23 Kasım 2020 Pazartesi

ÖĞRETMENLER GÜNÜ 2020

Bugün 24 Kasım ‘Öğretmenler Günü.’ Öğretmenler günü kutlanacak. Hem de resmî törenlerle kutlanacak. Öğretmenlerin hoşgörüsünden, sabır küpü olmalarından, sevecen olmalarından, öğrettikleri bilgilerden, rehber olmalarından hayatımıza yön veren birer mimar olmalarından, bize bir harf öğrettiği için kendilerinin kölesi olmamız gerektiğinden bahsedilecek. Hamasi nutuklar atılacak. Onları yücelten şiirler okunacak. Daha hiçbir şeyin farkında olmayan küçücük öğrenciler yüceltecek onları. Sahiplenilecek onlar ve halkın da onları sahiplenmesi istenecek. Radyolarda, televizyonlarda, açık oturumlarda, gazetelerde onlardan bahsedilecek. Geleceğimize ışık tutan, aydınlık yarınların öncüsü tüm öğretmenlerimizin “ÖĞRETMENLER GÜNÜ” kutlu olsun, denilecek. Denilsin elbet. Ancak hak eden öğretmenler için denilsin. Elbette bu özelliklere sahip olan öğretmenler vardır, bunlar çoğunlukta da olabilirler. Onların önünde eğiliriz, dua da ederiz onlar için. Ziyaretlerine de gideriz bayramlarda. Sosyal medya üzerinden onlara ulaşır gönüllerini de alırız. Almalıyız da. Hele bir de o öğretmen öğrencisinin geleceğini inşa etmişse, ona yol göstermiş elinden tutmuş ise o öğretmenin önünde ceket düğmelenir, saygı ile eğilinir ve eli öpülür. Alimlerine saygı duymayan insanlar geleceklerini inşa edemezler. Kur’an ilim sahiplerine itaat etmemizi, onlara saygı göstermemizi ister bizden; “De ki, bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Zümer sûresi 39/9) “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ilim sahiplerine (ülü’l-emr) de. (Nisa Suresi 4/59) Bu buyruklar karşısında da ceketlerimizi düğmeler, buyruk Sahibi’nin önünde elbette saygı ile eğiliriz. Ancak, bir de öğrencisine hayatı zindan eden öğretmenler vardır. Öğrencisini sürüm sürüm süründüren, bir puan eksik not vererek öğrencinin dünyasını karartan, bu yaptığı iş ile de övünen, sadist, psikopat, din düşmanı, başörtüsü düşmanı, millet düşmanı, vatan düşmanı öğretmenler vardır. Nice öğrenciler o öğretmen yüzünden okulu bırakmıştır. Hatta okumayı bırakmıştır. Öğrencisini döven, aşağılayan, giyimiyle dalga geçen, inancıyla dalga geçen, mezhebiyle dalga geçen, ailesiyle dalga geçen öğretmenlerdir bunlar. 24 Kasım törenlerinde bu psikopatlardan hiç bahsedilmez. Onlar da taktir edilen öğretmenlerin gölgesinde alkış alırlar. Yanlıştır, haksızlıktır. Özverili öğretmelere haksızlıktır. Onlar hak ettikleri yergiyi bu törenlerde almalıdırlar. Yaptıkları yanlışlıklar yüzlerine vurularak cezalandırılmalıdırlar. Madem 24 Kasım öğretmenler günü olarak kutlanır. Bu kutlamaya layık olmayan öğretmenler bu törenlere de alınmamalıdır. Çünkü, kutlama sevgiliye olan minnettarlığın dışa vurumudur. Vatanın kurtuluşu bu anlamda kutlanır, bayramlar bu anlamda kutlanır, festivaller bu anlamda yapılır. İki yüzlü insanların gerçek yüzü bu gibi törenlerde faş edilmelidir. Aynı özelliğe sahip olan, hocalar da vardır. Çocuklar o hocalar yüzünden camiden, cemaatten, dinden soğumuşlardır, hatta sırf bu yüzden dinlerine düşmanı olanları bile vardır. Onlar da faş edilmelidir. Onların da iplikleri pazara çıkarılmalıdır. Milletin parasıyla milletin çocuklarına zulmeden hasta ruhlu bu öğretmenler ve hocalar öğretmenler camiasından tecrid edilmelidir. Tecrid edilmelidir ki; onların halini görenler onların yaptıklarını yapmasınlar. Ben öğrencisini öğrencisi olduğu için seven ve görevinin de ona bildiklerini öğretmek olan, onlara yol gösteren onları seven, vicdan sahibi, sorumluluk sahibi öğretmenlerin önünde saygı ile eğiliyorum ve onların öğretmenler gününü bütün kalbimle kutluyorum.

19 Kasım 2020 Perşembe

DEVLETİN DİNİ ADALET, DİNİN DEVLETİ HÜRRİYETTİR

Prof. Dr. Mustafa Öztürk yazmış. Ben de Üstadıumızın hoşgörüsüne sığınarak. Bu yazıyı önemine binaen köşemde aynen yayınlıyorum. Güncel siyasi tartışma platformlarında kimi zaman Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi sahâbîlere atfen iki çarpıcı söz zikredilir. Bunlardan biri, “Devletin dini adalet, dinin devleti hürriyettir”, diğeri “Adalet mülkün temelidir” şeklindedir. Bu sözler sübut (senet, isnat) açısından belirsiz olmakla birlikte mana ve mesaj yönüyle muhkem ayet gibidir. İslamcılıkla hemhal olduğumuz seksenli yıllardan bu yana bilfiil yaşadığımız sosyal ve siyasal tecrübeler şeksiz şüphesiz biçimde gösterdi ki gerçekten de “adalet mülkün temelidir” ve gerçekten de “devletin dini adalettir”. Binaenaleyh ne laiklik, cumhuriyet, demokrasi ve de monarşi, oligarşi veya meşrutiyet, mülkün (devlet ve düzen) temelini oluşturan adalet ilkesinden bağımız olarak kayda değer bir anlam taşıyan kavramlar değildir. Başka bir deyişle, adalet söz konusu olmadığında devlet düzeni ister laiklik ve demokrasiye ister monarşi veya oligarşiye dayansın, pek fazla bir anlam ifade etmemektedir. Adalet, efradını cami ağyarını mani şekilde tanımlanması zor bir kavram olmakla birlikte insanlığın maşeri vicdanında fıtrî olarak kendiliğinden tanımlanmış halde bulunduğundan olsa gerek Kur’an dahi “adalet”in tanımına dair herhangi bir beyan içermez. Buna mukabil birçok ayette adalet ve hakkaniyetten şaşılmaması ve ne pahasına olursa olsun adaletin hâkim kılınması gerektiği vurgulanır. Ferdî ve içtimaî yapıda dirlik ve düzenliğin yanı sıra hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlâkî erdem diye tanımlanması mümkün olan adaletin zıddı zulümdür. Arapça sözlüklerde “bir şeyi ona ait olmayan yere koymak” diye açıklanan zulüm (zulm) dinî, ahlâkî ve hukukî bir terim olarak “sınırları aşma, haktan bâtıla sapma, kendi hak alanının dışına çıkıp başkasını zarara sokma, rızasını almadan birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunma”, özellikle de “güç ve otorite sahiplerinin sergilediği haksız ve adaletsiz uygulama” gibi anlamlarda kullanılır. Devlet ve siyaset üzerine dair birçok eser kaleme alan ve el-Ahkamu’s-Sultâniyye adlı meşhur eserinde “toplumsal yapı açısından en temel ilke kamu düzeni, devlet idaresi açısından da yönetimde adalettir. Sosyal sorunlar ve sıkıntıları baskıyla önlemeye kalkışmak aldatıcı bir çözüm formülüdür” diyen Mâverdî’ye göre kendi halkına zulmeden devlet onun güvenini, dolayısıyla kendi meşruiyet zeminini kaybedeceğinden yıkıcı bir güç haline gelir. Bunun içindir ki “Mülk (devlet) küfürle ayakta durur ama zulümle durmaz” (el-mülkü yebkâ ale’l-küfri velâ yebkâ ale’z-zulm), “Allah kâfir olsa bile adaletli bir devlet düzenini ayakta tutar ve fakat müslüman olsa dahi zalim devlet düzenini payidar kılmaz” “Dünya düzeni adalet ve küfür üzere devam eder; fakat zulüm ve İslam üzere devam edemez” denilir. Bu çarpıcı vecizeler de Hz. Ali ve/veya Hz. Ömer’e izafe edilen “Devletin dini adalet, dinin devleti de hürriyettir” sözünün ne kadar isabetli olduğunu teyit eder niteliktedir. Bu söz sanki Mu’tezilî gelenekten sadır olmuş gibidir. Çünkü Mu’tezilî gelenekte adalet ilkesi devlet bir yana Allah için bile zaruridir (vücub alellah). Daha açıkçası, Mu’tezile Allah’ın insanlarla ilişkisinde adalet ve hakkaniyet ilkelerine uymasını “aslah” fikri çerçevesinde O’nun için zorunlu (vacip) bir vazife olarak telakki etmiştir. “Dinin devletinin hürriyet/özgürlük” olması meselesine gelince, Kur’an’ın beyanları uyarınca din (İslam ve müslümanlık) Allah’a mutlak teslimiyeti gerektirdiğinden, dolayısıyla Allah “rab” (efendi), insan “abd” (kul, köle) olarak tarif edildiğinden, bu bağlamda dinin devletinin özgürlüğe karşılık geldiğini söylemek pek mümkün değildir. Ancak dinin insanlar tarafından anlaşılması ve uygulanması zemininde durum değişir. Daha açıkçası, gerçek hayat düzleminde belli bir dinî görüş ve yorumun mutlak ve yegâne hakikat gibi algılanıp başka görüş ve yorumların din dışılık veya sapkınlıkla yargılanmaması, bilakis dinî alanda farklı görüş ve yorumlara hayat hakkı tanınması söz konusu olduğunda “dinin devleti özgürlüktür” denebilir ve din ancak böyle bir özgürlük vasatında insanlara huzur temin edebilir. Aksi takdirde dinin korkunç bir baskı aracına dönüşmesi işten bile değildir. Nitekim sözde din adına insanlığın ne kadar korkunç zulümler ve kıyımlara maruz kaldığına tarih şahittir. Bütün bu mülahazalardan sonra “Devletin dini adalettir” sözünün hal-i hazırda yaşadığımız gerçek hayat alanında da dört gözle gerçekleşmesini ümit ettiğimiz bir büyük hayal ve ideale karşılık geldiğini söylemek gerekir. Özellikle Fethullahçı terör örgütünün yargı kurumlarında yarattığı korkunç yıkımlar ve buna bağlı olarak hukuk alanında kendini gösteren “çivisi çıkmış” uygulamalar dikkate alındığında “Devletin dini adalettir” ilkesinin ne kadar büyük bir ideale işaret ettiği kuşkusuz daha iyi anlaşılır. Tam bu noktada Adalet Bakanı Sayın Abdülhamit Gül’ün birkaç gün önce düzenlenen “Ceza Hukukunda Alternatif Çözüm Yolları Sempozyumu”ndaki açılış konuşmasında yer alan şu ifadeleri, “Devletin dini adalettir” ilkesinin bir an önce devlet katında hayata geçirilmesine yönelik ümit ve beklentilerimizi yeşertecek tarzdadır: “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun. Bizim yargıçlardan, yargı mensuplarından beklediğimiz budur. ‘Şu ne der bu ne der, adliyeye gelen insan şöyle telkinde bulundu, şu nasıl bakar, nasıl değerlendirir, bu konjonktüre uygun mu… Yargı konjonktüre bakmaz, yargı hatıra bakmaz, yargı birilerinin dediğine bakmaz. Yargı dosyaya, vicdanına, hukuka Anayasa’ya bakar. Bizim beklentimiz budur. O yüzden adalet yerini bulsun ne olursa olsun yargı mensuplarının yanında HSK vardır, bu millet vardır. Hiç kimsenin tavsiyesine, talimatına, telkinine bakarak değil, dosyaya bakarak vicdanınıza göre karar verin ve seksen üç milyon insan huzur içerisinde geleceğe daha güvenle baksın. Bu konuda bütün hâkim ve savcıların, adalet sisteminin yanında güçlü şekilde durmaya devam edeceğiz.” Sonuç olarak, Kur’an’da buyrulur ki “Ey Müminler! Kendinizin, ana-babanızın veya akrabanızın aleyhine de olsa, tüm gücünüz ve samimiyetinizle adalet ve hakkaniyetten yana olun; Allah için doğru şahitlik yapın. Şahitlik hususunda insanların zengin veya fakir olmasını dikkate alarak adalet ve hakkaniyetten sapmayın” (Nisâ 4/135).

10 Kasım 2020 Salı

Ein Versuch die Muslime in Deutschland einzuschüchtern? Die Geschehnisse in der Mevlana Moschee in Berlin

Rüştü KAM „Geschichte wiederholt sich sagen sie. Wenn Lehren aus der Geschichte gezogen werden würden, würde sie sich dann dennoch wiederholen?“ - Mehmet Akif Ersoy Ich möchte meine Schrift mit den Worten des großen Dichters Mehmet Akif Ersoy beginnen, der unter Anderem die Nationalhymne der Türkischen Republik zu Papier gebracht hat. Unsere Situation als Muslime in Deutschland sollte kritisiert werden. Wir werden als Dönerverkäufer oder Obst-und Gemüsehändler angesehen und können kein wahrhaftiges Bild von uns generieren. Daran sind wir auch selbst verschuldet. Es gab vieles, was gewollt oder ungewollt als Fehler anzusehen ist. Die Kategorien „Muslim“ oder „Türke“ ruft Bilder hoch. Das sind Menschen, die bestimmte Rechte und Werte nicht teilen und deren Häuser verbrannt, Arbeitsstätten gestürmt und beschmutzt und Vereine angezündet werden können. Deren Moscheen werden verbrannt, Razzien durchgeführt, Schweinsköpfe zugesandt und Schüsse abgefeuert. Ob in deren Häusern oder Moscheen Menschen sind, ist für die nicht von Bedeutung. Den Geschäftsleuten können Schüsse adressiert sein, das ist für die nicht wichtig. Die Menschenrechte gelten nicht für sie – sie sind durch ihr Erscheinen und Auftreten nicht menschenwürdig. Die Strafverfolgungsbehörden desselben Bundeslandes betrachten und behandeln die Kirche oder die Synagoge und ihre Mitglieder jedoch nicht gleich. Für sie ist die Kirche und Synagoge das Haus Gottes. Es ist heilig. Wenn jemand, der ein Verbrechen begeht, in der Kirche oder in der Synagoge Zuflucht sucht, kann er nicht berührt werden. Der Schutzengel dieser Person ist von diesem Moment an ein Priester und ein Rabbi. Er oder sie kann nur nach deren Erlaubnis an staatliche Behörden übergeben werden. Während die Praktiken in Bezug auf die heiligen Stätten so sein sollten, kann die Moschee des Muslims von der Polizei betreten und der Ort der Niederwerfung kann mit Stiefeln beschmutzt werden. Während des Morgengebetes wird eine Razzia in der Mevlana-Moschee durchgeführt, einer Moschee im Bezirk Kreuzberg im Herzen der deutschen Hauptstadt Berlin. Diese Razzia wird von der Polizei durchgeführt, die mit ihrer Presse und ihren Hunden voll ausgestattet ist. Eine Polizeiarmee von 150 Personen. Dies geschieht an einem Ort der Anbetung. Es wird an einem Ort abgehalten, den Muslime als heilig betrachten und es das Haus Gottes nennen. Zunächst muss untersucht werden, warum, wo und wie dieser Druck auf diesen Ort ausgeübt wurde. Im Zuge der Pandemie wurden Gelder an Bedürftige Einrichtungen und Personen verteilt. War Deutschland hinter diesem geringen Betrag hinterher, dass die Mevlana Moschee beansprucht hat? Wenn ja, warum hat sie dies mit 150 Mann auf solch eine Art und Weise durchführen müssen, wenn dies auch ein Sachbearbeiter der Finanzämter hätte regeln können und müssen? Hängt es wohl doch eher mit dem allgemeinen weltweiten Druck zusammen, der auf Muslime ausgeübt wird? Wollte Deutschland die Muslime hierzulande einschüchtern und was erwartet uns als Nächstes? Nach dem Geschehen kommen der Botschafter der Republik Türkei Ali Kemal Aydın und der Generalkonsul Rıfkı Olgun Yücekök zum Ort und geben Pressemitteilungen und Beistandsbekundungen aus. Bis dahin ist alles in Ordnung. Es ist keine Pressekonferenz von Religionsgemeinschaften, die in Deutschland dienen. Eine Pressekonferenz hätte mit dem Berater oder Attaché des Religionsdienstes, dem Vertreter der Islamischen Kulturzentren, dem Vertreter der schiitischen Muslime und den Vertretern der arabischen Muslime stattfinden sollen. In diesem Fall würde der Auslöser gedrückt, und ein bedeutendes Foto aufgenommen werden. Das aufgenommene Foto wäre auch aussagekräftig, und dann würde der Fotograf anfangen zu reden und sagen; „Was auch immer der Grund für die Unterdrückung ist, dies ist ein Ort der Anbetung für Muslime. Diese Kultstätte kann nicht als einer Gemeinde zugehörig angesehen werden. Der Überfall auf diesen Ort der Verehrung scheint bei allen Muslimen durchgeführt worden zu sein. Bei diesem Überfall wurde der Ort, an dem sich Muslime niederwerfen, wurde auf deren Kopf getreten und gestampft. Das ist nicht akzeptabel. " Solch ein Foto hätte Wellen geschlagen und Resonanz bei den politischen Sphären erreicht. Für solch eine Zusammenkunft der muslimischen Gemeinden und Vertreter der Religionen ist es jedoch noch nicht zu spät. Es gibt auch einige verantwortungslose Leute aus der türkischen Presse. Dies sind die Verantwortungslosen. Sie vermischen Halbwahrheiten und produzieren falsche Nachrichten über Klatsch und Misstrauen und drücken sie in ihre eigene Gesellschaft. Sie tun dies im Namen des Journalismus. Es ist eine Schande, es ist eine Sünde. Der Vernünftige sollte diesen Freunden das Laufen beibringen... Der Theologe Martin Niemöller hat die Gräueltaten der Nazis und die Taten der anderen wie folgt dokumentiert: „Als die Nazis die Kommunisten holten, habe ich geschwiegen; ich war ja kein Kommunist. Als sie die Sozialdemokraten einsperrten, habe ich geschwiegen; ich war ja kein Sozialdemokrat. Als sie die Gewerkschafter holten, habe ich geschwiegen, ich war ja kein Gewerkschafter. Als sie mich holten, gab es keinen mehr, der protestieren konnte.“ Der Generalkonsul, der die Mevlana Moschee im Anschluss an die Geschehnisse besuchte, wurde währenddessen fotografiert. Das Bild bestätigt leider das Bild, das hervorgerufen wird, wenn an Muslime gedacht wird. Einerseits ist es ein schönes Foto, gleichzeitig jedoch nervenaufreibend. Die Kulisse erinnert eher an einen Spätkauf, als an eine prächtige Moschee im Herzen Berlins. Es ist so, als ob mit dem Foto versucht wurde zu zeigen, warum die Razzia legitim gewesen sei. Wenn der Vorstand der Mevlana-Moschee ein Verbrechen begangen haben, sollte natürlich ihre Strafe verhängt werden. Diese Strafe sollte jedoch der Person auferlegt werden, die das Verbrechen begangen hat. Bis das Verbrechen behoben ist, sollten diese Menschen nicht vor die Gesellschaft geworfen werden, als wären sie Kriminelle. Menschen sollten nicht durch Methoden verunglimpft werden, die eine ganze Gemeinschaft unter Verdacht stellt. Eine solche Praxis entspricht nicht der Rechtsstaatlichkeit, diese Methode ist die Methode des Polizeistaats. Der deutsche Staat ist im Disput mit den Muslimen hierzulande, schon seit Langem. Unser ehemalige Bundespräsident Christian Wulff hat versucht diesen Streit zu beenden mit den richtigen Worten und dem Ansatz: „Muslime sind ein Teil von Deutschland.“ Die Gesellschaft sollte nicht im Streit liegen und unnötig Spannung erzeugen. In Deutschland leben sechs Millionen Muslime. Aufgrund solcher unreflektierter Handlungen und aber auch Razzien sind die Menschen im Zustand der Starre und Isolation. Diese Menschen (Muslime) wollen dem deutschen Staat vertrauen können, mit ihrem Hab und Gut. Der Staat muss den Menschen dieses Vertrauen geben können, sie haben es verdient. Wann immer wir eine Mission teilen, so werden wir auch nicht vulnerabel sein. Wir können eine Einheit bilden und gemeinsam etwas auf die Beine stellen. Dann wird der deutsche Staat auch nicht versucht sein mit dreckigen Stiefeln die Niederwerfungsstätte der Muslime zu beschmutzen. Wir sollten aufhören nach dem schwarzen Schaf zu suchen und uns stattdessen auf das konzentrieren, was verbindet.