14 Kasım 2013 Perşembe

KERBELÂ'NIN İSLAM TARİHİNDEKİ YERİ VE NETİCELERİ (I)


  


Muharrem ayındayız, bu vesile ile Hz.Hüseyin ve Kerbelâ'yı yeniden anlamak gerekir. Kerbelâ olayının İslâm tarihindeki yeri ve sonuçlarını Prof.Dr.Adem Apak yazmış, çok da güzel yazmış. Bana düşen bu araştırmayı okuyucularımın istifadesine sunmaktı. Ben de öyle yapıyorum:

Kerbelâ hadisesi sadece siyasî neticeler doğurmamış, politik nitelikli başlayan Şia hareketi ideolojisini belirleyen en önemli âmil olarak kabul edilmiştir. Şiilik bundan sonra sadece Ali taraftarı olma boyutunu aşmış, ona bağlı olanları, Müslümanları yönetmeyi Hz. Ali evladının devredilmez hakkı olduğu inancını bir dinî hüküm olarak kabul eden bir grup haline getirmiştir. Şiiler, Emevîlerin veraset yoluyla iktidarın devri anlayışına tepki olarak hilâfetin sadece Hz. Ali soyundan gelenlerin hakkı olduğu tezini savunmaya, hatta bunu bir akîde olarak benimsemeye başlamışlardır. Nitekim daha sonraki süreçte Ehl-i Beyt adına atılan bütün siyasi adımların ve fikrî temellendirmelerin referans noktası Kerbela hadisesi olmuştur. Hulasa Hz. Hüseyin'in şehit edilmesi Şia mezhebinin siyasi hayat kaynağı, adeta doğum tarihi olarak telakki edilmiştir. Nitekim Şiiliğin temel şahsiyeti ve hareket noktası resmiyette Hz. Ali olmakla birlikte, bu olay sebebiyle Hz. Hüseyin'in adı daha öne çıkmıştır. Şiiler tarafından Hz. Hüseyin'in şehit edildiği tarih büyük ihtifallerle hatırlanır ve görkemli törenler yapılırken Hz. Ali'nin şehit edilmesi hadisesi ve yıldönümü aynı ilgiyi hiçbir zaman görmemiştir. Gerçekten günümüzde de İmâmiyye'nin gönül ve duygu dünyasını Hz. Hüseyin sevgisi yönlendirmektedir. Onun trajik sonu İslam edebiyatında başlı başına bir tür oluşturmuş ve özellikle taziye törenlerinde okutulmak üzere "maktel", "Maktel-i Hüseyin" adı verilen mersiyeler kaleme alınmıştır.





Hz. Hüseyin'in Emevî yönetimine karşı harekete geçmesinin sebebi olarak, tek başına Kûfelilerin davetlerini göstermek doğru olmaz. Zira o, daha kendisine herhangi bir mektup ulaşmadan Medine'den ayrılıp Mekke'ye gitmiş, şûrâ ve seçim prensiplerine aykırı olarak kendisini halife ilan ettiği için Yezid'in meşruiyetini kabul etmemiştir.

Muaviye'nin ölümünden sonra Yezid'in halife olmasıyla birlikte Kûfe'deki yönetim muhalifleri, derhal harekete geçerek Mekke'de bulunan Hz. Hüseyin'i şehirlerine davet etmeyi kararlaştırdılar. Bu amaçla Kûfe'deki muhalifler Süleyman b. Surad'ın evinde toplanarak Hz. Hüseyin'e hitaben bir mektup kaleme aldılar. Mektupta, onu Kûfe'ye gelerek dağınık durumda olan insanları Yezid'e karşı toplamaya çağırıyorlar, şayet gelirse kendisini halife ilan ederek Yezid'e karşı savaşacaklarına dair söz veriyorlardı. [1]

Bu mektubu benzer talep ve vaatler taşıyan başka davet yazıları takip etti. Hz. Hüseyin, gelen çağrıların yoğunlaşması üzerine Kûfelilere hitaben şöyle bir cevap yazdı: "Bütün anlattıklarınızı anlamış durumdayım. Sizlere amcamın oğlu Müslim'i gönderiyorum. Ona halinizi, durumunuzu ve görüşlerinizi bana yazmasını emrettim. Eğer o da sizin ileri gelenlerinizin bana gönderdikleri haberlerdeki görüşler etrafında birleşmiş olduklarını yazacak olursa Allah'ın izniyle pek yakında yanınızda olurum." [2]



Iraklılar, Hz. Ali'ye destek vererek başlattıkları iktidar mücadelesini, Muaviye'nin liderliğinde hareket eden Suriyeliler karşısında kaybetmişlerdi. Bunun sonucu olarak devletin merkezi, dolayısıyla hazinesi Kûfe'den Dımaşk'e nakledildi. Daha önce kendilerini devletin asıl sahibi gören Iraklılar yeni şartlarda yönetime bağlı sıradan bir eyalet statüsüne indiler. Onların fethettikleri büyük arazilerin gelirleri artık Şamlıların kontrolüne girmişti. Iraklılar ise yönetimin keyfî tavrına göre bazen artırılan bazen azaltılan bazen de tamamen kesilen, hiçbir zaman da Şamlıların seviyesine ulaşamayan maaşlarla yetinmek zorunda kalmışlardı. Bu şartlar eski başkentin gururlu sakinlerini son derece rahatsız ediyor, onların yönetime karşı kinlerini daha da artırıyordu. Onlar bu rahatsızlıklarını göstermek amacıyla fırsatını bulduklarında yönetime karşı isyan ettiler. Emevîler aleyhine harekete geçmek istediklerinde ilk önce Hz. Ali'nin çocuklarını ve torunlarını hatırladılar. Zira gerek geçmiş günlere duyulan özlem gerekse Hz. Ali'ye beslenen muhabbet sebebiyle Iraklıların neredeyse tamamı bu faaliyetlere gönülden destek oluyorlardı. Ancak bu destek bir türlü gönül desteğinden kılıç desteğine dönüşmüyordu. Bunun neticesinde Ehl-i Beyt adına başlangıçta coşkun bir heyecan yaratan ancak kısa sürede saman alevi gibi parlayıp sönen kıyâmlar, Emevîlerin gücü karşısında hep etkisiz kaldı.

Bu faaliyetlerin pek çoğu hareketin lideri konumundaki Hz. Ali evladı için trajedi ile sonlanmıştır. İslam tarihinde bu olaylar ve trajediler zincirinin ilk halkası, Hz. Hüseyin'in teşebbüsüne karşı sergilenen kanlı Kerbelâ hadisesidir.

Burada şu hususa dikkat etmek gerekir ki Hz. Hüseyin'in Emevî yönetimine karşı harekete geçmesinin sebebi olarak, tek başına Kûfelilerin davetlerini göstermek doğru olmaz. Zira o, daha kendisine herhangi bir mektup ulaşmadan Medine'den ayrılıp Mekke'ye gitmiş, şûrâ ve seçim prensiplerine aykırı şekilde kendisini halife halife ilan ettiği için Yezid'in meşruiyetini kabul etmemiştir. Diğer taraftan Hz. Hüseyin'in Müslümanları idare etme konusunda kendisini Yezid'den daha ehil ve layık gördüğü de bilinmektedir. Yezid'in fâsık ve cahil olması sebebiyle Müslümanları yönetemeyeceği düşüncesi de onun siyasi mücadeleye girişmesinde belirli derecede rol oynamıştır. Hz. Hüseyin hareketinin sebepleri hakkında akla gelen bütün bu gerekçelerle birlikte Kûfe'den gelen davet mektuplarının ona harekete geçme konusunda cesaret verdiği, en azından onun siyasi faaliyet alanının zamanını ve istikametini belirlediği de bir gerçektir. [3]

Irak halkı nazarında Emevî halîfeliği İslam toprakları ve eski başkent Kûfe'nin üzerinde bir işgal faaliyeti olarak görülmüştür.

Hz. Hüseyin, hareket etmeden önce amcasının oğlu Müslim b. Akîl'i Kûfe'ye gönderdi. Müslim, şehre ulaşınca halkın büyük teveccühüyle karşılaştı. Başlangıçta Muhtar es-Sekafî'nin evini hareket merkezi olarak belirledi. Şehrin, mülayim bir kişiliğe sahip olan valisi Numan b. Beşîr'in müsamahasından da istifadeyle Hz. Ali taraftarlarıyla toplantılar düzenlemeye başladı. Gelenlerin pek çoğu Hz. Hüseyin'le birlikte savaşacaklarına dair söz veriyorlardı. Sonuçta şehirde önemli sayıda bir taraftar grubu toplandı. Bu gelişmeler üzerine Müslim, şehre gelmesi için Hz. Hüseyin'e haber gönderdi. [5]

Hz. Hüseyin'e, davet mektuplarının Kûfelilerden gelmiş olması, esasında beklenmeyen bir durum değildir. Zira burası hem babası Hz. Ali hem de ağabeyi Hz. Hasan'ın siyasi merkez olarak kabul ettiği şehirdi. Üstelik Hz. Ali taraftarlarının büyük bir kısmı burada yaşıyordu. Daha yakın zamanda Muaviye'nin gerek Ziyâd gerekse oğlu Ubeydullah eliyle onlara yaptıkları da zihinlerde canlılığını devam ettiriyordu. Üstelik 20 yıl süresince Muaviye onların gönlünü almak için dahi bir kez bile Irak'a gelmemiş, onlara iltifat etmemiştir. Bu durumda Irak halkı nazarında Emevî halifeliği İslam toprakları ve eski başkent Kûfe'nin üzerinde bir işgal faaliyeti olarak görülmüştür. Netice olarak Iraklılar, Hz. Ali döneminde elde etmiş oldukları dünyalıkları Muaviye eliyle Şamlılara kaptırmaları sebebiyle Hz. Hüseyin vasıtasıyla bu eski imkânlarını geri alabilmek için tekrar şanslarını denemeye karar vermişlerdir. [4]

Diğer taraftan Kûfe'de bulunan Emevî taraftarları Yezid'e haber gönderilerek valinin şehirde olup bitenlere kayıtsız kaldığını, şayet Kûfe'yi elinde tutmak istiyorsa onun yerine güçlü bir valiyi görevlendirmesi gerektiğini bildirdiler. Bunun üzerine halifenin emriyle şehrin idaresi Basra valisi Ubeydullah b. Ziyâd'a verildi. Yeni vali Kûfe'ye gelir gelmez halkı itaate çağıran ve aynı zamanda tehdit içeren bir konuşma yaptı:

"Halife beni şehrinize vali ve haraç işlerinize memur tayin etti. Bana; mazlum olanınıza iyilik etmeyi, yok­sullarınızı doyurmayı, devlete itaat edene iyi mu­amele etmeyi, âsi ve fitnecilere karşı sert davranmayı emretti. Ben burada onun emrini uygulayacak, emirlerini  yerine getireceğim. İyi­lerinize karşı müşfik bir baba, itaat edenlerinize karşı bir kardeş gibi davranacağım. Kılıç ve kır­bacım; emrimi kabul etmeyen, bana karşı çıkanların üzerinde olacaktır. Bundan sonra herkes dilediğiniyapabilir." [6]



Valinin bu tehdidinin ardından Müslim b. Akîl'in yanında toplanmış olan Kûfeliler dağılmaya başladı. Bunun üzerine Müslim, şehirde Hz. Ali taraftarlarının önderlerinden Hânî b. Urve el-Murâdî'nin evine sığınarak Hz. Hüseyin adına faaliyetlerini burada devam ettirmeye başladı. Vali Ubeydullah b. Ziyâd ise onun her hareketini dikkatle takip ediyordu. Nitekim azatlı kölelerinden birisi, Hz. Ali taraftarı  görünerek, Müslim'nin yanına gidip gelenlerle görüşmeye başladı. Hânî'nin evine kimlerin geldiğini, burada nelerin konuşulduğunu valiye aktardı. Ubeydullah b. Ziyâd daha sonra Hânî'yi çağırarak gelişmeler hakkındaki fikrini sordu. Muhatabı başlangıçta söylenenleri inkâr etmişse de azatlı köle ile yüzleştirince Müslim b. Akîl ile ilişkisini ve evinde gerçekleştirilen faaliyetleri itiraf etmek zorunda kaldı. Bununla birlikte Müslim'i kendisinin çağırmadığını, onu kapısından çeviremediği için misafir olarak tuttuğunu, şayet vali izin verirse gidip kendisini evinden çıkaracağını söyledi. Ancak Ubeydullah, Müslim'i kendilerine getirmesinden başka hiçbir şeye razı olmayacağını bildirince Hânî, misafirini öldürülmek için teslim etmesinin onur kırıcı bir davranış olacağı gerekçesiyle bu teklifi reddetti. Bunun üzerine Ubeydullah, Hânî'yi feci bir şekilde dövdükten sonra hapse attı. [7]

Ev sahibinin başına gelenleri haber alan Müslim b. Akîl kendisine katılma konusunda söz verenlere haber göndererek toplanma ve hareketlerini açıktan halka duyurma zamanının geldiğini bildirdi. Bunun üzerine şehirdeki Hz. Ali taraftarları valilik sarayına doğru harekete geçtiler. Toplanan insanların artmasıyla birlikte durumun aleyhine geliştiğini gören Ubeydullah, yanında bulunan, şehrin ileri gelenlerine, dışarı çıkarak kendi yakınlarını topluluktan ayırmalarını, itaat edecek olanlara mükâfat vaat etmelerini, isyan edecek olanları da korkutmalarını istedi. Kabile reislerinin dışarıya çıkıp yakınlarına hitaben konuşma yapmaları üzerine valilik sarayının etrafındaki kalabalık hızla dağılmaya başladı. O kadar ki Müslim b. Akîl'in yanında sadece 30 kişilik bir grup kaldı. Onların da kısa süre sonra yanından ayrılmaları üzerine Müslim ne yapacağını bilemeden şehrin sokaklarına daldı. Nihayet Kinde kabilesine mensup Tav'a isimli yaşlı bir kadının evine sığındı. Diğer taraftan vali, yatsı namazından sonra halka hitaben bir konuşma yaparak Müslim'i himaye edeni şiddetli bir şekilde cezalandıracağını, onu kendisine getiren veya yerini bildirenlere ise ödül vereceğini ilan etti. Aynı anda valinin muhafızları tarafından şehrin bütün çıkış kapıları tutularak evlerde arama yapılmaya başlandı. [8]

Ertesi günün sabahında Müslim'in, evine sığındığı yaşlı kadının oğlu, onun kendi evlerinde saklandığını valiye haber verdi. Bunun üzerine Müslim yakalanıp valinin huzuruna getirildi. Daha sonra da sarayın damına çıkarılarak burada öldürüldü. Onun ardından daha önce tutuklanmış olan Hânî b. Urve de valinin emriyle katledildi. (H.9 Zilhicce 60 / M.10 Eylül 680) [9]

Devam edecek...




  
Rüştü Kam
 
 
[1] Ebû Mihnef, Maktelü'l-İmam el-Hüseyn, (thk. Hasen Abullah Ebû Salih), ? 1997, s. 17; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl,(nşr. Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts. (Dâru'l-Erkam), s. 207-208, 212; Ya‘kûbî, Tarih,I-II, Beyrut 1960, II, 241-242; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk.Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, III, 64; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye,I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü'l-Meârif--Mektebetü'n-Nasr), VIII,151-152.

[2] İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse,(thk. Tâhâ Muhammed Zeynî), I-II, Kâhire 1967, II, 4; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 212-213; Taberî, Tarihu'l-Ümem ve'l-Mülûk,(thk. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim), I-XI, Bey-rut ts. (Dâru's-Süveydân), Tarih, V, 347-348; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih,I-IX, Beyrut 1986, III, 266-267.

[3] Bu konuda bilgi ve değerlendirmeler için bk. Demircan, Adnan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Müca-delesi, İstanbul 1996, s. 339-350; Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muaviye, İstanbul 2001, s. 215-222.

[4] Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslam Tarihi, (çev. Hayrettin Yücesoy), İstanbul 1991, s. 113; Vida, Della, "Emevîler", İA, IV, 243.

[5] Ebû Mihnef, Maktelü Huseyn, s. 19; İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 4; Ya‘kûbî, Tarih, II, 242; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi'l-Ümem ve'l-Mülûk,(thk. Muhammed Abdülkadir Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ), I-XVIII, Bey-rut 1992, V, 325; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 152.

[6] Halîfe b. Hayyât, Tarih, (thk. Süheyl Zekkâr), I-II, Beyrut 1993, s. 176; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 213-215; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 64; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 326; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 267-269; İbn Kesîr,el-Bidâye, VIII, 152-154.

[7] İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 4-5; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 215-219; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; İbn Abdi-rabbih,KitabuIkdi'l-Ferîd, I-VII, Kâhire 1965, IV, 378; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 66-67; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 154-155.

[8] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s.220-221; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 67-68; İbn Kesîr,el-Bidâye, VIII, 155.

[9] Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 176; İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 5; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 221-223; Ya‘kûbî,Tarih, II, 243; Taberî, Tarih, V, 347-393; İbn Abdirabbih, el-Ikdü'l-Ferîd, IV, 378-379; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 68-70; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 326-327; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 269-275; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 155-157.
 
 
 




KERBELÂ HADİSESİNİN İSLAM TARİHİNDEKİ YERİ VE NETİCELERİ (II)


  
Hz. Hüseyin, Müslim'in kendisini Kûfe'ye davet eden mektubunu alınca harekete geçmeye karar verdi. Onun gitme hazırlıklarından haberdar olan Abdullah b. Abbâs, Iraklılara güvenmemesi gerektiğini, onu çağıran insanların kendisini her an terk etme ihtimali olduğunu söyledi. Buna karşılık Abdullah b. Zübeyr "şayet benim senin gibi taraftarlarım olsaydı oraya gitmekte hiç tereddüt göstermezdim" diyerek Hz. Hüseyin'i Irak'a gitme konusunda teşvik etti. [10] Abdullah b. Abbâs ertesi gün yeniden gelerek ona, Irak'a gitmekten vazgeçmesini, mutlaka bir hareket başlatmak istiyorsa Yemen'i tercih etmesinin daha uygun olacağını zira oradakilerin kendisini daha gönülden destekleyeceklerini ifade ettiyse de, Hz. Hüseyin'in kararını değiştiremedi. [11]
Hz. Hüseyin yolculuk hazırlıklarını tamamladıktan sonra Hicret'in 60. yılında Zilhicce ayının sekizinci günü (9 Eylül 680) ailesiyle birlikte Mekke'den Kûfe'ye doğru yola çıktı. Hareketi esnasından karşılaştığı herkes, ona Kûfelilere güvenmeyip geri dönmesi tavsiyesinde bulundu. Bunlar arasında meşhur şair Ferazdak "Kûfelilerin kalbi seninle, kılıçları ise Ümeyyeoğulları'yla birliktedir" diyerek Hz. Hüseyin'e Irak'a gitmemesi gerektiğini bildirdi. Ancak onun ikazı da etkili olamadı. [12] 
Bu esnada kafileye, Mekke'den Abdullah b. Cafer'in gönderdiği mektup ulaştı. Abdullah b. Cafer, Hz. Hüseyin'e geri dönmesi için adeta yalvarıyor, bu hareketin bütün aileyi yok olmaya götürebileceği uyarısında bulunuyor, Mekke valisi Amr b. Sa‘îd'den kendisi için emân aldığını bildiriyordu. Ancak onun bu çabası da Hz. Hüseyin'in Irak'a gitme kararını değiştiremedi. [13]
Hz. Hüseyin, Kûfe halkının güvenilmezliğinden ötürü kendisine geri dönmeyi tavsiye eden muhataplarına, durumu bildiğini fakat Azîz ve Celîl olan Allah'ın emrine kimsenin karşı gelemeyeceğini söyleyerek mukabele etmiştir.
Yürüyüş esnasında Hz. Hüseyin'in Kûfe'de bulunan Müslim'e haberci olarak göndermiş olduğu sütkardeşi Abdullah b. Buktur'un da Husayn b. Numeyr'in devriyeleri tarafından yakalanıp Kûfe'ye götürüldüğü ve burada Ubeydullah tarafından işkence edilerek öldürüldüğü haberi geldi. Hz. Hüseyin bu son gelişme karşısında Kûfe'deki taraftarlarından tamamen ümidini kestiğini, bu noktadan sonra geri dönmek isteyenleri kınamayacağını bildirdi. Bunun üzerine, kendisine destek olmak için kafileye sonradan katılanlardan bir kısmı ayrılmaya başladılar. Sonuçta Hz. Hüseyin'in yanında sadece Mekke'den birlikte yola çıktığı akrabası kaldı. [14]

Bu esnada Irak'tan gelen Abdullah b. Mutî, Hz. Hüseyin'e "Allah adına senden geri dönmeni istiyoruz. Allah'a yemin ederim ki sen sadece keskin kılıçlar üzerine gidiyorsun. Sana bu haberleri gönderen kimseler şayet seni savaşmak durumunda bırakmamış olsalardı, senin için her şeyi hazırlamış bulunsalardı ve bundan sonra sen onların yanına gelseydin işte bu isabetli olurdu. Fakat şu sözünü ettiğimiz durumda senin böyle bir iş yapmanı uygun görmüyorum" diyerek uyarıda bulundu. Ancak Hz. Hüseyin, muhatabına şu cevabı verdi: "Senin sözünü ettiğin bu durumu biliyorum. Fakat Azîz ve Celîl olan Allah'ın emrine hiçbir kimse karşı gelemez." [15] 
Diğer taraftan Müslim b. Akîl'i etkisiz hale getiren Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyâd, Hz. Hüseyin'in Mekke'den hareket ettiği haberini alınca onun geçeceği yolları gözetim altında tutması için Husayn b. Numeyr komutasındaki askerî birliği harekete geçirdi. [16]

Bu sırada Hz. Hüseyin de yoluna devam ediyordu. Sâlebiyye denilen yere geldiğinde Müslim b. Akîl'in, Ubeydullah b. Ziyâd tarafından öldürüldüğü haberi ulaştı. Bu gelişme üzerine Hz. Hüseyin'in ile birlikte hareket edenlerden bazıları Kûfe'de artık yardımcıları kalmadığı için bu noktadan daha ileri gitmenin fayda sağlamayacağını, üstelik bunun hayatlarını tehlikeye atmak anlamına geleceğini söylediler. Ancak bu defa da Müslim'in çocukları babalarının intikamını almadan geri dönmeyeceklerini ilan ettiler. Hz. Hüseyin bu gelişme üzerine yola devam kararı aldı. [17]

Kûfe'ye doğru yoluna devam eden Hz. Hüseyin, Zû Husum denilen yerde Kâdisiye'de konaklamış bulunan Husayn b. Numeyr'in gönderdiği Hürr b. Yezid komutasındaki askerî birlikle karşılaştı. Onların görevi Mekke'den gelen kafileyi sürekli olarak gözetim altında bulundurmak ve Kûfe'ye ulaştırmaktı. Hz. Hüseyin muhataplarına kesinlikle Ubeydullah'ın yanına gitmeyeceğini bildirdi. Hürr b. Yezid ise "Ben seninle savaşmak emrini almadım, sadece seni Kûfe'ye götürünceye kadar senden ayrılmamakla emrolundum. Kabul etmeyecek olursan seni Kûfe'ye götürmeyeceğim. Ancak sen de Medine'ye ulaştırmayacak bir yola koyul. Bu konuda ben İbn Ziyâd'a yazarım, sen de Yezid veya İbn Ziyâd'a yaz. Belki Allah bana seninle ilgili herhangi bir şeye katılmaktan esenliğe kavuşturacak bir yol açar". Bunun üzerine Hz. Hüseyin Kûfe yolu ile Medine yolu arasında farklı bir güzergâha doğru harekete geçti. Iraklı askerler de kendisini takip ediyorlardı. Kısa süre sonra Ubeydullah b. Ziyâd'ın mektubu geldi. Kûfe valisi, Hürr b. Yezid'e Hz. Hüseyin'in sarp ve müstahkem yerlere sığınmasına engel olmasını, onu susuz ve insanların uğramadıkları bir yerde konaklamaya zorlamasını emretti. Bunun üzerine Hz. Hüseyin yanındakilerle birlikte Ninova bölgesinde yer alan ve günümüzde Bağdat'ın 100 km. güneydoğusunda bulunan Kerbela [18]
denilen yere indirildi. (2 Muharrem 61/2 Ekim 680). [19]

Bu arada Kûfe'den gelen bir topluluk, Hz. Hüseyin'in haberci olarak göndermiş olduğu Kays b. Müshir es-Saydâvî'nin Ubeydullah b. Ziyâd tarafından yakalanıp kalenin üzerinden atılmak suretiyle öldürüldüğünü bildirdiler. Artık Hz. Hüseyin için Kûfe'de en küçük bir ümit ışığı kalmamış oldu. [20]

Hz. Hüseyin kafilesinin Kerbela'da konaklamasının dördüncü gününde Ömer b. Sa‘d b. Ebû Vakkâs, emrindeki orduyla bölgeye ulaştı. Sa‘d, kısa süre önce vali Ubeydullah tarafından Rey[21] valiliğine tayin edilmişti. Ancak Hz. Hüseyin'in harekete geçtiği haberi alınınca vali, bu hadiseyle ilgilenme görevini Sa‘d'a havale ederek, kendisine şayet bundan kaçınırsa Rey valiliğini unutmasını söyledi. Sa‘d, her ne kadar ısrarla bu vazifeden affını istediyse de muvaffak olamadı. Yakınlarının Hz. Hüseyin'in kanına bulaşmaması uyarılarına rağmen Rey valiliğinden vazgeçemediği için gönülsüz bir şekilde Hz. Hüseyin üzerine gönderilen ordunun komutasını üstlendi. [22]
Devam edecek...

  
Rüştü Kam
 
 
[10] Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III, 64-65; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 328-329; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 159-160.
[11] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 223-224; Taberî, Tarih, V, 382-385; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 160-163. Bu konuda değerlendirmeler için bk. Kılıç, Ünal, Yezid b. Muaviye, s. 247-253.
[12] Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 176; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 226; İbn Abdirabbih, el-Ikdü'l-Ferîd, IV,384; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 166.
[13] Taberî, Tarih, V, 386-389; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 275-277; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 163-164.
[14] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 224; Taberî, Tarih, V, 394, 401.
[15] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 228-229; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 168-169.
[16] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 228; Taberî, Tarih, V, 394-399.
[17] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 227; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 277-278.
[18] Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu'l-Buldân, I-V, Beyrut 1975, IV, 445.
[19] İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 5-6; Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 228-232; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243-244; Ta-berî,Tarih, V, 401-404., 408-409; İbn Abdirabbih, el-Ikdü'l-Ferîd, IV, 379; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, III,70; İb-nü'l-Cevzî,el-Muntazam, V, 335-336; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 169-170, 172-174.
[20] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 226; Taberî, Tarih, V, 405.
[21] Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu'l-Buldân, III, 116-122.
[22] Dineverî, el-Ahbâru't-Tıvâl, s. 232-233; Taberî, Tarih, V, 409-410; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, V, 336.
 
 
 

5 Kasım 2013 Salı

135 YIL SONRA AYNI SALONDA 1878-2013/ CUMHURİYET KUTLANDI


Büyükelçilik ve Başkonsolosluk ayrı ayrı resepsiyon verdi bu sene. Biz de Cumhuriyet Bayramı'nı iki kez kutlamış olduk. Böyle iki ayrı kutlamaya gerek var mıydı? Tartışılır. Türkiye halkı oradaydı. Gurbette de olsa Cumhuriyet'e sahip çıktı. Ötekileştirme dönemi bitmiş, kucaklaşma dönemi başlamış. Farklılıklar çeşitlilik olarak anlaşılmaya başlanmış, çok önemli bir dönüşüm bu. Başı açık olan da İstiklâl Marşı okudu, kapalı olan da. Sakallı olan Türkiye'li Müslüman da saygı duruşunda bulundu, laiklik olduğunu söyleyen Türkiye'li de. Cumhuriyet'in 90. Yılı resepsiyonunda oldu bütün bunlar. 600 sene süren kader birliğinden sonra ayrışan insanımızın tekrar kucaklaşabilmeleri için 90 sene gibi uzun bir zamanın geçmesi gerekiyormuş demek ki. Türk milleti bu birliktelikten oldukça memnun.

Kadim dostum Ahmet İyidirli ile demokrasi anlayışımız üzerindeki farklılıklarımızı ayaküstü sohbetinde hemen masaya yatırıverdik Kançılaryada. İnsan hakları konusunda hâlâ sıkıntıların var olduğunu gördük. Bu sıkıntıların zamanla aşılacağına olan inancımı kaybetmek istemiyorum. Ben inanıyorum ki, sağduyu galip gelecektir. İyidirli bilhassa başörtüsü konusunda CHP'nin mecliste karşı tutum içine girmemesi gerektiğinin altını çizdi. Uzunca bir süre HDF'de etkin pozisyonda bulunmuş bir sosyal demokrat olan İyidirli'nin bu yaklaşımı özlenen bir tutum. Sohbetimize sonradan Sefa Doğanay da katıldı, derken biz yemeği unutmuşuz. Yiyecek bir şeyler bulduk yine de. Menü oldukça zenginmiş. Aşçılar garsonlarıyla birlikte Türkiye'den getirilmiş. Biz hepsini tatmasak da, görmesek de menüde Osmanlı mutfağından çeşitli örnekler varmış. Yunus Emre Enstitüsü organize etmiş yemeği. Cumhuriyet'in 90. Yılında Türk Büyükelçiği'ne yakışan bir menü.

Osmanlı mutfağından örneklerin sunulduğu resepsiyonda, Büyükelçimiz Sayın Hüseyin Avni Karslıoğlu konuşmasını nedense sadece Almanca yaptı. Türkiye Cumhuriyet'inin Büyükelçisi Cumhuriyet resepsiyonunda Türkçe konuşmuyor ve sadece Almanca konuşmayı tercih ediyor. Anlamakta zorlandım. Türkçe konuşmak utanılacak bir şey midir?

Sivil toplum örgütlerine Türkçe konusunda duyarlı olunması gerektiği söylenirken, resepsiyonda Almanca konuşmak ne kadar inandırıcıdır? "Kendi yapmadığınız şeyi niçin yapınız diye söylersiniz." Bu bir ayet mealidir. Duruşa dikkat çeker bu ayet. Rezidansında verdiği iftar yemeğiyle gönlümüzde taht kuran Karslıoğlu'nun bu tutumuna ben anlam veremedim.

Ayrıca ses düzeninin bozuk olması, akustiği zaten bozuk olan Kançılaryanın salonunda gürültü kirliliğine sebep oldu. Böylesine önemli bir resepsiyonda ses düzeni Kançılarya'ya yakışmadı.

Büyükelçiliğin Cumhuriyet resepsiyonundan sonra başkonsolosluğun düzenleyeceği Cumhuriyet resepsiyonuna yönümü çevirdim. Yeni bir hayal kırıklığına uğramak mümkündü. Kırmızı halı döşeli merdiven basamaklarından birer birer çıkarken bile zihnim hep meşguldü. Başkonsolos Ahmet Başar Şen misafirlerinin teker teker bayramlarını kutladıktan sonra kürsüye davet edildi. Konuşmasını önce Türkçe ve sonra Almanca olarak yaptı ve verilmesi gereken mesajlarını verdi. Olması gereken yapıldı. Toplam konuşma süresi 6 dakikaydı. *

Hem Büyükelçinin ve hem de Başkonsolosu'n konuşmasında, Osmanlıya hakaret cümleleri kurulmadı. Cumhuriyet'in Kurucusu olan Mustafa Kemal yüceltilip, padişahlar vatan haini ilan edilmedi. Ölçülü cümleler kurularak anlatılmak istenen anlatıldı.

Hatta başkonsolos Ahmet başar şen "Uzun savaşların yakıp yıktığı topraklarda, imkânsızlıklar içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin, bu kadar kısa bir sürede modern bir devlete dönüşerek bugünkü seviyeye ulaşması, örnek bir başarı ve gurur tablosudur." diyerek Türk Milletinin Cumhuriyet'le birlikte küllerinden yeniden doğduğunu ifadeye koydu. Bu ifade hem Osmanlı'yı hem de Cumhuriyet'i tam olarak anlatıyordu.

Rotes Rathaus (Berlin Eyalet Hükümet Binası) Cumhuriyetin kutlanması için bilinçli bir seçim miydi, değil miydi tam olarak bilmiyorum. Şen'in konuşma yaptığı salon 1878 Berlin Antlaşması'nın imza edildiği salondu, Hükümet Binası'nın Büyük Balo Salonu(Der Große Saal des Roten Rathauses) ve duvarda büyük bir tablo vardı. 13 temmuz 1878 yılında yapılan Berlin Antlaşması** resmedilmiş bu tabloda. Avrupa ülkelerinin temsilcileri masanın etrafında yer alırken, Osmanlıyı temsilen katılan üç kişi masanın dışında tutulmuş. Aşağılayıcı bir resim.
Şen bu salonda Cumhuriyet resepsiyonu vermekle Avrupalılara, "Siz Osmanlı'yı parçalama kararını bu salonda aldınız, ben de şimdi bu salonda, küllerinden yeniden doğan Cumhuriyet'i kutluyorum" demek mi istemişti acaba?

................................................

*İlgilenenler için, Başkonsolos Ahmet Başar Şen'in konuşmasının tam metni:

Sayın Büyükelçim, Değerli Hanımefendi,
Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler,
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 90. yıl dönümünü coşku ve kıvançla kutluyoruz. En büyük bayramımızda, bu gurur gününde hepinizi saygıyla ve muhabbetle selamlıyor, hepinize en iyi dileklerimi sunuyorum.
Cumhuriyet, Türk milletinin Büyük Atatürk önderliğinde verdiği emsalsiz mücadelenin, onurlu duruşunun, vatan sevgisinin, egemenlik ve bağımsızlık iradesinin ortaya çıkardığı bir eserdir.
Bugün, Cumhuriyetimizin kurucuları olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile silah arkadaşlarını, vatanımızın bağımsızlığı birlik ve bütünlüğü uğrunda canlarını feda eden aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi derin minnet duygularımızla anıyoruz.

Kıymetli Misafirler,
90 yıl milletlerin hayatında çok uzun bir süre değildir.
Böyle bir çerçeveden bakıldığında binlerce yıllık Türk devlet geleneğinin çağdaş halkasını oluşturan Cumhuriyetimizin genç yaşına rağmen son derece sağlam kökler oluşturduğunu görmek bizlere kıvanç vermektedir.
Uzun savaşların yakıp yıktığı topraklarda, imkânsızlıklar içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin, bu kadar kısa bir sürede modern bir devlete dönüşerek bugünkü seviyeye ulaşması, örnek bir başarı ve gurur tablosudur.
Türkiye 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde büyük dönüşümleri ve kalkınma atılımlarını başarıyla hayata geçirebilmiştir. 90 yıl önce 13 milyon olan Türkiye'nin nüfusu bugün 75 milyondur.
Bu nüfusun yarısı 30 yaş altındadır. 90 yıl önce Türkiye'deki okuryazarlık oranı % 15 civarındaydı. Bugün % 98 okuryazardır.
90 yıl önce Türkiye'de sadece 23 lisemiz vardı. 9 yüksekokulda % 10'u kadın 2900 öğrenci öğretim görüyordu. Bugün 179 üniversitemizde 5 milyona yakın lisans ve lisansüstü öğrencisi kayıtlıdır. Bunların % 45'i kız öğrencidir. Üniversite öğretim elemanı sayısı 120.000'i aşmıştır. Bunların 49.000'i, yani % 40'tan fazlası kadındır.
1923'te, tarım ülkesi olan Türkiye, 2013 yılında artık sanayileşmiş bir ülkedir. Türkiye Avrupa'nın en büyük ikinci çelik üreticisidir. Yıllık toplam otomotiv üretimi 1.1 milyondur.
Beyaz eşya sektörümüz yıllık yaklaşık 25 milyon adet üretim kapasitesi ile Avrupa'nın en büyük üretim üssüdür. Beyaz eşya sektörünün başlıca ihracat pazarı ise Avrupa'dır. Ulusal havayolumuz THY, boyutları ve kalitesiyle dünyanın sayılı havayolu şirketleri arasındadır. Bugün artık, dünyanın 16. büyük ekonomisine sahip olan Türkiye, asırlık yaşına varmadan ilk on ekonomi arasında yer almak istemektedir.
Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti, bu çağdaş ilkelere dayalı rejimiyle de bölgesinde bir istisnadır. Sadece ekonomik, siyasi ve beşeri açıdan değil, demokratikleşme açısından da, "çağdaş medeniyetler seviyesinin üstüne çıkma" hedefi doğrultusunda emin adımlarla ilerlemektedir. Mevcut göstergelere bakıldığında, tüm bunlar ulaşılması zor hedefler gibi görünmemektedir.

Değerli Misafirler,
Konuşmamın bu bölümünde, kısaca, Almanya'daki birinci nesil insanımıza değinmek istiyorum.
Türkiye'de o zamanlar yaşanan ekonomik sorunlar ve Almanya'daki işgücü ihtiyacı nedeniyle 52 yıl önce Almanya'ya gelmeye başlayan ve misafir işçi olarak adlandırılan birinci nesil Türk göçmenler, vatanlarından uzakta, gurbette, emekleri ile Almanya ekonomisine büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Çocuklarına, torunlarına daha iyi hayat şartları vermeye çalışırken, aynı zamanda Alman dostları ile birlikte Avrupa'nın başat ekonomisini inşa etmişlerdir. Buna paralel olarak, ekonomik krizlerle çalkalanan 1960'lı 1970'li yıllarda Türkiye'ye gönderdikleri "işçi dövizleriyle" Türk ekonomisine de önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bugün onlardan, birinci nesilden bazı temsilcilerin de aramızda olmalarını istedik ve kendilerini davet ettik. Geldiler, şeref verdiler. Onlara hepinizin huzurunda Türkiye'ye, Türk-Alman toplumuna ve Türk-Alman dostluğuna yaptıkları katkılardan ötürü bir kez daha teşekkürlerimizi sunmak istiyorum.

Değerli Hanımefendiler, Beyefendiler,
Aradan geçen sürede, Türkiye işçi gönderen bir konumdan işçi göçü alan bir ülkeye dönüşmüştür. Türkiye'de iş arayanlar arasında Almanlar da bulunmaktadır. Öte yandan, Almanya da burada yaşayan Türkler için gurbet olmaktan, ikinci ve acı vatan olmaktan çıkmıştır.
Bugün Almanya'da artık 4. neslinden bahsettiğimiz Almanyalı Türkler her alanda önemli başarılara imza atmaktadır. On binlerce Türk kökenli girişimci, çoğunluğu Alman yüzbinlerce insana istihdam imkanı sağlamaktadır. Türk kökenli bir siyasi parti başkanı, eyalet bakanları, müsteşarları vardır.
Federal Parlamento'da 11, Berlin Eyalet parlamentosunda ise 8 Türk kökenli milletvekili görev yapmaktadır. Fatih Akın'ın filmleri, rakip takım Türk olmadığı sürece, Mesut Özil'in golleri bizlere gurur vermektedir.
Almanya Türk toplumunun bundan sonra da aynı başarılı çizgiyi sürdüreceğinden, kültürel kimliğini ve milli benliğini kaybetmeden, birlik ve beraberlik içinde hem Almanya'ya, hem Türkiye'ye hem de Türk-Alman dostluğuna katkılarda bulunmaya devam edeceğinden hiçbir şüphemiz bulunmamaktadır.
Değerli Vatandaşlarım, Bu duygularla, hepinizin Cumhuriyet Bayramı'nı en iyi dileklerimle kutlar, aramızda bulunan Alman ve diğer ülkelerden dostlarımıza bizlerle bu coşkulu günü paylaştıkları için memnuniyetimi ifade ederken, hepinize güzel bir akşam dilerim.

** Berlin Antlaşması:

Antlaşmanın Sebepleri ve Şekli

93 Harbi'nin ardından Osmanlı ile Rusya arasında, 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos Antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşmanın şartları Osmanlı Devleti açısından son derece ağırdı ve Rusya'yı Balkanlar'da tek güç haline getiriyordu. Nitekim bu durum Avrupa'nın diğer büyük devletlerini rahatsız etmekteydi.
Aynı dönemde Sultan II. Abdülhamid Han, İngiltere'yi Rusya'ya karşı kışkırtmaktaydı. Osmanlı Devleti savaşta yenilmiş ve antlaşmak zorunda kalmıştı ancak yapılan antlaşma devletin çöküşünü getirebilecek ağırlıktaydı. II. Abdülhamid de çareyi Avrupa devletlerini Rusya'ya karşı kullanarak durumu hafifletmekte aramaktaydı. Sonuçta İngiltere, Rusya'nın, Orta Doğu'daki İngiliz menfaatlerini tehdit edeceğine, sıcak denizlere inip kendisiyle rekabete başlayacağına inanmıştı. Diğer Avrupa devletleri ile Rusya üzerinde kurduğu yoğun baskı sonucunda Rusya, antlaşmanın yeniden gözden geçirilmesine razı oldu.
13 Haziran 1878'de Almanya İmparatorluk Şansölyesi Prens Bismark'ın başkanlığında Berlin'de, Osmanlı, Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya'nın katılımıyla bir kongre toplandı. Osmanlı Devleti'ni temsilen Hariciye Nazırı Kara Todori Paşa, Müşir Mehmet Ali Paşa ve Berlin büyükelçisi Sadullah Bey (Paşa) gönderilmiş, diğer devletleri de başbakanlar ve dış işleri bakanları temsil etmekteydi.
Kongre bir aylık bir çalışma ile varılan antlaşmanın maddelerini düzenlemiştir. 13 Temmuz'da 64 maddelik yeni antlaşma katılımcı ülkeler tarafında imzalanarak yürürlüğe girmiştir.



Antlaşma Sonuçları
Antlaşmanın başlıca sonuçları şöyle gruplandırılabilir:

Toprak Kayıpları
Osmanlı Devleti kendisine tabi olan Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ'ın kendi başlarına birer prenslik olmalarını kabul etmiştir. Doğu Rumeli vilayeti kurulmuş ve Osmanlı Devleti'ne bağlı ancak çeşitli imtiyazlara sahip olmuşlardır. 64 maddeden oluşan antlaşmanın toprak paylaşımı aşağıdaki gibidir;
1. Bosna-Hersek imtiyazlı vilayet haline gelmiştir.
2. Kıbrıs Sancağı İngiltere'ye kiralandı.
3. Niş Sancağı Sırbistan'a bırakıldı.
4. Teselya Sancağı Yunanistan'a(1881) bırakıldı.
5. Kars, Batum, Artvin ve Ardahan sancakları Rusya'ya bırakıldı.
6. Dobruca Sancağı Romanya'ya bırakıldı.
7. Bunların dışında birkaç kaza Karadağ'a bırakıldı.
8. Van'ın doğusundaki Kotur yöresi İran'a verildi.
9. Osmanlı Devleti'nin Rusya'ya ödemesi gereken savaş tazminatı 802.500 franka indirilerek taksite bağlandı.

Ayrıca kongre döneminde Fransa'nın yaptığı kulis çalışmaları sonucunda, antlaşma maddelerinde olmadığı halde 3 yıl sonra Tunus Prensliği Fransızlarca işgal edilmiş ve gerekçe olarak Berlin Antlaşması gösterilmiştir. Berlin Antlaşması'ndan sonra İngiltere, Fransa ve Rusya Osmanlıları baskı altına alma politikasına devam etti

Kazançlar
Girit, Doğu Beyazıt ve Eleşkirt Osmanlı Devleti'ne bırakıldı.

Azınlıklar Konusu
Osmanlı Devleti, Vilayât-ı Sitte (Erzurum, Van, Mamüretü'l Aziz [Elazığ], Diyar Bekir, Sivas, Bitlis) denilen Doğu Anadolu'daki illerde Ermeniler lehine ıslahat yapacaktı. Ancak yasalar gereği Ermenilerin nüfusları yetmediği için ayrı bir beylik kuramadılar. Benzer ıslahatlar Makedonya vilayetinde de gerçekleştirilecekti. (Bu iki madde hiçbir zaman uygulanmamıştır. II. Abdülhamid, büyük devletlerin çekişmelerinden faydalanarak bu maddelerin uygulanmasını asla tatbik etmemiştir.)





Rüştü Kam



Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

24 Ekim 2013 Perşembe

BAŞKONSOLOS BAŞAR ŞEN'E KONUK OLDUK




Beyaz iftar çadırlarının alnına o ay yıldızlı Türk Bayrağı ne de güzel yakışmış. "Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar/ Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var/ Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, "Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar? Diye karşılıyordu bahçe kapısından içeri giren misafirleri gurbette, o ay yıldızlı bayrak. Misafirler de aynı duyguyla selamlıyordu o bayrağı: "Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!/ Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl / Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:/ Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;/ Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl..."

Gururlandık, göğsümüz kabardı. Bekir Yılmaz'la beraber girdik iftar çadırının kurulu olduğu bahçeye.

Bülbüller suzda/ Güller niyazda/ Söyle namazda/ Elhamdülillah.
Koşuşur herkes/Duyulur bir ses/Der ki her nefes/Elhamdülillah.

Bu Hüseynî ilahiyi okuyordu hafızlar kanun eşliğinde. Tam bir Ramazan coşkusu yaşanıyordu iftar çadırında. Heyecanlanmamak mümkün mü? Vatan hasreti çekenler, ezan hasreti çekenler, ancak onlar anlarlar bu buruk acının verdiği ıstırabı.
Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen'in verdiği iftar yemeğinden bahsediyorum. Eşi Birgit Hanımefendi ile birlikte karşıladılar bizi. Yüzleri mütebessimdi. "Eşim Birgit. Rüştü Bey ve Bekir Bey. "Hoş geldiniz, nasılsınız?"
Konsolos Esra Öner Hanımefendi masamızın isminin "Kadıköy" olduğunu söyledi ve yerini gösterdi. Daha sonra Esra Hanım da Kadıköy'ü teşrif ettiler. Hemşerimmiş meğer kısa da olsa memleket hasreti giderdik. Pamukkale'den, Antalya'dan bahsettik. Çok nazik ve kibar bir hanımefendi. Bu iftarda "şehir magandası" yerine kibar bir hanımefendi ile aynı masayı paylaşmak onur verici. İrfan Taşkıran, Bekir Yılmaz ve İlkin Özışık da Kadıköy'deydi. Sohbetleriyle iftar yemeğinin tadına tat katıldı.

Büyükelçi Hüseyin Avni Karslıoğlu da iftar sofrasında yerini almıştı. Geçen Ramazan'da sivil toplum kuruluşlarını rezidansındaki bahçeye kurdurduğu çadırda ilk o buluşturmamış mıydı. Belki rezidansın bahçesinde okunan ilk ezanı da o okutmuştu. Türk halkı 90 yıldan beri bu günlerin özlemiyle geleceğini inşa etmeye çalışıyor, her seferinde bürokratik engellere takılıyor, bir türlü bu engelleri aşamıyordu. Kamusal alan deniyordu bu yerlere. Buralarda Allah'tan Peygamber'den söz edilemezdi. Şimdilerde devir mi değişmiş ne, kamusal alanlarda başörtülüler bile var. Hem oralarda ezan, okunuyor, Kur'an tilavet ediliyor, dualar yapılıyor. Sayın Büyükelçim ve Sayın Başkonsolosum, Allah sizlere selamet versin. Yolunuz açık olsun.

Dualar Almanca ve Türkçe yapıldı. Kur'an Arapça okundu, Almanca ve Türkçe meali verildi. Kimse de bu uygulamadan rahatsızlık duymadı. Pür dikkat herkesin kulağı okunan ve iki dilde meali verilen Fussılet suresindeydi: „Bağışlayıcı ve rahmet kaynağı olan Allah'tan bir karşılama [olarak]! [İnsanları] Allah'a çağıran, doğru ve adil olanı yapan ve "Şüphesiz ben Müslümanlardanım!" diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?"

Tam bir kombinasyon var bahçede. İftar çadırı, Türk Bayrağı, ilahiler, Kur'an, kanun, Türk Kahvesi, lokum... Bu iftarda Rize çayının paketini gördük ya masada, demlenmemiş olsa da masada olması yetti. Masaya kadar gelen çay seneye iftarda mutlaka demliklere girecektir. Haydi hayırlısı.
İşte Türk örf ve âdeti böyledir. Bu böyle biline. Biz Müslüman bir milletin torunlarıyız ve biz de Müslümanız. Tarihi geçmişimiz var, utanılacak hiçbir eylemimiz yok o geçmişte. Biz geçmişimizi gururla yâd ederiz. Şerefli bir tarihimiz var bizim. Biz mabet katili, bebek katili, kadın katili olmadık, soykırım yapmadık.

Dilimiz var, dinimiz var, geleneklerimiz var bizim. Bütün bu varlar bizi biz yapan değerlerdir, bunlardan vazgeçemeyiz. Ancak siz Alman dostlarımızla, komşularımızla birlikte yaşamaktan da mutluyuz, ön yargımız yok. Sizlerin de ön yargısı olmasın, gelin birlikte kucaklaşalım, sevinçlerimizi paylaşalım, kederlerimize sıkıntılarımıza birlikte göğüs gerelim.

Bu mealde yapılan konuşma Başkonsolos Ahmet Başar Şen'in dudaklarından tane tane dökülüyordu. Anlam yüklü ve mesaj dolu bir konuşmaydı. Kısa ve öz. Okuyalım:

"On bir ayın sultanı Ramazan-ı şerif, her yıl ruhlarımıza güzellik, gönüllerimize zenginlik vermek, iradelerimizi eğitmek ve toplumsal hayata huzur iklimi getirmek üzere yücelerden gönderilmiş bir armağandır. Bu armağanı bu yıl da "hoş geldin yâ şehr-i ramazan" diyerek sevinçle karşıladık ve bu gece iftarımızı birlikte yaparak dostluk ve sevgi içinde birbirimizle paylaşıyoruz.
Ramazan ayı dünyada yaşayan yaklaşık 1,5 milyar Müslüman için yılın en önemli ve kutsal dönemidir. İslam dininin kutsal kitabı Kur'an-ı Kerim'in vahyi ramazan ayında başlamıştır. Kur'an İslam'ın temel ibadetlerinden olan orucun bu ayda yapılmasını emretmektedir.
Ramazan ayı İslam toplumlarında insanlar arasında sevgi, saygı ve hoşgörünün yoğun bir şekilde yaşandığı, kardeşliklerin pekiştirildiği aydır. Bu nedenle, ramazan ayının toplumumuzun değişik kesimleri arasındaki birlik ve beraberliğin, işbirliği ve ortak hareket ruhunun daha da pekiştiği bir ay olmasını diliyorum.
Ramazan ayı, bizler gibi, farklı dinlere ve kültürlere mensup insanların bir arada yaşadığı ülkelerdeki Müslümanlar için ise, bu akşam da bir ölçüde yapmaya çalıştığımız gibi, başka dinlere ve kültürlere mensup dostlarımıza, komşularımıza sevgi ve barışı temel alan dinimizin anlatıldığı, hoş sohbetlerin yapıldığı ve insanların birbirlerini tanıma ve anlama yetilerinin güçlendirildiği günlerdir.
Almanya'daki vatandaş ve soydaşlarımızın hür ve eşit bireyler olarak Alman toplumunda hak ettikleri yeri almaları, eşit muamele görmeleri bizim önceliklerimiz arasındadır. Hem Türkçe' ye hem Almanca ‘ya mükemmel seviyede hâkim, iyi eğitim almış, toplumsal konulara ilgili, sosyal sorumluluk sahibi, milli ve kültürel konularda duyarlı, bulundukları ülkenin yaşantısına her alanda katılan bireyler olarak toplumda saygın bir yer edinmeniz bizim en büyük arzumuzdur. Almanya Türk toplumu bu yolun büyük kısmını kat etmiş durumdadır.
Sayın Büyükelçimizin her fırsatta vurguladığı üzere, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda, herhangi bir sıkıntı yaşadığınızda, bugün ramazan ayı vesilesiyle çatısı altında bir arada bulunduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Berlin Başkonsolosluğu'nun, diğer Başkonsolosluklarımızın ve bizlerin bağlı bulunduğumuz Berlin Büyükelçiliği'mizin, sizin ikinci eviniz olduğunu ve kapılarının sizlere sonuna kadar açık olduğunu asla unutmayın!
Türkiye ile Almanya arasında geçmişi eskiye dayanan iyi ilişkilerin çeşitlenerek geliştiğini görmekten büyük mutluluk duyuyoruz. Ülkelerimiz arasında ikili ve uluslararası alanda mevcut yakın işbirliği, geçen yıl 32 milyar Euro olarak gerçekleşen ticaret hacmi, Almanya'da yaşayan üç milyon civarındaki insanımız ve her yıl Türkiye'ye giden beş milyon Alman turist misafirimiz memnuniyet verici düzeyde seyreden siyasi, ekonomik ve insani ilişkilerimize dair somut örnekler teşkil etmektedir.
Bir takım hususlarda fikir ayrılıkları olabilse dahi, bunlar yakın ilişkilerde yaşanan olağan durumlardır. Her görüş ayrılığının ardından karşılıklı uzlaşıya, en azından karşılıklı anlayışa varılabilmesi aramızdaki derin diyaloğun hem tarihsel hem de güncel anlamda sağlam temeller üzerine inşa edilmiş olduğunu göstermektedir.
Türk-Alman dostluğunun mevcut seviyesi ve daha da gelişeceğine dair inancımız Almanya'da yaşayan üç milyon insanımızın da geleceğe daha ümitle bakmasını sağlamaktadır. Bu çerçevede, yabancılara karşı "hoş geldin kültürü"nün yerleşmesine yönelik olarak Alman kamuoyunda yaşanan yapıcı tartışmaları memnuniyetle izlemekteyiz. Almanya'ya her alanda önemli katkılarda bulunan Türk toplumunun, hâlihazırda pek çok başka topluluklara da tanınan çifte vatandaşlık hakkı başta olmak üzere, bazı haklı beklentilerinin karşılanacağı daha yapıcı ve hoşgörülü bir ortamın gelişmesine dair iyimser düşüncelerimizi muhafaza ediyoruz.
Ramazan ayı vesilesiyle bir noktaya özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. Malumunuz, Berlin'in nüfusunun yüzde 10'u Müslüman, bunların da çok büyük çoğunluğu ya Türk vatandaşı, ya da Türk kökenli alman vatandaşıdır. Dinimizi ve kültürümüzü yaşadığımız, yaşattığımız, paylaştığımız etkinliklerimizi düzenlerken sadece bu yüzde 10'u değil, diğer yüzde 90'ı da düşünmemiz şarttır. Aksi takdirde, yaptığımız işte bir eksiklik var demektir.
Bugün hepimizin bildiği üzere, özellikle batı dünyasında, henüz vahim boyutlara ulaşmadığını düşünsek dahi, İslamofobya ismi verilen yeni bir toplumsal hastalık ortaya çıkmış bulunmaktadır ve bu hastalık toplumsal barışı tehdit etmektedir. İslam ve Müslüman korkusu ve bunun bazen ayrımcılık, bazen nefret ve düşmanlık, bazen de şiddete dönüşmesi anlamına gelen İslamofobya'nın hepimiz için ciddi bir sorun teşkil ettiğini asla unutmamalıyız. Bunun üzerinde önemle durmalı ve etrafımızdakilere, komşularımıza, iş arkadaşlarımıza dinimizi anlatmalıyız. Etkinliklerimize, iftarımıza, bayramımıza onları da davet etmeliyiz. Unutmayalım ki, mükemmel bir Almancanız olmasa dahi, Almanca anlatamadıklarınız, gülümsemenizle, kalbinizden gelen sevgi ve insanlığın diliyle tamamlanacak ve anlaşılır hale gelecektir. Bizler bu değerlerimizi onlara gerçek anlamda anlatabildiğimizde, Alman dostlarımızın ilgi ve merakının bizim gösterdiğimiz çabaya fazlasıyla değeceğine emin olunuz. O zaman ne İslam korkusu ne de Müslüman düşmanlığı bu toplumda kök salabilecek, kuvvet kazanabilecektir. Bu nedenle sizleri Alman tanıdıklarınızı iftarlarınıza, bayramınıza dâhil, evinize, sofranıza davet etmeye ve onlara güzel dinimizi, kültürümüzü ve geleneklerimizi anlatmaya davet ediyorum.
İftarımızı paylaşarak bizleri mutlu eden siz değerli misafirlerimize bir kez daha teşekkür ediyor, ramazan ayının tüm insanlığa barış ve huzur getirmesini, aramızdaki sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk ve kardeşlik bağlarının daha da gelişmesine ve pekişmesine vesile olmasını temenni ediyorum."
Konuşmasını dua cümlesiyle noktaladı Şen: "Allah Orucunuzu kabul etsin."

  
Rüştü Kam

 

ÇELİK ÇOMAK OYNAMAKTAN VAZGEÇELİM



Türk Cemaati, UETD ve Alperenler ocağı birlikte iftar yemeği verdiler. Birlik olmak çok önemsenen bir tablo elbet, ancak asıl olan birlikte olmak olmalı. Bir araya toplanmakla birlikte olunmaz. Önemli olan zarf değildir mazruftur. İftar sofrasında oluşturulan bu birlik, ümit ederiz ki geleceğin inşasına, birlikteliğine zemin oluşturur ve özlediğimiz tablo gerçekleşir. İşte o zaman, birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için çalışmaya başlarız. Eteklerimizdeki taşları döker, Kur'an'da bahsedilen tarife uygun olarak saf saf diziliriz tüm olumsuzluklara karşı.
Bu birliktelik özveri ister, cesaret ister. Birlikteliğin düşmanı bencilliktir, egoistliktir. Allah birlikte rahmetin olduğundan, ayrılıkta ise azabın olduğundan bahseder. Çetin bir azaptır bu.

İftar, Türk Cemaati'nin şemsiyesi altına giren dernekler tarafından verildi. DİTİB, Milli Görüş ve İslâm Kültür merkezleriyle birlikte 79 üye derneği var Türk Cemaati'nin. UETD'nin ve Alperenler Ocağı'nın ise üye dernekleri yok. Davetiyelerde Türk Cemaati'nin ismi var ama, üye derneklerinin sayısı rakamsal olarak belli değil. Türk Cemaati derneklerden bir dernekmiş gibi lanse edilmiş. Anladığım kadarıyla Türk Cemaati büyüklüğünün farkında değil. Kendi büyüklüğünün farkında olmayan cemaatin başkaları farkına varır mı dersiniz? Bence hayır.

Yüce Allah cemaat olmamızı isterken, ne yapmamız gerektiğini de üstüne basa basa tembih etmiştir. "İçinizden iyiliği emredecek, kötülükten uzaklaştıracak bir cemaat oluşturun." Bu ayette Allah kalabalıklara cemaat demiyor. Allah'ın gözünde cemaat, keyfiyet sahibi olan vasıflı topluluk. Elit tabaka. Sorumluluk sahibi, iyiliği emredecek, kötülüklerden uzaklaştıracak.

Ne yaptığını, ne yapacağını, nasıl yapacağını, ne söylediğini bilen, neyin iyi neyin kötü olduğunu idrak eden, öngören, gözlemleyebilme kabiliyeti olan bir topluluk. Söylenileni anlayan, birikimi olan ve etkileme gücüne sahip bir topluluk. İşte cemaat bu. "Bünyan-ı mersus" yapı tuğlaları gibi örülmüş bir topluluk, birinin diğerinden üstünlüğü olmayan, saf saf dizilmiş duyarlılığı olan, hassasiyetleri olan bir topluluk. Öyle ki onlar, üstünlüğün takvada olduğuna inanan bir olgunluğa sahipler.
Sureta bir araya gelmiş değiller. Kendilerini oynayan topluluklar değiller bunlar. Bir amaçları var. Müslümanların geleceğini takva ölçüsünü esas alarak inşa etmek istiyorlar. Kendinilerini aşan Müslümanlar topluluğu. Kompleksten uzak bir topluluk, işte cemaat bunlara deniyor.

Berlin'de, ben de Müslümanlardanım, benim amacım da insanlara hizmet etmek diyen sivil toplum kuruluşları bir araya geldiler ve iftar yemeği verdiler. Sayın Büyükelçi 3 dakikalık konuşmasında, bu kuruluşların bütün Türkiyelileri bir araya getiremediğinden yakınıverdi. Herhalde bir yerlerde eksiklik vardı. Belli ki, yapılanlar Büyükelçi'ye göre yeterli değildi . Oradaki topluluk bütün renkleri içinde barındırmıyordu anlaşılan.

7 tane dernek bir araya gelmişler. IGMG, TGB, Alperenler Ocağı, İslâm Federasyonu, DİTİB, İslâm Kültür Merkezleri ve UETD. Evet, bu tabloda bütün renkler yok. Üstelik hepsi aynı renk. Ton farklılıkları var o kadar.
Görülen o ki, bu derneklerin amacı mesaj vermek değil, boy gösterisi yapmak ve üyelerine yemek yedirmek. Lüks bir otelde, hem de pahalı bir yemek. Fotograf çektirmek. Mazrufa değil , zarfa önem vermişler.

Hizmet kuruluşlarının bir araya gelmelerini elbette alkışlıyorum. Her zaman savunuyorum da. Ancak bu alkışım, eksikliklerin dile getirilmemesi anlamına gelmiyor. Derneklerin amaçsız olarak bir araya gelmeleri, gelmemelerinden daha iyi bana göre. En azından dost düşman bizi adam saymaya devam eder. İftarda gördüğümüz kadarıyla maalesef, Türk milletinin vizyonu bu dernekler sayesinde anlamını yitirmiş.

Nedir göze batan eksiklikler:

1-Cematler bir araya gelince mesaj verilir. Birlik ve beraberlik mesajı verilir. Bu iftarda ayrılığın mesajı verildi. Siz bizim bir araya toplandığımıza bakmayın biz aslında ayrı ayrı dünyaların insanlarıyız denildi sanki. Her cemaat kendi partisinin temsilcisini çağırmış iftara. Türkiye'den sadece iftar için gelmişler. Hoş gelmişler safalar getirmişler. Ancak bizi dinlemeye değil, kendilerini dinletmeye gelmişler. Resmigeçit halinde, biri iniyor öbürü çıkıyor kürsüye. Benim başkanım senin başkanından daha iyi konuştu filan... Ak parti adına iki kişi, Büyük Birlik Partisi Genel başkan, Saadet Partisi adına bir kişi. Bu kadar sıkıcı bir programı nasıl becerdiler onu da anlamak mümkün değil. Allah nazardan saklasın.

Yıllardan beri Almanya'da yaşayan bizler hep mesaj alan olduk, hiç mesaj veren olmadık. Hep dinledik, hiç kendimizi dinletme taraftarı olmadık. Türkiyelisi geliyor mesaj veriyor, Alman'ı geliyor mesaj veriyor. Bizler hep dinliyoruz. Almanlar bizi çok iyi çözdükleri için seçim öncesi Berlin'deki derneklerin iftarına gelmek lüzumunu bile hissetmemişler. Federal düzeyde bir bakan daha bugüne kadar bu tip toplantıları teşrif etmedi. Manidar değil mi?

2-Türkiye'deki partiler bizleri neden bu kadar yakından ilgilendiriyor bunu da anlamak mümkün değil. Burada yaşıyoruz, burada karnımız doyuyor, çocuğumuzu burada okutuyoruz, sağlık kontrollerimizi burada yaptırıyoruz, can güvenliğimiz buradaki kamu otoritesi sağlıyor. Ama biz hâlâ Türkiye'deki partilerle flört ediyoruz, onlarla nikâhlanıyoruz. Yakın akraba evliliğinden doğan çocuklar da özürlü doğuyor.

3-Alman partililerini de çağırsak, onları da dinlemek için çağırıyoruz. Kırk kere maşallah, bu sefer Korsanlar Partisi'ni de çağırmışız, onları hangi amaçla çağırdık birisi bana bunu izah etmeli.

Bir grup arkadaşla dışarda iftar yemeğinin değerlendirmesini yaptık kahvemizi yudumlarken, aynı noktaların altını çizdik. Hatta Veli Karakaya şöyle bir cümle kurdu: "Sayın Renate Künast, senin eş başkanın Gezi Parkı olaylarında İstanbul'daydı, demokratik kazanımlara katkı(!) yapmak için, Diktatör'e haddini bildirmeye gitti. O senin eş başkanın demokrasiyi katleden diktatör Sisi'ye de haddini bildirmek için Mısır'a gitti mi? Diye sormak lazımdı".

Evet Veli haklıydı, mesaj bu olmalıydı. Alkışlarla kürsüye davet edilen Yeşiller Partisi temsilcisi Künast, eş başkanı Gezi Parkı'nda boy gösteren Künast. "Yemeğimizi onunla paylaştığımız için çok mutlu olmuş!..."

4-Hizmet kuruluşları birer kişi ile temsil edilmeli bu iftar yemeklerinde, öyle cümbür cemaat herkes buraya katılmamalı. Her derneği temsilen bir kişi. Yabancı misyon şefleri davet edilmeli. Berlin'deki resmi zevat da yerini almalı. Konuşmayı hizmet kuruluşlarının temsilcileri yapmalı veya, ortak bir metin hazırlanmalı ve o metin gür bir seda ile orada okunmalı. İki dilde okunmalı. İşte o zaman bu ses hizmet kuruluşlarının ortak sesi olur. Problemlerimiz nedir, çözümleri neler olmalıdır, hem Türk hükümetinden, hem de Alman hükümetinden beklentiler nelerdir? Dile getirilmeli bu ortak metinde ve sonra da takipçisi olunmalı. Metin, hamasetten uzak, akademik seviyede olmalı.

5-Sunucu olarak seçilen şahısların Almancası sokak Almancası olmamalı. Bu işi bilen birisi sunucu luk yapmalı. Bir senden bir benden mantığıyla değil de, bizim adımıza bizden biri mantığıyla seçimler yapılmalı. Sunucu, programı hazırlayanların aynasıdır. "Arkadaşını söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim" demiş atalarımız.

6-Yemekler Türk mutfağının eşşiz lezzetlerinin arasından seçilmeli. Karın doyurmak olmamalı maksat; maksat, mesaj vermek olmalı, tanıtım olmalı. Bu sene davet edildiğim iftar yemekleri konserveden yapılmış yemeklerdi. Sebze bolluğunun olduğu bu yaz gününde Allah aşkına konserveden yapılma yemek konur mu misafirlerin önüne? Kimlerdir bu yemekleri ihaleye çıkaran sorumlular, niçin kontrol edilmezler. Yoksa oralarda da mı gizli eller işbaşındadır?

Türk hizmet kuruluşları yemek verecek, kendi mutfaklarından o sofrada bir lezzet olmayacak. Mesela bir Hünkârbeğendi, Karnıyarık, Göveç, İmam bayıldı, Kuru fasulye, pilaki, yanına da tereyağlı iç pilav, perde pilavı, tandır kebabı. Bu yemekleri yapmak o kadar mı zor. Yoksa başka hesaplar mı var bu yemeklerin arkasında? Davet edenin Türk olmasının ötesinde neresi Türk'ün örf ve adetini, mutfak kültürünü yansıtıyor bu yemeklerin?

Tatlı yerine puding. Bu kadar dernek tatlı olarak puding servisi yapıyor, olacak şey mi bu? Zerde nerede, baklava nerede, irmik helvası nerede, saray lokması nerede?

Gittiğim resmi davetlerdeki izlenimlerimi yazdım bu Ramazan boyunca ha-ber.com sitesinde. Muhatapları tarafından tekliflerim değerlendirildi, kaale alındı ve gereği yapıldı. Mesela; Okunan Kur'an'ın Türkçe- Almanca mealleri verildi, özel kıyafetiyle Şerbetçiler tarçınlı şerbet ikram ettiler, Türk kahvesi, yanında su ve lokum ile birlikte ikram edildi. İftar sofrasında verilen mesajlar muhataplarına ulaşacak mesajlardı. Anlam yüklüydü.
Sadece Rize çayı hak ettiği yere hâlâ gelemedi, ancak ben inanıyorum ki, o da gelecek iftarlarda veya toplu yemeklerde hak ettiği yeri alacaktır. Sorumluluk sahiplerine teşekkür ediyorum.

Ancak, sivil toplum kuruluşlarına bu mesajlar hâlâ ulaşamamış nedense. Onların kültür gibi, gelenek gibi, Türk mutfağı gibi bir dertleri yok herhalde. Saldım çayıra, Mevlam kayıra mantığıyla hareket ediyorlar. Önlerine ne gelirse yiyorlar ve içiyorlar. Salonları kalabalıklarla doldurmayı marifet sayıyorlar. Keyfiyet gerekmiyor onlara, kemmiyet gerekiyor. Derneklerin verdiği iftar yemeğinden anladığım benim bu.

Seylan çayından bahsediyorum. O boyalı çaydan. Bekletin bardakta on dakika, kahve rengini alacaktır hemen.

Rize çayını sahiplenmek şöyle dursun, sağlığınıza da mı acımıyorsunuz? Rize çayı gibi bir çayımız var bizim. Kokusuyla, aromasıyla harika bir çay. Nedense bir türlü bu çay demlenip misafirlere ikram edilemiyor.
Hizmet kuruluşlarının ikramları içinde Türk kahvesi de yoktu, koymuşlar oraya bir İtalyan otomatik kahve makinesi, işte sana kahve.

7-Siz bir Çin restoranında Rize çayı demlendiğini gördünüz mü? Bir Hint restoranında, Pakistan restoranında Rize çayı demlendiğini gördünüz mü Allah aşkına. Bir İtalyan restoranında Türk kahvesi ikram edildiğini gördünüz mü? Bu ne biçim bir sorumluluk anlayışıdır. Adımızın Türk derneği olması yetmez. Bu dernekler Türk Kültürünün elçileri olmak durumundadırlar.

8-Bu iftar yemeğinin 12.500 Euro'ya mal olduğu bana söylendi. Bu büyük bir para. Türk Eğitim Derneği'nin bir yıllık kirası bu kadar. Yazık, hem de çok yazık.
Türk Evi'nin salonu yaklaşık olarak otelin salonu büyüklüğünde. Kançılarya'nın salonu da var. Sayın Büyük Elçimize gidilip konuşulsaydı, hayır diyeceğini sanmıyorum. Bu yemek oralarda verilseydi belki 5.000 Euro civarında bir bedel ödenirdi. 7.500 Euro çöpe atıldı. Yazıktır, günahtır. İftar veren bu dernekler başta DİTİB olmak üzere zengin dernekler. Nasıl olsa paraları vatandaş veriyor. Cuma günü çıkar hoca kürsüye, "Pamuk eller cebe" der toplar paraları. Taş attı da kolu mu yoruldu. Onlar ister, halk verir. Sıkıntı yok. Dolayısıyla bu paraların harcaması da bu kadar kolay oluyor. Alın teri yok ki. Allah bunun hesabını soracaktır.

Bir hikaye
Cemaatle namaz kılmak istemiş Karadenizli bir grup insan, içlerinden birini zorla imamlığı geçirmişler. O da başlamış kıyamda, salli- barik- tahıyyat dualarını okumaya. Arkada namaz konusunda biraz bilgi sahibi olan birisi varmış, dayanamamış ve demiş ki imama, "Oku oku, oturduğun zaman ne okuyacaksın bakalım." Bizim dini cemaatlerin hali bu hikâyedeki kahramana benziyor. Harcayın bakalım bol keseden, öbür tarafta ne yapacaksınız bakalım.

8-Paralarının hesabını bilmeyen bu dini cemaatler, bir araya gelerek bir salon dahi satın alabilirler. Her cemaat o salonda yapar programlarını. Dolayısıyla binlerce Euro ceplerinde kalır. Hatta para da kazanırlar. Böylece halkın parası da çarçur edilmemiş olur. Bu cemaatler isteseler 5 yıldızlı otel bile yapabilirler. Eğer toplantıları otelde yapmak şartsa, işte sana otel.

Ben derim ki, sevgili dernek yöneticileri, gelin çelik çomak oynamaktan vazgeçelim de, geleceğimizi inşa etmek için ne gerekiyorsa onu yapalım. Dosta düşmana gülünç olduğumuz yetsin artık.

Zarfa değil mazrufa bakalım.

  
Rüştü Kam

EDEP



 
EDEP: Utanma, nezaket, zarafet, her türlü hatadan korunma sebebini bilme, güzel ahlak, güzel terbiye demektir. Edep, dünya ve ahiret saadetine açılan bir kapıdır.
 
Edepli: Edebi olan, terbiyeli olan, nezaketi olan, zerafeti olan, hatasını anlayan ve özür dilemesini bilen, hayalı olan, güzel ahlaklı olan demektir.
Edepsiz: Edebi olmayan, terbiyesiz, hayasız, utanmaz, zarafeti olmayan, özür dilemesini dahi bilmeyen , ahlaksız demektir.
Edepsizlik: Terbiyesizlik, hayasızlık, utanmazlık, demektir.
  Edep ahlakın kaynağıdır.Terbiye ve ruh disiplinin özüdür. Edepli olan kişiler, her bakımdan takdire layıktırlar.
Edepten nasibini almamış kişiler, makam ve mevkileri ne olursa olsun, cemiyet için zararlıdırlar.
 
Kur'an'ın yolu edep yoludur, ayette şöyle buyrulur:
-''Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın etrafındakiler dağılıp giderlerdi'' (Al-i İmran)
-''Fravuna gidin. Doğrusu o azmıştır. O'na yumuşak söz söyleyin belki öğüt dinler veya korkar''(Ta-
Ha 44)
 
Peygamberimiz şöyle buyururlar:
-''Mü'minlerin iman bakımından en olgunu ahlakı güzel olanıdır'' (Tirmizi)
-''Allah'a en sevimli kul, ahlakı en güzel olandır'' (Tirmizi)
-''Mizana güzel ahlaktan daha ağır bir şey konmaz'' (Tirmizi)
-''Birbirinize acımadıkca iman etmiş olamazsınız,
 
Peygambere cevap verirler;
-Ya Rasülallah hepimiz merhametliyiz, ahlaklıyız, bu kadar itham niye?
 
Cevap verir Allah'ın Rasülü;
-Asıl merhamet, birinizin arkadaşına olan merhameti değildir. Asıl merhamet bütün insanlara olan
merhamettir.(Taberani)
''İnsanları mağlub eden kuvvetli değildir, kuvvetli ancak nefsine hakim olandır''(Müslim)
''Ölülerinize sövmeyin,onlar yaptıklarına gittiler''(Buhari)
Biz kusur aramaktan nehyolunduk ancak bize birşey görünürse ona göre durum/vaziyet alırız'' (Ebu Davud)
Allah dedikodu yapmanızdan ve çok soru sormanızdan hoşlanmaz''(Müslim)
 
Edepli olmak gerekir;
İslâm‘ın yetiştirdiği Rabbani toplulukta dedikoduya, çok soruya, insanların özel işlerine müdahaleye yer yoktur, çünkü; bu toplumda, insanlar, fertler bundan daha yüce işlerle uğraşırlar İslâm'ı , O‘nun sancağını her yerde dalgalandırmakla meşguldürler. İftiraya maruz kalmadıkları sürece, eleştiriye açıktırlar.
 
Böylesine büyük işlerle uğraşanlar, öylesine, işlerle, küçük günahlarla meşgul olmaya vakit bulamazlar, onların hedefleri büyüktür. Onların davaları vardır, sönmez ve pörsümez bir davadır o.
 
Sorarlar yine Allah'ın Rasülü'ne: Müslümanların hangisi daha üstündür?
''İnsanların elinden ve dilinden, emin olduğu razı olduğu kimse diye cevap verir. (Muttefekun Aleyh)
Devam eder Allah'ın Rasülü:
- ''Sizin en şerlileriniz kimdir, haber vereyim mi?
 
Evet ey Allah'ın Rasülü:
- ''Laf taşıyanlar, dostların arasını bozanlar, kusursuz insanlara zulmedenler.'' ( Müslim)
- Yüce Allah, ''Bilmediğin şeyin ardına düşme'' (İsra /36 ) der.
 
Müslüman insanlara tepeden bakmaz, küçümsemez;
İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme, Allah böbürlenenleri sevmez.( Lokman 18 )
 
Müslüman tevazu sahibi olmalıdır. Hoşgörü sahibi olmalıdır.
- ''Kişiye günah olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeter'' (Müslim )
- ''Büyüğüne saygı göstermeyen, küçüğüne merhamet etmeyen, Aliminin hakkını bilmeyen, benim ümmetimden değildir.'' (A.b.Hambel, Taberani)
- ''Yaşlıya, adaletli devlet reisine ve alimlere saygı, Allah'a saygıdan sayılır''(Ebu Davud)
 
İslâm ahlakında ilim erbabına saygı tavsiye edilir;
İslâm'ın ahlak öğretisinde, büyüklerin veya ilim sahiplerinin bulunduğu mecliste sükut etmek uygun görülür, konuşulacaksa müsade alınarak konuşuluşur. Alimlerin İslâm toplumundaki mertebeleri fevkalade yüksektir.
''Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?''(Zümer-9)
 
İslâm ahlak öğretisinde, hafızlara da değer verilmesi tavsiye edilir; ''İnsanlara Allah'ın kitabını en iyi okuyanlar imamlık eder''(Müslim)
''Yaşlıya, Kur'an tilavetini terketmeyip onunla amel eden 'hafıza', adaletli devlet reisine
ikram Alah'a saygı göstermekten sayılır'' (Ebu Davud)
 
Allah'ın Rasülü, ilimde, fazilette üstünlük derecesine göre insanlara paye verirdi. Protokole riayet ederdi. Bu konuda oldukça titizdi:
 
''Ruhlar sıralanmış askerler gibidirler, tanışanlar dost olurlar, birbirlerini görmezlikten gelenler, anlaşmazlığa düşerler''(Müslim)
''Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez ve ondan yardımını esirgemez, kim bir müslümanın ihtiyacını giderirse, Allah da onu, kıyamet günü ihtiyacını giderir, kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onunj ayıbını örter.(Müttefekunaleyn)
 
 
Peygamberimiz başkalarına saygılı olmayı emreder:
''Büyüklerini saymayan, küçüklerini sevmeyen bizden değildir'' der ve devam ederek Kur'an'dan örnek verir:
1- Her insana karşı saygılı olmak: Söz ve hareketlerle insanları küçük görmek veya taciz etmek müs
lümana yakışmaz. Müslümana yakışan kim olursa olsun insanlara, insan oldukları için hoşgörüyle şefkatle davranmaktır. Hoşlanılmayan bir insansa yine de müslümanın vakarına yakışacak bir olgunlukta muamele etmektir.(Lokman.18)
 
'Âmâ geldiği için yüzünü buruşturup çevirdi''(Abese suresi)
İbni Mektum ile ilgilenmeyen Hz.Peygambere bir azarlamadır bu. Bu davranışını Allah hoş karşılamamıştır. Bu ayette, ihtiyaç ehlinin önceliği vurgulanmıştır ve ona yüz ekşitmenin doğru olmadığı anlatılmıştır. Muhatap Peygamberdir.
 
Hüsn-ü hâl;
- Düşünerek hareket etmek, Peygamber davranışıdır, özelliğidir.
 
-Peygamberimiz bir şahsa döndüğü zaman bütün vucuduyla dönerdi. Ona gerekli ilgiyi göstermekte kusur etmezdi.
 
Müslüman yaptığı hatalardan dolayı özür dilemelidir. Kendisine karşı özür dilendiği zamanda o özrü kabul edebilme olgunluğunda olmalıdır.
 
Büyüklere karşı saygılı olmak:
Dinimize göre büyük, yaşça büyük olandır, ilim yönünden büyük olandır. Takva yönünden büyük olandır.
 
İnsanları menzillerine koyunuz; ( Ebu Dv.4842 )
Mü‘minlerin, bu tür vasıflara sahip olan insanlara hürmet etmesi vaciptir. ( Abdullah Ulvan,Terbiyet'ül- Evlad-1/476 )
 
Din nazarında büyük olanlara nasıl davranmamız gerekir: (Buhari.K.Edep.89)
1. Meclislerde kendilerine yer verilmeli ve baş köşeye oturtulmalıdır.
2. Tecrübelerinden yararlanmak için istişare yapılmalıdır.
3. Onların meclisinde söz düşmedikce konuşulmamalıdır.
4. Birşey sorulacaksa ve cevap verilecekse edep içerisinde, müsade isteyerek sorvap verilmelidir.
5. Mecliste, söz ortaya atılmışsa, ilk sözü orada bulunan büyüğe bırakılmalıdır.
 
Bir örnek:
Paygamberimiz sorar: "Bana öyle bir ağaç gösterin ki, onun hali müslümanın hali gibi olsun, herzaman Rabb'inin izniyle meyve versin dursun,ve yapraklarını dökmesin."(Müslim.2811).
 
İbn. Ömer diyor‘ki, „ben hurma ağacıdır diyecektim. Ama Ebubekir ve Babam Ömer'in orada oluşu benim konuşmama mani idi."
 
Büyüklerin elini öpmek, ayağa kalkarak uğurlamak, onların kızacakları davranışlarda bulunmamak, yanlarında yüksek sesle konuşmamak. Büyüklere karşı küçüklerin yapmak zorunda oldukları davranışlardır. İşte bu davranışların adına EDEP denir.
 
Sonuç:
Edebin yok olması, otoritelerin saygınlığının yok olmasına sebep olur. Otoritelerin saygınlığının yok olması, değerlerin saygınlığının yok edilmesı demektir. Bu durumda da sevgi bağları ortadan kalkar, saygı yok olur. Sevgi ve saygı bağlarının yok olması, yozlaşmanın çürümenin sebebidir.
 
Sözü, Sözün Sahibi'ne bırakalım:
'' Ey iman edenler kendi evlerinizden başka evlere girerken ehliyle ilişki kurmadan, kendinizi tanıtmadan ve selam vermeden girmeyiniz'' (Nur 27)
'' Eğer orada kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size dönün
denilirse dönün. Bu sizin için daha hayırlıdır.''(Nur- 28)

  
Rüştü Kam