24 Kasım 2010 Çarşamba

ZALİM KİME DENİR?


Yazdır E-posta
ha-ber.com
 
 
 
ZALİM KİME DENİR?

HAKSIZLIĞIN NE OLDUĞUNU ANLAMAK İÇİN ÖNCE HAK'KIN NE OLDUĞUNU ANLAMAK GEREKİR (I)

Avrupa'da kurulan işçi derneklerinin çoğu din eksenine oturmuş geçmişte. İnsanların ibadet ihtiyaçlarını karşılamak amacına hizmet etmek için kurulmuşlar. Zamanla Kur'an kursları açılmış. Bodrumlar veya binaların alt katları tercih edilmiş bu hizmet için. İbadet için bu camilere gelen insanlardan yardımlar talep edilmiş, talepler karşılanmış. Geriye dönüş kararından vazgeçilince mülkiyetler alınmaya başlanmış. Bu arada kurumlaşmaya doğru adımlar da atılmaya başlanmış.
Resmî okullarda İslam din dersleri, Kur'an kurslarına kalite kazandırmak için okul adı altında yaygın dini eğitimler veren süreli kurslar v.b. açılmış.




İnsanımızın dinî ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulan bu yerlerin çoğu, zamanla simsarların eline geçmiş. Bu kez hizmetten ziyade işin mâlî boyutuyla ilgilenilmeye başlanmış.
Çalışmaların amaçlarına uygun bir şekilde sürekliliğinin olabilmesi için yönetici profilini hiç değiştirmemişler. Başlangıçta işçi kuruluşu olarak açılan bu yerler aynı özelliğini korumaya devam etmiş. Halen de böyledir. Halkımızın dini ihtiyaçlarını gidermek amacıyla kurulan bu yerlerin yöneticilerinin, o günlerde ilkokul mezunu olmalarına ve hatta ilkokul mezunu bile olmamalarına şaşmamak gerekir, çünkü o gün o insanlar vardı. Alternatif yoktu.

50 sene sonra geldiğimiz yerden baktığımızda, dini derneklerin çoğunda yönetici olarak yine aynı özelliği taşıyan insanları görüyoruz. Oysa o insanların çocukları bugün üniversite mezunu. Değişik dallarda okumuş yüzlerce vasıflı insanımız var. Ancak bu vasıflı insanlara dîni dernekler teslim edilmiyor. İslâm... adıyla başlayan kurumların, derneklerin başında bilgi açısından İslam'la alakası olmayan insanlar getiriliyor.

Onlarca üniversite bitirmiş vasıflı hocası ve imamı olan bir dini kuruluşu yöneten kişiler, ilkokul mezunu bile olmayabiliyor. Bir kaporta işçisi, oduncu, taksi şoförü, kasap veya inşaat kalıpçısı olabiliyor. Maksadım bu meslek sahiplerini veya bu meslekleri küçümsemek, yargılamak değildir. O meslekler güzel meslekler o işi yapan insanlar da muhterem insanlardır. Benim anlatmak istediğim dernek yönetimi için ehliyetli insanlar varken bu derneklerin başına niçin hâlâ ehliyetsiz insanlar geçiriliyor? Neden 50 sene sonra gelinen noktada böyle bir fotoğrafla karşılaşıyoruz?
Dini bir kurumun başında neden bir din âlimi yoktur? Neden dini bir kurumun başına din âlimi getirilmez? Oduncunun, kaportacının, inşatçının, kasabın ne işi var dini kurumların başında!?

Ulema mı? Umera mı?
Zamanında bu kavramlar çok tartışılmış, ulema mı üstündür umera mı? Çok enteresandır, sonuçta üstün olan umera olmuş. Ve bazı umeraya! da geleceğin fatihi diye ünvanlar verilmiş. Kendi nefsinin bile fatihi olamayan o insanlar Fatih! olarak görmeye başlamışlar kendilerini.

Nice başlar alınmış ondan sonra. İlim sahibi olan insanlara "çorbacı" denilmeye başlanmış. Camilerin kantinlerinde çaycı olarak görevlendirilmiş çoğu hocalar. "Hey hoca yapsana bana bir çay..." Terbiye sınırlarının dışında olan bu şekildeki davranışlara maruz kalmış ilim adamları. Namaz vakti gelince de "Hoca geç önede bize namaz kıldır bakalım" denilmiş. Terbiyesizliğin, utanmazlığın, arlanmazlığın dibe vurduğu yerlerdir bu noktalar.

Behey arlanmaz, bire utanmaz, Bre gafil; Hz. Muhammed âlim miydi, âmir miydi? Âlim olunmadan âmir olunur mu? Kur'an'ın ilk emri oku diye inmiştir, boyun vur diye değil. O Kur'an âdil yönetici ister, zâlim yönetici değil... Zâlimlere de, zâlim yöneticiler de cehennemin yolunu gösterir, cennetin değil!

Behey utanmaz, arlanmaz, sana bir harf öğretenin hani kölesi olacaktın sen? Hiç utanmıyor musun kölesi olacağın o insanı köle yapmaya...Bu din nasıl gelişecek, nasıl canlanacak, nasıl çiçek açacak, bahar nasıl gelecek...? Behey ahmak, kimsin sen? Sen ayakkabının kaç numara olduğunu biliyor musun? Hayatında kaç tane tükenmez kalem bitirdin? En fazla kaç kelimeyle bir cümle kuruyorsun sen bre densiz? Kurduğun cümlenin öznesini yüklemini biliyor musun?

İslam'ın altıncı şartı haddini bilmektir. Ama siz simsarlar haddinizi de bilmezsiniz. Yaratıcı şöyle der sizin gibilere:
"Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işitici ve bilicidir." (Nisâ Suresi 148)
"Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez" (Şûrâ Suresi 40)
"... doğrusu O, zalimleri sevmez..."
Zulüm demek, haksızlık yapmak, eziyet etmek, işkence yapmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak, baskı altında tutmak demektir. 
      
Yukarıda geçen anlamından da anlaşılacağı üzere haksız, adaletsiz ve merhametsiz davranışlar, emanete hıyanet, gasp, verdiği sözü yerine getirmemek, kötü söz ve fiillerde bulunmak gibi huy ve hasletler de zulmün tanımı içine girer.

Adalet; her işte ve her meselede hakkı gözetmek. Herkese müstehâkını vermek, hiç kimsenin hukukuna tecavüz etmemek demektir.

Zulüm ise, adaletin zıddıdır; İnsanların ve diğer canlıların hayatına ve hakkına tecavüz etmek, zorbalıkla veya şeytanlıkla, başkalarına hakaret ve hıyanete yönelmek, insafsız ve vicdansız davranışlara girişmek demektir.

Herhangi bir hakkın gasp edilmesine ve gecikmesine sebep olmak, görev ve yetkilerini kötüye kullanmak, hile ve hıyanetle hakkı olmayan makam ve menfaatlere konmak da, zulümdür. Zulme ve haksızlığa uğrayan kimseler ise mazlumdur.
Peygamberimiz: "Mazlumların bedduasından sakının. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur" buyurmuştur.

Bir amirin memuruna karşı yaptığı bütün yanlış, kötü, zararlı söz ve fiiller zulmün kapsamı içerisine girer.

Bu zulüm çeşidi, kul hakkı içerdiğinden büyük günahlardandır ve Müslüman`ın mutlaka kaçınması gereken bir fiildir.
 
Bu zulüm çeşidine örnek olarak haksız ve adaletsiz davranışlarda bulunmak, baskıcı ve tahakkümcü davranmak, yalan söylemek, verdiği sözde durmamak, suçlular yerine suçsuzları cezalandırmak da girer.

Haksızlığın ne olduğunu anlamak için önce Hak'kın ne olduğunu anlamak gerekir  
Batılın zıddı Hak'tır. Hak; doğru, gerçek, farz, her şartta sabit olan, adalet, herkesin meşru olan salâhiyeti, bir şey üzerindeki mâlikiyeti, hakikate uygunluk, emeği geçmek demektir.

İşte bu kadar geniş bir anlamı ihtiva eden Hak'kı bir kişinin elinden almak veya başkasına devretmek Hak gasbıdır ki, büyük bir zulümdür.

Bir kişinin düşüncelerinden dolayı eziyetler görmesi ve hak ettiğinin karşılığını alamaması veya inançları nedeniyle zorbalık, baskı ve tahakküme maruz kalması veya giyim kuşamı sebebiyle alaycı ve aşağılayıcı davranışlarla karşılaşması gibi söz ve fiiller, asla kabul edilmeyen ve kınanması gereken büyük bir zulümdür.
 
Bir idareci emri altındaki personeline eşit davranmaz, bir kısmını diğer bir kısmına tercih eder ve aralarında ayırım yaparsa bu davranış da, bir haksızlık içerdiğinden dolayı zulümdür.
 
Bir kişi gelecekte makam, mevki ve şöhret sahibi olma niyeti ile çevresindeki dost bildiği şahıslardan yararlanır ve ihtiyacı varken onlardan istifade eder de, istediği sonuca ulaştıktan ve ihtiyacı bittikten sonra bir çırpıda o dostlarını silip atar, onlara sırtını dönerse bu davranış haksızlık ve büyük bir vefasızlık içerdiğinden zulmün en büyüğüdür.     
 
Bir amir, kendisine bağlı olarak çalışan bazı iş arkadaşlarına, sürekli yeni yeni vaatlerde bulunduğu ve bu konuda ümitler bahşettiği halde söz ve vaatlerini yerine getirmez, askıya alır ve yıllar boyunca ahitlerinde bir ilerleme kaydedilmezse bu durum da, vefasızlık, söz ve vaadinden dönme ve haksızlık içerdiğinden büyük bir zulümdür. Bu söz ve fiili işleyenlere de zalim denir.

Ayrıca, insanları putlaştıran, bazı liderleri tabulaştıran, şeyh, hoca gibi din adamlarını sevgide ve övgüde ilahlaştıranlar da zalimlerdir.

"İnsanlardan kimisi de Allah'tan başkasını eşler tutarlar. Allah'ı sever gibi onları severler. İman edenler ise en çok Allah'ı severler... (İnsanları putlaştırmak ve mabutlaştırmak suretiyle) zulmedenler, azabı gördükleri zaman yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah olduğunu ve Allah'ın azabının çok çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi..." (Bakara Suresi 165) ayeti bu durumda olanları haber vermektedir.

Elinde
ki imkân ve iktidarı insanların acı çekmesi için kullananlar da zalimlerdir.

Hangi dinden ve hangi kavimden olursa olsun ve hangi yolla yapılırsa yapılsın, insanların canına, malına ve namusuna hakaret ve hıyanet edenler, dininden ve düşüncesinden dolayı insanlara zahmet ve eziyet edenler de zalim
lerdir.

"Kendisine Rabbinin ayetleri okunduktan sonra, bunlardan yüz çevirip uzaklaşandan daha zalim kim olabilir? Muhakkak ki biz mücrimlerden intikamımızı alırız." (Secde Suresi 22) ayeti bu gerçeğe işaret etmektedir.

İslâm'ı bozmaya, yozlaştırmaya
, Kur'an'ın dışında düşünmeye ve Müslümanları Kuran'a rağmen yaşamaya itenler de zalimlerdir.

"İyi bilin ki Allah'ın
laneti zalimlerin üzerinedir. O zalimler ki, Allah'ın yoluna (Kuran'ın hükümlerin yaşanmasına ve uygulanmasına) mani olurlar ve O'nu (İslâm'ı) eğriltmek ve dejenere etmek isterler." (Hud suresi 19)

Her türlü zulmü ortadan kaldırmak
için mücadele etmek ve adaleti hâkim kılmak için yapılan hizmeti terk edenler, farz olan cihadı bırakıp nafile işler ve ibadetlerle vakit geçirenler, hakkın ve hayrın hizmetine girmesi için gayret göstermeyenler ve bu etkili ve yetkili araçları haksızlık ve ahlaksızlık yolunda kullananlar ve onlara destek verenler de zalimlerdir.

"Ve Allah zalimler topluluğuna asla hidayet vermeyecektir."

Kısaca;
Zorbalık ve baskının,
Haksızlık, adaletsizlik ve merhametsizliğin,
İnsanları kullanıp atmanın, 
Sözünde durmamanın ve vefasızlığın her türlüsü zulümdür.
 
Bu ve benzeri zulümleri yapanlar da zalimdirler.
 
Bütün zulümler ve zalimler kötüdür, fenadır, çirkindir, lanetlenmiştir.
Herhangi bir zulme uğramış, zulüm görmüş ve zulme maruz kalmış kişi ise mazlumdur.
Yüce  Allah  bir insanın diğer bir insana yapmış olduğu zulmü kesinlikle yasaklamıştır.            

Efendimiz de Hadis-i Şeriflerinde konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: 
 "Zulümden sakınınız. Zira zulüm, kıyamet günü sahibini saran karanlıklar olacaktır."     
"Allah zalime bir müddet süre verir. Onu bir defa yakaladığı vakit de, felah vermez."   
 "Mazlumun duasından (bedduasından) sakınınız. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur."
 
Efendimizin veda hutbesindeki şu sözleri de oldukça önemlidir: 
 
"Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Nefsinize de zulmetmeyin." 
 
Müslüman, her çeşit zulümden kaçınan ve başkalarının kendisinden emin olduğu kimsedir.
Müslüman, ne kendisine ve ne de başkalarına karşı zulüm eden ve zalim vasfını bünyesinde taşıyan kimsedir.
 
Müslüman zulmetmediği gibi herhangi bir insana yapılan zulme de seyirci kalmamalıdır. Bu seyirciler bir gün sıranın kendilerine geleceğini düşünmelidir. Çantacılığın ve yalakalığın sonunun geleceğini bilmelidirler. Bu yalakaların içerisinde hoca vasıflı insanların bulunması Müslüman toplum için üzücü bir durumdur. Yaratan'a değil de para atana hizmet eden, rızkı Allah'tan başkasından bekleyen bu hoca bozuntuları İslâm'ın önünde duran en büyük engellerdir. Allah bu hoca bozuntularının şerrinden insanlarımızı korusun. Amin!

Şu iyi bilinsin; iyi niyetli, çalışkan, pazarlıksız, duruşu belli olan tevhid erleri hocalara saygım sonsuzdur. Ben onların ellerinden değil, ayaklarının altından öperim. Selam olsun o Hak erlerine...

Son söz;        
İnançlı ve akıllı insanlara yaraşan ve yakışan, hangi çeşit olursa olsun, zulüm içeren ve zulüm kokan hiçbir söz ve fiile bulaşmaması ve zalimlerden olmamasıdır.
Daha önce zulmettiğimiz kişiler varsa onlarla mutlaka helalleşmenin yolunu bulalım. Aksi halde öbür tarafta işimiz çok zor olacaktır.

"Zulüm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur."
 
Rüştü Kam



 









  Yorumlar (6)



 1 Dinbilgileri
Yazan Münir Seçme, 30-06-2010 04:21
ağzınıza sağlık
açıklama ve toparlamanız çok güzel
yazılarınızın devamını bekliyoruz
selamlar
M.Seçme


 2 sancılı itiraz
Yazan Yobaz Adil, 30-06-2010 02:26
sevgili hocam,genel manada eyvallah.Ancak düşüncelerimde sızı oluştu.Neden, niçin soruları bende adeta isyan edercesine yoğunlaştı.Mesela üstünü çizip atmanız gereken bir objeyi niçin ısrarla vurguluyorsunuz? Neden üretkenlik eforunuzu bir hücreye hapsediyorsunuz? Neden kısır bir kadına bebek bakımını öğretmeye çalışıyorsunuz. Niçin o güzel Ayet ve hadisleri böylesi basit konular için harcıyorsunuz? Tahmin ediyorumki onlarda senin için; savaşçı(!) ayet ve hadisleri sipere yerleştireceklerdir.Seni anlıyorum ama biliyorsunki yalnız sen değilsin.
Sevgili hocam,ilk kurucular yani kasaplar oduncular inşaatçılar,taxiciler v.s onlar o işin ehli idiler. Ve onlar görevlerini layıkıyla yerine getirdiler.Zaman şart ve mekan olgusunu değerlendirdiler. Onların düşüncesi İslami bir tarzı Yaşayabilme mücadelesiydi. meslekleri, sadece sistemde var olabilme araçlarıydı. Diyorsunuzki:''Üniversiteyi çeşitli dallarda okumuş insanlarımıza neden dini teslim etmediler'.Zaten problem orda başlamadı mı?Avrupada en üsttekiler tayin edilmiş üniversiteliler değilmi? Onları tayin edenler üniversiteli değilmi? Mevcut sistemler, (aykırıların dışında)Okullarında benim gibi yobazlar için nasıl öğrenci yetiştirebileceklerini bilmiyorlarmı? Devrimci veya inkılapçı bir ruhla toplumun dinamiklerini harekete geçirecek;bahsettiğiniz adalet ve zulüm kavramlarını yorumlayıp ayırıştırabilecek kısacası kendisini katledecek öğrencileri bu sistem kendisi mi üniversitelerinde yetiştirecek? Gerek peygamberler tarihinde ve gerekse İslami inkılaplar tarihinde görülüyorki zulme karşı kalkışmalarda özel eğitimler bilinçlendirmeler söz konusudur. kısaca şunu demek istiyorum: Günümüz üniversite diplomaları ,malı götürmek için,birbirleriyle yarışmaya,yağ çekmeye ,çantacılık yapmaya dair; sistemin:''MÜSAİTTİR'' belgesinden başka bir şey değildir. Dolayısı ile bunlara ''ehil''diye sistem dışı bir şey emanet edilemez.
Sevgili hocam,maksadım seni elştirmek değil. İstiyorumki güzel yorumlarından faydalanmak.Evrensel yaklaşımlarınızı keyifle takip etmektir.
İstanbuldan selamlar sevgiler. Allah'a emanet olun.


 3 Zalimle mazlum ,kurtla kuzu ayni ovada
Yazan Mustafa Eksi, 30-06-2010 01:25
Zalimle mazlum ,kurtla kuzu ayni ovada kardes kardese hayatlarini sürdürüp duruyor.
Söyle bir bakalim etrafimiza ,ailemize sokagimiza mahallemize ,semtimize ,ilcemize ,ilimize ülkemize ve dünyaya , ne görüyoruz?
Gördügümüz aynadaki kisi degilmi?

Hayat sürecinde yasanan onlarca olay var ve bunlar hep önumuzdeki yillara tecrube olarak bize yol gösterir .Biz bu tecrubeleri uzaydan uzaylilardan elde etmeyiz nerden kazabiriz bu tecrubelri dersiniz ? Bir düsünün ?
Tabiki en yakinindan baslar duygularinizin degdigi noktalara kadar gider ve bu duygular tamamen duygusal olunca isler sarpa sarar.
Gelelim berline ve yasanan sosyal olaylara icinde kendimizi buluruz hemde tam ortasinda.Isyerinde birbirinin kuyusunu kazan arkadasiniz olmadimi oldu degilmi birileri bir yere gelebilmek icin tuzlama ve yalama calismalari yapmadimi yapti degilmi ?Malesef isyeri böyle ama okuldada öyle degilmiydi biri öburunu kiskanir notlarini vermez yardimci olmadi yokmu öyleleri icimizde var var ....
gelelim derneklere onlar doruk noktaya varmis durumda bu konuda .....Hele hele Türk dernekleri Ha-ber comda dahi izliyoruz entrikalar ,oyunlar birbirini cekememezlikler ZALIMlikler yok yok kimmi bunlar diye soruyorsaniz Aynadaki kisi desek yeterlimi .
Camilerimiz ise bu derneklerle hep kuzu gibi gecindiler sanirim kurtlar puslu havayi sever mahiyetinde zamani geldimi cilekes kuzulari hammmm yapip yediler birde cilekes yöneticer vardi onlara ne mi oldu onlar CHE GUEVARA -oldular :)
Tabi bazilari diyebilir CHE GUEVARA -isimiz olmaz ozaman da zalimlere baskaldiran kim vardi bizim clubten tamam mavi gemideki aktivisler diyelim.
Zalim kim mazlum kim?Karismis ayna kirlenmis görüntu net degil hayat insanda eksen kaymasi omurga oynamasi ve hatta hatta güven erezyonu yasanmasina bir ikramiye olarak sunuyor.

Sokaca cikalim kaldirimin bir karsisina bir zalimle bir mazlumu yanyana koyalim ,öbür karsisina kurtla kuzuyu koyalim .Sonrada mazlumla kuzuyu yanyana getirelim kurtla zalimi yanayana getirelim bakalim e olacak .?

bence su oalacak zalim le kurt karsi caddeki mazlumu bekleycek neyimi bekleyecek ?

Kuzu cevirme olsada yesek diyecek zalim ve kurt ,mazlum zaten kuzu cevirmeyi ne zamandir tatmamisti .

Afiyet olsun .


Dipnot . Bütün zalimleri ve mazlumlari tatile gönderelimmi ?iyi tatiller

en son ciddi bi laf edeyim .

Gazze icin: Yasasin zalimler icin cehennem.


 4 Zulüm
Yazan Yilmaz Gün, 29-06-2010 21:46
Vakti ile ben de yukaridaki herhangi bir STK lardan birinde, rizasini sadece ve sadece Rabbim den ummak ümidi ile uzun müddet calistim. Bir yol ayrimina geldim, geldigim yol ayrımı Adalet kavrami ile alakali idi. Etrafimda Burs´a ihtiyaci olan ögrenciler var idi bu genclere de verilsin burs dedim. Tüm ümera ve sözde onlarin ülemalari bana, burs vermeleri icin ögrencilerin "Onlardan" olmalari gerektigini, yani onlarin davalarindan olmalari gerektigini söylediler. Ben Onlar mü´min insanlar dedim, onlarda dedilerki, ama bizden degiller, ben dedim ki yahu siz bana yillardir Mü´min oldugunuzu söylüyordunuz, simdi birde sizden olmalari sarti nerden cikti hani siz diyordunuz ya biz Kitab ne derse onu yapariz. Kitabin ayetleri bu konuda acik dedim. Bana kendilerinin maslahatlarinin farkli oldugunu söylediler, derken Filim de orada koptu. Demekki mü´min olmak icin farkli maslahatlar gerekiyormus bu maslahat nemenem seyki Kitabin önüne gecebiliyor. Adaletin önüne gecebiliyor. Sen bendensin ne yaparsan mübah, sen Benden degilsin ne yapsan günah. Kisaca o STK ile arami Kur an ı öğrenmem, O na dönmem acti. Yani aramiza onlarin hep söyledikleri sözde DAVA varya onun asli girdi. Bu sekilde yollar ayrildi. Zulüm, Adalet kime göre: Onlarin mantigi ne idi. Emir bir Karar verir isabet ederse 2 sevab, isabet etmez ise bir sevab aliyor, herif bastan köseyi dönmüs, herhâlukârda herif kârda, mantik bu olduktan sonra yapacak bir sey yok. Akil Kayip, Vicdan metruk, Gönül mahzun.

Yilmaz Gün


 5 Yer yüzünü Fesada bogmayin
Yazan Abdurrahman Akgül-Berlin/Alman, 29-06-2010 13:10
Selam zulme baskaldiranlarin üzerina olsun,
saygideger hocam, biz müslümanlar, fiille halletmemiz gereken isleri malesef konusarak hallettigimizi zanneden garib ve zavalli insanlariz. Zulüm görmüs insanlarin hakkini kimler ve nasil koruyup muhafaza edecekler? Toplantilar yapilarak konular tartisilsin istendiginde, toplantiya katilan istirakcilerden kac kisi kararlilikla, dogru bildigini korkmadan ve cekinmeden söyleyebiliyor? Idari mekanizmada olmasi gereken vasifli elemanlar da ya titelim elimden alinir korkusu, yada maasimdan olurum cekincesi hakim. Sizin bahsettiginiz zulme ugrayan kisileri cevrende kac tane hoca koruyor? Sonrada ehliet ariyorsunuz. Ehliyetliler ehliyetten ne anliyor ki? Arac kullanma belgesimi? Cingeneye mühür vermisler, önce babasini asmis! Su cümleyi herhalde unuttunuz; haksizlik karsisinda susan dilsiz seytandir! Zalimlerin yaptigi, yeryüzünü ancak fesada bogmaktir.
Allah insanlari, yeryüzünde haksizlik varsa, haksizlik yapan zalimlere karsi baskaldirmak icin dünyaya getirir. Biz ise birakin baskaldirmayi, zalimlerin yagdanlikcisi, cantacisi olmakla ögünen insanlara dahi dur diyemiyoruz.
Evet ben; bana bir kelime ögretenin kölesi oluru. Zalim karsisinda susaninda düsmani
Saygilarimi sunar


 6 "Zalimin zülmü varsa mazlumun Allahi va
Yazan Yunus Inci, 28-06-2010 19:17
Saygideger Rüstü hocam,

tesekkürler, yine derin konuyu kaleme aldiniz.
Annemden duydugum bir deyimi hic unutmuyorum, bana hep

"Zalimin zülmü varsa, mazlumun Allahi var" derdi.

Evet bence ehliyetsiz kisilerin yönetici veya yönlendirici durumda olmasi, kisi ve toplumlar icin zülümdür.

Ama herne hikmetse, kisileri o mevkilere secerken, ehliyetli olup olmadigini sorusturmuyoruz.
Daha cok hemserilik veya yandaslik özellikleri bizi ilgilendiriyor.

Zülümsüz bir dünya dilegiyle ...


Lyon 'dan seygilerle

Yunus Inci

MEZHEPLER VE DOĞUŞ SEBEPLERİ (lV)


Yazdır E-posta
ha-ber.com
 
 
 
MEZHEPLER VE DOĞUŞ SEBEPLERİ (lV)


Mezheplerin Doğuşunda İslam'ın Geniş Bir Coğrafyaya Yayılmasının ve Başka Kültür- Medeniyetlerin Etkileri 
             
Kültürel etkileşme, insanın sosyal bir varlık oluşunun getirdiği sonuçlardan birisidir. Tarih boyunca, güçlü kültür ve medeniyetler, daima zayıf kültür ve medeniyetleri etkisi altına almıştır. Bunun yanında, bir kültüre ait birtakım motifler, zaman zaman, hem başka kültürleri etkilemiş, hem de o kültürün içinde bazı yeni oluşumlara yol açmıştır. Mezheplerin oluşumunda kendisini gösteren farklılaşmaların bir kısmı da muhtelif kültür unsurlarının etkisiyle vücut bulmuştur.

 
İslâm Mezheplerinin doğuşuna etki eden kültür unsurlarını ararken, işe, Cahiliyye dönemi Arap kültüründen başlamakta fayda vardır. İslâm dini, doğuş döneminde Arap kültüründen gelen, İslâm'a aykırı olan unsurları dışlamış; fakat İslâm'a ters düşmeyenler konusunda, ya sessiz kalmış ya da onu benimsemiştir. İslâm'ın dışladığı unsurlardan bir kısmı zamanla tekrar etkin olmaya başlamıştır. Meselâ kabilecilik İslâm'ın hoş görmediği, reddettiği bir kültür unsurudur. Buna rağmen, Hz. Peygamber'in vefatını müteakip ortaya çıkan olaylarda hemen, yeniden etkisini hissettirmeye başlamıştır. Hz. Osman'ın halife olmasıyla birlikte, bu kabileciliğin bütün ağırlığı ile tekrar su yüzüne çıktığını görmekteyiz. Hariciliğin doğuşunda en önemli etkenlerden birisi olan "Kureyşin Merkezî otoritesine tepki"[14], bu kabilecilik anlayışının ilginç ve değişik tezahürlerinden birisidir.
 
Bazı araştırıcılar, Hariciliğin doğuşunda etkili olan sebeplerden birisi olarak "Bedevî Arapların yerleşik hayata geçiş sürecinde karşılaştığı güçlüklerden" söz etmektedirler[15]. Bu durum da bize, yine İslâm Öncesi Arap kültürünün izlerinin hatırlatmaktadır.
 
Diğer taraftan, Arapların tarihî kabilecilik anlayışına bağlı olarak ortaya çıkan siyâsî olaylar, Arapların diğer kavimlere üstten bakışları de ister istemez, yeni Müslüman olanların muhtelif alanlarda birtakım farklılaşmaların içine girmelerine sebep olmuştur.
 
İslâm'ın geldiği ortamda, özellikle Medine'de yaşayan Yahudiler ve bunların sahip oldukları bir Yahudi kültürü vardır. İslâm'ın yayılma sürecinin hızlanması ile birlikte, anlayış planında Yahudi kültürünün fevkalâde etkili olduğunu görmezlikten gelmek mümkün değildir.
 
Hızla yayılan İslâm, bir yandan oturma sürecini devam ettirirken, diğer yandan da o dönemin üç büyük medeniyeti olan Mısır, Roma ve Sasanî medeniyeti ile yüz yüze gelmiştir. Bilhassa hicrî ikinci asırdaki mezhebî oluşumlarda, bu üç medeniyetin de derin izlerini bulmak imkân dâhilindedir. Her şeyden önce, İslâm'ın yayılması ile birlikte, bu üç medeniyete mensup insanlar Müslüman olmuşlardır. Bunlar, eskiden mensup oldukları dine ve kültüre ait unsurları, ister istemez din anlayışlarına yansıtmak durumunda kalmışlardır. Hicrî ikinci asırda tarih sahnesine çıkan Şiîlik, daha çok Sasanî medeniyetinin ve Fars kültürünün izlerini taşımaktadır. Şia'nın imamet nazariyesinin temelinde,"yarı tanrı kral" kültünün yattığı söylenebilir. Bu kültürde var olan karizmatik lider anlayışı, Hz. Ali'nin ve soyundan gelen imamların yanılmaz, hatasız, günahsız masum kimseler oldukları şeklinde ifadesini bulmuştur. Şiilikteki "ızdırap çekme" motifinin de Hıristiyan kültürüyle irtibatlandırılması mümkün gözükmektedir.
 
Öte yandan, gerek Şiilikte, gerekse Sünnî anlayışta kendisini gösteren Mesih-Mehdi inancının da, daha çok Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan etkilenerek şekillendiğini söylemek, pek yanlış olmasa gerektir. Çünkü, Kur'ân'ın inanç esası olarak belirlediği hususların arasında, bir "mesih-mehdi" inancı yoktur. Kur'ân, kendisinin "mehdî" olduğunu belirtmektedir. Diğer taraftan, mezheplerin doğuşunda, iktisadi ve coğrafî amillerin de etkili olduğu bilinmektedir. İktisadi unsurlar, tarihin her döneminde, sosyal hayatın tabii akışında etkili olmuştur.
 
Mezheplerin  Genel Çerçevede Kur'ân'a Bakışları
             
Din anlayışındaki farklılaşmaların kurumlaşmaları sonucu oluşan mezhepler, içinde yaşanılan sosyo kültürel ortamın etkisiyle, özellikle inanç noktasında diğer Müslümanlardan kendilerini ayıran hususları zamanla önplana çıkartmışlardır. Mezheplerin doğuşuna yol açan farklılaşmaların başlamasında, Kur'ân'ın insan aklına tanıdığı geniş hareket alanının, Kur'ân'ın birtakım özelliklerinin etkili olduğu kuşkusuzdur. Düşünen insanlar, ister istemez bazı konuları farklı anlayacak, farklı yorumlayacak ve farklı değerlendireceklerdir. Ancak, Kur'an, ısrarla, insanların bilmedikleri şeyin ardına düşmemelerini[16] zanla hareket etmemelerini, konuştukları zaman delillere dayanmaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Kur'ân, samimiyetle kendisine yaklaşanları bir ölçüde terbiye etmekte, onların keyfî hareketlerini sınırlamaktadır.
 
Bu doğrultuda düşünecek olursak, düşünen Müslümanların Kur'ân'la organik bağları devam ettiği müddetçe, farklılaşmaların kurumlaşmasına yol açacak  oluşumlardan ister istemez uzak kalacağını söyleyebiliriz. Çünkü Kur'ân, insanları hep birden "Allah'ın ipine sarılmaya çağırmaktadır[17]. Kur'ân, insanların serbestçe düşünmelerine imkân sağlayan, ancak görüş ayrılıklarının kurumlaşmasını, insanların birbirlerine düşman hale gelmelerini önleyen, evrensel boyuta sahip bir zemin hazırlamıştır. Teorik olarak, Kur'ân'a yaklaşıldıkça, derin görüş ayrılıklarının en aza inmesi gerekeceği söylenebilir. Ne var ki, aynı Kur'ân'a inanan Müslümanlar, Kur'ân'ı bile kendi görüşleri için delil olarak kullanmaktan pek çekinmemişlerdir. Görebildiğimiz kadarıyla, Müslümanlar, inanç ve gönül dünyalarını Kur'ân'a göre şekillendirecekleri yerde, Kur'ân anlayışlarını kendi görüşleri ve arzuları istikametinde şekillendirmeyi tercih etmiş gibidirler.
 
Mezheplerin Kur'ân'a bakışları da, daha çok kendi görüşlerinin genel çerçevesinde şekillenmiştir. Bütün mezhepler, hangi zaman diliminde ortaya çıkmış olurlarsa olsunlar, kendilerini Hz. Peygamber dönemiyle irtibatlandırabilmek için çok özel bir gayret sarf etmişlerdir. Mezheplerin lehinde veya  aleyhinde Hz. Peygamber'e bir şeyler söyletme gayreti bunun çarpıcı bir delilidir. Hz. Peygamber'in sağlığında ne Hariciler, ne Şia, ne Mu'tezile, ne Mürcie vardır. Fakat bu mezheplerin taraftarları, kendilerinin hak mezhep olduklarını ispatlayabilmek için, ya da  karşılarında yer alan mezheplerin batıl mezhep olduklarını gösterebilmek için, Hz. Peygamber'e birtakım sözler söylettirmekten geri durmamışlaradır.
 
Diğer taraftan, hemen hemen bütün mezhepler, kendi görüşlerinin doğruluğunu ortaya koyabilmek, düşünce ve davranışlarını  meşruiyet zeminine oturtabilmek için, çok rahat bir şekilde Kur'ân'ı kullanmışlardır. Bu durumun, bir  fıkradaki, namaz kılmayışını Kur'ân'la  temellendirmek isteyen, "Kur'ân, namaza yaklaşmayın (lâ tekrabu's-salah)  buyuruyor"  diyerek delil bulmaya çalışan, âyetin devamının okunması istendiğinde  "Ben hafız değilim" diyen zihniyete çok benzediğini belirtmekte fayda vardır.
 
Kur'ân'ın Siyasî Meselelere Bakışı
           
Kur'ân, siyasî meselelerle ilgili olarak, evrensel nitelik taşıyan genel ilkelerin dışında herhangi bir belirlemede bulunmuş değildir[18]. Bu genel ilkeleri:
-İşlerin ehline verilmesi[19],
-vahiyle belirlenmemiş konularda müşavere ile hareket edilmesi[20],
-insanlar arasında adaletle hükmedilmesi[21],
-"Allah'a, Peygamber'e ve mü'min emirlere itaat edilmesi"[22],
-bilinmeyen şeyin desteklenmemesi[23] şeklinde sıralamak mümkündür.
 
Kur'ân'ın istediği ahlâklı ve âdil toplum, Kur'ân'ın dikkat çektiği ilkeler doğrultusunda Müslümanlar tarafından, sosyal değişme olgusu çerçevesinde şekillenecek olan siyasî sistemlerle idare edilecektir. Kur'ân, insanı ilgilendiren siyasî sorumluluğu, temel ilkeleri vererek insana bırakmıştır.
 
Diğer taraftan, Kur'ân, insanlar arasında tek üstünlük ölçüsünün "takvâ" olduğunu Hucurât suresinin 13. ayetinde çok açık olarak belirtmiştir: "Ey İnsanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, sizin Allah katında en üstün olanınız, en müttakinizdir. (O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır). Allah bilendir, haberdardır". Bu ayette "birbirinizi kolayca tanıyasınız" şeklinde tercüme edilen Teârüf kelimesi "hem birbirini bilmek, tanımak, anlamak manasındadır, hem de karşılıklı yükselmek"[24]. Bakara suresinin 148, Mâide suresinin 48. ayetlerinde "Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın" buyrularak "Allah katında en değerli insanın nasıl olacağına" dikkat çekilmektedir.
 
 "Allah katında en üstün olanınız en müttakinizdir"[25] âyeti, Kur'ân'ın bütünlüğü içinde değerlendirildiği zaman, başta soy-sop olmak üzere, fakirlik-zenginlik, güzellik- çirkinlik gibi  yapay değer ölçülerinin genel-geçer fonksiyonelliğini ortadan kaldırmaktadır. Bu çerçevede, "Eğer mü'minseniz, en üstün olanlar sizlersiniz"[26] ayeti, gerek Sünnî anlayışta yer edinen "Kureyşlilik" meselesinin, gerekse Şiî anlayışın tipik özelliklerinden olan  karizmatik "Ehl-i Beyt" kavramının vahyi temellerden yoksun olduğunu gözler önüne sermektedir. Hucurât suresinin 11.ayetinde yapay üstünlük ölçülerine dayalı tavırlar kınanmaktadır: "Ey İman edenler, bir kavim diğer bir kavmi istihzaya kalkmasın, mümkündür ki berikiler ötekilerden daha hayırlıdır.".
 
 Kur'ân, bir kimseyi peygamber olarak seçme yetkisinin sadece Yüce Allah'a ait olduğunu bildirmekte[27], sırf peygamberlik için yaratılmış bir kavim veya sülaleden bahsetmemektedir. "Hz. İbrahim'i ve aynı soydan Hz. İshak'ı peygamber kılan Cenab-ı Hak, bunların neslinden gelenlerin içinde, iyilerin de, zalimlerin de bulunduğunu bildirmektedir[28]. Hz. Nuh'un ve İbrahim'in zürriyetlerinde peygamberlik ve kitap verilenler bulunduğu ifade edildikten sonra, aynı zürriyetin ekseriyetini fâsıkların teşkil ettiği beyan edilmektedir[29]. Bir peygamberin babası Allah düşmanı olabildiği gibi[30], oğlu dahi babasına tamamen ters bir karakter belirtebilir: Hz. Nuh, gemiye binmeyip karada kalan ve helâk olacağı muhakkak olan oğlu hakkında, Cenab-ı Hakka: 'Şu oğlum, ehlimden' diyerek, rahmet niyazında bulunduğu zaman, şu ilâhî cevabı almıştır: 'Ey Nuh! O senin ehlinden sayılmaz, onun davranışı salih bir amel değildir'[31].
 
"Hz. İbrahim'e Cenab-ı Hak: 'Seni insanlara İmam (başkan) yapacağım' buyurduğu zaman, bu Peygamber: 'Benim zürriyetimden de' diyerek, kendi sülalesinden de imamlar gelmesi niyazında bulunmuş, fakat şu cevabı almıştır: 'Benim ahdim (vazife teklifim) zalimlere erişmez'.[32]
 
"Bu Kur'ânî delillerden anlıyoruz ki, peygamberlik makamı bir sülale imtiyazı değildir. Bu vazife o sülale mensuplarına herkesten farklı bir imtiyaz, ayrı bir fazilet sağlamaz. Peygamber çıkarmış bir kavim, sırf bu vâkıa dolayısıyla, öteki kavimler üzerinde hiç bir üstünlük iddiasına girişemez"[33].
 
Kur'ân'ın bu tavrı ortada dururken, sırf Hz. Peygamber içlerinden çıktı diye Kureyş kabilesine herhangi bir üstünlük atfetmek mümkün olmadığı gibi, Haşimoğullarına, ya da Ali b.Ebî Talib'in Fatıma'dan olan soyuna diğer insanlardan farklı özel bir konum belirlemek de mümkün değildir. "Hz. Peygamber'in mü'minler arasındaki mevkiine işaret eden bir ayette, ailesini teşkil eden kimseler olarak, sadece hanımları zikredilmekte, kızları, damatları ve diğer akrabalarıyla ilgili hiçbir hususî hükme yer verilmemektedir. Peygamber mü'minlere, kendilerinden daha yakındır, zevceleri de -başkalarına nikâhları haram olan[34] - anneleridir'[35]. Hz. Peygamber ve zevcelerinden ibaret olan aile halkına Kur'ân-ı Kerîm Ehlu'l-Beyt demekte[36] ve bu tabir içine başka alınmasına da imkân bulunmamaktadır"[37].
 
Diğer taraftan, Hz. Peygamber'in özellikle Medine döneminde siyasî ve idarî tatbikatına baktığımız zaman, onun insanları görevlendirirken ön planda tuttuğu en önemli özelliği ehliyet olduğunu görmekteyiz. Hz. Peygamber, insanlara görev verirken, ne onların Kureyşli olmalarına, ne de Haşimoğullarından olmalarına dikkat etmiştir. Önemli olan bir işi başarabilecek kabiliyete sahip bir Müslüman olmaktır[38].
 
Rüştü Kam
 
[14] E.Ruhi Fığlalı,Ibadiyenin Doğuşu ve Görüşleri,56.
[15] Watt,Islâm Düşüncesinin Teşekkül Devri,13.
[16]  Isrâ,36.
[17] Al-i Imrân, 103.
[18] Bk.M.S.Hatiboğlu,Hilafetin Kureyşliliği,A.Ü.I.F.Dergisi,XXIII,142 vd.
[19] Nisâ,58.
[20] Şûra,38;Al-i Imrân,159
[21] Nisâ,58.
[22] Nisâ,59.
[23] Isrâ,36.
[24] Hatiboğlu,Hilafetin Kureyşliliği,A.Ü.I.F.D.XXIII,127
[25] Hucurât 13;krş.Enfâl 34.
[26]Al-i Imrân,139.
[27] Hacc,75;Al-i Imrân,179.
[28] Saffât,113.
[29] Hadîd,26.
[30]  Tevbe,114.
[31] Hûd,45-46.
[32] Bakara,124.
[33] Hatiboğlu,Hilafetin Kureyşliliği,A.Ü.I.F.D. XIII,136-7.
[34] Ahzâb,53.
[35] Ahzâb,6.
[36] Ahzâb,33.
[37] Hatiboğlu,Hilafetin Kureyşliliği, A.Ü.I.F.D. XIII,140.
[38] Bu konuda çarpıcı örnekler için bk. Hatiboğlu,Hilafetin Kureyşliliği, A.Ü.I.F.D.XXIII,146 vd.



 




MEZHEPLER VE DOĞUŞ SEBEPLERİ (lll)


Yazdır E-posta
ha-ber.com
 
 
 
MEZHEPLER VE DOĞUŞ SEBEPLERİ (lll)


Hz. Osman'ın Hilafeti Dönemindeki "Fitne Olayları"nın Mezheplerin Doğuşundaki Rolü 
             
Hz. Osman'ın halife olmasıyla birlikte, tarihî Arap kabileciği yeniden hortlamış, Emevî- Haşimî çekişmesi su yüzüne çıkmıştır. Daha Osman halife olmadan, Ömer'in teşkil ettiği şurada Ali ile Osman karşı karşıya kaldıkları zaman, bazı kimseler, Ali halife olursa, onu kabul etmeyeceklerini, bazı kimseler de Osman halife olursa kabul etmeyeceklerini söylemeye başlamışlardır. Osman'ın halife olmasıyla birlikte, Ümeyye Oğulları, kaybettikleri nüfuzlarına yeniden kavuştuklarını düşünmeye başlamışlardır. Osman'ın, önemli mevkilere kendi kabilesinden insanları ataması büyük tepki uyandırmıştır. Bir müddet sonra Ümeyye Oğullarının Medine sokaklarında, A.Cevdet Paşa'nın ifadesiyle "savulun yoldan biz geliyoruz"[10] diyerek gövde gösterisine kalkışmaları, onlara yönelik olarak zaten var olan olumsuz duyguların yeniden yeşermesine ve güçlenmesine sebep olmuştur. Ümeyye Oğullarının genel tutumu, valilerin birtakım keyfi uygulamaları, Osman'ın, yaşlılığı ve biraz da Ömer'den sonra gelmesinden dolayı, bir otorite boşluğunun doğmasına yol açması, onun, Medine'deki tabanını yitirmesine yol açmıştır. Öyle ki, Medineli Müslümanlar, "emsar" adı verilen taşra vilayetlere, "cihada çıkmak istiyorsanız, bunun yeri bugün Medine'dir" şeklinde, bir tür isyana çağrı niteliği taşıyan mektuplar yazmalarına yol açmıştır[11] . Sonunda Osman'ın öldürülmesine yol açan "Fitne olayları" başlamıştır.

 
Hz. Osman'ın hilafetinin ilk altı yılından sonra baş gösteren "Fitne Olayları" olarak tarihe geçen hadiseler, Medine'de Ümeyye Oğullarının hâkimiyetinden rahatsız olanların, Kufe'de, vali Said b.el As tarafından dile getirilen "Kufe Kureyşin çiftliğidir" görüşüne karşı çıkarak Kureyş'in merkezi otoritesini tanımak istemeyenlerin, Mısır'da ise vali İbn Ebî Serh'in icraatından hoşlanmayanların bir anlamda ortaklaşa gerçekleştirdikleri, yer yer dinî duygularla beslenmiş bir harekettir. Sonunda Hz. Osman, Medinelilerin gözleri önünde şehit edilmiştir. Ümeyye Oğulları, Osman'ın öldürülmesinden, doğrudan, Haşimoğullarını ve Ali'yi sorumlu tutmayı tercih etmişlerdir. Bu durumun da, kabilecilik anlayışından ve geleceğe yönelik siyâsî yatırım arzusundan kaynaklandığını söylemek mümkündür.
 
Hz. Ali ile Muaviye Arasındaki Mücadele'nin  Mezheplerin Doğuşundaki Etkisi
             
Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra, Hz.li, hilafet makamına getirilmiştir. Ancak, Ali'nin, çoğunluğun desteğini almış olmasına rağmen, Müslümanların birlik beraberliklerini sağlamadığını görmekteyiz. Muaviye, Şam'da, Ali'ye bey'at etmeyi reddetmiştir. Talha, Zübeyr ve Aişe, Osman'ın intikamı adı altında Ali'ye karşı ayaklanmış ve Cemel Savaşı olmuştur. Bazı Müslümanlar da, "hangi tarafın haklı olduğunu bilmediklerini" ileri sürerek tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir.
 
Muaviye, Osman'ı Ali'nin öldürdüğünü ile sürerek, onun kanını talep adı altında, Ali'ye karşı bayrak açmıştır. Şam Ümeyye Camii'nde Osman'ın kanlı gömleği ve karısının kesik parmakları sergilenerek, kitleler Ali'ye karşı ayaklanmaya çağrılmıştır. Öyle zannediyoruz ki, Muaviye'nin bu politik tavrının arka planında tarihî Emevî-Haşimî mücadelesinin aranması pek yanlış olmaz.
 
Muaviye'nin Osman'ın kanını talep perdesi arkasına sakladığı iktidar hırsı, kabilecilik zemininde, onu iktidara sürüklemiştir. Tartışmayı, Ali-Muaviye mücadelesi olarak değil de, kabilecilik zemininde Ali-Osman tartışması halinde yürütmesi, onun politik dehasının ilginç bir ürünü olarak kabul edilebilir.
 
Muaviye'nin tavrı, Müslümanları Sıffin Savaşı'nda karşı karşıya getirmiştir. Savaş'ın seyri esnasında Kur'an sayfalarının mızrakların ucuna takılması, bir grubun Ali'yi, savaşın sonucunun hakemlere havale edilmesi konusunda zorlaması, Hakem Olayı'nı hazırlamıştır. Hakem olayının sonunda, Hariciler adı verilen yeni bir oluşumun başladığını görmekteyiz.
 
Bütün bu olaylar, daha sonraki mezheplerin oluşmasında etkili olacak pek çok problemin su yüzüne çıkmasına sebep olmuştur. Büyük günah meselesi, imamet meselesi, amel-iman bütünlüğü meselesi bunların başında gelmektedir. Bu dönemde ortaya çıkan siyasî tartışmalar, daha sonra ortaya çıkan mezheplerin bu konularda tavır belirlemelerine yol açmıştır. Bu olaylarla ilgili tartışmalar, asırlar boyu Müslümanların kafalarını meşgul etmiştir. "Erken dönem idealizasyonu" bu olayların Müslümanları nasıl rahatsız ettiğinin bir göstergesidir. Olayları anlayamayanlar, olayların geçtiği dönemi idealize ederek tartışma dışına çekmeye çalışmışlardır. Kaos ortamı, Haricîleri, "karizmatik bir toplum" oluşturma noktasına doğru sürüklemiştir.
 
İslâm'ın İnsana Tanıdığı Düşünce Özgürlüğünün ve Kur'ân'ın Bazı Özelliklerinin, Mezheplerin Doğuşundaki  Etkisi
             
İslâm insan için, insanın dünyâ ve ahiret mutluluğu için gelmiş bir dindir. İnsanın insanlığını gerçekleştirebilmesi için gerekli olan yüksek evrensel değerler, Kur'an'la insanlığa sunulmuştur. Kur'an, insanın Allah'ın halifesi olduğunu bildirmektedir[12] . Göklerde ve yerde olan her şey, Allah'ın halifesi olan "insan"ın emrine  verilmiştir[13]; insanın madde üzerinde tasarruf hakkı vardır.
 
Kur'an, ısrarla,"insan"ın düşünmesini, aklını kullanmasını,  ibret almasını istemektedir. Düşünen insan, ister istemez farklı görüşlere, farklı değerlendirmelere gidecektir. İslâm, hiç bir alanda, insan düşüncesine ket vurmamıştır. İnsanın olduğu her yerde, akıl önplanda olmak durumundadır. Vahyin muhatabı, vahyi anlayacak olan akıldır. İslâm'ın akıllı olan kimseleri, sorumluluk üstlenecek yaşa geldikleri zaman sorumlu tutması boşuna değildir. İşte, İslâm'ın akla sınır koymaması, ısrarla insanın düşünmesini, aklını kullanması istemesi, mezheplerin doğuşunda etkili olan hususlardan birisidir. Her insan başlı başına bir dünya olduğuna göre, her insanın farklı düşünme, farklı anlama hakkı her zaman vardır.
 
İnsanın yapısından, dinin her zaman diliminde yeniden anlaşılma zaruretinden kaynaklanan görüş ayrılıkları, bir zenginlik belirtisidir. Bu, insanoğlunun fikrî gelişmesinin, çevresini bir dünya haline getirme arzusunun sonucudur. Ancak, görüş ayrılıkları, eleştiriye kapalı bir zeminde kurumlaşmaya başladığı zaman, zenginlik olan farklılıklar, insanların birbirlerini anlamalarını güçleştiren ciddi engeller haline gelebilmektedir. Eleştiriye kapalı zeminlerde oluşan düşünce gelenekleri, insanın özgürce düşünmesini, neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Bu durum, düşünce özgürlüğünün kötüye kullanılması  demektir.
 
Kur'an, insanların kendisine yaklaşması konusunda hiç bir ön şart getirmemiştir. Kur'an'a eğilen her insan, kendi yeteneklerine, bilgi birikime, kültürüne göre, ondan bir şeyler anlamak durumundadır. Sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için, Kur'an'a "bütüncü bir yaklaşımla" bakmak gerekmektedir. Ne var ki,"bütüncü yaklaşım" her zaman kolayca yakalanabilecek bir husus değildir. Bu sebepten, bazı Müslümanlar, zaman zaman, bazı Kur'an âyetlerini alarak, onları kendi görüşleri doğrultusunda, yanlış bir şekilde delil olarak kullanma yoluna gitmişlerdir. Mezheplerin doğuşunda ve görüşlerinin sistematize edilmesinde bu duruma sıkça rastlamak mümkündür.
 
Vahiylerin üslûbu ve Kur'an'da bulunan "müteşabihler" adı verilen ve ancak Kur'an'ın bütünlüğü içinde anlaşılabilecek olan bazı âyetler de, din anlayışında farklılaşmalara sebebiyet vermiştir. Kur'an'da "Allah'ın eli", "Allah'ın yüzü" gibi bazı deyimler geçmektedir. Bazı Müslümanlar, bunlardan hareketle Allah'ın insan gibi elinin, yüzünün ve diğer organlarının bulunduğunu ileri sürmüşler ve buna bağlı farklılaşmaların içine düşmüşlerdir.
 
Diğer taraftan, "Kur'an'ın İslâm'ı", evrenseldir; bütün zamanların ve mekânların dinidir. İslâm'ın bu özelliği, onun her zaman diliminde, çağın getirdiği birikimden de yararlanılmak suretiyle yeniden anlaşılmasını ve yorumlanmasını bir anlamda zorunlu hale getirmektedir. Ne var ki, bu her zaman böyle olmamıştır. Müslümanlar, özellikle hicrî üçüncü asırdan sonra, "içtihat kapısının kapandığı" ya da "içtihat yapacak ehil kimselerin bulunmadığı" şeklinde birtakım İslâm'ın özü ile bağdaşmayan görüşlerin arkasına sığınarak, İslâm'ın evrenselliğine zarar veren anlayış biçimlerinin içine düşmüşler ve belli bir zaman diliminde oluşan anlayış biçimini evrenselleştirerek daha sonraki asırlara taşıma yoluna gitmişlerdir. Böylece İslâm, anlayış planında, kısmen de olsa dondurulmuş olmaktadır. İslâm'ın belli bir zaman diliminin özelliklerine göre şekillenmiş olan anlaşılma biçimi, sadece o dönem insanını mutlu kılabilir. Bunu diğer asırlara taşımak, ister istemez, dinin özü ile bağdaşmayan çarpık oluşumlara yol açmaktadır. Çünkü dondurulmuş olan anlayış biçimi, sosyal değişme olgusu ile izah edilebilecek yeni oluşumlar karşısında yetersiz kalmak durumundadır.
 
İslâm'ın belli bir dönemi ilgilendiren anlaşılma biçiminin dondurulmuş olması, hem itikat alanındaki zenginleşme sürecini durdurmuş, hem de İslâm'ın hayatla bütünleşme, insanı mutlu kılma imkânını azaltmıştır. Böylece, İslâm alimlerinin muayyen bir zaman diliminin özelliklerine göre biçimlenmiş olan görüş ve düşünceleri de tabulaştırılır hale gelmiştir.
 
Bir âlim ne kadar büyük olursa olsun, içinde yetiştiği kültürün ürünü olmaktan öteye gidemez. Tabu haline getirilen görüş ve düşünceler de, bir yandan gelecekteki daha sağlıklı olması muhtemel oluşumları engellerken, diğer yandan da, İslâm'ın anlayış planında insan fıtratı ile uyumunu zedelemeye başlamıştır. Sonunda, "Kur'an'ın İslâm'ı"ndan ayrı bir Müslümanlık ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle, İslâm ve Müslümanlar, örtüşme noktaları pek de fazla olmayan farklı alanlarda kalmıştır.
 
İslâm, bir din olarak Hz. Peygamber'in sağlığında tamamlanmıştır. Böylece, insanlığın din ihtiyacını karşılamak durumunda olan evrensel ilkeler, tartışılamayacak bir biçimde yerlerini almıştır. Ne var ki, tarihi akış içerisinde Müslümanlar, İslâm'ın evrensel ilkelerini esas alarak, içinde yaşadıkları zaman dilimine göre, vahyî öze uygun anlayış biçimini geliştirmeye çalışacakları yerde, hayatın bütün ayrıntılarını bir anlamda dinleştirmişlerdir. İnsana özgü olan, zamana ve zemine göre değişmek durumundaki birtakım ayrıntıların din haline getirilmesi, zamanla, şartların da zorlamasıyla, dinin özüyle uyum sağlayamayan oluşumlara yol açmıştır.
 
Rüştü Kam
 
 
[10] Kısas-ı Enbiya,I,465.
[11] Belazurî, Ensâb,V,60; Taberî,IV,345.
[12] Bakara, 30.
[13] Câsiye,12-13.
 


 

MEZHEPLER VE DOĞUŞ SEBEPLERİ (ll)


Yazdır E-posta
ha-ber.com
 
 
 
MEZHEPLER VE DOĞUŞ SEBEPLERİ (ll)

Mezheplerin Doğuşunda İnsan Unsurunun Rolü
           
Din, insanın en iyi şekilde insanlığını gerçekleştirebilmesi için bir araç niteliği taşımaktadır. Din insan içindir. Bu sebepten, dini anlayacak olan insandır. Mezhepler, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan beşerî oluşumlar olduğuna  göre, mezhep olgusunun temelinde insan var demektir. İnsanın birtakım özellikleri, mezhepleri oluşturan farklılaşmaları hazırlamaktadır.




 
İnsan, sürekli "oluş" halindeki bir varlıktır.
 
İnsan, her an yeni bir insandır. Bu "oluş" süreci, hem fizyolojik, hem de ruhsaldır. İnsanın ilk hücrelerinin teşekkülü ile birlikte başlayan "oluş süreci", insanın son nefesini vermesiyle tamamlanmış olur. Buna, fert planında, "insanın kendini gerçekleştirme süreci" adını vermek mümkündür.
 
Değişen bireylerin meydana getirdiği  toplum da, sürekli yenilenmekte, tazelenmektedir. Bireysel olarak da, toplumsal olarak da, sürekli bir değişme ve yenilenme söz konusudur.  Bu değişme süreci içerisinde, ister istemez, din anlayışı da değişmekte; öne çıkan öğeler zamana, zemine göre farklı olmaktadır.
 
Her insan, yaratılış itibariyle "tek"tir.
 
Biri diğerinin tıpa tıp aynı olan iki insanın varlığından söz etmek mümkün değildir. Her insan, başlı başına bir dünyadır. Bu sebepten, insanların, din olgusu konusunda farklı anlayışlara ve tutumlara ulaşmalarının kaçınılmaz olduğu söylenebilir. İnsanların birey olarak "tek"liği, herkesin, eşyayı, olgu ve olayları, öncelikle kendi açısından görmesi sonucunu doğurmaktadır. Görüş, düşünce ve kanaatler, her insanın yeteneklerine, bilgi birikimine, içinde yetiştiği ortama ve kapasitesine göre değişmektedir.
 
İşin içine, dinin inanç boyutu girdiği zaman, farklılaşmalar, kendiliğinden bir kat daha artacaktır; çünkü inanç alanının görünen kısmı, yani başkalarıyla ortak olan yönü çok azdır. Her insan, sadece kendisi inanır; inancının niteliğini, derinlemesine kendisi bilebilir. İnanç alanı ile ilgili tecrübelerin doğru olarak başkalarına aktarılması da pek kolay değildir. Bu hususla ilgili ferdî tecrübelerin, genel-geçer bir hüviyete büründürülerek aktarılması hem yanlıştır; hem de birtakım ciddi yanılgılara sebep olmaktadır.    
 
Öyle zannediyoruz ki, inanç alanı ile ilgili bilgi kaynağının sadece Kur'an olması, keyfilikleri önleyici bir özellik taşıyor olmalıdır. İnanç alanı, fertlere özgüdür; bilgi kaynağının vahiyle sınırlı oluşu, bir dereceye kadar, çarpık oluşumlara engel olmaktadır.  Kanaatimize göre Müslümanlar, Kur'an merkezli din anlayışına sahip olma konusunda gereken hassasiyeti  göstermiş olsalardı, farklılaşmalar bu kadar çok olmaz ve yaygınlaşmazdı.
 
İnsan, yaratılışı gereği inanan bir varlıktır.
 
Din olgusunun insanla birlikte varoluşu ve  insanlığın tarihî akışına damgasını vurmuş olması, bu inanmanın ne ölçüde etkin olduğunu göstermektedir. İnsanoğlu, sürekli inanacak bir şeyler aramaktadır. Bu arayışların merkezinde, Tevhid ilkesi vardır; bütün peygamberler, insanları Tevhid çizgisinde tutabilmenin mücadelesini vermişlerdir. Tek Tanrı inancına ulaşamayanlar, önlerine çıkan her şeyi kolayca  putlaştırabilmektedirler. Öyle ki, korkulan ve sevilen şeylerin putlaştırılmasının yanında, arzu ve heveslerin bile putlaştırıldığını görmekteyiz. Her putlaştırma olayı, insan özgürlüğünün adım adım yok edilmesi  demektir. Gerçek özgürlüğe açılan kapı, tek Tanrı inancından geçmektedir.

Mezheplerin Doğuşunda Sosyal Değişmenin ve Hızlı Kültür Değişiminin Etkisi
             
İnsan, sosyal bir varlıktır; hayatını diğer insanlarla bir arada sürdürmek durumundadır. Bu ise, ister istemez, çeşitli alanlarda işbirliği, güç birliği yapma arzusunu beraberinde getirmekte ve gruplaşmalara yol açmaktadır. Dinî nitelikli zümreleşme faaliyetlerinin ve anlayışla ilgili karşımıza çıkan   farklılaşmaların arka planında da, bu sosyal gerçek yatmaktadır. Birtakım siyasi amaçların gerçekleşmesi açısından, dinî motiflerin ne derecede etkin olduğu açıkça görülmektedir. İnsanlar, tarih boyunca, dini, bazı amaçlar için bir basamak olarak kullanmaktan pek çekinmemişlerdir...
 
Sosyal hayatın yürüyebilmesi için birtakım "değerlere ihtiyaç vardır. İnsan yaratılışı gereği, "değer" kavramının bilincinde olan bir varlıktır. İnsanı insan yapan, toplumu ayakta tutan, işte bu değerlerdir. "Değerleri iki grupta ele almak mümkündür: Yüksek ilâhî değerler, insanın ürettiği değerler. Yüksek ilâhî değerler, insanın olduğu her yerde etkin olan genel-geçer bir nitelik taşımaktadır, evrenseldir. İnsan kaynaklı değerlerin, sadece bir kısmı evrensel nitelik taşımaktadır. Zaman zaman, Yüksek ilahî değerlerle insan ürünü olan değerler arasında bir çatışma baş gösterir. Mezheplerin oluşmasına yol açan faktörlerden birisi de, işte bu çatışmadır.
 
Sosyal hayatın kendine özgü bir dinamizmi vardır; sürekli değişir, gelişir, yenilenir. Bu süreç içerisinde, daha  çok evrensel nitelik taşıyanlar kalıcı olabilmektedir. Ancak, insanların, her alanda evrenseli yakalayabilmesi kolay olmamaktadır; çünkü sosyal hayatın akışında, kendine özgü bir tutuculuk vardır. İnsanlar, ilk başlangıçta, "yeni" olan şeylere hemen karşı çıkmaya hazır gibidirler. Bu bağlamda, anlayış ve düşünce alanında kendisini gösteren bazı kurumlaşmalardan söz etmek mümkündür. Yer yer yararlı olan kurumlaşmalar, evrenselin yakalanması konusunda ciddi güçlükler doğurabilmektedir. Özellikle  "düşünce geleneklerini kırabilmek, gerçekten çok güçtür. Kur'an'ın "ataların dini" adı altında eleştirdiği zihniyet, sağlıksız kurumlaşmaların ürünüdür. Her peygamber, önce bu "ataların dini" zihniyeti ile mücadele etmiştir. Putları kırarak, baltayı büyük putun boynuna asan Hz. İbrahim, çevresindekilerin,"sen bizim atalarımızın dinini değiştirmek istiyorsun" şeklindeki suçlamasına muhatap olmuştur. Aynı durum, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed için de söz konusudur. Hz. Peygamber'e yöneltilen suçlamalardan birisi de, bu "ataların dinini değiştirme" ile ilgilidir. Sosyal hayatın tabii akışı içerisinde, zaman zaman, din, geleneklerle bütünleşebilmektedir. Böylece, dinin kendine özgü dinamizmi kaybolmakta, katı kurallar ön plana çıkmakta ve yine sağlıksız bir kurumlaşma başlamaktadır. Din anlayışında şeklin ve şekilciliğin ağır basması ve buna bağlı olarak gelişen farklılaşmalar, bu tür kurumlaşmaların tipik tezahürleridir.
 
Diğer taraftan, toplumlar, bazen, "hızlı kültür değişimi" diyebileceğimiz bir olgu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. İslâm'ın doğuş dönemi dikkatlice incelendiği zaman, bu "hızlı kültür değişimi" olgusunun etkinliğini ve ağırlığını görmek mümkündür. İslâm, her ne kadar yeni bir din olduğu iddiasında değilse de, ilk muhatap olduğu toplum için, hem inanç, hem de değerler ve davranış bakımından yeni olan pek çok unsuru bünyesinde taşıyordu. Putperestliğin her yeri kuşattığı bir ortamda, tek Tanrı inancı -Cahiliyye dönemi insanı buna bütünüyle yabancı olmasa bile- yeni bir inanç şekli olarak anlaşılmaktaydı. Ahiret inancı, her şeyin bu dünyadan ibaret olduğunu düşünen, maddeyi ön planda tutan insanların anlamakta çok güçlük çektikleri bir inançtır. Kur'an'ın ağırlıklı olarak ahiret inancı üzerinde durması, bunun bir göstergesi olarak anlaşılabilir.
 
İslâm'ın getirdiği, fazilet olarak sunulan birtakım yüksek değerler de, cahiliyye dönemi insanına çok ters gelmiştir. Nitekim, Hz. Peygamber'in, İslâm'ı tebliğ esnasında karşılaştığı güçlüklerden sadece Kur'an'a yansıyanlara baktığımız zaman bile, bu konuda bir fikir sahibi olmamız mümkündür. O dönem insanı, Hz. Muhammed gibi zengin olmayan, toplumda, o zamanın değer ölçülerine göre önemli bir yeri olmayan bir kimsenin peygamber olmasını anlamakta güçlük çekmiştir. Her şeyden önce, Kur'an'ın getirmiş olduğu "insan" anlayışı, Cahiliyye dönemi insanının "insan" anlayışı ile uyuşmamaktadır. Kur'an, insanlar arasında tek üstünlük ölçüsü olarak ilim ve takvayı öne sürerken, o dönem insanı, övünmek için, mezarda yatanları  bile hesaba katmaktan çekinmemiştir. (Bk.Tekâsür,1-8). Kur'an, insan olmayı ön planda tutarken, o dönem insanı, güçlü olanın yaşama hakkı olduğunu inanmaktadır; zayıf ve kimsesiz olanların, ancak güçlülerin yanında yer aldıklarında yaşama hakkı vardır...
 
Toplum, sosyal bir varlık olan insanı yoğurmakta, hâkim olan değer yargılarına şekillendirmektedir. Bu sebepten, her insan, ister istemez, içinde yetiştiği toplumun ürünü olmak durumundadır. Sosyal hayatın kendine özgü dinamikleri, yer yer din anlayışında farklılaşmalara da sebep olmaktadır. Öyle zannediyoruz ki, sosyal yapının etkin olması sonucu oluşan bu farklılaşmalar, dinin anlaşılma biçimi olan mezheplerin doğuşunu doğrudan etkilemiş olmalıdır. Nitekim, mezheplerin doğuş süreci ve yayıldığı, tutunduğu alanlar dikkatle incelenirse, bu izleri yakalamak imkân dahiline girmektedir. Haricilik, daha çok çölde yaşayan, medenî hayata intibak etme güçlüğü çeken bedevî Arap karakterinin belirgin öğelerini bünyesinde taşımaktadır. Şiilik, uzun süre yarı ilahî (karizmatik) krallarla yönetilmiş olan Fars asıllıların ve Sasanî kültürünün izlerini yansıtmaktadır.
 
Din anlayışındaki farklılaşmalar, daha çok karşımıza ya şahıslar etrafındaki zümreleşmeler olarak, ya da belirli fikirler etrafındaki odaklaşmalar şeklinde çıkmaktadır. Bu farklılaşmaların temelinde, hiç kuşkusuz toplum ve sosyal hayat yatmaktadır. Sosyal çalkantıların, bunalımların yoğun olduğu dönemlerde, kitlelerin mistik eğilimlerinin arttığı gözlenmektedir. Dikkat edilecek olursa, büyük tarikatların belirgin bir tarzda bunalımlı dönemlerde mayalandığı ve boy gösterdiği gözlenecektir. Mistik eğilimleri ağır basan mezheplerin de daha çok böyle çalkantılı dönemlerde tarih sahnesindeki yerlerini aldıkları söylenebilir.
 
 Mezheplerin Doğuşunda Siyasî Sebepler
             
Mezheplerin doğuşunda etkili olan en önemli faktörlerden birisi de siyasi olaylardır. Bunları, kesin hatlarıyla sosyal sebeplerden ayırabilmek pek mümkün değildir. Biz, siyasi sebeplerin etkilerini, ana hatları ile ortaya koymaya çalışacağız.
 
Hz. Muhammed, Kur'an'ın ana ilkelerinin ışığında, o zamanki Arap toplumunun siyâsî-idarî geleneklerinden de yararlanarak bir model ortaya koymuştur. Dört halife dönemi uygulamaları da, bir arayış olarak değerlendirilmelidir. Bu uygulamaların hepsinin farklı nitelikler taşıyor olması, bu kanaatimizin doğruluğunun bir kanıtı olarak anlaşılabilir. Hz. Ebû Bekir, bir tür serbest seçim diyebileceğimiz usulle halife olmuş olmasına rağmen, Hz. Ömer'i hilâfet makamına kendisi atamıştır. Hz. Ömer ise, halifenin belirlenmesi işini altı kişilik bir heyete havale etmiştir. Bu sebepten, dört halife dönemi uygulamalarının peygambersiz hayata intibak etmeye çalışan Müslümanların siyâsî-idarî alandaki ciddi arayışları olarak değerlendirilmesinde fayda vardır[6].
 
Üzülerek belirtmek gerekir ki, tarihi seyir içerisinde Müslümanlar, siyâsî-idarî meselelerin Müslümanlara bırakıldığı gerçeği pek anlamak istememiş gibidirler. Şia problemi Allah'a çözdürtmek istemiş, ortaya kocaman bir imamet nazariyesi, nass ve tayinle gelen masum imamlar çıkmıştır. Ehl-i Sünnet uzlaşmacı tavrına uygun olarak siyâsî meseleleri ağırlıklı bir şekilde hilâfet noktasında ele almış ve işi Kureyş'in üstüne yıkma yoluna gitmiştir. Haricîler ise, "Kureyş'in üstünlüğü" fikrine karşı çıkmalarına rağmen, "karizmatik bir toplum" oluşturmaya kalkışmışlar,    aşırılıkları yüzünden insan fıtratını zorlamışlar ve tarihin derinliklerinde kaybolup gitmişlerdir.
 
Kur'an'ın siyasi meseleleri "insan"a bırakmış olması gerçekten fevkalâde önemli bir olaydır. Sürekli değişen sosyal yapı, kendi bünyesine uygun siyasi oluşumları kendisi geliştirmek, oluşturmak durumundadır. Böylece sosyal değişme olgusuna ters düşen şekillenmeler, kendiliğinden toplumun gerisinde kalacak ve sosyal dinamizmi engellememiş olacaktır.          
 
İslâm Mezhepleri Tarihi, bize,"siyasî meselelerin 'insan'a bırakıldığı gerçeğinin öneminin yeterince kavranılamamasının Müslümanlara çok pahalıya mal olduğunu göstermektedir. Mezhepleri birbirinden ayıran temel motiflerin pek çoğu siyasi nitelik taşımaktadır. Meselâ, Şiiliği diğer mezheplerden ayıran en belirgin görüş "imamet" meselesi etrafında düğümlenmektedir. Şia'ya göre, "İmamet" inanç esasıdır; bir kimsenin Müslüman olabilmesi için, bu "imamet"e de inanması zorunludur. Ehl-i Sünnet ise, imamet konusunu ısrarla inanç alanının dışında tutmaya özen göstermiştir.         
 
Hz.Muhamed'in Vefatından Sonra Ortaya Çıkan Hilafet-İmamet Tartışmalarının  Mezheplerin Doğuşunda ve Görüşlerinin Sistemleşmesinde Etkisi
             
Hz. Peygamber'in vefatı üzerine ortaya çıkan hilâfet- imamet tartışmaları: Hz. Peygamber'in, yerine hiç kimseyi bırakmadan vefat ettiği, açık seçik bilinen bir husustur. Hz. Peygamber, Miladî 632 yılında vefat ettiği zaman, Müslümanlar uzun süre bu olayın şokundan kurtulamamışlar ve peygambersiz hayata intibak etme konusunda büyük sıkıntı çekmişlerdir. Bu sıkıntının boyutlarını anlayabilmek için, İslâm'ın 23 yıl gibi sosyal hadiseler açısından fevkalâde kısa sayılabilecek bir sürede, oldukça hızlı bir kültür değişiminin gerçekleştirilmesi sonucu vücut bulduğunu hatırlamakta fayda vardır. Hz. Muhammed'in peygamberlik hayatının yaklaşık 13 yılı Mekke'de geçmiştir. Mekke Dönemi'nde Müslüman olanların sayısı 400 civarındadır. Medine dönemi ise, Bedir gibi Uhut gibi büyük savaşların yaşandığı bir dönemdir.
 
İslâm, Medine döneminin sonlarına doğru Medine'nin sınırlarını aşarak tekrar Mekke'ye ve daha sonra da Arap yarımadasının derinliklerine doğru uzanmaya başlamıştır. Bu sebepten, Hz. Peygamber'in sağlığında Müslümanların siyasi kanaatlerinin olgunlaşabileceğini düşünmek, doğrusu biraz zordur. Hatta din anlayışının bile, Kur'an'a göre şekillenip şekillenmediği tartışılmalıdır. Müslümanlarda mevcut olan erken devir idealizasyonu, bu dönemin doğru anlaşılmasını ve değerlendirilmesini engellemektedir. Hz. Peygamber'in sağlığında İslâm, din olarak tamamlanmıştır; ancak, İslâm'ın, kökleşme ve oturma sürecinin devam ettiği gözden uzak tutulmamalıdır.
 
İslâm dini, Arap kültürüyle yoğrulmuş bir toplumun içine doğmuştur. Hz. Peygamber, kırk yaşlarına kadar bu toplumun bir ferdi olarak hayatını sürdürmüştür. İslâm, öncelikle inanç ve değerler alanında, Cahiliyye Dönemi insanının kişiliğini şekillendiren birtakım unsurların geçersiz olduğunu açıkça ilan etmiştir. Kur'an, yeni bir inanç ve değerler bütünüyle insanlığın karşısına çıkmıştır. Hz. Peygamber'in İslâm'ı tebliğ süreci içinde karşılaştığı güçlüklerden Kur'an'a yansıyanlara şöyle bir göz attığımız zaman, o dönem insanında hakim olan zihniyetin Kur'an'la ne ölçüde çeliştiğini biraz anlama imkânı bulabiliriz.
 
 Kur'an, yaratılış itibariyle bütün insanların bir erkekle bir dişiden yaratıldığına dikkat çekerek, beşerî münasebetlerde gözetilmesi gereken ölçüyü şöyle ortaya koyar: "Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah bilendir, haberdardır"[7]. Kur'an'ın bu tavrına karşılık, o dönem insanı kabileciği, soy- sopla övünmeyi bir sanat haline getirmiştir. Öyle ki, bu iş için mezarda yatanlar bile hesaba katılabilmektedir[8]. O dönemde, kabilecilik, bir tür sanat haline getirilmiştir. Hz. Peygamber'in Haşimoğullarından olması, Ümeyye oğullarının, -bir kabile olarak- Mekke'nin fethine kadar Müslümanlara karşı amansız bir savaş açmalarına sebep olmuştur.
 
Diğer taraftan, Hz. Muhammed gibi zengin olmayan, üstelik yetim olan bir kimsenin peygamberlikle görevlendirilmesi de o dönem insanına oldukça ters gelmiştir. "Allah peygamber olarak gönderecek başka bir kimse bulamadı mı?" şeklinde özetlenebilecek olan bu zihniyetin izlerini, daha sonra olaylarda bulmak mümkündür. İşte, Hz. Peygamber, böyle bir toplumdan, "müminlerin kardeşliği" esasına dayalı örnek bir toplum meydana getirmeye çalışmıştır. Bunda, kısmen başarılı da olmuştur. Öyle zannediyoruz ki, "Asr-ı Saadet" kavramı, Hz. Peygamber'in başarısının bir özeti olarak değerlendirilebilir.
 
Hz. Peygamber vefat ettiği zaman, Cahiliyye dönemi zihniyeti, varlık mücadelesini hâlâ sürdürmekteydi. Kabilecilik bütün kurum ve kuruluşları ile yaşama savaşı veriyordu. Buna karşılık, İslâm'ın kökleşme ve oturma mücadelesi de bütün hızıyla devam etmekteydi. Hz. Ebu Bekir'in halife seçilmesi böylesine gerginliklerin yaşandığı bir zaman dilimine tesadüf etmiştir. Hz. Ebu Bekir'i o makama getiren faktörlerin başında liyakati ve kabileler arası denge politikası gelmektedir. O dönemin özellikleri, Hz. Ebu Bekir gibi, bütün Müslümanların üzerinde ittifak edebilecekleri bir şahsı o makama yükseltmiştir.
 
Hadiseyi daha iyi anlayabilmek için, Hz. Ebu Bekir'in nasıl halife olduğunu kısaca özetlemekte fayda vardır: Hz. Peygamber'in vefat ettiği haberinin yayılması üzerine Medine'nin ileri gelenleri Sakif Oğullarının Gölgeliği'nde toplanırlar. Kendi içlerinden bir kimseyi halife seçmek üzere tartışmalara başlarlar. Bu sırada durumdan haberdar olan Ebu Bekir ve Ömer olay yerine gelir. Medineliler, İslâm'a hizmetlerini öne sürerek, halifeliğin kendi hakları olduğunu düşünmektedirler. Ebû Bekir ve Ömer'in müdahalesinden sonra, hilafet işini paylaşmayı teklif ederek, "bir emir sizden, bir emir bizden olsun" derler. Tartışmanın uzaması üzerine Ömer ileri atılarak, gerekçelerini izah eder, neticede Ebû Bekir üzerinde anlaşma sağlanır.
 
Hz. Ebû Bekir'in tercih edilme sebeplerinden birisi, Medine'nin iki büyük kabilesi Evs ve Hazrec'in, bu işi kendi aralarından paylaşamamalarıdır. Diğer önemli bir sebep ise, daha önce dikkat çekildiği gibi, Ebu Bekir'in bütün Müslümanların üzerinde birleşebileceği bir isim olması ve bu işe layık olmasıdır. Halife seçimi esnasında Haşimoğulları, Hz. Peygamber'in teçhiz ve tekfin işleri ile ilgilenmektedirler. Ümeyye Oğulları ise, yeni Müslüman oldukları için, bu konuda söz sahibi olmadıklarını düşünmektedirler. Nitekim diğer Müslümanlar, uzunca bir süre, Ümeyye Oğullarına "kılıç zoruyla Müslüman olanlar" gözüyle bakmışlardır.
 
Hz. Ebu Bekir'in hilafet makamına gelişi ile ilgili tartışmalardan çıkarılabilecek en önemli sonuçlardan birisi, bu meselenin, daha çok Arap geleneği doğrultusunda ve kabileler arası denge politikası gözetilerek çözümlenmiş olduğudur. Diğer önemli sonuç, ilk Müslümanlar, hilafet işinin kendilerine -"insan"a- bırakılmış bir iş olduğunun bilincinde olduklarıdır. Bu hadise, bize, Hz. Peygamber'in hiç bir kimseyi halife tayin etmediğini de göstermektedir. İşin aslına bakılırsa, Hz. Peygamber'in halife tayin etme yetkisinin olduğunu düşünmek bile biraz zordur. Çünkü Kur'an, hiç bir kimseye ve hiç bir kabileye üstünlük hakkı tanımamıştır.
 
Halife seçimi esnasında, Hz. Peygamber'in teçhiz ve tekfin işleri ile ilgilenen Haşimoğullarının devre dışı bırakıldığı gibi bir izlenim doğmaktadır. Bu durum da, o zamanki kabileler arası denge politikası ile ilgili olmalıdır. İslâm öncesi dönemde, Mekke'nin iki büyük kabilesi olan Haşimoğulları ile Ümeyye Oğulları arasında sürekli bir rekabet gözlenmektedir. Hz. Peygamber'in Haşimoğullarından olması, bu yarışta Haşimoğullarının biraz daha nüfuz kazanmalarına yol açmıştır. Ancak, diğer küçük kabilelerin Haşimoğullarına ve Ümeyye Oğullarına pek sıcak baktıkları da söylenemez. İbn Abbas ile Hz. Ömer arasında geçtiği söylenen bir tartışmada, İbn Abbas'ın "Eğer Kureyş Allah'ın peygamberini seçtiği yerden kendi halifesini seçmiş olsaydı, en doğru olanı yapmış olurdu" şeklinde ifadesini bulan düşüncenin Haşimoğullarının bu konudaki umumî tavırlarını aksettirdiği kabul edilebilir. Hz. Ömer'in cevabı da, diğer Müslümanların bakış açılarını aksettirmektedir: "Kureyş, nübüvvet ile hilafetin sizde birleşmesini istemiyordu"[9].
 
Hz. Ebu Bekir'in halife olmasıyla çözülmüş gibi gözüken mesele, daha sonraları da tartışma konusu olmaya devam etmiştir. Şia, Ebu Bekir'in,  Ömer'in etkisiyle, bir oldubitti sonucu halife olduğunu ileri sürmüş, hilafetin Ali'nin hakkı olduğunu iddia etmiştir. Şia'ya göre, Hz. Muhammed, Allah'ın emriyle Ali'yi imam/halife tayin etmiştir;  Ali'nin imameti  nass ve tayinle belirlenmiştir. Ali'nin ve Oniki İmam'ın imametine inanmak, bu imamların masum olduklarını kabul etmek, Şiî imamet nazariyesinin özünü oluşturmaktadır.
 
Ehl-i Sünnet, dört halife döneminde ortaya çıkan uygulamaları, siyasî anlayışın eksenine yerleştirmiştir. Hilafet meselesini inanç esası olarak görmemiştir. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin sırasıyla halife olduklarını kabul etmiştir.
 
Hariciler, Ebu Bekir ve Ömer dönemlerini en ideal dönemler olarak görmüş, ilk altı yıldan sonra Osman'ın, Tahkim hadisesinden sonra da Ali'nin küfre gittiğini iddia etmişlerdir.
 
Rüştü Kam
 
 

[6] Hasan Onat," Şii İmamet Nazariyesi", A.Ü. İlâhiyat Fak. Der.c.XXXII,s.90.
[7] Hucurât,13.
[8] Tekâsür, 1-2.
[9] Taberî,IV,236; krş.Ağanî,IX,139; Ibn. Abd Rabbih, Ikdu'l-Ferid, IV, 280.
 


 









  Yorumlar (1)



 1 Anlamak...
Yazan Yunus Inci, 10-06-2010 15:12
Saygideger Rüstü Hocam,

kaleme aldiginiz mezhepler konusu galiba pek anlasilmadi, yada ilgi alanimiza girmedi.

Halbuki, anlayabilsek veya masaji okuyabilsek, bizlere cok sey kazandiracaktir.
Günümüzdeki sikintilarin nelerden kaynaklandigi görebiliriz.



Paris'ten özel selamlar

saygilarimla

Yunus