21 Şubat 2013 Perşembe

TÜRKLER NEDEN BİR KELİME BİLE KÜRTÇE BİLMEZLER ?


Rüştü Kam
10.02.2013
ha-ber.com


“Kürt açılımı” hepimizi sevindiriyor. Kürt açılımına zeminini İslâmcılık anlayışının hazırladığı muhakkak. Yıllardan beri dış mihraklar ve onların içerideki uzantıları Kürt halkını istedikleri noktaya taşıyamadılar. Bu arada Kürt halkı da kendine güven veren güçlü bir iktidarla karşılaşmadı.

Ak Parti iktidarında az da olsa güven ortamı oluştu. AK Parti iktidarını oluşturanlar Milli Görüş geleneğinden geliyorlardı. Mili Görüş’ün lideri merhum Erbakan Doğu ve Güneydoğu halkından en çok oy alan lider olmuştur. Ancak Erbakan güçlü bir iktidar şansını yakalayamamıştı. Kürt halkı müslümanlığı içselleştirmiş bir halk olarak Erbakan’a güvenmişlerdi. Yıllar sonra bu güveni Erdoğan’da da görmüş olacaklar ki, açılım konusunda oldukça hevesli görünüyorlar. Kürt halkını kışkırtmaya çalışan mihrakların çabaları Kürtlerin müslümanlığını yok etmeye yetmedi.

Önümüzde güzel günler olacak gibi görünüyor. Hepimizin beklediği güzel günler. Osmanlı’da olduğu gibi kardeşçe kucaklaşılan güzel günler. Bu açılımın gerçekleşmemesi için gayret sarfedenler olacaktır. Aklı selimin galip gelmesi arzumuzdur.

Türk Eğitim Derneği’nde “Kürt Açılımı ve Barış Süreci” konulu bir seminer verildi (09.02.2013) İlgi ile izlenen semineri Bekir tank verdi. Bekir Tank barış sürecinde Müslüman kimliğinin önemini vurguladı. Bundan sonrasını sayın bekir Tank’tan dinleyelim:



“Ben Bekir Tank. Tarih doktoruyum, Viyana’da yaptım doktoramı. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde öğretim üyesiyim. Yakın Tarih okutuyorum.



Kürtlerle Türkler 1071’de Malazgirt’te buluştu ve Bizans’a karşı savaş verdi. Anadoluyu birlikte yurt yaptılar. Türkler müslüman olmadan önce Şamandı. Kürtler de Mecusi idi. Kürtler de Türkler de tevhid inancında buluştular. 



1937 dersim direnişine kadar birliktelikleri hiç bozulmadı. Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürdistan ve Ermenistan eyaletleri vardı, Osmanlı bu eyaletlerden rahatsızlık duymuyordu. Kürtler de Osmanlı’nın reayası olmaktan rahatsızlık duymuyorlardı. Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda birlikte omuz omuza düşmana karşı birlikte  saf tuttular. 



1789 Fransız İhtilali’nden sonra bütün dünyada  milletler milliyetleriyle tanışırken, Kürtler yapılan kışkırtmalara rağmen milliyetleriyle tanışmadılar, tanışmak istemediler. Onlar için milliyet önemli değildi, önemli olan tevhid idi.



Cumhuriyetten sonra Mustafa Kemal ipleri eline alınca  işler biraz değişti. Mustafa Kemal’in yapısı demokrasiye uygun değildi. Milliyetçiliği ön plana çıkardı Mustafa Kemal. Türk milliyetçiliği kullanılmaya başlandı. Kürtler potansiyel tehlike olarak görülmeye başlandı.  Şeyh Said isyanını çıkardılar. Bu bir provokasyondu.



1937 dersim direnişiyle birlikte Kürtler acımasızca katledildi ve aileler parçalandı. Kürtler sessizliği tercih ettiler. İçlerine kapandılar, yaşadıklarını kader saydılar. Kürt kelimesini kullanma yerine Güneydoğulu denmeye başlandı.  Ne kadar aşağılayıcı bir yaklaşım. Kürtler de bu vatanın sahipleridir, Kürt çocukları da bu vatanın evlatlarıdır.



Harf devrimi yapılınca dillerini de kaybettiler. Harf devrimiyle birlikte Kürtçe ve Arapça yasaklandı. Kürtler kaynaklarına yabancılaştırıldı. Medreseler de kapatıldı. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yasak söz konu değildir. İnsan hakları açısından meseleye bakmak lazım. Anadilinizi konuşamıyorsunuz yasak, insana o kadar acı veriyor ki. Bunu yaşamayan anlayamaz.

Yıllardan beri Kütlerle Türkler bir arada yaşar, Kürtler Türkçe konuşurlar, ancak Türkler bir kelime bile Kürtçe konuşmazlar, öğrenmemişlerdir. Bu garip değil mi?



Müslümanlar Kürtlerle imtihan edildi. Ama bu imtihanı kaybettiler. Mesela Said Kürdi ismi Said Nursi olarak değiştirildi. Kürt alimleri  idam edildi.



Zaman zaman bazı siyasi liderler Kürt varlığından söz etti ama  netice elde edilemedi.



1978 yılında  PKK kuruldu. Bugüne kadar 10 binlerce vatan evlâdı kayboldu. Gözü yaşlı anneler kaldı geride.  Hepimizin canı yandı. İstenilmeyen neticeler yaşadık.



Kürtler rejimin hatalarını Türklerin hatası olarak gördü veya öyle göstermek istediler. Türkler de aynı gizli el tarafından kürtlere karşı hep kışkırtıldı, onları aşağılayıcı tavırlar içine girdiler. Böylece Kürtler ötekileştirilmeye çalışıldı. Bu arada dış güçlerde boş durmadı. Kürtler milliyetleriyle daha yeni tanıştılar. Bu tanışılık bazılarının hoşuna gidiyor. Ancak Kürt halkı bu oyunlara fazla prim vermedi. Müslümanlık bu konuda belirleyici oldu.



AKP hükümeti  “Kürt Açılımı” konusunda güven verdi. Yol da katetti. Sıkıntıları var. Yapabilecekleri sınırlı mutlaka ama yine de Kürt halkına güvan veriyor. Bir yola girildi, netice alınması için herkes elinden geleni yapmalıdır. “



Bekir Tank’ın görüşleri böyle, yorum siz değerli okuyucularıma aiddir. Katıldığınız noktalar ile katılmadıklarınız arasında tarafsız olarak durun ve analiz yapın. Sonucu aklı seliminizle değerlendirin. Kararınız size ışık olacaktır.

13 Şubat 2013 Çarşamba

KUR'AN, VERSİYONU OLMAYAN BİR DÜNYA KLASİĞİDİR


   
Türk Eğitim Derneği'nin davetlisi olarak Berlin'de bulunan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Profesör'ü M.Akif Koç, "Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri" konusunu işledi. Koç'un altını çizdiği hususları şu şekilde özetlemek mümkün:

"Kur'an'ın tefsirine geçmeden önce O Kitabı bize getiren peygamberi tanımak lazım. Bu tanıtımı Kur'an yapar. O nun insan peygamber olduğunu haber verir. Israrla peygamberin insan olmasının üzerinde durur. Çünkü insan olmayan peygamber örnek alınamaz. İmtihanın gerçekleşmesi için peygamber, insanlar içinden seçilmiştir. Melek bir peygamber imtihanı ortadan kaldırırdı.

 
Peygamberler mücadele ederler, bu mücadeleler zorludur, yorucudur, tedirgin edicidir, sabır gerektirir. Onlar kendilerine yapılan kötü muamelelerden ötürü acı çekerler. Sıkıntı çekmeyen acı çekmeyen peygamber yoktur. Çünkü, peygamberler kurulu köle düzenlerine başkaldıran insanlardır. Görevleri arasında insanlar arasında adaleti sağlamak vardır. Bu görevi yerine getirirken, işkence görürler ve acı çekerler.

Hz. Aişe "Kim peygamber Allah'ı görmüştür derse yalan söylüyordur.'' der. Ayrıca Hz. Aişe Lokman suresinin 34'üncü ayetini, "Son Saat'in ne zaman geleceğini yalnız Allah bilir; yağmuru yağdıran O'dur; rahimlerde yer alanı O bilir; Halbuki kimse yarın ne kazanacağını ve hangi topraklarda öleceğini bilmez. (Yalnız) Allah, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.'' delil göstererek " Peygamberin geleceği bilmediğini'' söyler ve bu kapıyı kapatır.

Allah her peygamberi mucize ile gönderir. Mucize ihtiyaca göre verilir. İnsanlara bazen şok edici şeyler gerekir. Mucize ile peygamberlerin farklı oldukları anlatılmak istenir. Ancak Kur'an'da Peygamber'e verilen mucizelerden bahsedilmez. Peygamberimiz'e verilen en büyük mucize Kur'andır. Kur'an kendisinin dışında Peygamber'e verilen başka bir mucizeden bahsetmez.

Kur'an müşriklere meydan okuyarak onları aciz bırakmıştır. "Gücünüz yetiyorsa bir benzerini getirin"...Güçleri Kur'an'ın benzerini getirmeye yetmedi. Bundan dolayı onlar tercihlerini onunla savaş yapmaktan yana koydular.

Kur'an muhataplarına meydan okur

Corpus Quranicum projesi Kur'an'ın değişmiş olabileceği ihtimali üzerinde araştırma yapmak üzere 1870 yıllarında planlanan bir çalışmanın devamıdır. Bu kurumun merkezi Berlin'dedir. Kurulduğu tarihten bu tarafa Kur'an üzerine yaptığı araştırmalarda bir değişim tespit edemedi.

Onlara göre, Kur'an versiyonu olmayan bir dünya klasiğidir.

Allah Kur'an'da hep akla hitap eder. İbrahim peygamberin kıssası bu konuda en önemli örnektir. İslâm'da inanç tartışılır, hem de sonuna kadar tartışılır. Hristiyanlıkta inanç tartışılmaz. Kur'an bu konuda kendisine çok güvenir. Mesela Ahiret inancı konusunda Allah bize, ilkbahara bakmamızı söyler. Aklımızı çalıştırırsak ilkbaharda Ahiret inancımızı güçlendirecek örnekler buluruz. Bütün peygamberlerin getirdikleri inanç esasları aynıdır, inanç esaslarında değişiklik yoktur, değişiklikler ameli hükümlerdedir.

Tefsir

Tefsir, anlaşılamayan bir metni anlaşılır kılma çabasıdır. Sahabe döneminde tefsir faaliyetlerine rastlamıyoruz. Çünkü, onlar Kur'an'ı anlıyorlardı.

Müslümanlar, anladıktan sonra O'na birşeyler ilave etmeyi de ihmal etmediler. Anlamaktan daha öte şeylerdi bu ilaveler. Böylece amacın dışına çıkıldı. Kur'an ısrarla kendisinin kolay bir Kitap olduğunu bize söyler, herkese söyler. Ancak bizler O'nun anlaşılmaz bir Kitap olduğunda nedense ısrar ederiz. Müslümanlar kendi doğrularını Kur'an'a onaylatmak için çalışmamalıdırlar, metni doğru anlamaya çalışmalıdırlar.

Kur'an'da herşey vardır algısı yanlıştır, 600 sayfa Kitap'ta herşey olur mu? Aradıklarını Kur'an'da bulamayanlar ondan sonra zorlama yorumlara gidiyorlar. Kur'an'da olmayan birşeyi Kur'an'da varmış gibi göstermek doğru değildir.
Son 300 yıldır neden debelenip duruyoruz. Çalışmak, didinmek, gayret etmek yerine başkalarının bulduklarına Kur'an'dan delil aramakla vakit geçiriyoruz. Ayıptır, günahtır.

Ortaçağ'da müslümanlar çalıştı ve Allah da onları hak ettikleri yere getirdi. Bugün Avrupalılar, Amerikalılar çalışıyor, Allah bu sefer onları hak ettikleri yere getiriyor. Kur'an'daki bir ayete bağlı olarak yapılmış bir icad yoktur. Olamaz da zaten. Şu icad Kur'an'ın şu ayetinden yola çıkarak bulunmuştur kimse diyemez, yok böyle bir şey. En büyük sorunumuz bu, Kur'an'ı uygulamaya koymamak ve çalışmamak.

Berlin'de üniversiteye giden çocuklarımızın oranı yüzde 7 civarındaymış. Evet işte en büyük sorun bu. Bundan daha büyük sorun olur mu? Böyle devasa bir sorun varken ortada müslümanlar birbirlerinin imanıyla uğraşıyorlar. Yazık değil mi sizin geleceğinize. Bakın biz bugün burada neyi tartışıyoruz...

Müslüman olmak Kur'an'ın doğru anlaşılmasının garantisi değildir.

Müslümanlar zirvede olduklarında tabii bilimleri kullanarak Kur'an'ı tefsir etmediler. Ne zaman dibe vururlarsa bu meseleler gündeme gelir. Bugün dibe vurduğumuz için bu meseleleri konuşuyoruz. Aşağılık kompleksidir bu. 300 yıldır biz bu komplekslerle yaşıyoruz. Bugün biz her konuda Kur'an'ı referans göstermeye çaılışmanın dışında bir şey yapmıyoruz.

Napolyon ne zaman Mısır'a çıktı müslümanların kafası karıştı, işte o karışıklık hala sürüyor. O günden beri antı tezdir müslümanlar, ortaya tez koyamıyorlar. Kur'an'ı anlamak başka birşeydir, içselleştirmek başka birşey. Müslüman olmak Kur'an'ın doğru anlaşılmasının garantisi değildir.

Arapça antik bir dil değildir, anlaşılabilir bir dildir

Arapça antik bir dil değildir, anlaşılabilir bir dildir. Bunu Allah söylüyor. "Biz onu, anlayasınız diye, Arapça bir Kuran olarak indirdik.'' Kur'an birebir nüzul sebepleriyle daha iyi anlaşılır. Metinle çağdaş olmak dili öncelemekle olur. Her metni çağdaşı en iyi anlar, bu böyledir. Sahabe Kur'an'ı yüzdeyüz anlamıştır, bizden daha zeki oldukları için değil, vahiy sürecini yaşadıkları için bu böyledir. Günümüze ulaşan 54.000 tefsir rivayeti vardır, bunların yüzde yedisi peygambere ulaşır. Tabiîne ulaşan ise yüzde seksendir. Abdullah ibn Abbas'ı devreden çıkarırsanız sahabeden hemen hemen tefsir rivayeti gelmez.

Taberi sadece nakleder, yanlış ve doğru ne varsa nakleder. O nakillerin değerlendirilmesi okuyucuya kalır. Eğer o nakiller olmasaydı biz o dönemde yaşayan insanları, yaşantılarını ve ruh hallerini bilemezdik. Taberi "Tarih''inin önsözünde açıkça yazar bunu. "Reddetmek veya kabul etmek okuyucuya aittir.'' der.

İbn Ebî Hâtim´in tefsirinin yaklaşık olarak % 74´ü Tabiînden gelen rivayetleri içermektedir. İbn Ebî Hâtim´in tefsirinde olduğu gibi Taberî tefsirinin de büyük bir bölümü Tabiîn rivayetlerinden oluşmaktadır. Bu durumda, ´rivayet tefsiri´nin aslında ağırlıklı olarak Tabiîn neslinin ürünü olduğu ortaya çıkmaktadır: Taberî ve İbn Ebî Hâtim´in tefsirleri kanalıyla günümüze ulaşan, yaklaşık 54000 tefsir rivayetini dikkate alırsak; Taberî´nin tefsirinde yüz kereden fazla tekerrür eden toplam 23 isnad içinde ve İbn Ebî Hâtim´in tefsirinde de elli kereden fazla tekerrür eden toplam 35 isnad içinde Hz. Peygamber´e ulaşan herhangi bir isnad yoktur.

Bu isnadlardan İbn Abbâs dışında bir sahabiye ulaşanı da yoktur. Bu veri, Tabiîn döneminden önceki tefsir faaliyetlerinin düzenli ders halkalarında icra edilmediğini gösterir. Eğer aksi olsaydı, Hz. Peygamber´e, ondan sonra da diğer pek çok sahabiye ulaşan ve düzenli olarak tekerrür eden isnadlarla karşılaşmamız gerekirdi. Açıkçası Tabiîn döneminden önceki zaman dilimi, tefsir ilmi bakımından yalnızca basit bir ön aşama idi.

Sahabe'nin tefsire ihtiyacı yoktu. Çünkü Kur'an onun anlaması için kolaylaştırılmıştı zaten. Bu açıdan bakarsak Peygamber onların müfessiriydi demek çok doğru olmaz... Kur'an'ı meal olarak okuyan müslümanlar Kur'an'ın kendilerine yüklediği yükümlülükleri bilir ve anlar. Tekrar ediyorum, bugünkü sorun, Kur'an'ı anlayamama sorunu değildir. Kur'an'ı uygulama sorunudur...
Kur'an'ın anlaşılmaması konusunda engel olarak görülen devletler, kurumlar, hükümetler her zaman hedef tahtasına konulabiliyor. Bu işi müslümanlar yapıyor, onlar engel olmasa İslâm daha iyi yaşanacaktır deniliyor. Oysa, asgari ücretten çalıştırdığı işçiye ücret ödeyen iş veren, asgari ücretin üzerinde bir ücret vermeyi istemez. Bu konuda tenkid ettiği devletin yanında yer alır. Bu nasıl bir müslümanlık anlayışıdır. Kur'an ekonomik adaletsizliğe başkaldıran bir kitap değildir sanki...

Cizvit tarikatında dil öğrenmek ibadet olarak kabul ediliyordu

Din çok güçlüdür, ancak müslümanlar sahip oldukları bu cevherin farkında değiller.... Fransa'da, Almanya'da, Amerika'da 150 yıldan beri kesintisiz yayım yapan İslâm'ı araştırma dergileri var... İslâm aleminde böyle kesintisiz yayım yapan bir dergi yok. Ankara İlahiyat Fakültesi Dergisi 60 yıllık... Başarısızlıklarımızın faturasını başkalarına kesmenin anlamı yok. Bir gayret bir heyecan lazım...

Almanya'da İkinci Dünya Savaşı sırasında doktora yapan insanlar var, onların eserlerini istifade edilen kaynak eserler olarak gösteriyoruz. O zor şartlarda bile adamlar ilimden vazgeçmemişler.

Cizvit tarikatında dil öğrenmek ibadet olarak kabul ediliyordu. Müritler dil öğrenmek için yarışa giriyorlardı. Bizim tarikatlar başka şeylerle uğraşıyorlar...

Namaz İslâm'ın birinci sıradaki ibadetidir, ancak sabah akşam sadece namaz kılsak ne kadar ilerlemiş oluruz...Başarının sırrı çok çalışmaktır ve çok çalışmaktır.

Müslümanların okumaması eksikliktir. Yapılan bir araştırmaya göre bir Japon'a 25 kitap, 25 Türk'e ise bir kitap düşüyormuş...Bu ne kadar vahim birşeydir. Bizler oturup ahkam kesiyoruz. Bir buluş olduğu zaman, işte bu Kur'an'da vardır diyoruz. Falan ayeti örnek gösteriyoruz. Bu anlayış çok yanlıştır. Ama realite budur. Maalesef müslümanlar bugün Avrupalının yaşadığı Ortaçağ'ı yaşıyorlar.''
  
Rüştü Kam



 

5 Şubat 2013 Salı

KUR'ÂN'IN TOPLANMASI, ÇOĞALTILMASI, HAREKELENMESİ (IV)



Kuran'ı anlamada yöntem başlıklı bu röportajı, İktibas dergisinden aynen iktibas ederek sizlerin istifadelerinize sunuyorum.

Kuran'ı anlamada yöntem

- Bize sürekli Kur'an okumamızı öğütlüyorsunuz. Ancak Kur'an'ı gereğince anlamada nasıl bir yöntem izlenmeli. Bu konudaki tavsiyeleriniz nedir?


Kur'an'ın okunmasını biz değil, Allah istemektedir. Biliyorsunuz ki Kur'an, hepimizin kendisinden hesaba çekileceği kitabın ismidir. Kıyamet günü hepimiz tek tek Kur'an'a uyup uymamaktan hesaba çekileceğiz. Böyle olunca da, Kitap bilinmeli ki uyulsun; bilinmesi için de okunmalıdır. Söz konusu okuma bilmek için; bilmek te, uymak (yaşamak) içindir. Kendisinden kullarını hesaba çekeceği Kitab'ın, kullarınca anlaşılır bir kitap olması gerekmez mi? Ki ‘anlayabileceğimiz bir kitap gönderseydin, biz de ona uyardık. Anlamadığımız bir kitabı gönderdiğin için bizde ona uyamadık' diye bir özür ileri sürmesinler. Ayrıca Kitab'ı anlamak, hiç kimsenin tekeline verilmemiştir. Yoksa, tekeline kitap verilen kişi sayısınca, ortaya kitap çıkardı. Allah kullarına uymaları için bir Kitap, kitabı anlayacak düzeyde de akıl vermiştir. Aklı olan herkes onu anlar. Kitab'ı anlamanın belirlenmiş standart bir yöntemi yoktur.
Kitab'ı gereğince anlama konusunda, tarihi süreç içinde oluşan yanlış anlayışlar Kitap'la aramızdaki iletişimi büyük oranda engellediğinden; biz daha çok bu noktada bazı önerilerde bulunmak istiyoruz.

a- Kur'an'ı anlamak hiç bir şarta bağlı değildir: Öncelikle şunu bilmelisiniz ki: Kur'an'ı anlamak hiçbir şarta (aklı olma dışında) bağlı değildir. O'nu okuyan herkes kendi seviyesinde anlayacaktır. Ve anladıkları nasıl bir Müslüman olması gerektiği konusunda kendisine yetecektir. Kur'an ona, inanması gereken Allah'ı, Allah'a nasıl kulluk yapacağını ve hak ile batılı birbirinden ayırmasını gösterecektir.

b- Kur'an ne diyor? [private] Kur'an'ı elinize alın ve şu soruya cevap bulmaya çalışın: -Kur'an ne diyor? Ayetleri tek tek değerlendirdiğinizde kapalı olan, değişik anlamları içeren, anlamı bilinmeyen ayetler görebilirsiniz. Ancak bu Kur'an'ı anlamamıza engel değildir. Zira ayetleri tek tek alarak bu ayet ne diyor diye değil; bir bütün olarak Kur'an ne diyor sorusunun cevabını alırsınız. Helal ve haram, emir ve yasaklar, iyi ve kötü, uymamız ve kaçınmamız gerekenler apaçık ve anlaşılırdır. Yani bizim için gerekli olanlar; ihtiyacımızı karşılamada yeterli olanlar anlayacağımız düzeyde açıklanmıştır.

c- Kur'an'ın ne olduğunu ve gönderilme amacını bilmek: Kur'an'ın ne olduğunu ve niçin gönderildiğini doğru olarak bilmeden, O'nu doğru anlamak mümkün olmaz.
Kur'an, insanların hayatlarını düzenlemede, referans alınsın diye mi; yoksa yüzünden ve ne dediği anlaşılmadan, sevap kazanmak amacıyla okunsun diye mi, yoksa ölünün ardından okunsun diye mi, yoksa dinsel ayinlerde okunarak huşu elde edilsin diye mi gönderildi. Elbette ki yaşantımızı kendisine göre düzenleyelim diye gönderilmiştir cevabı doğrudur. O zaman ölülerin ardından okumayı bırakıp, dirilerin hayatını düzenleyen esaslar nelermiş onları öğrenelim diye okumalıyız.

d- Tevhidi düşünceyi kavrayamamış olmak: Tevhidi kavrayamamış olanlar, Kur'an'ı gereğince anlamazlar. Çünkü Kur'an'ın esası Tevhid üzerine kurulmuştur. Kur'an'dan tevhidi çıkardığımız zaman, Kur'an'ın kendisini okuyana vereceği hiçbir şey kalmaz.

e- Kur'an'ı çokça ve gereğince okumak: Kur'an'ı ne kadar çok okursak o kadar fazla anlarız. O bakımdan Onu mümkün olan her zaman okumalıyız. Aceleye getirmeden, ağır ağır ve üzerinde düşüne düşüne, mümkünse her bir kelimesini bile kavramaya çalışarak okumalıyız.

f- Kur'an'ın kendine özgü bir dili ve anlatım tekniği vardır: Bu dili ve anlatım tekniğini yakaladığımız zaman Kur'an daha da anlaşılır olur. Zira Kur'an'da birçok şey sembolize edilmiştir. Ve kelimelere mecazi anlamlar yüklenmiştir.

g- Kur'an bilim kitabı değildir: Kur'an, ne tarih kitabı, ne başka bir bilim kitabıdır. Kur'an'da tarihten ve bilime konu olan alanlardan söz ediliyor oluşu, Allah'ı ve anlatılmak istenen şeyleri daha iyi anlayalım diye örnekler verilmesindendir. Örneğin; Kendi gücünü ve yüceliğini kavrayalım diye yer ile gök arasında yaratmış olduğu şeylerden, sivrisinekten; yeniden diriltileceğimizi anlayalım diye, ölümünden sonra yeniden dirilen bitkilerden; gücünün ne kadar büyük olduğunu anlayalım diye evrende yarattığı şeylerden ve o şeylere koyduğu yasalardan; iman edenlerin küfredenlere karşı Allah'ın yardımını nasıl hak ettiklerini, tevhidi mücadelenin nasıl verilmesi gerektiğini bilelim diye geçmiş toplumların kıssalarını örnek olsun diye anlatmaktadır...

h- Kur'an'ı kendi bütünlüğü içinde anlama: Kur'an'a bütünsel değil de parçacı bir anlayışla yaklaşma, yanılmalara neden olabilir. Bir ayete Kur'an'ın bir bütün olarak ifade ettiği anlama uygunluğu alarak en doğru anlamı verebiliriz.

i- Kur'an'ı, Kur'an'dan başka kaynakları esas alarak anlamaya çalışmak: Kur'an'ı, Kur'an'dan başka kaynakları esas alarak anlamaya çalışmak, o kaynaklardan yararlanma düşüncesiyle değil de, onları esas alma koşuluna bağlıysa, onlardaki yanlışları Kur'an'a bulaştırmış oluruz. Bu da netice olarak Kur'an'ı (söz olarak değil) anlam olarak tahrif etmek gibi büyük bir yanlışı içermektedir. Her şeye ölçü saydığımız Kitab'ı, başka ölçülerle açıklamak, ölçülerin yerini ve işlevini değiştirmek demektir.

j- Geleneksel Kültür: Geleneksel kültürün bizde oluşturduğu ön bilgilerle Kur'an'a yaklaşmak, ondan elde edilmesi gerekeni elde etmemize engel olur. Bu, bilgilerimizi Kur'an'a göre değiştirme veya düzeltme yerine, mevcut düşüncemizi Kur'an'a onaylatma gibi bir yanlışı beraberinde getirdiğinden, hak ile batıl birbirine karışmış olur.

k- Alimlerin görüşü: Alimlerin görüşünü ölçü almak ve Kur'an'ı onlar nasıl anlamışsa, onların her dediklerini doğru varsayarak, öyle anlamayı esas almak, Kur'an'ı onların anlayışları ile sınırlamak ve dondurmaktır. Oysaki onların ne düşündüklerini ve nasıl anladıklarını bilmemiz, görüşümüze görüş katmak amacıyla olursa yararlı olur.

l- Kur'an'la kul arasındaki aracılar: Allah ile kulu arasındaki aracılar, kul ile kitap arasına da girmiş bulunuyor. Ve kulları Kitab'a değil, Kitap adına kendilerine uymaya çağıranlar, kulu Allah'a yaklaştıracak olan doğru yolu ortaya koymak iddiasında olan ve kendilerini kaynak sayan kimselerdir. Kul bunlara takılı kaldığı sürece Kitab'ın kendisine asla kavuşamadığından, deyim yerinde ise, hayatını ‘kitapsız' olarak tüketmektedir. Doğrudan Kur'an'a çağırmayan, ‘bana takılın sizleri Kur'an'a götüreyim' diyen herkes aracı konumundadır. Şeyhler, veliler, mürşitler, üstatlar, âlimler, ağabeyler... gibi sıfatlarla anılanların konumlarına bakın, eğer kendilerini işin şartı olarak görüyorlarsa (ki büyük çoğunluk öyledir) o zaman bunlar, engelleyici aracılar ve hedef saptıranlardır.

m- Peygamberliği yanlış tanımlamak: Peygamber ve peygamberliğin ne olduğunu, amacını ve Kur'an'daki yerini doğru bilmek, Kur'an'ı anlamada yanılmamıza neden olur. Allah'ın dinini pratize etmede örneklik, vahyi duyurmada elçilik yapma peygamberliğin esasını teşkil etmektedir. Lakin kimileri peygamberliğin bu boyutunu hiç dikkate almadan, O'na din adına hüküm koydurarak O'nu Allah'ın dininin ortağı olarak görmekteler. Oysaki Allah, kendi dinine peygamberi de dahil hiçbir varlığı ortak etmemiştir.

n- Kur'an'ı anlayamayız önyargısı: Kur'an'ı anlayamayız anlayışı Kur'an'a yapılan en büyük iftiradır. Zira Kur'an'ın kendisi, defalarca anlaşılır olduğunu, biz anlayalım diye apaçık olduğunu bildirmektedir. Buna rağmen anlayamayız anlayışı bir ön şartlanma ve kuruntudan ibaret. Anlayamadığımız bir kitabı Allah bize gönderip te bizi ondan sorumlu tutar mı? Bu Allah'ın adaletine yakışır mı?

o- İlletin önemi: Kelimelerin yalın olarak ifade ettikleri anlamlara takılıp kalma yerine, o kelimelerle ifade edilmeye çalışılan ‘özü' algılamaya çalışmalıyız. Ayetin mesajını, kelimelere verdiğimiz anlamla değil, mesajın özü doğrultusunda kelimelere yüklediğimiz anlamla anlamaya çalışmalıyız. Örneğin ayet, savaş için besili atlara sahip olmamızı mı istiyor. Burada ‘öz' olan besili at değil. Savaşa hazırlıklı olmak için gerekli araçlara sahip olmaktır. Zira at amaç değil, araçtır. Bu ayet öz olarak savaşa hazırlıklı olmayı istemektedir. Araçlar her zaman değişebilir, ama amaç (öz) değişmez. Araç dün attı, bugün tank yarın da başka bir şey olacaktır.

p- Kavramların önemi: Kavramlar tıpkı yazı yazmak için kullandığımız harfler gibidir. Nasıl ki harfleri bilmeden, okuyup yazamazsak, kavramları bilmeden de Kur'an'ı gereğince anlayamayız. Örneğin İlahın, Rabbın, sabrın, ibadetin, tağutun... ne olduğunu bilmezsek (ki kavramlar Kur'an kültürünün harfleri gibidir) Kur'an'ı gereğince anlayamayız.
  
Rüştü Kam



 

25 Ocak 2013 Cuma

BEKİR BOZDAĞ'DAN AVRUPALI TÜRKYELİLERE TAVSİYELER

Başbakan yardımcısı Sayın Bekir Bozdağ, Berlin Büyükelçiliği'nin verdiği sabah kahvaltısında (20.01.2012) Berlin'de hizmet veren sivil toplum örgütlerinin(STK) çatı kuruluşlarının başkanlarıyla bir araya geldi. Abartılı olmayan bir kahvaltı sofrası etrafında samimi bir ortamda gerçekleşti sohbet. İnsanımızın problemleri ve bu problemleri çözmek için STK'ların yaptıkları çalışmalar konuşuldu. Bu çalışmaların yetersiz kaldığı noktalarda Türkiye'nin yapması gerekenler üzerinde teklifler kondu masaya.

Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi Sayın Hüseyin Avni Karslıoğlu'nun yaptığı açış konuşmasıyla sohbet başladı. Karslıoğlu „Bu tür toplantılarda, gençleri görmeye başlamamız lazım, onlara el verme zamanı gelmiştir" diyerek sözünü sonlandırdı. Yani, her toplantıda aynı yüzler ve aynı konuşmalar yapılıyor, gençlere yol verin de sorunları burada doğan büyüyen o gençlerden dinleyelim artık demeye getirdi sözü. Haksız da değildi hani.
Karslıoğlu fazla uzatmadan, Başbakan Yardımcısı Sayın Bekir Bozdağ'a verdi sözü. Bozdağ'ın açış konuşması kısa sürdü. Daha ziyade STK'ların temsilcilerini dinlemeyi yeğledi. Hem açış konuşmasında ve hem de soruların cevabında Bozdağ'ın altını çizdiği konuları şu şekilde özetlemek mümkün:
"Her bakan geldiğinde dertlerimizi anlatıyoruz ama bir arpa boyu yol alamıyoruz demeyin, yapılanlar sizin anlattıklarınızın neticesidir. Sorunlarınızın önemli bir bölümünü çözdük, çözmeye de devam ediyoruz ve devam edeceğiz.

Örgütlü yapılanmaların önemi çok büyüktür. STK'ların önemini yadsıyamayız. Sizlerin Türkiye'ye yönelik çalışmalar yerine Almanya'ya yönelik çalışmalar yapmanız lazım. Buranın siyasetinde, iş dünyasında daha fazla söz sahibi olmanız lazım.
Başarılı olmak için eşit katılım şarttır, bunun için çalışmanız lazım. Türkiye'nin siyasetine yönelik ayrışmaların size faydası olmaz, yoktur. Bırakın Türkiye'dekiler kendi mücadelelerini kendileri yapsınlar, sizler buraya bakınız, omuz omuza vererek bu çalışmaları yapınız, eğer böyle yapmazsanız; çocuklarınızı kaybedersiniz.

Bizde bir atasözü vardır, "Doğduğunuz yer değil, doyduğunuz yer" diye. Doğduğumuz yer evet çok kıymetlidir, ama siz yüzünüzü doyduğunuz yere çeviriniz. Bugün vatandaşlarımız cenazelerini burada bırakmaya başladılar, torunları burada yaşıyor. Türkiye'deki kavgaları buraya taşımak size zarar verir.

Entegrasyonun modası geçmiştir, sizler eşit katımın mücadelesini yapın. Berlin Duvarı yıkıldı ama, Almanlardaki ön yargılar hâlâ yıkılmadı, bunun mücadelesi verin. Irkçılıkla mücadele edin. Almanlarla kaynaşmaya özen gösterin, öryargılarını haklı çıkaracak davranışlarınız olmasın.

24 saat sizin aleyhinizde olan siyasi partilerle, kurum ve kuruluşlarla oturup kalkmayın. Size değer veren siyasi partilere oy verirseniz ve bu işi parçalanmadan yaparsanız sizi kaale alacaklardır, paramparça olursanız ve her biriniz ayrı ayrı partilere destek verirseniz sizi kimse kaale almaz. Sizlerin buradaki oy potansiyeliniz iktidarları değiştirmeye yetecek sayıya ulaşmıştır. Sizi yok etmeye çalışan oğlunuz bile olsa ondan uzak durun. Sizin varlığınıza tahammül edemeyen partilerin içinde Türk aday var diye parti desteklenmez, Türklerin haklarına değer verenler desteklenir. Uygun parti ve uygun aday arayın, bunun Türk olması şart değildir.

Dininize ve Dilinize sahip çıkın. Dininizin değerini Dilinizin değerini iyi bilin. Çocuklarınıza Dinini ve Dilini mutlaka öğretin.

Almanlar, vize konusunda sıkıntı yapıyorlar, sanıyorlar ki, vize kolaylığı sağlanırsa Türkler buraya gelecek; yanılıyorlar, 'Almanya'dan Türkiye'ye giden paranın daha fazlası, bugün Türkiye'den Almanya'ya akıyor. Bunu görmüyorlar."

Almanya'da yaşayan vatandaşlarımızın geleceği konusunda mücadele veren herkesin, Sayın Bozdağ'ın ve Sayın Büyükelçi'nin bu tavsiyelerine katılmaması mümkün değildir. Her iki devlet büyüğümüze de teşekkür ediyorum.
Umulur ki STK temsilcileri de bu tavsiyelerden gerekli dersi çıkarırlar da, birbirlerinin ayağına basmayı bırakırlar ve birbirlerine omuz vererek istenilen değişim ve dönüşümü gerçekleştirmek için anlamlı bir yarışa girerler.

Rüştü Kam



Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

21 Ocak 2013 Pazartesi

KUR'ÂN'IN TOPLANMASI, ÇOĞALTILMASI, HAREKELENMESİ (II)


 

5- Kur'ân'ın Harekelenme Ve Noktalanması

Hz. Osman zamanında çoğaltılan Mushaflar, harekesiz ve noktasız olarak yazılmıştı. Bunun gerekçesi de Kur'an'ın çeşitli kıraat vecihlerine göre harekesiz ve noktasız metinde okunabilmesini sağlamaktı.
Fakat Arap olmayanların İslâm'a girmeleri ve bunların Arapçaya vâkıf olmamaları sebebiyle Kur'ân-ı Kerîm'i yanlış okuma olaylarına sık sık rastlanılır olmuştu. Dolayısıyla Kur'ân'ı sağlıklı ve kolay okumayı sağlayacak nokta ve hareke gibi bir takım düzenlemelere gitmek gereği belirmişti.

Kur'ân'ı ilk defa harekeleme yoluna giden Ebu'l-Esved ed-Düelî'dir(69/688). 'Bu zat başlangıçta Basra valisi Ziyad b. Ebîh'den gelen teklifi kabul etmemiş, daha sonra bir şahsın, Tevbe sûresinin 3. âyetinde yer alan "Ve Rasûlühü" kelimesini "Ve Rasûlihi" şeklinde okuduğunu duymuş, hemen vali Ziyad'a başvurarak harekeleme işine girişmiştir.
Çünkü geçen âyetin "Allah ve Rasûlü müşriklerden beridir" şeklindeki anlamı, duyduğu okuyuşa göre "Allah müşriklerden de Rasûlünden de berîdir." şekline dönüşmüştü.
Bu yüzden Mushaf yazısındaki farklı renkteki bir mürekkeple fetha hareke için harfin üstüne bir nokta, kesre için altına bir nokta, zamme için önüne bir nokta koymak suretiyle bu işi tamamladı. Tenvin için de iki nokta kullanılmıştı.

Harekeleme işinden hemen sonra da harflerin noktalanması işi gerçekleştirilmiştir. Bu işi de Irak valisi Haccac b. Yusuf'un (95/713) emriyle Düelî'nin talebesi Nasr b. Asım (89/708) yapmıştır. Bazı rivayetlerde de bu noktalama işini Yahya b. Ya'mer'in(129/746) gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Şu var ki Basra'da bu iki zatın başlattıkları noktalama hareketi, daha sonra Medine'ye ve diğer İslâm beldelerine yayılmıştır.

İlk dönemlerde uygulanan ve noktalarla gösterilen harekelerle, benzer harfler için uygulanan noktalar Mushaflarda farklı renklerle işaretlenmiştir. Bir süre devam eden bu uygulama Halil b. Ahmed'in (175/791) bildiğimiz hemz, teşdid, sıla , revm ve işmam gibi diğer noktalama işaretlerini tamamlamasıyla son şeklini almıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'e hareke ve nokta konulması meselesi başlangıçta tartışma konusu olmuş aralarında Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes'ûd ve İmam Malik'in de bulunduğu bir grup selef âlimleri bu hareketi hoş karşılamamışlardır. Fakat sonraki dönemlerde, hareke ve noktalama hareketinin Kur'ân-ı Kerîm'e herhangi bir zarar değil, yarar getireceği düşüncesi ağırlık kazanmıştır. Bu yüzden nokta ve harekelemeye ruhsat verilmiş, hatta müstehab olduğu söylenmiştir.
Kur'ân'ın nokta ve harekelenmesiyle ilgili birçok eser yazılmıştır. Bunlar arasında ed-Dânî'nin (444/1053) "el-Muhkem Fi Naktil-Mesâhif adlı eseri meşhur olanıdır.1

Kıraat Meselesi

Kur'ân kelimeleri üzerinde med, kasr, hareke, sükûn, nokta ve i'râb yönünden farklı okuyuşlara kıraat denmiştir. Hz. Osman zamanında çoğaltılarak belirli merkezlere gönderilen Mushafların harekesiz ve noktasız oluşu muhtelif kıraatlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Hicrî I. asrın ikinci yarısından itibaren Medine, Mekke, Kûfe ve Basra'da kıraat mektepleri açılmaya başlanmış, II. asrın başlarından itibaren de çok çeşitlenen kıraatler içinde tercih edileni belirtmek üzere Yedi Kıraat (Kıraat-ı Seba'a) tabiri yaygınlaşmıştır. Konuyla ilgili çalışmalar yapılmış, yazılan eserlerle kıraat bir ilim olarak tespit edilip uygulanmıştır.
Nihayet Ebû Bekir b. Mücâhid (324/925) yazdığı "Kitâ-bu's-Seb'a" isimli eseriyle kıraatları yedide sınırlarken sahih kıraatları da toplamıştır. Yalnız bu yedi kıraatin Yedi Harften ayrı olduğu, aralarında bir ilginin kurulmaması gerektiği unutulmamalıdır. Daha sonra İbnü'l-Cezerî (833/1429) başta olmak üzere bir grup âlim. Yedi imama üç meşhur imamın da kıraatlarının eklenmesini uygun bulmuşlar, dolayısıyla kıraatların sayısı ona (Kıraat-ı Aşere) yükselmiştir.

Belirtilen ve sayısı 14'ü bulan sahih kıratlar da Müslümanlar için ezberleme, anlama ve hüküm çıkarma gibi kolaylıkların söz konusu olduğu bilinmelidir. Kıraat uygulaması sünnettir. Farklı kıraatlere Hz, Peygamber tarafından müsaade edilmiştir.

Mütevatir sayılan on kıraatın imamları ise şunlardır:

1- Ebû Abdurrahman Nâfi (169/785) Nâfi'nin râvileri, Kalûn ve Verş'tir.
2- Abdullah b. Kesîr (120/738)
3-Ebû Amr (154/771)
4- Abdullah b. Âmir (118/736)
5- Asım b. Ebi'n-Necûd (127/745). Asımın râvisi Hafs'dır.
6- Harrıza b. Habib (156/773)
7- Ali b. Hamza el-Kisâî (189/805)
8- Halef b. Hişam (229/844)
9- Ebû Ca'fer el-Ka'ka (130/748)
10- Ebû Muhammed Ya'kub b. İshak

Sayılan on mütevatir kıraatin bugün üç tanesi fiilen kullanılmakta olup diğerleri bir ilim olarak tetkik edilmektedir. Pratik olarak uygulanan üç kıraat şunlardır:

1-Ebû Amr kıraati, sadece Sudan'ın bir kısmında kullanılan bu kıraat yaygın değildir.
2-Nâfi kıraati, Mısır hâriç , Kuzey Afrika'da tutunmuş bir kıraattir,
3-Asım kıraati, yeryüzündeki Müslümanların büyük çoğunluğu Asım kıraatini ve Hafs rivayetini kullanmaktadır. Mushaflar da bu kıraata göre basılmaktadır.2

7- Kur'an'ın Bölüm Ve Parçalarıyla İlgili Bilgiler

Kur'ân-ı Kerîm 114 sûre ve 6236 âyetten meydana gelmiştir. Kur'an'ın bölümleri ve parçalara ayrılışına ilişkin bazı bilgiler şöyledir:

1- Kur'ân'daki kelime sayısı: 77.934 veya 77.437'dir.
2- Kur'ân'daki harf sayısı: 326.048 veya 323.671'dir kelime ve harf sayısındaki farklılık, imlâ ve kıraattaki ihtilâftan ileri gelmektedir.
3- Cüz: Mushaflar 30 cüze ayrılmıştır. Her cüz 20 sayfadan oluşmaktadır. Mushafların sol tarafındaki sayfa kenarına konan işaretlerle gösterilmiş, içine cüz yazısı ve sayısı yazılmıştır.
4- Hizip: Cüzün dörtte birini oluşturan beş sayfalık bölümün adıdır. Toplam hizip sayısı 120'dir. Bunlar sayfa kenarlarına konulan ve içine hizip yazılan işaretlerle gösterilir.
5- Duraklar: Âyetleri birbirinden ayırmak için konulan işaretlerdir. İlk zamanlarda Mushaflarda bulunmayan duraklar, daha sonra daire meyilli çizgiler halinde yapılmıştır. Daha sonraları yalnız daire halinde gösterilmiştir. Zamanla bu daireler gül şeklini almış veya içi süslü daireler olarak kalmıştır.3
Zamanımızda basımı yapılan Mushaflarda çeşitli şekillerde durak işaretlerine rastlanmaktadır. Çoğunlukla da bu durakların içinde âyet numaraları yazılıdır.

6- Secâvendler: Okunan yerin anlamı göz önünde bulundurularak konulmuş bir tür noktalama işaretleridir. Secâvendler, işaretlerin büyük bölümünü ilk defa uygulayan Muhammed b. Tayfur Secâvendî'nin(560/1165) ismiyle anılmışlardır. Her biri vakıf ve vasılın çeşitli durumlarıyla, konuları ifade eden bu işaretler "Mim, Tı, Cim, Sad, Kaf' gibi harflerle gösterilmiştir.

7- Sûre Başlıkları : Her sûrenin başında o sûrenin adının, nerede nazil olduğunun ve âyet sayısının belirtildiği kısımdır.

8- Secdeler : Kur'ân'da 14 yerde geçen secde âyetini belirten işaretlerdir. Bu işaretler secde âyetinin hizasına konulmuş ve içine "Secde" yazılmıştır.

Devam edecek...
  
Rüştü Kam



........................
1-Kur'ân'ın hareke ve noktalanmasıyla ilgili ayrıntyı için bkz. İbn Nedîm, el-Fihrist, 60 ; Dânî Ebû Amr Osman b. Said, el-Muhkem Fi NakÜ'l-Mesâhif, nşr. îzzet Hasan, Dımeşk, 1379/1960, 3-10; el-Muknt 124-126; Menâhil, 1/408-409 ; Mebahis, 92 ; Kattan, Mebahis, 150-151 ; Vefeyat, 2/32 ; Keşfıızzunûn, 1/712 ; el-ltkân, 2/170-171 ; izmirli, Tarihi Kur"ân, 16 ; Kurtubî, et-Câmf, 7/63 ; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 88-95 ; el-Burhan, 1/376-379 ; Zencanî, Tarihu'l-Kur'an, 87-88 ; Zehebî, Tarthul-İslâm, 4/68.

2- Kıraat meselesi. Kıraat ilmi. Kıraat ihtilâfları ve imamlanyla ilgili olarak bkz. Menâhil, 1/403,417,441 ; Rafii, İ'câzu'l-Kufan, 51-53 ; Mekkî b. Ebû Tâlib, el İbâne, 48 ; Îbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1/34, 41-46 ; Gaye, 1/261-263; 288-292, 346-349,423-425, 443-445. 502-503, 535-540, 615-616, 2/330-334, 382-384 ; 386-389 ; el-Burhnr\ 1/318-330 ; î. Karaçam, K. Kerim'in Nuzülü, 245-247, 312 ; K. Kerîm'in FazÛetleri, 474-477 ; Vejeyat, 2/216; 3/9,41-42, 295-297,466-470; 5/368-369, 6/274-276,390-392 ; Alam, 2/308 ; 3/72 ; 4/12, 228, 255, 366 ; 5/93-94 ; 297 , 8/317-318 ; 9/241, 255; İzmirli, Tarih-i KuKân, 18 ; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 102-114 ; Keskioğlu, K. Kerîm Bilgileri, 159-164 ; A. Çetin, K. Kerîm Tarihi, 158-171 ; Suat Yıldırım, Kur"ân-ı Kerim ve Kur'ân ilimlerine Giriş, İstanbul, 1983.

3- Keskioğlu, K. Kerim Tarihi, 268 ; Mehmed Sofuoğlu, Tefsire Giriş, İstanbul, 1981, 88 ; A. Çetin, K. Kerim Tarihi 149.

DİN'E VE DİL'E UZANAN EL NAMUS'A UZANMIŞ DEMEKTİR /BEKİR BOZDAĞ/2012 BERLİN




Ağlamak mı gerekiyor yoksa düşünmek mi? Bazı gerçeklerle yüzleşmek o kadar zor geliyor ki insana, çoğu kez yüzleşmemeyi tercih etmek daha kolay olabiliyor. Nice hayallerle yıllar önce gurbete çıkan insanlar, her an geriye dönme ümidiyle yatırımlarını Anavatanlarına yaparak hem ülke kalkınmasına destek oldular hem de hayallerini gerçekleştirmek için küçük küçük adımlar attılar. Ev, arsa, dükkan, tarla satın aldılar. Canlarının çektiği yemeği bile yiyemediler ağız tadıyla, yerlilerin çöpe attıkları koltukları, dolapları kullanmayı tercih ederek artırdılar o yatırım paralarını. Aldıkları kredilerin borçlarını ödemek için 1 odalı 2 odalı evlerde oturmayı tercih ettiler. Derken bir baktılar ki, yaş gelmiş 60'a- 70'e. Torun torba derken kalakalmışlar gurbet ellerde. Geriye gitse gidemiyor, burada kalsa kalamıyor.
Ne yapsın şimdi bu adam, yıllarca ana baba özlemi çeken, vatan hasreti çeken bu adam ne yapsın şimdi?

 
Başbakan yardımcısı Sayın Bekir Bozdağ, Berlin Büyükelçiği'nin verdiği sabah kahvaltısında (20.01.2012) ''Almanya'dan Türkiye'ye giden paranın daha fazlası, Türkiye'den Almanya'ya akıyor'' derken film şeridi gibi geçti o güzelim yıllar gözümün önünden. Evet doğru söylüyordu Bozdağ. Devletimiz 50 yıllık süreç içinde hep döviz yumurtlayan tavuk gözüyle baktı gurbetçisine. Onun birikimini devlet eliyle yatırıma dönüştürmenin yollarını aramadı. Yurtdışında yaşayan Türklerle ilgili birim daha yeni oluşturuldu. Ancak bu arada ne din kaldı ortada ne de dil. Şu anda açılan camiler cemaat sıkıntısı çekiyor. Böyle giderse on sene sonra açılan camiler birer birer kapanacaktır. Yeni neslin din konusunda yeterli duyarlılığa sahip olduğunu söylemek o kadar kolay değildir.
Pansuman tedbir olma kabilinden okullarda verilen Türkçe dersleri faydasız değildir ama dil eğitimi konusunda yeterli de değildir.

Sayın Bozdağ, haklı olarak ''İki şeyden asla taviz verilmemlidir.'' derken ikinci bir yaranın kabuğunu kaldırıyordu: ''Din ve Dil konusunda taviz verilemez.'' Ama bu iş nasıl olacak? İşte ortada duran soru bu? Nasıl olacak bu iş?

Sayın Bozdağ, bu iki vazgeçilemez olan değerin ikisi de maalesef kaybolmak üzere. Siz bizlere ve toplantıda söylediklerimize, biz şunları yapıyoruz, bunları yapıyoruz demelerimize fazla güvenmeyin. ''Bizler burada birlik ve beraberlik içindeyiz'' dememizi de fazla önemsemeyin. Keşke öyle olsaydı.

Ancak bir gerçek var, sivil toplum kuruluşları her türlü imkansızlığa rağmen, engellemelere rağmen bilâ ücret geleceklerine yatırım yapmanın derdiyle yanıp tutuşuyorlar. Bazı STK'lar temsil ettiklerini söyledikleri toplumun değerlerini istismar ederek kendilerine imkân sağlamış olabilirler, sağlıyor da olabilirler.. Kötüler emsal teşkil etmemelidir. Kurduğu folklör derneği ile Türkiye toplumunun bir değerini geleceğe taşımaya çalışan Muzaffer Topal gibi hizmet aşığı insanların başkan olduğu derneklerin sayısı az değildir. Buna inanın.
Burada acı olan devlet yardımıyla bu hizmetlerin yapılmış olmasıdır. Arzu edilen, halkımızın kendi değerlerini ayakta tutmak için gençlerine, geleceğine kendilerinin yatırım yapmasıdır. Sahiplenme ancak o zaman olur. Bu şuur meselesidir. Kimliğin korunması gerektiğini bilen, düşünen insanların derdi olmalıdır değerlerin korunması için yatırım yapmak. Böyle olursa o zaman Muzaffer Bey'lerin derneği kapanmayacaktır.

Cenazelerimizin Türkiye'ye gitmesi için vasiyet edenler, şimdilerde burada kalması için vasiyet etmeye başladılar. Ancak burada yeterli müslüman mezarlığı yok. Mezar taşları tapudur. Kimliğin tapusudur, asimile olmamanın tapusudur, saygının ve sevginin tapusudur. Arefe günlerinde mezarların ziyaret edilmesi insanların sevdikleriyle bağ kurmasına vesile olacaktır. Dualar yapılacaktır o mezarların başında, dini kimliğin muhafazasına yarayacaktır bu ritüel. El atılmalıdır, sahip çıkılmalıdır.

Sayın Bozdağ, bir kahvaltı çerçevesinde dile getirilen problemler o kadar fazlaydı ki, bıraksanız arkası gelecekti mutlaka. Çoğu tekrar olan bu problemleri bizler her gelen devlet yetkilisine söyleriz, belki aynı şeyleri sizler de tekrar tekrar dinlemişsinizdir. Belki de aynı şahıslar aynı şeyleri söylemişlerdir. Sizlerin de gözlemlemiş olabileceği gibi bazı STK temsilcileri konuşmak için de konuşmuş olabilirler; ancak ortada bir gerçek var ki yurt dışında yaşayan Türkiyeliler çok dertli. Hem de çok.

Bu insanların derdiyle dertlenmek gerek. Sadece dinleyip gitmekle insanlarımızın gazı alınmış olabilir, bir süre idare eder bu gaz, ama yara gittikçe derinleşiyor.

Sayın Bozdağ, ya bu insanları alıp götürün vatanlarına, ya da bu insanların problemlerinin çözümüne destek olmak için imkanlar hazırlayın ikinci vatanlarında. Onların tutan eli olun, yürüyen ayağı, gören gözü olun. Yapabileceklerinizi yapmak için lütfen beklemeyin.

''Seçme hakkı veriyoruz size, seçilme hakkı değil'' demek, ne kadar demokratik bir yaklaşımdır onu ben bilemiyorum. Ancak bu durumda, seçilme hakkı da bir gaz alma olabilir mi diye düşünmeden edemiyoruz.

Sayın Bozdağ, ''doğduğunuz yer mi, doyduğunuz yer mi'' atasözünden yola çıkarak, doyulan yerin de vatan olabileceğinin altını çiziyorsuz. Siyasetin bu yeni vatanda yapılması grektiğini söylüyorsunuz, ancak bunu buradaki insanlara söylüyorsunuz. Oysa bu insanlar Türkiye'deki bir fikir kuruluşunun, bir siyasi kuruluşun, dini kuruluşun devamıdır. Bence Türkiye'deki o kuruluşlara da Almanya'daki inanların yakasından düşmesini söylemeniz daha etkili olacaktır. Bu konuda ilk adımı parti olarak sizin atmanız örnek olması açısından daha doğru olur kamaatindeyim. UETD Derneği'ni kapatmakla işe başlamak mümkündür.

Sayın Bozdağ, buradaki müslümanlar, mali ibadetlerini Türkiye'ye ve dünyanın başka bölgelerine göndererek yapmaya çalşıyorlar. Hattâ bu konuda yarışıyorlar. Sırf bu amaçla birçok yardım kuruluşu var Almanya'da. Bu konuda yönlendirici olunması lazımdır. Bu suretle hem buradaki insanımız istismar edilmemiş olacaktır, hem de burada yaşayan insanımızın geleceğine yatırım yapılmış olacaktır.

2011 yılında, ha-ber.com' da yazdığım bir yazıyı bu vesileyle tekrar gündeme taşımak istiyorum:

Dini Cemaatler ne iş yaparlar?

İslâm dinini din olarak seçen insanlara müslüman denir. Müslümanların rehber edinmeleri gereken kitabın adı Kur'andır. Kur'an'la müslümanları tanıştıran kişiye peygamber denir. O'nu Allah seçmiştir. Seçilen bu kişiler güvenilir kişilerdir. Son elçi olduğu, Seçen tarafından son peygamber- dir diye ilan edilen kişinin adı Muhammed'dir. Bu isim Hz. İsa tarafından son Elçi'den 6 asır önce İncil'de ilan edilmiştir. Bunlar Elçi'dirler, kendilerine emanet edilen ''Emanet'e'' birşey ilave edemezler ve O'ndan birşey eksiltemezler.

Dinler insanların dünya hayatını dizayn etmek için gönderilirler. Hedeflenen, ahiret hayatının mutlu bir hayat olarak devam edebilmesidir. Bu gaye için bir dizi ön şart sıralar Allah, Elçi'ye emanet ettiği O Kitap'ta.

İbadetler, emir ve yasaklar bu ön şartları oluştururlar. Cemaat olmak ve cemaat şuuru ile yaşamak bu ön şartlardandır. Cemaat hedefi olan topluluk demektir. Cemaatlerde ortak hedefler olmalıdır. Bu ortak hedefler insanların dünyada mutlu bir hayat sürebilmeleri için gereklidir:
-Barış içinde yaşanılacaktır.
-Zulüm yapılmayacaktır, zalimler desteklenmeyecektir.
-Eğitime ağırlık verilecektir.
-Komşuların hakkı korunacaktır.
-Adaletle muamele edilecektir.
-Doğa korunacaktır, tahrip edilmeyecektir, yani, ekolojik denge muhafaza edilecektir.
-Fakirler görüp gözetilecektir.
-Kurumlaşılacaktır v.b.

Cemaatleşmenin amaçlarından sayılabilecek birkaç örnektir yukarıda zikredilenler. Dinîn buyruklarını yaşamının şekillenmesinde eas alan cemaatlere dinî cemaat denir. Cemaatleşme bu insanlar için Farz-ı ayn bir ibadettir. Allah'ın olmazsa olmaz buyruklarındandır. Güçlerin birleştirilmesini ister Allah. Çünkü, ciddi çalışmalar güçlerin birleşmesiyle yapılır. ''Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.'' (Âl-i İmrân 103)

Günümüzde cemaatler güçbirliği yapmak için değil, sanki güçbirliği yapanları zayıflatmak için oluşturulurlar. Dinî cemaatler bu amaca uygun olarak kurdurulur da denilebilir bir başka ifadeyle. Almanya'da hizmet verdiklerini söyleyen dinî cemaatlere bakarsak; onların Allah'a kul değil kendilerine üye yatiştirmekle meşgul olduklarını görürüz. İstisnalar her zaman vardır elbette.
Cemaat başkanı veya hocası, kendi cemaatlerinin dışındaki dinî cemaatlerin hep yanlışlarını anlatırlar cemaatlerine. Çünkü, kurtuluşa erecek olan cemaat kendi cemaatleridir. Yani fırka-i naciye kendisidir. Fırka-i naciye, kurtuluşa eren cemaat/topluluk demektir. Güya son Elçi: ''Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır, içinden bir tanesi kurtuluşa erecektir, 72 si dalâlettedir.'' buyurmuştur.

Almanya'daki dini cemaatler ne iş yaparlar diye bakarsak; ''kendiliğinden camiye gelen insanların cebindeki paraları nasıl alırız''ın hesabını yaptıklarını görürürüz. Camide çocuklara dini eğitim verilmesi de aynı amaca yöneliktir.
Samimiyetle, canını dişine takarak hizmet eden, sadece Allah'ın rızasını gözeten gerçek mü'minler bu dairenin tabii ki dışındadırlar. Allah onlardan razı olsun, onların yar ve yardımcısı olsun. Ne mutlu o Allah dostlarına...

Bu cemaatlerin camilerinde, zekatlar toplanır, fitreler toplanır, kurbanlar toplanır. Bilhassa Afrika ve Asya ülkelerindeki insanların durumu ajite edilerek toplanır bu sadakalar. Sinevizyon gösterileriyle insanların manevi duyguları tetiklenir. Hedef duygu sömürüsü yaparak daha çok para elde etmektir. Bu cemaatlerin hizmet portföyünde çocuk okutmanın dışında elle tutulacak hizmet yoktur desek yeridir.

Çocukları, pedagojik formasyonu olmayan hocalar okutur. Ehil olan insanlara verilecek maaş fazladır çünkü. Bazı camilerde bir hoca 50-60 çocuğu bir iki saat içinde okutmak zorundadır. Bir çocuğa düşen zaman 5 dakika bile olmayabilir. Bazen hocalar iki üç çocuğu aynı anda okutmak zorunda kalır. Yeteri kadar hoca istihdam etmek istenilmez. Çünkü, toplanan paralar camilerde kalmaz, genel merkezlere gider. Hocaların aldıkları maaşlar yaptıkları hizmetlerle doğru orantılı değildir. Çark böyle döner. Çarkın yanlış döndüğünü farkedenler ve bu yanlışlığı dillendirenler hemen görevden alınırlar. Hem de çeşitli iftiralar atılarak görevden alınırlar.

Dinî cemaatlerin :
-Vakıfları yoktur.
-Hastaneleri yoktur.
-Öğrenci yurtları yoktur.
-İmam yetiştiren yüksek okulları yoktur.
-Kur'an öğretmeni, din dersi öğretmeni yetiştiren kurumları/okulları yoktur.
-Gazeteleri, dergileri yoktur, televizyonları yoktur.
-Hukuk büroları yoktur.
-Danışma merkezleri, araştırma merkezleri yoktur.
-Sosyal konutları yoktur.

Yani gelecekleri yoktur...

Topladıkları paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguldürler onlar. Bazen bu paralar, Somali'ye yardım diye çıkar, bazen Afganistan'a yardım diye çıkar, bazen Filistin'e yardım diye çıkar... Sadece bu görev için kurulan yardım kuruluşları vardır. Yıllardan beri ne Afganistan'ın problemi çözülmüştür, ne Filistin'in, ne Çeçenistan'ın... Buna rağmen yine de toplanır o paralar. Cemaat bu paranın hesabını sormaz veya soramaz.

Bu sorumsuz sorumluların tutumu yüzünden; dini cemaatler bir araya gelip, güçlerini birleştirip, hizmet alanlarını belirleyerek ortak çalışma içine girememektedirler. Meşrep çalışmaları dini hizmetlerin devamlı önünde tutulmaktadır. Olmazsa olmaz olan, din değil de sanki meşrepmiş gibi hareket edilmektedir.
Örneğin, 50 yıldan beri kendi ihtiyaçları olan imamlarını kendileri yetiştirememektedirler. İmam yetiştiren bir yüksek okul açamamışlardır. Bu cemaatlerin böyle bir yüksek okul açmaya güçleri yetmez mi? Elbette yeter. Ancak bu yetişen imam hangi meşrebe göre din anlatacaktır, Kur'an'ı hangi meşrebe göre yorumlayacaktır? Sorun buradadır. Yazıktır, günahtır.

Türkiye'den getirilen emekli hocalar, hizmet aşkıyla gelmiyorlar buraya. Biraz para kazanarak, geriye gitmeyi düşünüyorlar. Etliye sütlüye karışmadan sürelerini doldurmak istiyorlar. Diyanet'in gönderdiği din görevlileri de sorumluluk konusunda fazla hevesli davranmıyorlar. Onların süreleri de sınırlı. Bu yüzden ciddi çalışmaların altına imza atamıyorlar. Cami derneklerinin de işine geliyor bu uygulama. Böylece ne şiş yanıyor ne de kebap. Halk, veren el olduğu, alan el olmadığı sürece kervan yürüyor. Tekerin önüne taş koymak isteyen olursa, ona haddini bildirmek o kadar zor olmuyor.

20 yıl öncesinde camiler Ramazanlarda, Cumalarda dolup taşardı. 20 yıl sonrasında ilave cami yapılmamasına rağmen camilerdeki tutulan saflarda boşluklar olabiliyor. 20 yıl önce doğan çocuk bugün 20 yaşındadır. Bir ailede ortalama en az dört yetişkin olabileceğini düşünürsek, bugün camilerin cemaati almaması gerekir.

Bu duyarsızlık böyle devam ederse 10 yıl sonra camiler birer birer kapanmaya başlayacaktır. İşte o zaman çok geç olacaktır. Afrika ülkelerine para göndermenin cezasını 20 yıl sonra 30 yıl sonra gelen nesil çekecektir.

Kendi çocuklarımız, geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip giderken, Afrika'ya el uzatmak ihanet değildir de nedir? Oradaki insan yarın yine aç kalacaksa, birgün et yese ne olur yemese ne olur...
''Aklınızı çalıştırmazsanız, sizi pislik çinde bırakırım.'' (Yunus 100)

Kiliselerin papaz yetiştiren:
-Yüksek okulları vardır.
-Vakıfları vardır.
-Sosyal konutları vardır.
-Danışma merkezleri vardır.
-Meslek okulları ardır.
-Televizyonları, dergileri vardır.
-Yayınevleri vardır.
-Araştırma merkezleri vardır.
-Meslek okulları vardır
-Hastaneleri vardır.
-Üniversiteleri vardır.vb.

Müslüman cemaatlerin ise:
-Tarihe mal olmuş ataları vardır (!)
-Babaları deleri müftüdür (!)
-Kalpleri temizdir (!)
-Somalileri vardır (!)
-Filistinleri vardır (!)
-Afganistanları vardır (!)

Ancak, kendi çocukları parklardadır, esrar, eroin bağımlısıdır, kumarhanelerdedir, meyhanededir, hapihanededir. İş merkezlerinin kapılarında kuyruktadır. Gayeleri, hedefleri yoktur. Serseri mayın gibi dolaşırlar ortalıkta.

Allah aşkına bu dini cemaatler ne iş yaparlar?
  
Rüştü Kam




 
 

14 Ocak 2013 Pazartesi

KUR'ÂN'IN TOPLANMASI, ÇOĞALTILMASI, HAREKELENMESİ (I)

14 Ocak 2013 Pazartesi, 13:43 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Bu notunun önizlemesidir.
Kaydetmek için "Yayınla"ya, değiştirmek için "Düzenle"ye tıkla.
Kur'ân'ın Hz. Peygamber Devrinde Yazılması Ve Ezberlenmesi

Olaylara uygun olarak zaman aralıklarıyla inen ve 23 senede tamamlanan Kur'ân'ı, Hz. Peygamber vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Kur'ân Hz. Peygamber hayattayken yazılmıştır. Yalnız vahiy devam ettiği için sırayla, toplamaya imkân olmadığından bu yazılanlar dağınık halde kalmıştır.

Âyetler yazılırken Hz. Peygamber'in yanında kalmak üzere bir nüsha kendisine veriliyordu. Bazı Ashâb da kendileri için özel Mushaf yazmışlardı.
Yazılan vahiyler tümüyle ezberlenmişti. Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı öğrenmeye ve öğretmeye teşvik eden hadiseleri, bu yöndeki gayretlere hız katmıştı. Ashâb arasında Kur'ân'ı ezber bilenlere "Kurrâ" adı verilirdi. Sahabeden meşhur olan 29 Kurrânın isimleri sayılmaktadır. Öne çıkan Kurra sahabeler şunlardır

Erkeklerden:

1- Abdullah b. Mes'ûd
2- Salim
3- Muaz
4- Ubey b. Ka'b hafız Sahâbîierdendir.

Kadınlardan:

1- Hz. Aişe
2- Hafsa
3- Ümmü Seleme de Kur'ân'ı ezberlemişlerdir.1

Kur'ân'ın Hz. Peygamber Devrinde Kitap Haline Getirilemeyişinin Sebep ve Hikmetleri

Hz. Peygamber hayatta iken yazılan ve ezberlenen Kur'ân'ın resmen bir cilt halinde kitap haline getirilmeyişinin sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

1- Hz. Peygamber hayatta olduğu sürece vahy devam etmişti. Kitap haline gitirilmesi belki de bir takım karışıklıklara sebep olabilirdi,
2- Sûreler nuzûl tarihine göre tertip edilmediği için inen âyetlerin daha önce inen bir sûreye ilâve edilmesi gibi durumlar söz konusu olduğundan kitap haline getirme girişimi karışıklıklara sebep olabilirdi.
3- Allah Resulünün müslümanların başında bulunduğu dönemde Sahâbîler Kur'ân'ı ezberlediği için, Peygamber döneminde, böyle bir ihtiyaç da duyulmamıştır.
4- Vahyin tamamlanmasıyla Hz. Peygamber'in vefatı arasındaki süre 81 gün gibi çok kısa bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bu kadar kısa sürenin Kur'ân'ı bir kitap halinde toplamaya yetmeyeceği de aşikârdır.2

Kur'an'ın Hz. Ebû Bekir Devrinde Toplanması

Hz. Peygamber'in vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekir devrinde bir takım yalancı peygamberler türemiş, irtidat ve irtica hareketleri baş göstermişti. Halife Ebû Bekir bu karışıklıkları önlemek için bazı teşebbüslerde bulunmuş, bu arada sahte peygamber Müseyleme üzerine de bir ordu göndermişti. Yemâme'de (12/633) yılında yapılan savaşta 70 Kadar hafız şehit düşmüştü.3
İşte bu durum Hz. Ömer'i telaşlandırmış, endişesini belirtmek üzere Halife Hz. Ebû Bekir'e gitmiş ve Kur'an'ın toplanmasını teklif etmiştir.

Hz. Ebû Bekir ilk anda Hz. peygamber'in yapmadığı bir işi yapma durumuyla karşı karşıya geldiği için çekinmişse de daha sonra, gönlü bu işe ısınmış ve Hz. Ömer'in düşündüğü gibi düşünmüştür.

Hemen Zeyd b. Sâbit'i çağırmış ve ona Kur'ân'ı inceleyip toplama görevini vermiştir. Zeyd b. Sabit ilk anda Ebû Bekir gibi aynı gerekçeyle bu görevi yapmaktan çekinmiş ise de halifenin telkin ve tavsiyelerine uyarak, önce bir komisyon oluşturmuş ve vakit geçirmeden hemen Kur'ân'ı toplamaya koyulmuştur.4

Kur'ân'ı toplama görevi kendisine verilen Zeyd b. Sabit, Hz. Peygamber'in vahiy kâtibiydi. Kur'an'ın tamamını Hz. Peygamber'in sağlığında toplamıştı, elindeydi. Akıllı, zekî ve yetişkin bir genç olarak tanınmıştı.
Zeyd b. Sabit'in Kur'ân'ı toplama işiyle görevlendirilişinden hemen sonra, durum Hz. Ömer tarafından halka duyuruldu ve Hz. Peygamber'den alınan Kur'ân'a dair bilgi ve belgelerin getirilmesi istendi.

Getirilen âyet ve sûrelerin kabul edilebilmesi için şu şartlar aranıyordu:

a) Getirilen âyetlerin ezberlenmiş olması
b) Peygamberimizin huzurunda yazılmış olması
c) Bunun da en az iki şahidin şehâdetiyle ispat edilmesi.

Aranan prensiplere son derece riayet ederek yazılı metinleri bir araya getiren Zeyd b. Sabit bu işi yaklaşık bir yılda tamamlamıştır. Toplanan bu sayfalar Hz. Ebû Bekir'e teslim edilmiş, vefat edinceye kadar onun yanında kalmıştır. Böylece Resûlüllah tarafından okunan, tebliğ edilen, yazılan ve ezberlenen Kur'an Hz. Ebû Bekir Devrinde, başta Zeyd b. Sabit olmak üzere Sahabenin gayretleriyle toplanıp tek kitap haline getirilmiştir.

Toplanıp kitap haline getirildikten sonra Mushaf adını alan bu nüshayı şu özellikleriyle tanımak mümkündür:

a) En ince ilmî tesbit usulleriyle toplanmıştır.
b) Nüshanın doğruluğu, tevatür yoluyle sabittir ve bu konuda icmâ'-ı ümmet vardır.

Hz. Ebü Bekir'e teslim edilen bu Mushaf, onun vefatından sonra, Hz. Ömer'e, Hz. Ömer'den sonra da kızı Hafsa'ya teslim edilmiştir. İstinsah(El ile kopyalamak) sırasında Hz. Osman istemiş, sonra iade etmiştir.

Kur'ân'ın Hz. Osman Zamanında Çoğaltılması

Hz. Osman Devrinde İslâm Devleti sınırlan Arabistan'ı aşmış, fetihler sebebiyle insanlar grup grup İslâm'a girmişti. Her şehir halkı Kur'ân-ı Kerîm'i başka başka okumaya başlamıştı. Öyle ki, farklı okuyuş sebebiyle insanlar birbirlerini günahkârlık ve hatta küfürle itham edecek kadar ileri gitmişlerdi.
Nitekim Ermenistan ve Azerbeycan fetihlerine (25/646) katılan kumandan Huzeyfe b. Yemân, bu durumu açıkça görmüş ve derhal halife Osman'a müracaat ederek, bu işin çaresine bakmasını istemiştir. Bunun üzerine Hz, Osman Hafsa'ya haber göndermiş, Mushaf'ın sonradan iade edilmek üzere kendisine gönderilmesini istemiştir. Hz. Hafsa da Mushaf-ı halife Osman'a göndermiştir.

Hz. Osman, gönderilen Mushaf-ı istinsah edip çoğaltmaları için Zeyd bin Sabit'in başkanlığında dört kişilik bir komisyon oluşturmuştur:

1-Zeydb. Sabit
2- Abdullah b. Zübeyr
3- Said b. As
4- Abdurrahman b. Haris

Bunlardan Zeyd Medîne'li Ensâr'dan, diğerleri ise Mekke'li Kureyşlilerdendi. İstinsah heyetine halife tarafından ihtilâf halinde Kureyş lehçesinin esas alınması talimatı verilmiş, heyet de aşağıdaki prensipleri göz önünde bulundurarak çoğaltma işlemini gerçekleştirmiştir:

1- İstinsah, Hz. Ebû Bekir zamanında toplanan Mushaf esas alınarak yapılacaktır.
2- İhtilâf halinde Kureyş lehçesi tercih olunacaktır.
3- Mushafın istinsahı bir kaç nüsha halinde yazılarak gerçekleştirilecek ve muhtelif beldelere gönderilecektir. Gönderilen Mushaflara uymayan ve tashihi mümkün olmayan sayfa ve Mushaflar imha edilecektir.
4- Sûreler, bugün elimizde bulunduğu şekliyle tertib edilecektir.
5-Bu Mushaflara, daha önceki Mushaf veya sayfalara yazılmış, açıklama mahiyetindeki ibareler yazılmayacaktır.

Komisyon belirtilen esaslar çerçevesindeki çalışmasını beş sene zarfında tamamlamış, çoğaltılan nüshalardan birisi Medine'de bırakılmış, diğerleri Küfe, Basra, Şam, Mekke, Yemen ve Bahreyn'e gönderilmiştir.

İstinsah işlemi tamamlanınca esas Mushaf, Hz. Hafsa'ya iade edilmiş, çoğaltılan Mushaflar üzerinde Ashâb ve Tabiîlerin icmâ'ı gerçekleşmiştir. Sonuç olarak Hz. Osman'ın gerek kendisinde bulundurduğu ve gerekse diğer şehirlere gönderdiği bu Mushaflar derhal benimsenmiş, kısa zamanda bunlardan istinsahlar yapılarak, birçok müslümamın elinde Kur'ân nüshaları görülmeye başlanmıştır. Bugün taşıdığımız ve okuduğumuz Kur'ân-ı Kerîm nüshaları Hz. Osman'ın çoğalttırdığı nüshaların ayrısıdır.5

Devam edecek...

Rüştü Kam

 Kaynaklar:

1- Kur'ân'ın Hz. Peygamber Devrinde toplanışı ve ezberlenişiyle ilgili ayrıntı için bkz. Fethu'l-Bârî, 9/43 ; Ibn Nedim, el-Fihrist, Mısır, 1348 ; 41 ; İbn Hacer el-Askalâirî, el-tsâbefi Temyîzi's-Sahâbe, Mısır, 1358/1939, 2/281, 3/240 ; el-Burhân, 1/241 ; el-İtkân, 1/71 ; Müslim, Sahih, 4/1913 ; Duhârî, Sahih, 6/230 ; Müsned, 3/233,277 ; İbn Sa'd, Tabakât, 2/112-113 ; İbnü'1-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe fi Marifeti's-Sahâbe, Mısır, 1289 ; 4/216 ;Zencânî, Ebû Abdillah, Tarihu'l-Kur'ân, Beyrut, 1388/1969, 46 ; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 66-69.

2-Bu konuda ayrıntı için bkz. Bağavî , Ebû Muhammed Hüseyn b. Mes'ûd, Şerhü's-Sünne, Tan., Şuayb Amavud-Muhammed Zuheyr Saviş, Dimeşk 1397/1977, 4/519 ; İzmirli, Tarihi Kur'ân, İstanbul, 1956, 10 ; Menâhû,- 1/248 ; Şehhâte, Abdullah Mahmud, Tarihu'l-Kur'an ve't-Tefsîr, Mısır, 1392/1972, 36 ; îsmail Karaçam, K. Kerim'in Nuzûlü ve Kıraati, İstanbul, 1974, 163-165; K. Kerim'in Faziletleri ve Okunma kaideleri, İstanbul, 1980, 34-35; A.Çetin, K. KerimTarihi 92-93.

3-Ayrıntı için bkz. el-îtkân, 1/71 ; Şehhâte, Tarihu'l-Kur'an, 32 ; İbnü'l-Cezeri, en-Neşr fı'l-Kıraati'l-Aşr, Tah: Ali Muhammed Debba1, c. 2, Mısır, ts, 1/7 ; Kurtubi, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'an, c. 20, Mısır, 1386/1966, 1/5O ; Fethu'l-Bârî, 9/9 ; Ayrıî, Bedruddîn Mahmud b. Ahmed, Umdetü'l-Kârî li şerhi Sahihi'l-Buhâri, 20/16 ; Râfıî, İ'câza'l-Kur'an, 35.

4-Zeyd b. Sabit tarafından anlatılan ayrıntı için bkz. Buhâri, Sahih, 6/225 ; 9/92-93.
İstinsah olayı ile ilgili ayrıntı için bkz. Buhârî, Sahih, 6/99 ; Müslim, Sahih, 1/560-562 ; Men&hÜ, 1/256,260-261 ; İbn Haldun Abdurrahman Mağribî, Mukaddime, Beyrut, ts., trc. Kadir Zâkiri Ugan, İstanbul, 1967, 437 ; Taberî Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerir, Cami'u'l-Beyan an Te'vûi ÂyÜ-Kur'an, Mısır, 1388/1968, 1/26-28 ; Kurtubî, el-Cami; 1/51-52 ; Şehhâte, Tarihu'l-Kur'an, 47,55-57 ; Râfıî, fcâzu'l-Kur'an, 36-39 ; Dânî, Muknî, 120-121 ; Bağavî, Şerhıt's-Sünne, 4/523 ; el-Kâmû, 3/112 ; İbn Kesir, Zeyl, 10; İbnü'l-Cezerî, Gaye, 1/7; el-ltkân, 1/59,-60 ; Büyük Tefsir Tarihi 1/24-25 ; Mebâhis, 78 ; Kattan, Mebâhis, 124,129 ; Mekkî, İbâne, 29 ; Ebû Şâme, el-Mürşidil-Vecîz, 60,73 ; Keskioğlu, Kur'ân Tarihi, 159, 161 ; î. Karaçam, K. Kenm'in Nuzûlü, 191-192,195, K.K. Faziletleri, 49 ; İbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1/7; İzmirli, Tarih-i Kur'ân, 13; Ö. R. Doğrul, Asr-ı Saadet, îstanbul, 1974, Şibli'den trc. 5/263,267; A. Çetin, K. KerimTarihi, 103-110.

5- İstinsah olayı ile ilgili ayrıntı için bkz. Buhârî, Sahih, 6/99 ; Müslim, Sahih, 1/560-562 ; Men&hÜ, 1/256,260-261 ; İbn Haldun Abdurrahman Mağribî, Mukaddime, Beyrut, ts., trc. Kadir Zâkiri Ugan, İstanbul, 1967, 437 ; Taberî Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerir, Cami'u'l-Beyan an Te'vûi ÂyÜ-Kur'an, Mısır, 1388/1968, 1/26-28 ; Kurtubî, el-Cami; 1/51-52 ; Şehhâte, Tarihu'l-Kur'an, 47,55-57 ; Râfıî, fcâzu'l-Kur'an, 36-39 ; Dânî, Muknî, 120-121 ; Bağavî, Şerhıt's-Sünne, 4/523 ; el-Kâmû, 3/112 ; İbn Kesir, Zeyl, 10; İbnü'l-Cezerî, Gaye, 1/7; el-ltkân, 1/59,-60 ; Büyük Tefsir Tarihi 1/24-25 ; Mebâhis, 78 ; Kattan, Mebâhis, 124,129 ; Mekkî, İbâne, 29 ; Ebû Şâme, el-Mürşidil-Vecîz, 60,73 ; Keskioğlu, Kur'ân Tarihi, 159, 161 ; î. Karaçam, K. Kenm'in Nuzûlü, 191-192,195, K.K. Faziletleri, 49 ; İbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1/7; İzmirli, Tarih-i Kur'ân, 13; Ö. R. Doğrul, Asr-ı Saadet, îstanbul, 1974, Şibli'den trc. 5/263,267; A. Çetin, K. KerimTarihi, 103-110.

Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları