28 Ekim 2018 Pazar

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (XI) –İSTANBUL (VI)-



-“İstanbul’un başka bir yüzünü göreceğiz bugün. Turumuza Edirnekapı‘dan başlayacağız. Balat’ı boydan boya  yaya olarak geçeceğiz, birgün boyunca yürüyeceğiz Balat sokaklarında. Tarihe tanıklık edeceğiz. Rehberimiz Edirnekapı‘da bizi bekliyor“ olacak dedi ve düdüğünü çaldı Emin. Sezgin bey de bastı gaza. Hedef Edirnekapı. Rehberimiz Nurcan hanım güzel ve nazik bir bayan. Tanışma faslından sonra gün boyunca gezeceğimiz güzergahlarla ilgi bilgi verdi, „burası Balat…“:

Balat

„Bu tur, tarihe tanıklık yapma turudur. 3 büyük dine mensup insanların bir arada yaşadığı yerdir Balat. Turumuz akşama kadar sürecektir. – Mihrimah Sultan camii, Karye müzesi, Kadir Has Üniversitesi/ Tarihi Küçük Mustafa Paşa Hamamı/ Gül Cami/ Ayakapı Hamamı / Özel Maraşlı Rum İlkokulu/ Rum Ortodoks Patrikhanesi/ Renkli Kapılar/ Dimitrie Cantemir Evi/ Özel Yuvakimyon Rum Kız Lisesi/ Moğolların Meryemi Kilisesi (Kanlı Kilise)/ İstanbul Fatih Özel Fener Rum Lisesi Ve Ortaokulu/ Kiremit Caddesi Evleri/ Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı/ Balat Kültür Evi/ Metroloji Kilisesi/ Sveti Stefan Bulgar Kilisesi/ Tahta Minare Cami/ Merdivenli Yokuşu/ Balat Ahrida Sinagoğu/ Balat Surp Hireşdagabet Ermeni Kilisesi/ Balat Yanbol Sinagoğu/ Hz. Cabir Cami-

Bu mekanlar gezi güzergahımızdaki bazı tarihi  mekanlardır. Balat eski bir Yahudi semtidir. Balat isminin, Rumca saray anlamına gelen “palation” sözcüğünden türediği varsayılır. 15. yüzyılda, 2. Beyazıt’ın davetiyle, engizisyondan kaçıp İspanya’dan İstanbul’a göç eden Sefarad Yahudileri, İstanbul’a geldiklerinde ilk bu bölgeye yerleştirilmişler ve burada kendi cemaatlerine ait sinagogları inşa etmişlerdir. Zamanla sadece İspanya Yahudileri değil, Gürcistan Yahudileri de Balat‘a gelmişlerdir. Yahudilerin büyük bir kısmı 1950’lerdeki toplu İsrail göçlerinin ardından Balat’ı terk etmişler. Geride kalanlar da şehrin Taksim, Nişantaşı ve Şişli gibi diğer bölgelerine yerleşmişlerdir. Daha sonra Balat Romanların yerleşim mekanı olmuştur. Son zamanlar da onlar da Balat’ı terketmektedirler. Balat yeniden keşfediliyor dersek yanlış olmaz. Çukur dizisi burada çekiliyor.“ Özet bir Balat bilgisinden sonra başladı rehberimiz Mihr-î-Mâh Sultan Camii’nden başlayarak Balat’ı anlatmaya.

Mihr-î-Mâh Sultan Camii
Mihr-î-Mâh Sultan Camii, İstanbul'un Karagümrük semtinin Edirnekapı bölümünde surların hemen yanında bulunan camidir. Mimar Sinan tarafından aşık olduğu kız olan, Mihr-i Mâh Sultan adına yapılmıştır. Mimar Sinan derin bir tutku ile aşık olduğu Mihr-i Mâh Sultan’a, aşıktır, ama aşkına izhar edemediği için sevdiğine kavuşamamıştır, ona olan aşkını, sanatına yansıtmıştır. (1562-1565)
Dikdörtgen planlı caminin etrafında medrese, mektep, türbe, hamamlar vardır. 37 m yükseklikteki kubbe üçer kemere yaslanır, yanlarda ikişer sütun, sağ ve solda üç kubbe ve mahfelleri bulunur. Mihrap ve minber taş işçiliğiyle yapılmıştır.
Caminin büyük avlu kapısından dik merdivenlerle cami içine çıkıldığında sağ tarafta medreseler ve karşısında 7 kubbeli 8 mermer granit sütunlu son cemaat yeri bulunur. Caminin tek minaresi ve şadırvan bahçede, sağdaır.
Osmanlı’nın büyük cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın ve büyük aşkı Hürrem Sultan’ın bir kız çocuğu gelir dünyaya.
Efsane bir aşkın meyvesidir bu çocuk, ismi Mihr-i Mâhtır. Mihr-i Mâh Farsça’da güneş ve ay demektir. Zaman hızla geçmiş, Mihr- i Mâh Sultan büyümüş 17 yaşına gelmiştir. İki talibi vardır, birisi Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa, diğeri ise sarayın baş mimarı Mimar Sinan’dır…
Padişah, biricik kızını Mimar Sinan ile değil, Rüstem Paşa ile evlendirir. Sinan kahreder bu duruma ve 50 yaşına kadar hiç evlenmez. Mihr-i Mâh Sultan’ı unutamaz, ona dedliler gibi aşıktır.

Üsküdar Mihr-i Mâh Sultan Camii
Ve Mimar Sinan’dan, İstanbul’un en güzel yerlerinden biri olan Üsküdar’a Mihr-i Mâh Sultan adına bir cami yapması istenir. Emir yüksekten gelmiştir, hayır demesi mümkün değildir Sinan’ın. 1540 yılında inşa etmeye başladığı camiyi 1548 yılında tamamlar.
Sinan camiyi inşa ederken duvarlara sanki aşkını nakşeder. O kadar ki; camiye “Eteklerini giymiş bir kadın ” silueti verir. Cami iki minarelidir, padişah fermanı ile yapılmış bir eserdir.
Sinan’ın söyleyecekleri bununla bitmemiş olacak ki, bu eserden 14 yıl sonra, İstanbul’un en yüksek tepesine, o güne kadar ilk defa padişah fermanı olmaksızın bir cami yapar. Edirnekapı’da surların hemen yanına yapar camiyi. Burası o zaman ıssız bir yerdir. Sanki Sinan bu yaptığı cami ile aşkını ve yalnızlığını, aşkının büyüklüğünü haykırmak istermiştir. Edirnekapı Camii.
Derler ki, cami Mihr-i Mâh Sultan’ın arı duru, gösterişsiz ve bir o kadar da asil güzelliğine istinaden küçücük yapılmıştıor. Minaresi sadece 38 M.dir. Caminin tek minareli olarak yapılması Sinan’ın yalnızlığının simgesidir.
Kubbesi inceciktir ve üzerinde 161 Pencere vardır. Bu kubbenin dünyada başka benzeri yoktur. Caminin içi oldukça aydınlıktır ışıklar içeride dans eder. Bu kadınsı bir danstır.
Cami içindeki pandatiflerde ve minare kenarlarındaki upuzun işlemelerde, Mihr-i Mâh Sultan’ın ayak tapuklarını döven uzun şaçları tasvir edilmiştir. Sinan, aşkını öyle sihirli bir tılsımla mühürlemiştir ki camiye, bu sırra şaşırmamak, o sevdaların naifliğine imrenmemek elde değildir. İki caminin de yeri özenle seçilmiştir. Camiler, güneşin doğuş ve batış yerleri tespit edilerek yapılmıştır. Edirnekapı’daki Mihr-i Mâh Sultan Camii ile Üsküdardaki Mihr-i Mâh Sultan Camii’ni aynı anda görebilirsiniz. Mihr-i Mâh Sultan’ın doğum günü olan 21 Mart gecesi göreceğiniz muhteşem manzarayla büyülenirsiniz. Edirnekapı Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki caminin minareleri arasından ay doğmaktadır! Bu nasıl bir hesaplama, bu nasıl bir estetik ve  bu nasıl bir aşktır…

Cibali
Cibali, Osmanlı surları içinde, Eminönü ve Tahtakale’nin bittiği, Fener ve Balat gibi gayrimüslim mahallelerinin başladığı noktada kalan bir Müslüman mahallesidir. Özellikle Osmanlı’dan kalma cami ve hamamlarıyla meşhurdur burası. Cibali isminin nereden geldiğine dair birkaç söylenti vardır. Bunlardan ilki aslen Mısırlı olan Cebe Ali, Osmanlı’da Subaşı, yani askerbaşı görevine getirilir. Cibali, savaş zamanında giyilen ve adına cebe denilen bir tür zırha benzeyen cepkenle gezermiş. Rivayete göre, İstanbul’un Fethi sırasında Cebe Ali ve adamları, Haliç’i karadan yürütülen gemilerle değil postlarının ve cepkenlerinin üzerine binip geçmişler. Bunu gören Bizans askerleri de korkudan kaçmışlardır. Bu nedenle de şehir surlarının bu kısmına düşen semte Cebeali denmiştir. Cebeali zamanla Cibali‘ye dönüşmüştür.

Kadir Has Üniversitesi
Bugün Kadir Has Üniversitesi olan bina 2. Abdülhamit Dönemi’nde 1884’te Düyunu Umumiye’ye bağlı ve tütün tekelini elinde bulunduran Reji Şirketi binası olarak inşa edilmiş. 1924’te tüm imtiyazlar kaldırıldığında ise Cumhuriyet Hükümeti’ne devrolmuş. Endüstri tarihimizin ilk ve en önemli yapılarından olan binanın tasarımı, dönemin ünlü mimarı, Levanten asıllı Alexandre Vallaury’in mimarisi ise Housef Aznavur’un elinden çıkmadır. Demir, döküm, cam, tuğla gibi Batı tarzı malzemelerle yapılan modern fabrikanın ülkemizdeki ilk örneklerinden biri olduğu için önemlidir.
Fabrikanın en işlek zamanlarında 1500 kadın 662 erkek çalışanı varmış. İmalethanenin yanında, adeta bir yaşam merkezi gibi onu çevreleyen hastane, kreş, bakkal, okul, itfaye ve spor salonu gibi ek binaları varmış. Anlayacağınız bugün bile böylesine kapsamlı bir üretim kompleksine rastlamak zor ama o dönemde fabrikada çalışan işçi kadınların gündüz çocuklarını bırakabilecekleri kreşler bile düşünülmüş. 1946’da ilk yerli puro, 1956’da ilk yerli sigara olan Samsun burada yapılmış. 1995’te kapanmış. 1997’de 29 yıllığına Kadir Has Üniversitesi’ne devredilerek 2002’de eğitime başlanmıştır.

Kariye Müzesi
Kahro/Kariye, eski Yunanca’da vahyi okuyanlar, vahiy okuyucuları anlamına geldiği gibi kent dışı, kırsal alan anlamına da geliyor. Kariye Müzesi'ndeki mozaik ve fresklerin, Bizans resim sanatının son dönemine, XIV. yüzyıla tarihlenen en güzel örnekler olduğu biliniyor. Giriş duvarının dış tarafı İsa'nın hayatını, iç tarafı ise Meryem'in hayatını anlatan mozaiklerle bezenmiş. Mozaiklerde derinlik fikri ve figürlerdeki hareketli üslup, üstün bir sanatsal değer taşıyor.

Bu kilise 330 yılında Bizans İmparatoru I. Jüstinten tarafından (527-565 yıllarında) yaptırılmış. Blakhernai Sarayı’na yakın olduğu için bir dönem, önemli dinî merasimlerde saray kilisesi olarak da kullanılmış. Kilise 1204–1261 yılları arasındaki Latin işgalinde tahrip edilmiş. İmparator II. Andronikos (1282- 1328) zamanında tekrar tamir edilen kilise, bu dönemde mozaiklerle ve fresklerle yeniden süslenmiş. Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u fethinden sonra kilise olarak kullanılmaya devam edilmiş. Kilise, Sultan II. Bayezit döneminde, Sadrazam Hadım Ali Paşa tarafından 1511 yılında camiye çevrilmiş ve yanına bir de medrese ilave edilmiş. Osmanlı’dan sonra kurulan Cumhuriyet devrinde cami bakanlar kurulu kararı ile 1945 yılında müzeye dönüştürüldü ve Amerikan Bizans Enstitüsü’nün yaptığı çalışma sonunda, sıvayla kapatılan mozaikler ve freskolar ortaya çıkarıldı.

Karye’nin kaderini belirleyen olay 289 yılında gerçekleşir. Aziz Babylas, 84 müridiyle beraber İzmit’te hunharca katledilir. Hristiyanlar ne azizleri Babylas’ın ne de müritlerinin cesetlerini, her türlü tehlikeyi göze alarak, surların dışındaki bir bölgeye gömerler. 50 yıl sonra(339) da Aziz Babylas ve müritlerine ait kutsal emanetler Karye Kilisesi’ne getirirlir. Dolayısıyla Khora kutsal bir Kilise olmuştur artık. Kilise Bizans imparatoru İustinianos (527-565) tartafından, İsa’nın, Meryem’in ve azizlerin ikonalarıyla süslenmiştir. 726 yılında ikonların çoğu Hristiyanların resim düşmanlığı nedeniyle söküldü, tahrip edildi, neredeyse tamamıyle yıkıldı. 843 yılında ise İkona düşmanlığı/ kırıcılığı bitti. Artık muhalefetinin meyvelerini toplamanın zamanı gelmişti Khora Manastırı için. Ve topladı da. Bu arada itibarı epeyce arttı Khora’ nın ve simgeleşti. O kadar ki, İznik metropoliti ölünce buraya defnedildi.

Khora için sahneye en son Bizans’ın maliye bakanı, din bilgini, filozof ve tarihçi Metokhides çıktı. Metokhides 1313 yılında Khora Manastırı’nı yüzlerce ikonayla ve birbirinden değerli mozaiklerle donattı. Öyle ki manastırın duvarlarına komple incili resmetti. İçerideki ikonaları görünce hayran kalırsınız. Yukarıdaki kubbelere bakmaktan boynunuz ağrır.

İç nartekste ise en önemli mozaik Deisis mozaiğidir. Mozaikte, ortada İsa, solunda Meryem, Meryem’in altında İsaakios, Kommenos ve İsa’nin sağında bir rahibe görülür. Bu kadın Moğol Prensi ile evlendirilmiş ve kocasının ölümünün ardından İstanbul’a dönerek rahibe olmuştur. Fener Rum Lisesi yanında bulunan Kanlı Kilise bu rahibenin kilisesidir.

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi
Kilise 1595 te Patrikhaneye dönüşmüş. Ortodoks alemi için İstanbul Fener’deki Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi Ortodoksların dini merkezidir. Patrikhane 1836’da bugünkü planıyla inşa edilmiş. Patrikhane’ye ahşap 3 anakapıdan giriliyor. Bunlardan ortada olanı 1821’den beri kilitli. Çünkü orta kapı, 10 Nisan 1821’de Paskalya Yortu gününde, o dönem çıkan Yunan ayaklanmasını desteklediği gerekçesiyle Patrik Grigoryos’un asılarak infaz edildiği kapı. Patriğin cesedi 3 gün ipte kalmış ve üzerine de devlete ihanet ettiği için cezalandırıldığına dair bir yafta takılmış. Daha sonra da ayağına bir ip bağlanıp Haliç sahiline kadar sürüklenip denize atılmış. İstanbul, Rumlar tarafından yeniden fethedilinceye kadar bu  kapı açılmayacakmış. O kapının fotoğrafını çekmek yasak. Çekmeye kalkarsanız polis engelliyor. Kilisenin girişinde, Patrik tacı bulunuyor. Kapıdan içeri girdiğinizde ise mum yakılan dilek bölümü, 5. yüzyıl tarihli, fil dişi ve sedeften bitkisel motiflerle süslü, ceviz ağacından yapılma Patrik Tahtı, altın kaplama panel, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce bağlanarak kamçılandığı, Kudüs’ten getirtilen ve diğer parçası da Vatikan’da olan siyah granit sütun, kutsal Aya Yorgi tasviri, Meryem Ana ve çocuk ikonaları. Ayrıca 3 azizenin lahitleri var.

Moğolların Meryemi Kilisesi (Kanlı Kilise, Panagia Muhliotissa)
Tura, Dimitri Kantemir’in evi önündeki merdivenlerden çıkarak devam ediyorsunuz. Merdivenlerden çıkıp ilerlediğinizde karşınıza Moğolların Meryemi (Kanlı Kilise) çıkıyor. „Bu kilisenin en önemli özelliği, Bizans’tan beri kesintisiz olarak ibadete açık kalan tek kilise olması. Kilisenin adının Moğolların Meryemi olmasının hikayesi şöyle: Bizans İmparatoru Mikail Palaiologos, 1264’te kızı Maria Despina’yı Moğollar ile iyi geçinmek için İlhanlı Hükümdarı Hülagü Han ile evlendirmek istemiş. Maria çeyizi ile beraber İstanbul’dan yola çıkmış ama yolculuk haliyle aylar sürdüğünden bu arada damat adayı Hülagü Han ölmüş. Maira da onun yerine Hülagü Han’ın oğlu Abakan Han ile evlendirilmiş. Maria orada 15 yıl yaşamış ve öncesinde Şaman olan Abaka Han’ı da Hristiyan yapmış. Bunun üzerine Abaka Han’ın Müslüman olan kardeşi durumu öğrenip Abaka Han’ı öldürüp Maria’yı da İstanbul’a geri yollamış. Maria İstanbul’a döndüğünde şu anki kilisenin yakınında bir kadınlar manastırı kurmuş ve rahibe hayatı yaşamış.
Zaman gelmiş, İstanbul’u Fetheden Fatih Sultan Mehmet, kendi adına yaptırdığı Fatih Cami’nin mimarı Rum Hristodulos’u (Atik Sinan Paşa) mükâfatlandırmak için ona emeğinin karşılığı olarak ne istediğini sormuş. Hristodulos, annesiyle birlikte ibadet ettiği Panayia Muhliotissa Kilisesi’nin kilise olarak kalmasını istemiş. Fatih Sultan Mehmet onun isteğini kabul etmiş ve bu kiliseye asla dokunulmaması konusunda bir ferman çıkartmış. Bu kilisenin bir diğer özelliği de dört yapraklı yonca planlı Bizans kiliselerinin günümüze kadar gelen tek örneği olmasıymış. Kilisenin bir diğer adının da Kanlı Kilise olmasının sebebi ise İstanbul’un Fethi sırasında Bizans savunmasında görevli askerlerin kanlarının kilisenin bulunduğu tepeden oluk oluk akmasıymış.

Fener Rum Erkek Lisesi (Kırmızı Mektep)
Halk arasında Kırmızı Mektep olarak anılan okulun bugünkü görünümünün yapımına 1881’de başlanmış. 600 kişi kapasiteli, 3 katlı, kırmızı tuğla ile örülü okulun bugünkü hali 1883’te tamamlanmış. Aslında Rumların İstanbul’da açtıkları en eski eğitim kurumu olan okul, Bizans döneminde de Patrikhane Akademisi işlevi görmüş. İstanbul’un Fethi’nin ardından, 2. Mehmet ile görüşen Patrik 2. Gennadios, okulun 1454 yılında Fener Rum Mektebi Kebir adı altında eğitim verebilmesi için gerekli izni alır. 19. yüzyıla kadar eğitim teolojik ağırlıklı gider ama 1861’de klasik lise eğitimine geçer. Dini eğitim Heybeli’de verilir. Bugün halen daha eğitime devam ediliyor ama 2013 kayıtlaranına göre sadece 59 öğrencisi varmış.

Balat Kültür Evi
Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu (TSKF) tarafından kurulmuş, sosyal sorumluluk çerçevesinde işleyen bir kültür evi. Temel amacı, Balat’ın toplumsal yaşamını, özellikle de bölge kadınlarının ekonomik hayata katılımını arttırıcı sürdürülebilir projeler geliştirmek. Bunu yaparken de yine bölge insanının bir araya gelip çalışabileceği, kaynaşabileceği ve sorunların görüşülüp çözüme kavuşturulabileceği ideal toplanma alanını yaratmak. İçinde sergi salonu, cafe, İngilizce, müzik, el işi ve kişisel gelişim gibi eğitimlerin gerçekleştiği eğitim alanı ve kadınların meslek sahibi olmalarına bir destek olarak aşçılık eğitimi alabildikleri profesyonel mutfak gibi bölümler var. Bu mutfaktan çıkan el emeği ürünleri de yine Balat’ta bulunan, Vodina Cafe’de satışa sunuluyor. Kültür Evi’nin geliştirdiği tüm projelerin ve cafenin geliri yine özellikle kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere bölge halkının eğitim ve istihdamı için tasarlanan projelere aktarılıyor.

Metroloji Kilisesi
Aya Yorgi Metakhion Jerusalem aslında bir Ortodoks Kilisesi ama kilise diğerleri gibi Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı değil. Çünkü bu kiliseyi Kudüs Patrikliği zamanında kendi şubesi olarak yaptırmış. Kilisenin özelliği, kilise duvarına monte edilmiş mermerden patriklik simgesi, çift başlı kartal figürü ve bahçesindeki 5.000 yıllık anıt çınar ağaçları. Ayrıca ünlü matematikçi ve fizikçi Arşimed’in 10. yüzyıldan kalma çalışmalarının yer aldığı orjinal parşömenlerinin bulunmuş olması da kiliseyi ilginç kılan bir diğer özelliği. Buradan çıkan parşömenlerde, Arşimed’in küre, silindir ve spiraller üzerine çalışmaları, düzlemlerin dengesi ve çemberlerin ölçümü gibi hesaplamalar varmış. 1906’da Kopenhag Üniversitesi’nden gelen bir profesör tarafından ortaya çıkarılmış ama sonrasında Türkiye’den bir şekilde kaçırılmış. 1998’de New York’ta bir açık arttırmada 2 milyon dolara satılınca yeniden ortaya çıkmış. Bugün ABD’deki Baltimore şehrindeki Walters Sanat Müzesi’nde görülebiliyor.

Hobbit House
Burası gönüllülerin başlattığı “Paylaş kurtul” projesiyle kullanmadığınız eşyaları binlerce ihtiyaç sahibine ulaşmasını sağlayan bir merkez, ama aynı zamanda bir kahvaltı noktası ve cafe. Adeta ütopyanın küçük bir cafeye sığmış hali. Bir gün pazar kahvaltısına buraya gelirseniz hem tatlı insanlarla tanışmış, hem mükellef bir kahvaltı yapmış, hem de atmaya kıyamadığınız eşyaları, oyuncakları, kitapları yeni sahiplerine ulaştırmış olursunuz.

Merdivenli Yokuş Tarihi Balat Evleri
Merdivenli Yokuş Balat ziyaretinin vazgeçilmezlerindendir. Eline fotoğraf makinesini, telefonunu alan burada birkaç kare çekmeden gezisini bitirmez.
Balat’ın en renkli, belki de en çok aranan sokağıdır burası. Sıra sıra, renkli cumbaların gökyüzüne doğru merdiven misali çıktığı yokuş. Yokuşun solundaki evler Unesco projesi kapsamında aslına uygun olarak yenilenmiş, özenle seçilmiş pastel renklerle boyanmıştır. Balat sokaklarında gezerken renkli ve tarihi kapılar da güzel kareler oluşturur.

Balat Surp Hreşdagabet Ermeni Kilisesi
Ermenice Baş Melek demek olan Hreşdagabet, Mucizeler Kilisesi olarak da geçiyor. Çünkü burada her sene  Eylül ayının 2. Cumartesisi yapılan ayinde hastaların şifa bulduğuna inanılıyor. Kilise Baş Meleklerden olan Mikail ve Cebrail’e adanmış. Aslında eski bir Ortodoks Rum kilisesiyken bölgede Ermeni cemaatinin artmasıyla Ermeni cemaatine tahsis edilmiş. Bu nedenle de kilisenin altında normalde Ermeni kiliselerinde rastlanmayan küçük bir kutsal su alanı daha varmış.

Hz. Cabir Camisi
Kiliseden Camiye çevrilmiş 9. Yüzyıldan kalma bir cami. Aya Tekla Kilisesi. Atik veya Koca Mustafa Paşa olarak bilinen sadrazam, 2. Beyazıt döneminde 1490’da kiliseyi camiye çevirmiş. Önündeki çeşmesi de 1692’den kalma Şatır Ahmet Ağa Çeşmesi. Caminin ön tarafında bir vaftiz havuzu varmış, ama şimdi Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyormuş. Bu yapının da Kuzey duvarında güneş saati var„. Cuma namazımız bu camide kıldık.

Demir Kilise
Fener’in Haliç kıyısında bulunan bu süslü Bulgar kilisesinin en önemli özelliği, tamamının demir döküm olması. Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoks Bulgar cemaati zamanında Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağlıymış ama kendi kiliseleri olmadığından ibadetlerini Rum kiliselerinde yaparlarmış. 19. yüzyıldaki Milliyetçilik haraketlerinden etkilenerek Bulgarlar da kendilerine ait bir kilise talebiyle gelmişler. Cemaat liderlerinden Stefanaki Bey, 1848’de devlete başvurarak içinde ibadet edebilecekleri bir ev yapılmasını bunun için de Fener’deki şahsına ait arsasını bağışlayacağını bildirmiş. Padişah evin yapımına izin vermiş. Bu ibadethane evden sonra, bugünkü kilisenin yerine ahşap bir kilise yapılmış. Daha sonra İstanbullu Mimar Housep Aznavur’un projesiyle ta Avusturya’da bugünkü demir döküm kilisenin tüm parçaları yapılarak, 1896’da Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden gemiyle getirilip burada monte edilmiş. Böylece Bulgar kilisesi, Rum Patrikhanesi’nden tamamen bağımsız bir kurum olmuş.

Ortodoks Bulgar Cemaati tarafından inşa edilmiş olan Demir Kilise ‘Hoşgörü bizim geleneğimizde var‘ sloganıyla uzun bir restorasyon sürecinden sonra yeniden açıldı. Rivayete göre, İstanbul’da yaşayan Bulgarlar 19. yüzyılda Rum Patrikhanesinden ayrılarak kendileri için bağımsız bir kilise yaptırmak isterler. Zamanın Osmanlı padişahına isteklerini arz ederler. Fakat Sultan Abdülaziz, Bulgarların Fener Patrikhanesi’nden bağımsız bir kilise yapmalarını istemez. Bulgarların isteklerini doğrudan reddetmemek için de, imkansızı teklif eder, “Kilise inşaatını üç ay içinde bitirmek koşuluyla izin veririm” der.
Bunun üzerine Bulgarlar kiliseyi, Viyana’da demirden döktürüp, sonra da Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden taşıyarak Haliç’in kıyısına üç ay içinde kurarlar. Kilisenin söz verildiği sürede bittiğini gören Sultan Abdülaziz de verdiği sözü tutmak zorunda kalır. Başka bir rivayet daha var:
O dönemde İstanbul’daki Ortodoks kiliselerinde Rumca ayin yapılmaktadır. Bu nedenle İstanbullu Bulgarlar kendi dillerinde ayin yapabilmek için Fener Rum Patrikhanesi’nden bağımsız bir kilise kurmak isteseler. Patrikhane Bulgarların bu isteğine karşı çıkar. Ancak dönem Panislamizm dönemidir ve Rusya’yı arkasına alan genç Bulgar devleti, Osmanlı üzerinde bir güç gösterisi yapmayı arzulamaktadır.
1849’da Osmanlıdaki Bulgar cemaatinin ileri gelenlerinden ve o dönemde milletvekili olan Stefan Vogoridis, Bâb-ı Âli’den bir kilise yapılması için izin alır. Kilisenin yapımı için de içinde konağı da olan kendi arazisini hibe eder.
Böylece 1850 de Bulgar Eksarhlığı (önderliği) açılır. Eksarhlığın tam karşına da ahşap bir kilise yapılır ve kiliseye bağışçının adına ithafen Sveti (Aziz) Stefan adı verilir. Bulgarlar on yıl sonra Fener Rum Patriğini dini önder olarak kabul etmeyeceklerini deklare ederler. Bunun üzerin Fener Rum patriği 1872’de Bulgarları aforoz eder. Bulgarlar da ahşap kilisenin yerine daha büyük ve gösterişli bir kilise yapma iznini Osmanlıdan alırlar.

 

Dünyadaki tek örnek

Zamanında tüm dünyada sadece 2 adet olan demir kiliselerden diğeri zamanla yok olunca Balat’taki Sveti Stefan Kilisesi dünyadaki tek demir kilise olarak kalır. Üç kubbeli ve haç şeklinde olan kilise, dış süslemelerinin zenginliği ile de dikkatleri üzerine çeker. Mihrabı Haliç’e dönüktür. Çan kulesi giriş kapısının üzerinde ve 40 metre yüksekliğindedir. 9 yıldır restorasyon nedeniyle kapalı olan Demir Kilise 7 Ocak 2018’de yeniden ibadete ve ziyarete açıldı.“

Yemek zamanı
Öğle yemeği yiyecek bir mekan bulamadık Balat’ta. Ya biz bulamadık, ya da gerçekten yok. Yok derken albenisi olan bir mekan yok. „Gelin kardeşim müessesimiz temizdir, fiyatlarımız uygundur“ diyen lokantaya girdik; girdik girmesine de zevkle bir yemek yiyemedik. Midelerimizi susturduk o kadar. Akşam yemeği de öyle olmasın diye, Recai kardeşimize karnımızı doyurabileceğimiz bir lokantaya götür bizi dedik. O da sizi öyle bir mekana götüreceğim ki; yediğiniz yemeğin tadı damaklarınızda kalacak dedi ve düştük Recai’nin peşine. O sokak senin bu sokak benim, ayaklarımız şişti, derken bir lokantaya girdik. Ambiyans sıfır. Vitrinde göründüğü kadarıyla yemekleri göz zevkimize uygun. „Üst kata alacağız sizi „ dedi yaşlıca bir teşrifatçı. Sonradan öğrendiğimize göre oranın sahiplerindenmiş. Çıktık üst kata.  „Yemeklerinizi kendiniz alacaksınız, yani selfservis.“ Dedi teşrifatçı.  Benim şarteller attı. O kadar yorgunluktan sonra selfservis bizi bozar dedim ve hadi gidelim arkadaşlar, burada yemek yenmez dedim. Aşağıya ineceğim, yemeğimi alacağım ve merdivenlerden çıkaracğım da ikinci katta yemek yiyeceğim…
Lokantanın sahibi başladı dil dökmeye, ben de geri adım atmadım. Sonunda çare bulundu, aşağıda bizim için masalar ayarlandı, sorun ister istemez halledildi.
Ancak yemekler gerçekten lezzetliydi.

Yemekten sonra tatlı yemek için düştük yine Recai‘nin peşine, kaybettik onları yolda.Yeni Cami‘nin hemen arkasında Niğmet kızımızla karşılaştık, ailecek lale festivaline gitmişler ve sırf bu sebepten dolayı geç kalmışlar ve Balat gezisinde bizimle olamamışlar. Recai’yi kaybettik ama kızımız Niğmet ved annesiyle yolumuza devam ettik ve nihayet tatlımıza ulaştık.

Geç saatte otelimize döndük, valizlerimizi hazırladık ve sabah Atatürk havalimanından Berlin’e doğru havalandık…10 günlük Batı karadeniz Kültür gezisini böylece Balat’ta noktalamış olduk. Seneye Allah nasip ederse Doğu Anadolu Kültür gezisi için niyetlendik…Haydi hayırlısı…

Bitti

13 Ekim 2018 Cumartesi

ALEVİ İFTARI/ MUHARREM AYI MATEM ORUCU


-Geç verilen bir iftarın geç yazılan yazısı-


Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu, ilk iftarı evinin bahçesinde çadırda vermişti. İlk olması itibariyle anlamlı bir iftar yemeğiydi(2011). Bu tarihten sonra Residans yerine Kançılarya’da iftar yemeği vermek gelenek haline geldi. Bu iftar yemekleri Ramazan ayında verildi. Sünniler ve Şiiler için verildi. Alevi açılımından sonra da Anadolu Alevileri için Muharrem ayında iftar yemeği verilmeye başlandı. Format aynı. Önce Kur’an okunuyor Almanca ve Türkçe açıklamaları veriliyor, dualar yapılıyor ve Tasavvuf Musikisinden örneklerle program zenginleştiriliyor.Yemek duasıyla programa son veriliyor.
Tarihimizin bir bölümünde, uzunca bir bölümünde, Alevi Sünni  düşmanlığı özellikle körüklendi, aynı coğrafyada yaşayan Müslümanların arası Alevi Sünni diye siyasi nedenlerden dolayı açıldı. Sünniler tarafından Aleviler hakkında anlatılan fıkralarla, atılan iftiralarla Aleviler itibarsızlaştırılmaya çalışıldı, kız alıp kız verilmiyordu. Aleviler kendilerini ifade edemiyorlardı, mahalle baskısı onları sesizliğe mahkum etmişti. Oldukça zor bir durum. Alevi açılımından sonra Aleviler kendilerini ifade etmeye başladılar, yanımızdaki arkadaşımız meğerse Alevi imiş ama biz onun Alevi olduğunu açılımdan sonra öğrendik.

Açılımdan sonra Kançılarya’da verilen ilk Alevi iftar yemeğinde katılımcılar oldukça kalabalık idi. Zamanla bu sayı azaldı. Bu sene verilen iftar yemeğinde ise katılım daha da azdı. Sordum tanıdığım bazı Alevi canlara; sayınız gittikçe azalıyor sebebi var mıdır?
Cevap; “Siyaset insanları ayrıştırıyor. Ayrıca bu sene iftar yemeği Muharrem ayından sonra verildi. Siz ramazan ayından sonra verilen iftara itibar eder misiniz?” Makul bir cevap.
Bu orucun adı Muharrem Ayı Matem Orucu ise ki öyle; iftarı da o ayda verilmelidir. Bu durumda iftar yemeği verenlerin samimiyeti sorgulanırsa, haksızlık da yapılmış olunmaz.

Muharrem ayı matem orucu
Kurban Bayramı Hicri takvime göre Zilhicce Ayı’nın 10. günü başlar. Kurban Bayramı’nın 1. gününden başlayarak 20 gün sayılır. 20. günün akşamı Muharrem orucu için niyet edilir ve oruç başlar. Muharrem orucundan önce 3. günlük Masum-u Pak orucu tutulur. Bu oruç Kûfe’de şehit düşen Müslüm bin Akıyl ile çocukları İbrahim ve Muhammet için tutulur. Müslüm, İmam Hüseyin’in amcasının oğludur. 3 günlük Masum-u Pak ve 12 günlük muharrem orucu olmak üzere toplam 15 gün oruç tutulduktan sonra Muharrem Ayı’nın 13. günü kurbanlar kesilir ve aşure dağıtılır. Kurban, İmam Zeynel Abidin’in Kerbelâ Katliamı'ndan kurtuluşunun şükranıdır.

Muharrem orucu
Muharrem ayı ve Aşûra günü oruç tutmak Alevilere göre farzdır. Muharrem orucu, tıpkı normal oruç gibi tan yerinin ağarmasıyla imsak vaktinde başlar ve akşam ezanının okunmasıyla son bulur. Alevilere göre oruç denildiğinde akla öncelikle Muharrem orucu gelir. Muharrem ayı dendiğinde ise, Kerbelâ ve yaşanan katliam akla gelir  İmam Hüseyin’in Yezid orduları tarafından Kerbelâ’da günlerce aç ve susuz bırakılıp daha sonra da başı kesilmek sureti ile şehit edilmesinden dolayı Muharrem ayının ilk 12 günü Alevilerin matem günüdür. 12 gün boyunca oruç ve yas tutarlar. Böylece İmam Hüseyin’in Kerbelâ’daki direncini anarken; Yezid’in İmam Hüseyin’e ve ailesine yaptığı vahşet lanetlenir. Bu sene(2018) 11 Eylülde başlayan oruç 20 Eylülde son buldu.

Oruç nasıl tutulur
- Yeme içmeden kesilmekle oruç tutulmuş olunmaz. Tüm azalar ile oruçlu olmak lazımdır. Bu da ele, bele, dile, eşe, aşa, işe sahip olmakla elde edilir. Bu anlamda sadece sınırlı günlerle değil, her gün oruçlu olmak lazımdır.
- Oruç süresince, düğün, nişan, sünnet, vb. eğlence yapılmaz.
- Kerbelâ şehitlerinin çektikleri susuzluğu hissetmek için su içilmez, vücudun su ihtiyacı yenilen yemeklerden, ayran, vs. gibi sıvılardan karşılanır.
-Kan akıtılmaması adına kurban kesilmez, et yenilmez.
-İhtişamlı sofralardan uzak kalarak, mütevazı sofralar kurulur.
-Muharrem ayında canlarla bir araya gelerek birlikte mersiyeler, şiirler, deyişler, Alevi önderlerinin kahramanlık öykülerini okunur, anlatılır.
-Orucun 12. gününden sonra on iki imamlara ve bu yolda şehit olanlara atfen en az 12 nebattan oluşan aşure yapılır ve İmam Zeynel-i Abidin’in hayatta kalması adına şükran ifadesi olarak dağıtılır.

“Bism-i Şâh, Allah Allah!
Er Hak- Muhammed-Ali âşkına, İmâm Hüseyin Efendimiz’in susuzluk orucu niyetine, Kerbelâ’da şehid olanların tertemiz ruhlarına, Fâtıma-tüz Zehra’nın şefaatına, On iki İmamlar, On dört Masum-u Pakların şevkına! Hü…
On yedi Kemerbestler’in hürmetine; hazır, gaip ve gerçek erenlerin himmetleri üzerimizde hazır ve nazır ola. Yuf münkire, lanet Yezid’e, rahmet mümine!
Gerçek erenler demine, dost erenler hü!

Allah kabul etsin…

Birkaç not:

1-İslâm Dini’nin temsilcisi olan Din Hizmetleri Ataşemiz Ahmet Fuat Çandır sıradan biri gibi oturmuştu masaya. Kravat ve takım elbise. Onun resmi kıyafetiyle o masada oturması gerekmez miydi? Sarık ve Cübbe, onun şahsında İslam’a saygınlık kazandıracaktır. Böyle toplantılara diğer dinleri temsilen katılanlar resmi elbiseleriyle katılırlar ve herkesin de saygınlıuğını kazanırlar. Bizim Ataşemiz sıradan bir davetli gibi duruyordu orada...

2- Namaz kılmak için mescit düzenlemesi yapılmış arkalarda bir köşeye. Sebep olanlardan Allah razı olacaktır. Ancak ben bu mescidi bu Kançılarya’ ya yakıştıramadım. Allah, 100 milyon Euro’luk bir yapının içinde 3 metre kare bir odaya sıkıştırılmış sanki.
O binaya en az 100 kişiyi alacak kadar içten kubbeli, Selçuklu ve Osmanlı Mimarisi’nin özelliklerini taşıyan, temsil gücüne sahip minyatür bir cami yapılmalıydı, Halâ yapılabilir. Beton binalar temsil gücüne sahip olmazlar. Binaların üzerlerinde ve içlerinde barındırdıkları kültür temsil eder ülkeleri. Türkiye Cumhuriyeti laiktir. Ancak halkı Müslüman bir ülkedir. Devlet laik diye, halkın inancı, kültürü yok sayılmamalı.

3-Çay olarak yine de Seylan çayı ikram edildi. Bu meselenin halledilmeyeceğine inanmaya başladım. Türkleri, Türkiye’yi temsil etmek değil, programlardan bir program yapmak için bu programlar düzenleniyor olmalı. Ben 2011 yılından beri “Çaykur çayı”nı yazıyorum, kimsenin ilgi alanına girmiyor yazdıklarım. Ben Rizeli değilim, Rize’nin reklamı yapılıyor denilirse eğer; ben Denizliliyim. Horoz olduğum söylenebilir, bu vesileyle de erken ötmüş olabilirim. “Erken öten horozun başını keserler” derler ama, horoz ötmeden de sabahın olduğunu anlayamazsınız.
Büyükelçilik temsil gücüne sahip bir resmi kurumdur. Temsil ettiği, bir ülkedir, şirket değil. Bu durumda içtiği çaydan, kullandığı bardaktan, yere serdiği halıdan, duvardaki resimlere kadar ne varsa o kurumda hepsi Türkiye’yi anlatmalıdır. Elçilik böyle birşey olsa gerektir. Ben bu vesileylşe yeniden bir hatırlatma yaptım. Belli mi olur, belki Büyükelçimiz Ali Kemal Aydın kulak verir bu sese de, “Kançılarya’da sadece Çaykur çayı içilir” geleneğini başlatmış olur...

Çay demlemenin de, içmenin de bir adabı vardır. Çay zevk için içilir. Çay demleyip, ikram edenler, şu 4 hususa dikkat etmelidirler:
1-Demlenecek çay Çaykur’un çayı olmalıdır
2- Çayın demi, dudak renginde olmalıdır (Lebrenk)
3- Çay ince belli bardakta ikram edilmeli ve ağzına kadar doldurulmamalıdır, dudak payı bırakılmalıdır. (Lebrîz)
4- Çay, dudağı yakacak kadar sıcak olmalıdır.(Lebsûz)