üzerinde. Önce o köye uğradık. Bu köyün yetiştirdiği iki önemli isimden bahsetti rehberimiz. Ahmet Kutsi Tecer ve Doğu Perinçek. Doğu Perinçek siyasi parti lideri. Bizim gençliğimizde Maocuydu. Şimdilerde ulusalcı takılıyor. Ahmet Kutsi Tecer, Türk Edebiyatı’nda önemli bir yere sahiptir. Biz onu, ‘Orda bir köy var uzakta’ isimli şiiriyle tanıyoruz. Orda Bir Köy Var Uzakta “Orda bir köy var, uzakta O köy bizim köyümüzdür. Gezmesek de tozmasak da O köy bizim köyümüzdür. Orda bir ev var, uzakta O ev bizim evimizdir. Yatmasak da kalkmasak da O ev bizim evimizdir. Orda bir ses var, uzakta O ses bizim sesimizdir. Duymasak da tınmasak da O ses bizim sesimizdir. Orda bir dağ var, uzakta O dağ bizim dağımızdır. İnmesek de çıkmasak da O dağ bizim dağımızdır. Orda bir yol var, uzakta O yol bizim yolumuzdur. Dönmesek de varmasak da O yol bizim yolumuzdur.” Hemen köyün meydanında Ahmet K. Tecer Kültür Evi var. Müze olarak hizmet veriyormuş. Ahmet Kutsi Tecer Müzesi. Müzede sergilenen eserler arasında Ahmet Kutsi Tecer’in özel eşyalarının yanı sıra döneme ait çeşitli kitaplar, yöresel kıyafetler, eşyalar ve silahlar bulunmaktaymış. Müze açık değildi, içeriye giremedik. Biraz yukarıda bir de cami var. Tarihi bir cami. Ahşaptan yapılmış. Evler de ahşap. Cem kardeşimizin anlattığına göre buradan itibaren ahşap evler görmeye başlayacakmışız. Eğin’de de bu evlerden çok varmış. Apçağa’nın ekmeği de meşhurmuş. Farklı bir ekmek pişirme tarzı varmış Apçağalıların. Konya'dan özel olarak getirilen unlardan yapılırmış ekmek. Bildiğimiz lavaşa benziyor ama çok daha uzun, bizim lavaşın üç misli gibi düşünün o kadar uzun ve daha pişkin. Öyle güzel kokuyor ki, almamak mümkün değil. Biz de aldık zaten ve de otobüste elden ele bölerek üleştik ekmeği ve hemen bitiverdi. Sonra da neden fazla almadık diye pişman olduk. Neyseki Eğin’de de aynı ekmek servise koyulurmuş. Anlatılanlara göre ekmek müzik eşliğinde pişirilirmiş Apçağa’da. Bazen klarnet ve davul eşliğinde canlı müzik bile yapılırmış fırında. Ekmeğin lezzeti buradan gelirmiş. Bütün bunları bize emekli bir öğretmen anlattı. Uzun boylu babayiğit bir köylü. Elindeki bastonu ona ayrı bir heybet veriyor. Ayaküstü bize birkaç tane de şiir okudu. Hızını alamamış olmalı ki, otobüsün içine kadar geldi. İki şiir daha okudu. Alkışlarımızla vedalaştık onunla. Biz onu çok sevdik… Eğin/Kemaliye Kemaliye bir ilçe. Erzincan'a bağlı bir ilçe. Eski ismi Eğin. Eğin ve çevresinde ilk önce yerleşenler Kafkasya üzerinden Anadolu'ya inen Orta Asya Türkleriymiş. Türk boylarının Anadolu topraklarına ilk akınları 1015-1016 yıllarına rastlarmış. Fırat bölgesine yürümeleri, Malatya, Harput gibi önem arz eden kentleri zapt etmeleri de 1058 yıllarına rastlarmış. 1421 yılında da Osmanlı topraklarına katılan bölgeye Yavuz Sultan Selim, Kafkasya’dan göç ettirdiği aileleri yerleştirmiş. Eğin’e geldiğimizde güneş batmıştı. Acele etmemiz gerekiyordu. Yemekten sonra sıra gecesine gidecektik. Yerimiz önceden ayrılmıştı. Otele yerleşmek için 30 dakika verildi. Sonrasında yemek salonunda buluşacağız. Yemeklerimiz geldi. Yöresel yemek tercihimizi önemsemediler. Menüde ne varsa onu yiyeceksiniz dediler. Garsonlar ya çok yorgun ya da eğitimsiz olmalı. Yüzleri asık. Hoşgeldiniz falan gibi bir cümle de kurmuyorlar. Tabakları masaya koyup gidiyorlar. Menü dışında bir istekte bulunamıyorsunuz, “o ayrıca ücrete tabi” diyorlar. Ücretten ziyade garsonun söyleyiş şekli can sıkıyor. Tur süresince başımıza böyle bir şey gelmiş değildi. Bir yerde istenmiyorsanız siz oraya ait değilsinizdir. Zaman aleyhimize işlemeye başladı. Tatsızlık çıkmasın anlayışıyla önümüze konulanı yedik ve ayrıldık yemek salonundan. Sıra Gecesi Sıra gecesindeyiz. Bize özel bir gece hazırlanmış. Başka kimse alınmamış içeriye. Rica ettiler, 2 kişi daha varmış, kaymakam ve eşi, uzaklardan gelmişler, kabul edersek onları da içeriye alacaklarmış. Elbette kabul ederiz, buyursunlar… Saz ve söz ekibi hepsi 3 kişi. Hem çalıyorlar hem de söylüyorlar. Sanat musikisinden eserler okuyorlar. Zaman zaman onlara eşlik ettik. Oynayanlarımız oynuyorlar, sadece dinlemek isteyenler de sandalyesine yaslanmış sessizce dinliyorlar. İkramlar reyhan şerbeti ile birlikte geldi. İşte budur dedik. Bizim olan bize ait olan varken ne diye, yabancı markalı içecekler soframıza getiriliyor? Sıra gecesi ekibinden aldığımız bilgiye göre, Eğin’de küçük yaştan itibaren müzik eğitimi verilirmiş. Dolayısıyla herkes enstrüman çalarmış ve şarkı söylermiş. Seviyeli bir sıra gecesi yaşadık. Sanat Musikisinin ağırlığını hissettik. Öyle Kars’taki gibi ikide bir önümüze şapka da getirmediler. Kemaliye İsmini Halk Onaylamamış Dikkatimizi çeken bir şeyi nakledeyim; sokak isimlerinden işyeri isimlerine, meydan isimlerine, hediyelik eşya isimlerine varıncaya kadar Eğin ismi kullanılıyor her yerde. Anlaşılan Kemaliye ismine fazla itibar edilmiyor. Halka da sorduk bu neden böyledir diye, cevap; “burası Eğin’dir” dediler. Demek ki; zorlayarak yapılan şeyler kabul görmüyor. Oysa rehberimiz bize bu değişimi çok masum bir istek olarak şöyle anlatmıştı: Savaştan sonra Eğin halkının gösterdiği kahramanlıklardan dolayı Mustafa Kemal halka teklif eder,” ne isterseniz isteyin benden onu size vereceğim.” Cevaben halk, “Paşam bir tek isteğimiz var sizden; Eğin ismini değiştirin o bize yeter, başka bir isteğimiz yoktur.” Demişler. Eğin olmuş böylece Kemaliye. Rehberimizin anlattığı mı doğrudur, yoksa bugünkü halkın ‘buranın ismi Eğin’dir derken yaptıkları ima mı? Varın siz karar verin. Biz bu arada odalarımıza çekilelim. Yarın yoğun bir gezi programı bizi bekliyormuş. Sabah kahvaltıdan sonra (9:30) başladık Eğin sokaklarını arşınlamaya. Yaya olarak dolaşacağız Eğin sokaklarını. Rehberimiz önden biz arkadan. Oğlum Zülfikar bu gezide bizimle. Bizimle birlikte yürüme imkânı yok ama Emin her yerde ona bir imkân hazırlıyor. Eğin’de de safari arabasıyla Kadiri de yanına katarak bizden önce turlatmış onlara Eğin sokaklarını. Sağolasın Emin. Lökhane Daracık sokaklardan o ahşap evlerin arasından, yeşillikler içerisinden yukarıya doğru tırmanıyoruz. İlk durağımız Lökhane. Lök tatlısının yapıldığı yere Lökhane deniliyor. Lök tatlısı dut ile ceviz karışımından yapılmaktaymış. Aslında yerel bir tatlı olan lök tatlısı önceleri evlerde yapılırken bugün sadece Eğin içinde olan Lökhane’de yapılmaktaymış. Lök tatlısı kuru dut ve cevizin üç saat kadar dövülerek karıştırılması ve macun haline getirilmesi ile tüketime hazır hale gelmekteymiş. Lökhane sahibi usta anlattı bunları. Lökhanenin içinde Lök tatlısı ile birlikte yöresel diğer tatları da bulmak mümkün. Aldık Lök tatlısından. Hem de fazla fazla aldık. Nede olsa macun. Macun ama enerji veriyor. Ancak dut ile ceviz karışınca verilen enerjiyi sarfetebilmek de lazım… Mâni Yolu Yokuş yukarı yürümeye devam ediyoruz hedefte ‘Mâni Yolu’ var. Kadınların özlem ve hasretini dile getirdiği manilerin direklere asıldığı yol. Eğin manileri ilçenin tarihsel geçmişi içinde önemli bir yer tutarmış. İlçenin kadınlarının, ekmek parası kazanmak için gurbete giden kocalarına, nişanlılarına ya da sevgililerine olan özlemlerinin sesiymiş maniler. İlçenin erkeklerinin büyük bir bölümünün gurbete gitmesi, kadınların dilini çözmüş. Özlemle yazılmış, hasretle yazılmış o maniler. Kolay değil gurbetçi yolu beklemek. O maniler bugün, Eğin Belediyesi tarafından “Mâni Yolu” ile yaşatılıyormuş. Ne de güzel ve anlamlı bir icraat. Maniler, direklere özenle asılarak nesillere aktarılmaya çalışılıyormuş. Geçmişle olan bağın kopmaması için özel bir gayret sarfediliyor demekki. Düzce’de aşçılık meşhur olduğu gibi Eğin’de de kasaplık meşhurmuş. Ruhsatlı kasapmış Eğin kasapları. Eğinli kasaplar ülkenin her tarafından ve bilhassa İstanbul’dan davet alırlarmış. Onlar da ekmek parası için, yavuklularını, çocuklarını, annelerini, nişanlılarını bırakıp giderlermiş gurbet ellere. Uzun soluklu gidişlerinin ardından köylerinde yalnız kalan kadınlar da arkalarından su dökerek, maniler yazıp yollarlarmış gurbet ellere, erlerini. Bizim Almanya’ya gelişimiz gibi. Erkek ekmek parası için gurbete yelken açıyor eşi veya yavuklusu hasretini manilerle dile getiriyor. Ne güzel duygular bunlar. İçinde hüzün barındıran duygular. “Ağam gönderdiğin yazmayı yaktım, Çürüttüm ömrümü yoluna baktım Ela gözlerini sevdiğim ağam Ya senin tecellin ya benim bahtım...” “Yârim kemer takmış ince beline Gurbetin yolunu almış eline Yazık şu EĞİN‘in gelinlerine Bakarlar gençlikte gurbet yoluna” Mâni yolunu boydan boya geçtik. Maniler belirli aralıklarla direklere asılmış ve numaralandırılmış. Herkes bir numara tutuyor aklından, numaranın asılı olduğu direğin yanına geldiğinde o maniyi eşi için okuyor. Zevkle okuyor ve sonra da sarılıyorlar birbirlerine, sanki kendisine yazılmış gibi, gülüşüyorlar, sonra başka bir maninin peşine koşuyorlar. Ne kadar hoş bir şey insanları mutlu etmek böyle. Onların o mutluluklarını görünce, kendime pay çıkarıyorum, çok güzel bir iş yapıyorum ben diyorum. Gururlanıyorum. Gurbette çalışan, memleket özlemiyle yanıp tutuşan insanlara ülkelerini tanıtıyorum. Kendilerinde olanları gösteriyorum onlara. İnsanların o mutluluğunda benim payım var. Gerçekten ben mutluluğu hakkediyorum. Ben bu gezileri düzenlemeseydim bu insanlar nereden gelip te buralara, bu güzellikleri yaşayacaklardı. Paralarının olmasıyla falan izah edilebilecek bir mutluluk değil bunlar. Nice parası olan insanlar var, sıkıntı içinde yaşıyorlar. Mutluğun tadına varamadan terki diyar ediyorlar bu alemden… Bu yapılanların kıymetini bilenler ve takdir edenler vardır elbet. Bana mâni okuyacak birisi olmasa da ben orada benim için okunan bir maninin olduğunu hissettim. Ve ben de öbür aleme uğurladığım sevgilim için bir numara tuttum ve onun için mâni okudum: “Fidan diktim söküldü Yaprakları döküldü Ellerin yâri geldi Benim boynum büküldü.” Maniler kısa özlü söz öbekleridir. Mâni yakmak, mâni söylemek kolay bir şey değildir. Bazı sakız firmaları bile sakız ambalajlarının içine maniler koyar. Bu maniler daha çok aşk ve sevgi içeriklidir. Belki birileri alıp okur da etkilenir, neden olmasın. İnsanlar mâni söylerler ya da yakarlar. Bir anda gelir akla o maniler. Ama zamanla o an söylenen maniler tarihe geçer, toplumların hafızalarında söylene söylene de yaşamaya devam eder. Belki biraz şekil değiştirir, söylendikçe yeni içerikler kazanır ama özü hiç değişmez. Günümüzün erkek- kadın ilişkisini düşündüğümüz de geçmişin Eğinli erkeklerinin oldukça şanslı olduğu görülüyor. Eğinli kadınların özlemini, hasretini ve aşkını dile getiriyor Mâni Yolu’ndaki maniler. O erkekler ne kadar da şanslıymış. Mâni yolunu baştan başa geçtik. Yolun sonunda sağa dönüyoruz ve patika bir yoldan aşağıya doğru dikkatlice iniyoruz. Düşme ihtimalimiz oldukça fazla. Orada görmemiz gereken örnek bir ev varmış. Kapının tokmağını çaldık. Ancak, sahibi evde yoktu. Dolayısıyla o evi göremedik. Otelden beri yanımızda bizimle gelen bir otel çalışanı patika yoldan inerken bir taş yuvarlamış aşağıya. Şımarık bir delikanlı. Aşağıda bahçe sulayan bir bayan varmış. Neredeyse bayanı ezecekmiş o taş. Ancak arığa düşünce daha fazla yuvarlanamamış. Fakat su arıktan taşmaya başlayınca ve de kadın taşı arıktan çıkaramayınca telaşlanmış. Başlamış bağırmaya. Ses bize kadar geldi. “Yardım edin, yardım edin…” Baktık kadın dizlerine vuruyor ve olduğu yerde dönüp duruyor. Su hızlı akıyor, kadının ayakları suyun içinde kalmış. Cengiz kardeşim gitti oraya, önce kadını sakinleştirdi. Sonra paçalarını sıvadı, girdi arığın içine ve o taşı tek başına güç- bela çıkarabildi arıktan. Alkışlar Eğinin semasında yükseliyordu. Kadının duası ise işin cabası. Rehberimiz taşın kim tarafından yuvarlandığını araştırmaya başladı ve sonunda buldu…Buldu bulmasına da yapacak bir şey yoktu. Sadece kızdı… Yelda hanım da bu olayın üzerinden daha çok geçmemişti ki; sahibi evde olmayan o evin merdivenine oturmuş arada bir kapının tokmağını çalıyor. Bir kalın ses çıkaran tokmağı bir de ince ses çıkaran tokmağı çalıyor. Evde de insan olmadığı için rahat rahat tecrübe yapıyor. Anladığımız kadarıyla biraz da hava yumuşasın istiyor, amacına da ulaştı. Arkadaşları güldürmeyi başardı. Sonraki evlerin önünden geçerken Yelda şunu da çalsana şeklinde şakaların bile yapılmasına sebep oldu. İlahi Yelda… Eğin Evleri Cem Kaya anlatıyor; “Eğin, kuruluşundan bu yana, çeşitli kültürlerin yaşandığı bir yerdir. Bu ortak kültürün izleri ayrıntılara da yansır. Dut, ceviz, çınar, kavak ağaçlarının oluşturduğu, yeşilin binbir tonu arasında yer alan evler, doğal çevre ile mimari arasındaki uyumun en güzel örneklerini sunar. Eğin evleri, topografya yapısına uygun olarak konumlanmıştır. Araziyi ekonomik kullanma zorunluluğu nedeniyle, evler kademeli olarak şekillenmiş, yatay değil, düşey olarak düşünülmüş ve tek katlı evler yerine iki, üç ya da dört katlı evler tercih edilmiştir. Evlerin birçoğu eğimli araziye yaslanır. Dolayısıyla, Eğin Evleri’nin her katından açılan kapılardan ya bir sokağa ya da bir bahçeye çıkılır. Eğin evlerinde servis mekanları adı altında mutfaklar; selamlık odasına hizmet veren kahve ocağı, depolama işlevli kiler, soğukluk ve mağaralar, mevsimlik yiyeceklerin kurutulmasına yönelik dam, ailenin ihtiyacı olan hayvanları barındıran ahır, samanlık ve hela birimleri; evin mekânsal örgütlenme ilkeleri doğrultusunda yapı bütünü içinde katlara dağıtılarak çözümlenmiştir. Mutfak Eğin evlerinin günlük kullanıma ayrılan hazırlama ve pişirme mekanları olan mutfaklar, çoğunlukla ana katta sofaya bitişik ve evin manzara yönüyle ters konumdaki arka kesiminde yer alır. Model olarak odalarla uyum gösterir. Mutfağın en önemli özelliklerinden bir tanesi, kapısının diğer kapılara göre küçük olmasıdır. İçeri giren kişinin başını eğmek zorunda kalması, "nimete saygının" ifadesidir. Eğin evlerinde selamlık odasına hizmet olarak tasarlanan kahve ocağı, bu mekanla doğrudan ilişkili küçük bir ofis niteliğindedir. Çoğunlukla evin arka kesiminde konumlanmış olması nedeniyle dış duvarları taş olup, pencere yüzeyleri de servis mekanının penceresi niteliğindedir. Eğin evlerinde tüm oturma mekanları Fırat’a bakar. Evlerin yapımında taş ve ahşap malzeme kullanılmıştır. "Hımış" adı verilen, arası kerpiç dolgulu ahşap dikmelerin üzeri çam tahtaları ile kaplıdır. Ahşap cephe yüzeyini üstte saçak, yöreye özgü adı ile "süvüng" sınırlar. Bu saçak, aynı zamanda bir balkon korkuluğudur. Çünkü evin "rıhtım" adı verilen dere taşı kaplı düz damı, diğer adıyla "yetme", üzerinde gezilen bir üretim alanıdır. Pestil, tarhana, dut, elma, reyhan evin en üst kısmında kurutulur. Aynı katta depolama ve yazın oturma işlevli kapalı mekanlarda bulunur ki buraya "kaçak " denir. Kapı Tokmakları Eğin evlerinde dikkate değer bir cephe elemanı da kapı tokmaklarıdır. Bu tokmaklar iki türlüdür. Biri erkekler içindir ve vurulduğunda kalın ses çıkarır. İnce ses verenini ise kadınlar kullanır. Mutlaka görülmesi gereken bu sivil mimari örnekleri, bütün özellikleri ile geçmişin parlak sayfalarını anımsatan, Anadolu kültürünün gözler önüne serildiği en açık örneklerdendir. Tarihi kapı tokmaklarının özellikleri sadece bunlarla sınırlı değildir. Her tokmak değişik şekiller ve figürler barındırmaktadır. Örneğin tokmakların üzerinde kuş motifi var ise ev sahibinin gurbette yakını olduğu anlaşılmaktadır. Sağa sola ayrılan kuş kafası şekilleri var ise ev Müslüman bir aileye aittir. Öküz motifi var ise ailenin bir arada olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca yılan ve akrep motifleri de bu tarihi tokmaklarda kullanılmıştır ve bu motiflerin şaman kültüründen kaldığı bilinmektedir.” Oldukça yorulduk. Ama tatlı bir yorgunluktu bu. Öğle yemeği için otele dönüyoruz. Yol üzerinde hediyelik eşyalar satan dükkanlara uğrayıp uğrayıp geçiyoruz. Bir şey almak için zaman yok. Yemekten sonra Karanlık kanyona gideceğiz. Acele etmemiz gerekiyor. Cem beyin emridir. Garsonlar bugün nazikler. Aynı garsonlar ama daha nazikler. Yüzler gülüyor “nasıl beğendiniz mi Eğin’i” falan…Yorgunlukları mı geçti yoksa birileri bir şey mi söyledi bilmiyorum. Hem uzun çalıştırılıyorlarsa ve hem de az para kazanıyorlarsa; garsonlar ne yapsın. Onlar da insan. Karanlık Kanyon Safari arabaları hazır bizi bekliyormuş. Acele etmemiz söylendi. Zülfikar ve Kadir yerlerini çoktan almışlar. Yoldayız. Kanyon yolu, 25 km uzunluğundaymış. Yol çok tehlikeli, virajlı ve dar, üstelik taşlı. Şoförler sanki otoyolda gidiyorlar gibi basıyorlar gaza, o daracık taşlı yolda. Akıllı insan işi değil bu yapılan. Karşıdan birisi gelse öyle kenardan geçip gidemez. Durarak birbirlerine yol vermeleri gerekir. Veya birisinin uygun bir yere çekilip beklemesi gerekir ki; öbürü geçsin. Aşağıya uçsak kemiklerimizi bile bulamazlar. Korkuluklara sıkı sıkı tutunuyoruz ama o da bir yere kadar, sonrasında ellerimizin canı da kalmıyor. Müziğin volümü oldukça yüksek. Bazı arkadaşlar da ellerini yanlara açarak kartal gibi yüzmeyi deniyorlar, ayaktalar, avaz avaz bağırıyorlar, gençlik böyle bir şey. Anlaşılan onlar olan bitenden keyif almaya başladılar, korkuları çoktan geçmiş. Şoförlerden farkları yok. Adrenalin. Yufiiiii…. Karanlık Kanyon, ismi gibi karanlık, doğa harikası bir kanyon ama çok tehlikeli. Kanyon’un yapımına 1949 yılında kazma kürekle başlanmış, bir bölümü tamamlanıp devam edilemeyince durdurulmuş, 1993 yılında tekrar yapımına başlanıp ve 2002 yılı sonunda devlet katkısı ile tamamlanmış. Bu konuda en büyük katkıyı, Vali Recep Yazıcıoğlu sağlamış. Herkes Valinin önünde şapka çıkarıyor, delikanlı bir valiydi diyorlar… Karanlık Kanyon’un yapılma amacı Eğin ilçesinin diğer büyük yerleşim yerlerine ulaşımını kolaylaştırmakmış. Başarılmış da. Cem Bey'e göre 90 yıl sürmüş ama başarılmış. Demek ki her ile bir Recep Yazıcıoğlu gerekiyor… Tekne Turu Adrenalin düşkünlerinin aradığı bir yolculuk yaptık. İki çılgın şoförün elindeydi canımız. Ne var ki tekne turu yapacağımız yere geldik ve bir oh çektik. Fırat’a nazır bir tepede dinlenme tesisi var, kulübe gibi. Tost ve içecek satıyorlar. Canımız çekti. Fiyat sormadan sipariş verdik. Sıra para ödemeye gelince fiyatı dilimizi uçuklattı. Neden bu kadar pahalı olduğunu sorduk, “bu yerde bunu bulduğunuza şükredin” dediler. Nezaketleri olmadığı gibi eyvallahları da yok. Yemek zorunda da değildik aslında. Türkiyelilerin bir hastalığı bu. Yüksek fiyat uyguluyorlar turistlere. Ses çıkaran da yok anlaşılan. Söylene söylene çıktık mekândan. Zipline Bazı arkadaşlar Fırat’ı yukarıdan ip ile (Zipline) geçmek istediler. Adrenalin tutkunları bunlar, sıraya girdiler. Korkmuyorlar da. Tam ortadayken halat bir kopsa ne olacak, düşünmek bile istemiyorum. Zipline olarak da bilinen ipte kayma işi, yüksek bir noktadan daha alçak bir noktaya gerilen çelik halat ya da iplerle yapılıyor. Tekerlekli makaralara bağlanan çelik halatlar kaygan yapıları ile sporcuların aşağıya doğru kaymasına yardımcı oluyormuş. Sporcuyu kayışa hazırlayan ve inişin kontrollü olması için orada bekleyen görevliler var. Biz Kadir ile birlikte Zülfikar’ı da yanımıza alarak o dik yamaçtan aşağıya inmek için önceden çıktık yola, tekneye doğru gidiyoruz. Uyduruk merdivenlerden iniyoruz aşağıya. O kadar para alıyorsunuz, merdivenleri bari düzgün yapın. Rıhtımı da düzgün yapın. Bu tür yerlerde engellileri zaten hiç düşünmüyorlar. Sanki gezmek ve dünyadan zevk almak sadece sağlıklı insanların hakkıymış gibi. Teknedeyiz. Tekne 25 kişilikmiş. Biz de tam o kadarız zaten. Fırat nehrinin üzerindeyiz. Daha ilkokulda iken Türkiye'nin nehirlerini okuturlardı bize. Fırat nehrini okuturlardı. Nasıl bir nehirdir diye merak ederdik. Bu geziyle merakımız giderildi. Nehrin iki tarafında yükselen dik kayalar var. Bir tanesi düşse … Allah göstermesin. Başımızı kaldırarak ancak kayaların bittiği yeri görebiliyoruz. O kadar yüksek. 500 metre olduğunu söyledi rehberimiz. Sanki bulutlarla dans ediyorlar. Sarmaş dolaş olmuşlar. Arkadaşlar da eşlik ettiler bu seremoniye, başladılar teknede halay çekmeye. Tekne devrilebilir gibi bir ihtimali düşünmüyorlar bile. Fırat’ın o berrak sularını yara yara gidiyoruz. Nerede duracağız, o tarafımızdan belli değil. Derken kaptan yanaştı rıhtıma(!) Rıhtım dediysem, nehrin biraz daraldığı yerde kaya birikintileri var, işte oraya. İnenler indi tekneden. Kayaların üzerinde sekmeye başladılar. Bir taraftan da çığlık atıyorlar. Düşmemek için birbirlerine sarılanlar da var. Fotoğraf çekmek için fevkalade bir mekân. Sanki podyum. Herkes poz verme derdinde…Bir de böyle çek, beni de çek… vb. Bu podyumu en iyi Hureyre ile Zelifa kullandılar. Ne de olsa yeni nişanlılar. Berlin’e dönünce 15 gün sonra düğünleri olacak. Hureyre benim oğlum iki numara. Annesi 3 sene önce Hakka yürüdü. 46 yıllık beraberlik sona erdi. Çocukların evlilikleri ile ilgi bütün yük benim sırtımda. Ne yapacağım ne edeceğim bilmiyorum. Evin hem kadını hem de erkeği olmak o kadar zor ki…Düğün işi tamamen ayrı bir iş. Berlin’de teyzeler halalar yok. Akraba var ama onlar da kendi derdinde. Kızım Dilruba ile işin içinden çıkmaya çalışıyoruz, çıkarız inşallah. Bir ara hayallere dalmışım o taşların üstünde. Geçmişe gitmişim. Zaman tünelindeydim. 46 yıllık geçmişi dolaşıp gelmek biraz zaman almış olmalı ki Eminin düdüğüyle ayıldım. Fotoğraf için verilen süre çoktan bitmiş, tekneden bağırıyorlar koro halinde, Hocam seni bekliyoruz… 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Tekrar oteldeyiz, akşam yemeğine kadar biraz vaktimiz var. Bazı arkadaşlar odalarına çekildiler, istirahat etmek için. Ben de berber aradım. Açık iki berber var dediler. Birisinde sıra çokmuş. Bana 2 saat sonra ancak sıra gelecekmiş. İkincisine gittim. Onda da sıra yok. Onlar da “bir saat beklemen lazım.” Dediler. Ancak “Bir çay ikram edelim, buyurun oturun.” Dediler. Güleç yüzlü insanlar. Çay bahanesiyle oturdum. Yabancı olduğum belli oluyor demek ki, “nereden gelip nereye gidiyorsunuz” sorusuna muhatap oldum. Muhabbet açıldı gitti. İster istemez bir yerden siyasete kapı açıldı. Girdim ben de o açılan kapıdan. Pahalılıktan bahsedildi. “Almanya’da üç aylık maaşla araba alınıyormuş, teyzemin oğlu söyledi. Biz burada değil üç aylık üç senelik maaşımızla bile bir araba alamayız.” Gibi aslı astarı olmayan cümleler kuruldu. Gelirlerini sordum. Sıkıntı yok. Müşteri yoğunluğundan belli sıkıntının olmadığı ama, sıkıntı var. Bu sıkıntı siyasi sıkıntı. Algı oluşmuş. Türkiye pahalı bir ülke diyorlar… Yazık hem de çok yazık. Türkiye gibi bir ülkenin, sıkıntılı insanları bunlar. Ne söylesem hemen öbür taraftan negatif bir cümle kuruluyor. Aslında benim anlattıklarımı dinlemiyorlar. Hemen sözümü kesiyorlar. Kafalarındaki oluşan algıyı tasdik ettirme derdindeler. Zaten yorgunum. Bir de önyargılı insanları dinlemek sıkıcı geldi. Tam gidecektim, sohbeti dinleyen müşterilerden birisi ayağa kalktı ve bana sırasını verdi. “Hocam benim o kadar acele işim yok. Buyurun.” Öğretmenmiş Eğin’de. Anlattıklarıma destek verişinden belliydi Türkiye sevdalısı olduğu. Verilen saatte geldim yemek salonuna. Zülfikar, Hureyre ve Gelin kızım Zelifa aynı masaya oturmuşlar benim yerimi de ayırmışlar. Yemek bekliyorlar. Menü dışında başka bir şey yemek imkânımız yok zaten. Kemaliye’de tadına bakılması gereken yerel lezzetler arasında; Göden, Çılbır, Sırın, Hışık Yahnisi, Çökelek Piyazı ve Kenger Kavurması bulunmaktaymış. Ancak biz o lezzetlerin hiçbirisinin tadına erişemedik. Belki başka bir zaman. Mâni yoluna giderken bir restoran vardı. Lökhanenin bitişiğinde restoran. İkinci katta. Çıktık baktık ambiyansı da güzeldi. Sahibi ile de muhabbetimiz oldu. Bu lezzetlerin hangisini istiyorsak onu hazırlayabileceğini de söylemişti bize. Ama rehberimiz “Karanlık kanyondan ne zaman geleceğimiz belli değil, grubu bölemeyiz, akşam yemeği için zaten otelde hazırlık yapılıyor…” dedi. Yemekten sonra Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına katıldık. Otelin hemen önüne kurmuşlar sahneyi. Oyun konusunda bir gün önce sıra gecesinde hızını alamayanlar bugün de devam ettiler. Eğin’deki günlerimiz çok güzel geçti. Eğin bize dokundu biz de Eğin’e... “Eğin dedikleri küçük bir şehir Ana ben cahilem çekemem kahır Yediğim içtiğim ağuyla zehir En gel yavrum en gel Eğin'li misen Sılaya gelmemeye yeminli misen Fırat kenarında kayık değilem Senden ayrılalı ayık değilem Bir çift selamına layık değilem En gel yavrum en gel, gel de gine git Akan gözyaşımı, sil de gine git” Devam edecek

DİNİN DEĞER YİTİMİ: ÇÖLLEŞME PROF.DR.İLHAMİ GÜLER

-İster, Yahudilik, Müslümanlık, Hristiyanlık arasında olsun, isterse bir alt başlık olarak Müslümanlar arasında olsun; ortada ciddi bir sorun olduğu gayet açık- Prof. Dr. İlhami Güler, 2022 yılında Berlin Türk Eğitim Derneğin’de Ehlikitap konulu bir konferans verdi. Güler bu konferansta özet olarak şunları söyledi: "Dindarlık bir duyarlılık halidir; Allah ile ilişkide, ahiretle veya insanlarla olan ilişkilerde duyarlı olmak, farkında olmak. Kur’an, bu hali takva diye tanımlıyor. Yaşamı, hayatı yaşarken aynı zamanda Allah’la birlikte yaşamak. Yani Allah’ı hesaba katmak, O’nu unutmamak. Kur’an’da zikredildiği gibi Allah’ı sıkça hatırlama hali; işte dindarlığın özü budur aslında. Dinlerin doğduğu tarihlere baktığımız zaman- ki en geç gelen din de bundan 1400 sene önce gelen İslamiyet’tir- hepsi tarım toplumlarında doğmuştur. Yani insanlar doğanın içindeyken, O’nun nimetlerinin içindeyken doğdu bütün dinler. Genelde insanlar tanrıya muhtaç olarak hissediyordu kendilerini. Yani Tanrı'ya muhtaç olduklarını hissetmeleri ile dindarlık arasında veya insanların tanrıya borçluluk hissetmeleri ile dindarlık arasında zorunlu bir ilişki ortaya çıkıyor. İster ilahi dinler olsun ister insani dinler olsun, şu soru önemlidir: Neden yeryüzündeki tüm tarım toplumları dindarlardır? Sanayi devrimine kadar yeryüzü tümüyle dindardı. Endüstri devrimi, aydınlanma ve bilimlerin giderek kesinleşmesi ve artması ile birlikte dinin değer kaybına uğradığını görüyoruz. En genel anlamda, Avrupa’daki adlandırılmasıyla söylüyorum: Bir “ruhtan zekaya geçiş” durumu, sekülerleşme ve modernite; bütün bu süreçler Avrupa’da başladı. İşte bunlar aynı zamanda dinin değer yitimi olarak ifade ediliyor. Dolayısıyla tanrının unutulması veya tanrının yerine insanın ön plana çıkması, yani tanrı ve öte dünya inançlarının giderek zayıflaması ve insanın yeryüzüne saplanması, yeryüzüne kapaklanması, yeryüzüne hapsolması gibi bir durum var özetle. Metafizikten kopuş, tanrıdan kopuş, ahiretten kopuş. Diğer tarafta ise aydınlanmayla birlikte insanın değer kazanması, hümanizm, insana vurgu ve dünyaya vurgu giderek artıyor. “Sekülerleşme = dünyevileşme” şeklinde de ifade edebiliriz. Bu süreci dile getiren farklı filozofların kullandıkları çok çarpıcı kavramlar da mevcut. Bunlardan bazılarına bakalım: Nietzsche: “Tanrının ölümü” “Tanrı öldü, tanrı çürüdü” sözü, Nietzsche’nin bir ateist olarak tanrıya karşı kinini ifade eden bir cümle değildir. Bu ifade esasında Avrupa’daki dönüşümü tasvir etmekte; bir tespittir yani. Martin Buber: “Tanrı tutulması” Tanrının kaybolması. T.S.Eliot: “Çoraklaşma” Max Weber: “Kutsal kubbenin çöküşü” Karl Marx: “Katı olanın/ kutsal olanın buharlaşması” Hölderlin: “Tanrıların göçüp gitmesi” İnsanlık tarihi süreç içerisinde sürekli tanrı ve/veya tanrı imgesi yaratıyordu. Fakat son süreçte (aydınlanma, Rönesans, reform, sanayileşme) tanrılar göçüp gitti ve artık insanlık tanrı imgesi yaratamıyor diyor özetle. Nietzsche: “Çölleşme” Tanrının kaybını, “tanrının ölmesi” olarak ifade ettiği tabiri, başka bir metafor ile dile getiriyor. “Böyle buyurdu Zerdüşt”, çok çarpıcı bir ifadedir. Devamında: “Çöl büyüyor, vay haline çölü görmezden gelenlerin” diyor. Heidegger, Nietzsche’nin “tanrı öldü” sözünün ne anlama geldiğini bir yazısında ele aldı. Orada çölleşme metaforunu da izah ediyor. Çok enteresan bir şey söylüyor, diyor ki: “Çölleşme, maddi anlamda yeryüzünün çölleşmesi gibi değildir. Çünkü o tehlike iklim değişikliği ile veya sulama ile telafi edilebilecek bir olgudur. Fakat zihnin veya düşüncenin çölleşmesi anlamındaki bu tanrı kaybının tekrar geri getirilmesi kolay kolay mümkün olmayacaktır; çok daha derin ve tehlikeli bir metafordur Nietzsche’nin “çöl büyüyor” ifadesi.” Ana hatlarıyla kavramsallaştırmalar bu şekilde. İçinde bulunduğumuz ve aşağı yukarı birbirine paralel süreçler olan bilim, teknoloji ve ekonomi çağlarının gelişimi ile birlikte, insanlık başka bir moda geçti. Artık dinlerin ocağı söndü; zemin gitti. Bu saatten sonra insanların din ve iman yaratması biraz zor gibi. Şu anda ortalıkta bazı ocaklar tütüyor, büsbütün söndü demek doğru olmaz. Fakat bu çölleşme bütün dünyayı etkisi altına almış durumda. İslam toprakları da dahil, tekin yerler değil, bir vaha değil yani. “Biz burada tohumlarımızı ekeriz, dini tekrar yeşertiriz” olmuyor; olay o kadar kolay değil maalesef. Bütün bu metaforlar gezegenin toplamı için söylenmiş laflardır. İster bilim olarak ele alalım ister teknoloji, isterse ekonomi veya kapitalizm; artık dünyada bu gerçeklerden müstağni kalmış olan coğrafya yok denecek kadar azdır. İşte böyle bir vaziyet ile karşı karşıyayız. Şimdi Hadid Suresi (57), 16. ayete bakalım. Bana göre bu ayet antropolojik olarak insanlığın durumunu ifade ediyor. Müminlere yani Müslümanlara hitap ediliyor. Müminlerin Allah’a karşı saygı duymalarının ve O’ndan inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesinin zamanı/vakti gelmedi mi diye soruyor Allah. Dikkat ederseniz hitap Müminlere. Yani o dönemin müminlerine hitap ederek diyor ki, Allaha karşı huşu duyma ve O’ndan inen hakikate karşı saygılı olma zamanı gelmedi mi? Sonraki cümle daha da önemli: “Onlar kendilerinden önce kendilerine kitap verenler gibi olmasınlar.” Yani Yahudiler ve Hristiyanları kastediyor. Ne demek peki onlar gibi olmasınlar? “Onların üzerinden uzun zaman geçti”. Yani kurucu tecrübeden, peygamberlerinden sonra aradan uzun zaman geçti, “kalpleri katılaştı ve çoğu da fasık kimseler oldu” diyor. Müminlere hitap ederek kitap ehlini kastediyor. Onların başına gelenler, sizin de başınıza gelmesin diye uyarıyor. Yani bir insanda gerçekleşebilecek bir durumu ifade ediyor aslında; zaman geçtikçe insanların kalpleri katılaşıyor ve çoğu da yoldan çıkıyor. Şimdi bize uygulayalım: Aradan 1400 sene geçti. Şu anda bizim durumumuz ile ehli kitabın durumu arasında bir fark yok benim gördüğüm kadarıyla. Yani Allah’ın bu uyarısı müminler için de gerçek oldu. Aradan uzun zaman geçince insanların kalpleri katılaşıyor. Şimdi o ayetin devamında, ilginç bir uyarı daha var, 16. ayet ile bağlantılı kanımca, “Allah, öldükten sonra yeryüzünü tekrar diriltiyor” diyor. Bunları birbiriyle bağlantılı olarak düşünürsek tekrar ümitvar olabiliriz aslında. Demek ki çölleşme olsa bile, insanlar istedikleri takdirde tekrar vaha ortaya çıkabilir. Bunu da bir lütuf olarak değerlendirebiliriz. İnsanlık istediği, tanrıya dönmeye kara verdiği takdirde, tanrı da elini uzatarak insanları bu durumdan bir kez daha kurtarabilir. Bunu hesaba katmamız gerekiyor. Bugünkü durum aşağı yukarı ortada. İslam dünyasına baktığımız zaman, dürüst olmak gerekirse, sahici anlamda çok fazla iman aktivitesi göremiyorum. Değişik yerlerde var ama böyle düzgün bir iman ve sağlam bir vicdan göremiyoruz. Bu Hristiyanlar için de, Yahudiler için de böyle. Bunu söylerken çok abartarak, yeryüzünde Hristiyan kalmadı, Yahudi kalmadı, Müslüman kalmadı demiyorum ama hepsinin de durumu ortada; hepsinin durumu biraz zayıf. Vicdanlar dumura uğramış durumda. İmanlarına gelince, onlarda da her üç din için geçerli olan ciddi sorunlar var. Doğru imanın ortadan kalkması Peygamberlerin hepsi aynı şeye çağırmış olmalarına rağmen bugünün gerçeğinde üç farklı din görüyoruz. Halbuki Allah’ın dini bir tanedir; yani peygamberlerin hepsi aynı dini vazettiler. Ama bugün Yahudilerin itikadı farklı, Hristiyanlarınki farklı, Müslümanlarınki farklı. Hadi biz son din olmamızdan ötürü en sahih olanın bizimki olduğunu kabul ediyoruz doğal olarak ama diğer din müntesiplerini ikna edebiliyor muyuz? Herkes kendinin son olduğunu, herkes kendinin en doğru olduğunu söylüyor. Oturup da sağduyuya dayalı bir şekilde konuşamıyoruz maalesef. Oysa Tanrı eğer peygamberlerin hepsini aynı gaye için gönderdiyse, o zaman bir ortak paydada buluşabilmemiz lazım gelmez miydi? “Aramızda ortak bir kelimeye varalım”; Kur’an’ın da çağrısı bu değil miydi (3:64)? Bunu ne Hristiyanlar kabul etmişti ne de Yahudiler. Bugün de başaramıyoruz bunu. Birinci handikap bu. Bu dinlerin mümessilleri bir araya gelip de “biz aslında aynı diniz, fakat işte tarihi süreç içinde bir takım yorum sorunları ortaya çıktı. Gelin bir ortak paydada buluşalım da hiç olmazsa ateistliğe karşı, dinsizliğe karşı, duyarsızlığa karşı bir ortak cephe oluşturalım” diyemiyor maalesef. Demem o ki birinci sorunumuz istikamet sorunu. İnanacağız da neye inanacağız? Sahih itikat, doğru iman nedir, hangisidir? Allah Yahudileri eleştirirken onlara “eğer iman ediyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor.” demişti (2:93). Bu Hristiyanlar için de geçerli. Çuvaldızı kendimize batıralım: Şu anda Sünniler ve Şiiler bir özeleştiri yapıp da “hakikaten Allah’ın Kur’an’da bizden istediği yol üzere miyiz, doğru istikamet üzere miyiz?” diye şüphe edip kendi itikatlarını en azından bir araya getirme gayretine giriyorlar mı? Şiilik ve Sünnilik arasında bir yakınlaşma olsun diye Takrib cemiyeti kurulmuştu bu yüzyılın başında. Epey de gayretli oldu. Ama maalesef şu ana kadar Şiilik ve Sünnilik arasında, dogmalaşmış, katılaşmış, fosilleşmiş olan itikatları sökerek, bunları bir özeleştiriye tabi tutarak, Kur’anı hakem kılıp bir ortak itikat üzerinde mutabık kalınamadı. Sahih bir itikat oluşturma problemi ister geniş anlamda Yahudilik, Müslümanlık, Hristiyanlık arasında olsun, isterse bir alt başlık olarak Müslümanlar arasında olsun; ortada ciddi bir sorun olduğu gayet açık. Ayet bağlamına geri dönecek olursak, zaman geçince imanın ortadan kaybolması ve ölü itikada dönüşmesi söz konu. Yani iman zail oluyor, iman gidiyor, iman yok oluyor. Sadece itikat sahipliği kalıyor. Bugününün İslam dünyasına bakacak olursak da çoğunluğun itikat sahibi olduğunu görüyoruz; iman sahibi insanı ise maalesef aynı oranda göremiyoruz. Çünkü imanın olabilmesi için insanların Tanrı ile olan ilişkilerini sürekli canlı tutmaları gerekiyor. İman artan ve eksilen bir şeydir. Yani bir insan imansız olabilir; imanı sıfıra da iner. Ama imanı arta da bilir. Barometre gibi düşünün; 37’ye çıkar, 40’a çıkar veya 0’a da düşebilir. İman canlıdır. Duygusal derinlik yaşantılarıdır iman. Allaha karşı huşu duyma, kaygı duyma, korku duyma, güven duyma, vs. Allah’a âşık olmayı bunlardan beri tutuyorum şahsen; o tanrının insanlardan istediği bir şey değil. Fakat insanların Allah’a hürmet duymaları duygusal değerin bir yansımasıdır. Demem o ki şu anda dindarlarda bu duygusal yaşantı durumları gerçekleşmiyor. Öyle olunca herkes itikat sahibi oluyor; canlı iman olmayınca da amel ortaya çıkmıyor. Seküler yaşam için geçerli olmasa da dinsel ahlakta, iman ile ahlak arasında canlı bir ilişki vardır. İman ahlakı ortaya koyar; iman amel doğurur. Canlı iman olmayınca sahih amel de olmuyor. İnsanların kodladıkları bazı davranışları var, ibadetler, helaller, haramlar; onları yerine getirerek dindarlıklarını tamamladıklarını sanıyorlar. Oysa akşama kadar, gün boyu ve her ilişkide canlı bir dindarlık gerekmektedir. Tarihin büyük bir bölümüne baktığımızda genelde ilmihal Müslümanlığı ile karşılaşırız. İlmihal Müslümanlığı kitaptan çıkarılan birkaç tane ibadet, birkaç tane de helal haram ile tamamlanmış olur; bunları yerine getirdiğimiz zaman kendimizi müminlerden sayıyoruz. Bir de düşünme daha doğrusu düşünmeme sorunumuz var. Dindarlığın gerçekleşebilmesi için bugün ne yapmalı? Bu çağda imanı tekrardan oluşturabilmek için ne yapmamız gerekiyor? Yani benim Kur’an’dan görebildiğim kadarıyla, önce düşünmenin başlaması lazım. Düşünmeyi öğrenmek lazım Dikkat edersiniz, Kur’an insanları sürekli düşünmeye çağırıyor. Bu, sıradan bir insan için mümkün müdür peki? Evet, mümkündür. Bence bunun en güzel örneği Sokrates’tir. Kimdir Sokrates? Bir filozof değil, bir sokak insanıdır. Esnaftır. Ama düşünmeyi öğrenmiştir. Sürekli soru soruyor ve cevap üretiyor. Sofistler gibi profesyonel değil, tüccar değil, filozof değil. Bilgisini satma peşinde de değil. Sıradan, sokaktan geçen bir adam. Düşünen bir insan. Tanrının istediği de işte tam olarak böyle bir tip olsa gerek: Duyarlı, düşünen bir insan. Yani sokak insanını düşünür hale getirmek. Düşünür derken bilim adamı filozof falan değil; ahlaki anlamda düşünür. Yaşam üzerine düşünen insan. Dini düşünmenin iki kolu vardır: 1) Allah’ı düşünme yetisi: Allah’ın var olduğunu, nimetlerini, insana verdiği nimetleri düşünerek takdir etmek, O’na iman etmek. 2) İnsanlarla olan ilişkilerde düşünme yetisi: “Ben bu eylemi yaparsam, bunun sonucunda ne çıkar?” Her bir insan teki Allah’ın verdiği kabiliyeti kullanarak bu düşünmeyi başarabilir. Düşünmeyi öğrenemediğimiz sürece dine dönebileceğimizi zannetmiyorum. Burada da düşünme derken yine meslek eğitimini, filozof olmayı, bilim adamı olmayı kastetmiyorum. Hayır; her bir bireyin başarabileceği, uhdesinde var olan, muktedir olduğu ve Allah’ın kendisine yaratılışta vermiş olduğu düşünme kapasitesini kullanabilmesinden bahsediyorum. Tanrıyla olan ilişkisini canlı tutma, insanlarla olan ilişkisini istikamet üzere tutma; yani yaptığı eylemin doğurduğu sonuçları hesaba katma becerisi. Yaptığım eylemin sonucu ne olur, maslahat mı çıkar, mazarrat mı çıkar? Zulüm mü çıkar, adalet mi çıkar? Denenme kapasitesini Allah insana vermişse, o halde her bir insan tekinin akil bağlı olduktan sonra, düşünür olma ve davranışlarını buna göre biçimlendirme mecburiyeti ve sorumluluğu vardır. Ata baba dinini Allah reddeder Eğer biz yeniden iman etmek istiyorsak, imanı edinmek istiyorsak, bu bir çaba gerektirir. Dolaysıyla taklit yoluyla atalardan, toplumlardan alınan inanç Kur’an’a göre meşru değildir, olamaz. Bu gayet açık ve nettir. Atalardan, babalardan geçmişten, gelenekten; miras yolu ile alınan itikat ve inançlar Kur’an’a göre zerre değeri olmayan inanç şekilleridir. Bir körün bir rehber ile olan ilişkisine benzer. Rehber eğer iyi niyetliyse, doğru yoldaysa seni bir yere götürür, yok iyi niyetli değilse, gider seni uçurumdan aşağı atar. Dolayısıyla körü körüne taklit etmek bir mazeret değildir. Bu sebeple de her bir insan tekinin kendi imanını kendi düşünerek edinmesi gerekiyor. Bu imanı edinemediğimiz müddetçe, dinin tekrar geri gelebileceğini düşünemiyorum. Vicdan Kapasitemiz Allah’ın insanı denemek için verdiği diğer özellikler de özgür irade ve vicdan kapasitesidir. Her bir insan tekine verilmiş olan bu özelliklerin aktif olması gerekiyor. Vicdanın sürekli işler halde olması gerekiyor ki din tekrar geri gelebilsin. Mesela, şu anda hemen hemen hepimizde olan vicdanın önünde birkaç temel engel sayalım: Gelenek, alışkanlık, tarikat, cemaat, mezhep, partizanlık, aşiret, kabile, kavim, hemşerilik; bunların hepsi, dikkat ederseniz, insanların günlük yaşamlarında eylemlerini ortaya koyarken onları çepeçevre kuşatan şeylerdir. Bizler eylemlerimizi büyük ölçüde bunlara göre şekillendiriyoruz. Bunlara göre yapınca da vicdan ortaya çıkamıyor. Hal böyle olunca da norm yaratamıyoruz, uzlaşamıyoruz. Buralardan çıkamadığımız sürece de diri bir vicdan elde edemeyiz. Doğaya Dönüş Bir başka husus da doğa; tabiata dönmediğimiz sürece dindarlık bana pek mümkün görünmüyor. Almanya’yı ben biraz istisna tutuyorum, burası tabiatın içerisinde. Ama diğer ülkelerin çoğunda şehirlere hapsolmuş durumdayız. Teknoloji bizi bir ipek böceği kozası misali, çepeçevre kuşatmış. Teknolojinin yaratmış olduğu bu örümcek ağından biraz uzaklaşıp da doğaya dönemediğimiz müddetçe dinin ortaya çıkacağını düşünmüyorum. Esasında doğa kelimesi de seküler bir kavram; burada benim maksadım tanrının yaratmış olduğu tüm ayetler, tüm nimetlerin, rızıkların ve emanetin oluşturduğu çevre; işte onların içine dönemediğimiz müddetçe, kendi elimizle yaratmış olduğumuz bu ipek böceği kozalarının içinde, acizane, dinin var olacağına asla ihtimal vermiyorum. Çünkü bizim yarattığımız bu dünyanın kendisine göre bir psikolojisi, bir ruh hali var; buralardan asla din çıkmaz. İnsana Dokunmak Narsizm, çağımızın en önemli hastalıklarından biri; kendi kendine yeterlilik hali tabiri caizse. Aklımızın giderek daha fazla ermesinin yanı sıra teknolojinin ve ekonominin yarattığı imkanlar bütünleşerek bireyselleşmeyi doğurdu. Bireyselleşme bir yanı ile iyi, bir yanı ile ise kötü bir şeydir. Doğu toplumları aşırı derecede birbirine kenetlenmiş durumda, kimse başını kaldıramıyor. Batıda ise aydınlanma, Rönesans, reform, özgürlükler falan derken herkes birer kum tanesine dönmüş vaziyette. Kimse kimseye dokunamıyor. Herkes bir tanrı; herkes kendi burnunun doğrultusunda gidiyor. Bu da doğru değil, bu da insanlık değil. En iyisi kirpi mesafesi; ne dikenlerimiz birbirine batacak kadar yakın duralım ne de nefesimiz birbirimizi ısıtmayacak kadar uzak. Bu denge önemli. Doğru olan mütevazi bir şekilde insanların birbiriyle ilişki kurmalarıdır; bu olmadığı müddetçe dinin mümkün olamayacağı kanaatindeyim. Dinin oluşabilmesi için dostluğun ve sohbetin var olması gerekiyor. Zaten Müslümanlık da kardeşliktir biliyorsunuz; bir yakınlık olması lazım. Bir öteki olması lazım, ötekini hesaba katabiliyor olmak lazım; kendimizi kurarken, ötekiyle birlikte kurmamız lazım. Bu olmadığı zaman Kuran’da istifçilik diye geçen, cimrilik tarzında bir psikoloji insana egemen oluyor. İstifçilik yani tekasür, taaddüt, çoğaltma, biriktirme, arttırma… İnsan bir kere kapıldığı zaman bu psikolojiye, din iman hak getire. Ancak ötekine yönelerek, öteki ile dostluk ilişkisi kurarak ve vererek yani infak, paylaşma, ötekini buyur etme; insan olmanın ve dahi mümin olmanın en temel iki şartı kanımca: Misafirperverlik ve paylaşmak. Ötekini kabul edebilmek, ötekine açık olabilmek, evinin kapısını ötekine açık tutabilmek, ötekinin derdi ile ilgilenebiliyor olmak, sadece kendine kapanık olmamak… Fakat bugün, bütün Avrupa’ya, bütün dünyaya egemen olan insan tipi Spinoza’nın “Conatus Essendi” dediği, yani kendi kendini zincirleme, kendi kendini kapatma tarzıdır. Buradan kurtulmak lazım. Buradan çıkamadığımız müddetçe, bu narsisizmden, bu istifçi karakterden kurtulamadığımız müddetçe, asla dine dönemeyiz. Ne din ne de Tanrı tekrar geri gelmez. Açıkçası, tanrıların göçüp gitmesi veya tanrı tutulması kavramları bana çok yabancı gelmiyor. Yani bunu Kur’an’da da rahatça görebiliyoruz. Bir ayet var, diyor ki, “onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”(59:19). Yani biz tanrıyı unuttuktan sonra, tanrı da kendini bizim gözümüze sokmuyor. Tanrı kendini geri çekiyor. (17:8) “وَاِنْ عُدْتُمْ عُدْنَاۢ” – bu ayet çok temel bir kuraldır. “Siz dönerseniz biz de döneriz. Siz beni unutursanız, ben sizinle hiç ilgilenmem. Hiç de size muhtaç değilim. Beni unuttunuz, bana kulluk etmiyorsunuz, kafirsiniz; tamam, canınız cehenneme.” Diyor. Tanrı kendisini gözümüze sokmaz Bu tamamen bize bağlı, ilk adımı sen atacaksın. Çünkü borçlu olan sensin. Sen tanrıya yönelmedikçe, O’nu aramadıkça, çağırmadıkça, O’na saygı duymadıkça, tanrı sana kendini göstermez. Dolayısıyla “tanrı tutulması” ve “tanrının göçüp gitmesi” günümüzü de çok güzel ifade eden betimlemelerdir. Tanrının geri gelebilmesi için de yukarıda saydığımız maddelerin insanlar tarafından dikkate alınması ve başlatılması gerekiyor. Bunlar yapılmadığı sürece, çölleşmenin giderek artacağını düşünüyorum. İnsanlık ve gezegen toptan gidip bir yere çarpabilir, kendimizi kendi ellerimize bir uçurumdan aşağı atabiliriz. Din veya tanrı kendini geri getirmeyecek; buna insanlık karar verecek. Yunus kavmi ile ilgili Kur’an’da bir ayet var: Allah en son Yunus kavmini helak etmeye karar vermişti hani. Bunun üzerine Yunus kavmi tehlikeye doğru giderken, helakın emarelerini görüp tekrar iman etmişti, Allah da “biz de onlardan helakı kaldırdık” demişti. Kur’an, sadece Yunus kavminin bunu böyle yaptığını belirtiyor. Şimdi bunu biraz önceki ayetle birlikte tekrar düşünürsek: İnsanlık eğer kendisi, kendi iradesiyle karar verip de tekrar geri dönerse, tanrı da insanların elinden tutar ve yardım eder. Böylelikle tekrar kurtuluşa erebiliriz. Ama insanlık buna prim vermeyip de kendi burnunun dikine gitmeye devam ederse, acizane, tanrının buna müdahale edeceğine veya yardım edeceğine inanmıyorum…Vesselam." Deşifre ve özet: Rüştü KAM

ALMANYA'DA TÜRK GAZETECİLER DERDEST EDİLDİ -Neden derdest edildi anlayan varsa beri gelsin-

Rüştü Kam 21.05.2023 “Herkesin, düşüncesini söz, yazı ve resimle özgürce ifade edip yayma ve herkese açık olan kaynaklardan, hiçbir engele uğramadan bilgi edinme hakkı vardır. Basın özgürlüğü ile radyo ve Film aracılığıyla haber verme özgürlüğü, güvence altındadır. Sansür uygulanamaz” (Alman Anayasası’nın basın özgürlüğü ile ilgili 5. Maddesi) Alman Anayasası’nın 5. Maddesinde basın özgürlüğünden bahsediliyor. Bu özgürlüğün aynı zamanda Anayasal güvence altında olduğunun altı da kalın bir şekilde çiziliyor. Elbette alkışlanacak bir güvence. Benim anlamadığım; demokrasinin beşiği olarak bize tanıtılan Almanya'nın, bu güvenceye rağmen yani ANAYASA’ya rağmen, kolluk kuvvetlerinin iki gazetecinin kapısına hangi gerekçeyle dayandığıdır. Sabahın köründe, köpeklerle 20 kişilik bir ekiple. Çocuklarının ve eşlerinin gözleri önünde; ben burayı anlamakta güçlük çekiyorum (17.05. 2023). Anlayan varsa beri gelsin. 4 saat boyunca da gazetecilerin evleri didik didik aranıyor. Evde kadın varmış, çocuk varmış, onların psikolojileri bozulacakmış kolluk kuvvetlerini ilgilendirmiyor. 9 saat sonra serbest bırakılıyorlar. Bu dokuz saat süresince herhalde kahve içip karşılıklı sohbet etmiş olamazlar. Böyle bir olay Türkiye’de olduğu zaman dünyayı ayağa kaldıran Alman basın kuruluşlarının ise sesi soluğu çıkmıyor. Sesini çıkaranlar da var elbet, onlar da derdest edilenlerin Erdoğan yanlısı olduğundan dem vuruyorlar. Haksızlığın, hukuksuzluğun, Erdoğancılığı mı olurmuş. Haksız olan her zaman haksızdır. Haklı olan da haklı. Anayasa herkesin Anayasa'sıdır. Alakalı-alakasız konularda hemen basın toplantısı yapan, basın bildirileri yayınlayan, yürüyüşler yapan Türk gazetecileri de bu sefer suspus oldular. Türk gazetecilerinden bahsediyorum. Türklerin kurdukları basın kuruluşlarından bahsediyorum. Anayasal özgürlük denilen şey acaba nasıl bir şeydir, bu özgürlük kimler için geçerlidir? Güçlü olanın haklı olduğu bugünün dünyasında bu sorunun cevabını bulmak oldukça zor. Ben bu kadar sözden sonra sözü duayen gazeteci Ahmet Külahçı’ya bırakayım. Ahmet Külahçı, Hürriyet Gazetesi Avrupa Koordinatörüdür. Konuyu enine boyuna işlemiş. Güzel işlemiş. Ben de o yazıyı, kendisinden müsaade alarak önemine binaen köşemde aynen yayınlıyorum. Külahçı bu kadar da olmaz, olmamalı demiş…Güzel demiş. BU KADAR DA OLMAZ OLMAMALI “Sabah gazetesi Almanya Temsilcisi İsmail Erel ile Sabah Avrupa Yazı İşleri Müdürü Cemil Albay’ın Frankfurt yakınlarındaki oturdukları evlere çarşamba günü sabahın köründe polis baskın düzenledi. İsmail Erel’in kapısına 20’ye yakın polis dayandı. Beraberlerinde iki polis köpeği de vardı. Cemil Albay’ın da öyle. Darmstadt Savcılığı ve Hessen Polisi’nin katılımıyla düzenlenen baskında, meslektaşlarımızın evleri didik didik arandı. Hem de 4 saat boyunca. Evlerindeki cep telefonlarına, bilgisayarlara, ses kaydı cihazlarına, klasörlere el konuldu. Daha sonra da polis araçlarına bindirilerek ifadeleri alınmak üzere Darmstadt Emniyeti’ne götürüldüler. Hatta navigasyonlarının izlenmesi için otomobilleri bile çekicilere yüklenerek Darmstadt’a götürüldü. 9 SAAT SONRA SERBEST BIRAKILDILAR İsmail ve Cemil, Emniyet’te saatlerce alıkonuldu. Yaklaşık 9 saat sonra da serbest bırakıldılar. Darmstadt Savcılığı ile Güney Hessen Emniyet Müdürlüğü ortaklaşa bir basın açıklaması yaparak, “Darmstadt Savcılığı’nın soruşturması çerçevesinde tehlike teşkil eden kişisel verileri yayınlama şüphesiyle Emniyet güçleri çarşamba sabahı (06.30) Mörfelden-Walldorf’ta 46 ve 51 yaşlarında iki gazetecinin özel konutlarında arama yapmıştır. Elektronik kayıt aygıtları ve başka kanıtlara el konulmuştur. İşlemler tamamlandıktan sonra iki erkek de serbest bırakılmıştır” ifadelerine yer verildi. Arama emri, Darmstadt Savcılığı’nın başvurusu üzerine Darmstadt Sulh Mahkemesi tarafından 1 Şubat 2023 tarihinde verilmiştir. O kararda, ‘www.sabah.com.tr’ internet sitesinde 22.09.2022’de, 23.09.2022 tarihli Sabah gazetesinde de Gülen Hareketi’nin sorumlularından olduğunu ileri sürdükleri Cevheri Güven’e ve ailesine ait Ceza Yasası’nın 126. maddesi A bendine göre suç teşkil eden, detaylı kişisel bilgileri yayınladıkları şüphesiyle İsmail Erel ile Cemil Albay’ın evlerinde arama yapılması yer almaktadır. Hatta soruşturmanın amacını tehlikeye düşüreceği gerekçesiyle, önceden ifadelerine başvurulmaması da. MEDYANIN TUTUMU Alman medyasında polis baskınıyla ilgili çıkan haberlere bakıyorum. “Olamaz, bu kadar da olamaz. Olmamalı” diyorum. Frankfurter Rundschau gazetesi, ‘Hessen’de Erdoğan’a yakın basına baskın-Gazeteciler bir Gizli Haber Alma Teşkilatı’nın uşağı’ başlığıyla verdi haberi. Die Welt gazetesi, ‘Hessen’de Türk redaktörlere baskın. Ankara Alman Büyükelçi’yi çağırdı’ başlığıyla. Bild gazetesi ‘Baskın nedeniyle Erdoğan, Almanya Büyükelçisi’ni çağırdı’ başlıklı haberinde, “Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Dışişleri Bakanlığı, Alman Büyükelçi’yi çağırdı” diye yazdı. Stern dergisi haberi ‘2 gazeteciye soruşturma nedeniyle Ankara’da Alman Büyükelçisi çağrıldı’ başlığıyla verdi. Der Tagesspiegel gazetesi, ‘Gazetecilere baskın Türkiye’yi kızdırdı: Ancak teröristler ve ajanlar böyle gözaltına alınır’ başlığıyla Türk tarafın tepkisine yer verdi. Alman televizyonlarında da baskın nedeniyle Almanya’nın Türkiye’deki Büyükelçisi Jürgen Schulz’un Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldığı ön plana çıkarıldı. Alman medyasındaki haberlerin hemen hemen hepsinde Sabah’ın ‘Erdoğan yanlısı’ olduğunun altı özellikle çizildi. ‘Erdoğan’ın gazetecileri’ diyenler bile oldu. ALMANYA’NIN GAZETECİLERİ Evlerine baskın düzenlenen İsmail Erel ve Cemil Albay, Alman yasalarına göre Almanya’da kurulmuş Turkuvaz atv SABAH GmbH şirketinin yayınladığı Avrupa Sabah’ın personelidir. Onlar Erdoğan’ın değil, Almanya'nın gazetecileridir. Yıllardır Almanya'da gazetecilik yapmaktalar. Daha önceki dönemlerde teröristler tarafından öldürülerek şehit olan Türk askerlerini ‘Erdoğan’ın askerleri’, Türkiyedeki cezaevlerini ‘Erdoğan’ın hapishaneleri’ olarak niteleyen Alman medyası artık bu yaklaşımından vazgeçmelidir. Alman Anayasası’nın basın özgürlüğü ile ilgili 5. maddesinde, “Herkesin, düşüncesini söz, yazı ve resimle özgürce ifade edip yayma ve herkese açık olan kaynaklardan, hiçbir engele uğramadan bilgi edinme hakkı vardır. Basın özgürlüğü ile radyo ve Film aracılığıyla haber verme özgürlüğü, güvence altındadır. Sansür uygulanamaz” denilmektedir. Buna rağmen Alman medyasında meslektaşların bunu görmezden, duymazdan gelmelerini, Türkiye'de bir basın mensubu gözaltına alındığında eleştiren Alman politikacıların kendi ülkelerinde yaşananlara karşı suspus olmalarını anlamak mümkün değildir. Almanya'da medya mensuplarının haklarını savunmak için var olduklarını ileri süren gazeteciler cemiyetlerinin sessiz kalmalarını da.“