17 Ocak 2016 Pazar

İKİ KONU

STK’LER KAHVALTISI
Cumartesi sabahı (16.01.2016) Berlin Müstakil İşadamları Derneği(MÜSİAD)’nin davetine icabet ettim. Berlin’de hizmet veren Sivil Toplum Kuruluşlarıyla (STK) bir masa etrafında buluşma daveti. Dernek temsilcileri çoğunlukla oradaydı. Geniş yelpazede bir profilin oluştuğu görünüyordu. Organizasyon güzeldi.
Başkan Veli Karakaya’nın teşekkür konuşmasından sonra, genel müdür Önder Coştan Berlin Müsiad’ın faaliyetlerini tanıttı. Sonra kahvaltıya geçildi. Akabinde katılımcılar temsil ettikleri derneklerini tanıttılar, hizmetlerinden bahsettiler. 
 
50 yıl önce Almanya’ya işçi olarak gelen Türk insanının çocuklarının ve torunlarının nerelere geldiklerinin değerlendirilmesi yapıldı. Her toplantıda olduğu gibi, “eğitim, birlik ve beraberlik” yine öne çıkan iki ana konu oldu. 
 
Herkes eteğindeki taşları dökerse birlik ve beraberlik sağlanacak ve eğitim de istenilen seviyeye ulaşsın diye ancak o zaman çalışılabilecekti. 
 
Konuşmalar iyimserdi. Ancak konuşmacılar da biliyorlardı ki, Türkler kahvaltılarda, iftar sofralarında bir araya gelirler, birbirlerinin sırtlarını sıvazlarlar, güzel konuşmalar yaparlar ve ayrılırlar. Bir sene sonra film yeniden başa sarılır ve bu böyle devam eder gider. Bu uygulama 50 yıldan beri böyledir. 
 
‘Türk toplumu neyi yapamaz?’ diye sorulursa cevabı herhalde şöyle olacaktır: “Türk toplumunu ilgilendiren önemli konuları gündeme alıp o konular üzerinde konuşamazlar. Her STK kendi göbeğini kendisi kesemez. Çünkü göbek bağıyla Türkiye’de bağlı olduğu bir kurum vardır. Dünya görüşleri farklıdır bu kurumların. Bu farklılık çeşitlilik olarak görülmez. İhtilaf olarak görülür.” 
 
İhtilaflar düşmanlıkları besler. İttifakları beslemez. Berlin’de iftar sofralarında ve kahvaltılarda, etkinliklerde bir araya gelen Türkler aslında birbirlerinin can ciğer dostları değildirler. Sadece birbirlerine tebessüm ederler, gündemi belli toplantılar belki zamanla bu çarpık yapıyı bozabilir. İstisnalar her zaman vardır elbet. 
 
Bu açıdan bakıldığında kahvaltıda, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) ve İlahiyatçılar Derneği (İLAD) temsilcilerinin yaptığı teklif değerlendirmeye değerdir: “ Bu kahvaltılar gündemi belli toplantılar halinde her ay bir başka dernekte rutin olarak yapılmalıdır.”
Kısa sürede gündemli toplantılar sıkıntılı geçecektir. Ancak uzun vadede faydalı sonuçlar elde edilebilir. Denemeye değer bir tekliftir. 
 
TACİZ/ KÖLN 
 
Almanya tacizle yatıyor tacizle kalkıyor. Yılbaşında Köln’de mülteciler Almanlara tacizde bulunmuşlar. Anlatılış şekline bakılırsa taciz değil de sanki tecavüz yapılmış. Taciz Almanya’da her zaman yapılıyor. Karnavallarda yapılıyor, festivallerde, eğlence yerlerinde yapılıyor, toplu taşıma araçlarında, zaman zaman iş yerlerinde yapıldığı duyuluyor. 
 
Almanya tacize yabancı bir ülke değilken, Afrikalı mülteciler üzerinden birdenbire gündeme niçin oturuverdi dersiniz? Hemen sonrasında mültecilere havuz yasağı getiriliverdi: “Almanya'nın Bornheim kentinde erkek mültecilerin belediyeye ait yüzme havuzlarına girişleri yasaklandı. Kent idaresi, alınan bu yasak kararını savundu.” (Radikal/15/ 01/ 2016)
Bakalım arkasından başka neler çıkacak. Bekleyip göreceğiz.

7 Ocak 2016 Perşembe

''Noel mesajı Barış ve Huzurdur: Selâm!''

Berlin Başpiskoposu Georg Kardinal Sterzinsky ile Noel Bayram’ının anlamı hakkında bir söyleşi
''Noel mesajı Barış ve Huzurdur: Selâm!''

''Noel mesajı Barış ve Huzurdur: Selâm!''

Berlin Başpiskoposu Georg Kardinal Sterzinsky ile Noel Bayram’ının anlamı hakkında bir söyleşi

“Hrıstiyanlığın hümanistleşmesi ahlaki boyutun bayağılaşmasıdır. Çocuklara hediye verilmesine karşı değilim. Ama Noel sadece buna indirgenirse bütün bayram basit bir ritüelden başka birşey olmaz. “

Mocca:
Her yıl Aralık ayında çam ağaçları süslenir, bulvarlar baştan sona rengarenk ışıldar, ister Hristiyan olsun ister olmasın, bütün insanlar heyecanlı bir alış veriş coşkusuna kapılırlar. Hal böyleyken insanların çoğu Noel’in ne olduğunu bilmezler. Sayın Kardinal, Noel Bayramı neden kutlanır ve kökeni nedir?
Kardinal Sterzinsky: Noel bayramı bugün tanığımız şekliyle büyük bir bayram olarak aslında sonralardan oluşmuştur. Hristiyanlığın başlangıcında her Pazar günü Isa Mesih’in dirilişi kutlanırdı. Bir bayram olarak Noel, „İsa Mesih’in başlangıcı acaba nasıl olmuştu? O nasıl dünyaya geldi?“ sorularının neticesinde ortaya çıktı. Ama ölüm ve dirilişe nazaran bu soruların önemi daha azdır. Bu yüzden teolojik olarak Noel Hrısti-yanlığın en önemli bayramı değildir. En önemli bayram Paskalya’dır.

Mocca: Sanırım günümüzde haftalık kilise ziyaret-leri Noel’in bir bayram olarak algılandığı gibi bir bayram olarak algılanmıyor. Noel’in bu kadar önemli bir bayram haline gelmesi nasıl oldu?
Sterzinsky: Antik Roma’da yılın en kısa gününde, yani kış gündönümünde „Sol İnvictus“ adındaki güneş tanrısını kutlarlardı. „Sol İnvictus“, yani mağlup olmayan güneş tanrısı. Roma Hrıstiyanlığı kabul ettiğinde, gündönümü kutlamalarının yerini İsa Mesih’in doğum kutlamaları aldı. Burada verilen mesaj şuydu: Asla mağlup olmayan ilah ancak İsa Mesih’tir. Ama o zamanlarda bile bu Mesih kutlamalarında izlenen bir ritüel henüz yoktu. Kutlama sadece coşkulu bir ibadetten ibaretti.

Mocca: Yani bugün bildiğimiz şekliyle Noel bayramı aslında modern bir husus, öylemi?
Sterzinsky: Bugün Almanya’da kutladığımız şekliyle Noel – yani çocuklara hediyeler alınması vs. – 18./19. yy’da burjuvazinin ortaya çıkmasıyla beraber gelişmiş bir olaydır. Adetlerin birçoğu kutlamaların Hrıstiyan aslından kopmasıyla beraber ortaya çıkmıştır. Mesih kutlamalarını alışılageldiği gibi kutlamak istemeyenler kendi-lerine başka adetler edindiler. Bu adetler ise git gide dünyevileşti. Bugün bildiğiniz Noel bayra-mı asli Mesih bayramı değildir.
Mocca: Bugün Noel deyince ilk Noel Baba geliyor insanın aklına.
Sterzinsky: Noel Baba’nın Hrıstiyanlıkla hiçbir alakası yok! O laik bir uydurmacadan ibaret. Sınayinin bir ürünü.

Mocca: Peki ya Niklas? Noel Baba’yla Niklas bugün çoğu zaman aynı kefene koyuluyor.
Sterzinsky: Kutsal Niklas ile Noel Baba’yı birbirinden ayır-mak gerekir. Niklas Noel Baba değildir. Noel Baba Sanayinin bir fikridir. Kutsal Piskopos Niklas’ın ise yaşamış olduğu muhtemeldir. O altıncı yüzyılda bugünki Türkiye sınırları içindeki Myra şehrinin piskoposuydu. Onun hak-kında bugün pek birşey bilemesek de onun kişiliğinin etrafında bu kadar efsanenin ortaya çıkmış olması bile bize insanların onu ne kadar çok sevdiğini göstermek için kafidir. Bugün bile. Onu anıyor ve yüceltiyorlar: Piskopos Niklas olarak kılık değiştiriyorlar, çocukların yanına gidiyor, onlara hediyeler veriyor ve onlarla beraber bir şenlik yapıyorlar.

Mocca: Yani bu demek oluyor ki bugün bildiğimiz Noel bayramının asli Mesih kutlamalarıyla hiçbir alakası yoktur?
Sterzinsky: Modern Noel bayramı çoğu zaman içeriğine olan bağını kaybetmiştir. Sanayinin Noel za-manlarında işini görüp ticaret yapmasına karşı değilim, ama bunu Hrıstiyanlık adına yapma-sınlar. Mesih bayramını kendi emellerine alet edinmesinler. Noel’in vermek istediği mesajın kaybolduğu yerde Kilise Noel’in ticarileştiril-mesine karşı çıkar.

Mocca: Peki o halde asli Mesih kutlamaları nasıl gerçekleşiyordu? Ritüeller hiç mi yoktu? Bu kutlamaların asıl amacı neydi?
Sterzinsky: Noel zamanına hazırlık için kısa bir oruç zama-nı vardır. Noel’den önceki bu dört haftalık Advent dediğimiz dönem bugün İsa’nın doğumuna hazırlık olarak algılanır. Noel’in amacı ise Hz. İsa’nın doğumunu anmaktır. Bu doğum sahnesini biliyorsunuz, birçok tabloda vs. bu konu işlenilir. Lukas incilinde anlatılan Noel hikayesine göre Hz. İsa Beytüllahim’de bir ahır gibi basit ve küçük bir binada dünyaya gelmiş-tir. Bebek bezlere sarılıp bir kreşe yatırılmış. Hz. Meryem sağ ve Yusuf sol yanında. Bu sah-ne Noel’de ibadet ayinleri esnasında canlandırılır. Bir oyuncak bebek kilisedeki sunağın önündeki bir kreş içine yerleştirilir. Bununla İsa Mesih’in insana döndüğü ve bizimle beraber olduğu vurgulanır.

Mocca: Ama asli Mesih bayramı sadece bir anıdan, anmaktan ibaretse, bu kutlamaların ahlaki boyutu nerede? Bugün kutlandığı şekliyle Noel bayramında çocuklara hediyeler verili-yor, el üstünde tutuluyorlar. Muhtaçlara ve aile kurumuna daha çok önem veriliyor. Bu açıdan baktığımızda bugün kutlanan Noel bayramının ahlaki içeriği daha çok, çünkü daha sosyal.
Sterzinsky: Hayır. Tam aksine. Hrıstiyanlığın hümanistleşmesi ahlaki boyutun bayağılaşmasıdır. Çocuklara hediye verilmesine karşı değilim. Ama Noel sadece buna indirgenirse bütün bayram basit bir ritüelden başka birşey olmaz. Mesih bayramının özelliği bir şeyi anlamaktır: Tanrı kendisini küçülttü. Bunu insana daha yakın olmak için yapıyor.

Mocca: Asli Mesih bayramındaki ahlaki boyut tam olarak nedir?
Sterzinsky: İsa Mesih insanlara Allah tarafından gönderilen bir kuratarıcıdır. Bu yüzden o ilahi olan tek insandır. Müslümanlar için bunu anlamanın zor olduğunu biliyorum ama Hrıstiyanlıkta da Allah ancak Birdir! Ama O öyle büyüktür ki O’nun içinde ilişkiler vardır. Aynı insanlar arasında ilişkilerin bulunduğu gibi. Allah durağan değildir. O canlıdır. Zengindir. O’nun içi zengindir. İnsan İsa’nın yolunu takip etmelidir. O’nun gittiği yolu görmeli, anlamalı ve O’nun izinden gitmelidir. İşte ahlaki boyut budur! Noel bayramı aslında manevi bir temizlenme bayramıdır. Biz kalbi-mizi hazırlamalıyız. Kalbimizi bütün kötülüklerden temizlemeli ve af, dostluk, sevgi ve barış gibi hislerle doldurmalıyız. Ve buna ancak Allah’ı anarak ulaşabiliriz. Anmak ahlakı içe-rir. O ebedi hayatı getirecektir.

Mocca: Sayın Kardinal, bu güzel sohbet için teşek-kür ederim. Bizim aracılığımızla Müslüman cemaatine iletmek istediğiniz son bir mesaj var mı?
Sterzinsky: Lukas incilinde tarladaki çobanlara melekler görünür ve onlara Hz. İsa’nın doğumunu an-latırlar. Meleklerin müjdesi ise şöyledir: „Allah’ ın (ismi) göklerde yücelmiştir ve yerde O’nun affına mazhar olan insanlar felaha ermiştir. “Noel’in ana mesajı Allah’ın şanı ve insala-rın huzurudur. Müslüman vatandaşlarımıza vereceğim Noel mesajı barış ve huzurdur: Selam!

Röportaj:Hureyre Kam
Foto:Hureyre Kam
Tercüme:Zülfikar Kam
Son Kontrol:Hüseyin Bozkurt
Mocca Dergisi Sayı:4

Şair İsmet Özel ile özel sohbet


Şair ve Yazar İsmet Özel ile, Türkiye’nin dünü bugünü ve yarını üzerine konuştuk.
Şair İsmet Özel ile özel sohbet

Şair İsmet Özel ile özel sohbet

Şair ve Yazar İsmet Özel ile, Türkiye’nin dünü bugünü ve yarını üzerine konuştuk.


İsmet özel şu andaki gidişâtın böyle devam etmesi durumunda Türkiye’nin geleceğinden söz edilemeyeceğini söyledi ve ekledi:” Yurt dışında yaşayan Türkleri Türkiye ne kadar ilgilendiriyor ben bunu bilemiyorum ama, bütün farklılıklarına rağmen bir Hollandalı için Hollanda çok şey ifade eder. “ dedi ve devam etti....

Bir memleket insanlarıyla memlekettir. Bizim nereli olduğumuz, nereye ait olduğumuzu hissetmemizle alâkalıdır. Almanlar Almanya’da olmadıkları zaman kafalarında Almanya vardır.

Biz şu anda soysuzlaşmayı, yozlaşmayı yaşıyoruz. Türkler bu toprakları vatan haline getirdikten sonra bu toprakları İslam’ın yaşama alanı haline getirdiler...

Avrupa ikinci Rönesansını yaşıyor
Kendim için ne istiyorsam başkaları için de aynen onu istiyorum. Hayatımızın hayvan hayatına benzememesi için birbirlerimizin değerlerini tanımamız gerekiyor. İkinci dünya savaşından sonra Avrupa ikinci rönesansını yaşıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti işçileri Avrupa’ya gönderirken hiçbir özel şart koşmadı, resmi bir tavır benimsemedi. Yugoslavya’dan gelenlere vasıflı işlerde çalışacaklar diye şart koşuldu.

Türkiye’nin durumu buradaki insanları gerçekten ilgilendirir
Türkiye’nin vatan olmaktan çıkması, Avrupa’ya itilen insanları ne kadar ilgilendirir ben bunu bilmiyorum. Türkiye’nin durumu buradaki insanları gerçekten ilgilendirir mi ben bunu da bilmiyorum. Mesele Türklerin fonksiyon sahibi olmaları değil, Türkiye’nin fonksiyon olmasıdır.

Ve İstiklal Marşı orduya ithaf edildi
17. asırdan itibaren Avrupa medeniyeti yukarılara doğru tırmandı. Türk gücü ise aşağılara doğru çekilmeye başladı. Avrupa medeniyeti Türk gücüne yetişebilmek için teçhizatlandı ve nihayet 1918 den sonra Türk gücü sıfırlandı. İslam da siyasi organizasyon ve askeri güç olarak sıfırlandı. Ancak İstiklal Harbi millet olarak sıfırı tüketmediğimizin işaretini verdi.

1946 seçimi şaibelidir
1924 Anayasası’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin dini, Din-i İslamdır diye yazar. 1928’de latin harflariyle okuyup yazma mecburiyeti getirildi ve bu mecburiyetten sonra Anayasa’dan “dini İslamdır” ibaresi kaldırıldı.
1932 de ezanı Türkçe okumayanların cezalandırılacağına dair kanun çıktı bu kanun 1950 yılına kadar yürürlükte kaldı.
1946 seçimi şaibelidir. DP 1950’de açık farkla CHP’yi geride bıraktı ve iktidar oldu. 1960’da ihtilal oldu. 70’li ve 80’li yıllar Türkler açısından fazla parlak olmayan yıllardır.

Türkiye’nin durumu itikadımızla doğrudan alakalıdır
90 lı yıllarda İslâmi eğilimler gündeme geldi. Bugün öyle bir yere geldik ki Türkiye canını kurtarabilir mi kurtaramaz mı onu bilemiyorum. Avrupa’da yaşayanlar için Türkiye’nin tarihten silinmesi onları ne kadar ilgilendirir onu da bilmiyorum.
İnsan olmak demek akibetin ne olacağı konusunda şuur sahibi olmak demektir. Türkiye’nin durumu itikadımızla doğrudan alakalıdır. Ancak Türkiye’nin mahvedilmesi konusunda görev almış birçok kuruluş var bugün Türkiye’de.
İnsanlar bunu görüyor ve biliyor. Ne kazanırlarsa, o oranda meşhur oldukları için olaylar karşısında sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Maalesef hayvanlar arasındaki dayanışma yok insanlar arasında. Tabiatıyla bu durumda insanlar dünya şartlarının gereğini yerine getirmekten oldukça memnun görünüyorlar.

Büyük Ermenistan ve Büyük Yunanistan kurulacak
Türkiye’nin yönetimi bu şekilde devam ederse, Büyük Ermenistan ve Büyük Yunanistan kurulacak, bunlar bugün, o gün sahip oldukları destekten daha çok desteğe sahipler. Bugün Türkiye’nin yağmalanması söz konusu. Sivil toplum örgütlerinin önüne konan projeler Türkiye’nin yağmalanmasına zemin hazırlayıcı projelerdir. Parayı onlar nereden alıyor?
Türkiye Avrupa Birliği’ne girmek istiyor, Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Birliği’nin içinde, Yunanistan Ombudsman*.

Bizim topraklarımız iki kez vatanlaştırıldı

1918’de mal ve can emniyeti bakımından en kötü yer Türk bayrağının altıydı, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bu durum tersine çevrildi. Bizim topraklarımız iki kez vatanlaştırıldı. 13. asırda ve İstiklal Savaşı’ndan sonra. Osmanlı vatan diye Balkanlar’ı biliyordu. Buralar gaza beyliklerinin alanıydı. Bugün burası kimin vatanıdır sorusunun kesin bir cevabı olmalıdır. Türk olmak ne manâya gelir Türkiye’dekiler bunu bilmiyorlar. Türkiye neyi kaybettiğini hatırlamak zorundadır.

Biz hepimiz Türküz diyemiyoruz
Türk aydınlarının aydın olduğunu söylemek mümkün değildir. Siz hangi aydından bahsediyorsunuz. Türkiyede yaşayan aydınlarımız maalesef biz bir bütünün parçalarıyız diyemiyorlar. Ama Hollandalılar biz bir bütünün parçalarıyız. Hollanda dört sütun üstünde durur: Liberal, sosyalist, Katolik, Protestan. İşte bizler bu farklılıklarımıza rağmen hepimiz Hollandalıyız, diyebiliyorlar. Ama biz böyle diyemiyoruz.

Bir memleket insanlarıyla memlekettir
Ben 64 yaşındayım buraya kadar rüya görerek gelmedim. Bir memleket insanlarıyla memlekettir. Biz hayvan değiliz. Bizim nereli olduğumuz nereye aid olduğumuzu hissetmemizle alakalıdır. Almanlar Almanya’da olmadıkları zaman kafalarında Almanya vardır.
Biz şu anda soysuzlaşmayı, yozlaşmayı yaşıyoruz. Türkler bu toprakları vatan haline getirdikten sonra aynı zamanda, İslam’ın yaşama alanı haline de getirdiler. Önceleri İslam’ın yaşama alanı Şamdı, Mekke’ydi, Mısır’dı. En seçkin alan Türklere aid olan alandır. Bundan memnun olanlar vardır olmayanlar da vardır.
“Gezdim diyarı küfrü kaşaneler gördüm
Gezdim diyarı İslamı viraneler gördüm” *

Neyi kaybettiğimizi hatırlamamız gerekiyor

Neyi kaybettiğimizi hatırlamamız gerekiyor. Sudan’da Barfur Şehrinin yarısı hafızdır. Orada başka şehirler de var yarısı hafız olan. Hafız mı, mühendis mi? Türkiye daha bu konudaki düşüncesini netleştirememiştir. Bizim felaketimiz birbirimizi farketmememizdeki yanlışımız değildir. Bizim felaketimiz yapmaya çalıştığımız şeyin ne olduğunu bilmememizdir. Bizim yapmaya çalıştığımız birşeyimiz yok, asıl felaket burada.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra Tevhid-i Tedrisat kanunu çıkarıldı. Bundan dolayı okullarda eğitimin kalitesini yüksek tutmak zorundaydılar ilk on sene bunu yaptılar. 1953 yılına kadar liseler dört sene idi, liseden sonra olgunluk sınavları vardı, Abitur’a denk sınavdı onlar. Ancak bu eğitim sistemi atılan her kazığı farkeden insan tipi yetiştirmeye başladığı için, bu sistem 1930 da terkedildi.
Türkiye önüne hedef koymadı. Almanya 1945 yılında işgal edildiği zaman veliler İşgal kuvvetlerine karşı nümayiş yaptılar ve okulların derhal açılmasını istediler. Bunu söyledikleri zaman yiyecek patatesleri bile yoktu.
Biz “karizmayı çizdirmeden köşeyi dönmek isteyen “insanların yaşadığı bir ülkede yaşıyoruz. İşte Türkiye böyle bir ülke ve bizler o ülkenin vatandaşlarıyız! Ama sadece vatandaşları..



Lailahe İllallah diyenlere kimse tahammül edemiyordu
Dünyada nükleer silahların bulunmasını isteyenlere normal, nükleer silahların bulunmamasını isteyenlere de deli gözüyle bakıyorlar.
Çarpıklık toplumun düzenindedir, düzenin bozukluğuna tepki gösterenlere deli, düzenin bozukluğuna uyum sağlayanlara akıllı gözüyle bakıyorlar. İnsanlar yanlışı doğru anlamaya şartlanmışlarsa onlara doğruyu gösteremezsiniz.
Mekke döneminde Lailehe İllallah diyenlere kimse tahammül edemiyordu oysa şimdi herkes söylüyor kimse tınmıyor bile. Siyasetle din birbirinden ayrılmaz ve ayrılmamalıdır. İnsan çamurla şekillenme arasında iken Muhammedi hakikat yaratılmıştır. Yaşamınızdaki nasırlarınızdan kurtulmanız lazımdır. Müslüman haram ve helal ayırımı yapmakla çizgisini koruması gerekir.
Dünyada var olan bütün bozuklukları düzeltmek insan olmanın gereğidir. Nasıl olsa Allah affeder mantığı küfür olduğu gibi ümitsizlikte küfürdür.

Darbeleri sermaye grupları yaptırır.
Adnan Menderes, „bizim ordumuz müstemleke ordusu değildir darbe yapmaz” demişti.
Menderes’in Moskova’ya gitmesini CIA darbe yaptırarak engelledi.
Sovyetler çökmeseydi Türkiye Fillandiyalılaşacaktı. Sovyetler çöktü, Türkiye Fillandiyalılaşmaktan kurtuldu. Türkiye Sovyetlerin sınırı içerisindeydi. Kıbrıs harekatı ile sovyetler bu sınırını Lefkoşa’ya kadar uzattı.

Siyasal İslam, İslami dönüşümü engelledi
Türkiye’deki İslami hareket siyasi İslam’ın bir parçası olamadı. Türkiye’deki İslami hareket hep kontrol altında tutuldu. Siyasal İslam, İslami dönüşümü engelledi.

Avrupa Birliği’ne girmeyi becerebilirse varlığını sürdürebilir
Türkiye şu andaki sınırları değişmeden Avrupa Birliği’ne girmeyi becerebilirse varlığını sürdürebilir. İmtiyazlı ortaklıkla da sınırlar belki korunabilir.

İkiz kuleler vurulmasaydı ABD Afganistan ve Irak’a giremezdi
Müslümanlar için küfre rıza göstermiyorum demek yetecekken, herkes benim küfre rıza göstermediğim belli olmasın diye uğraşıyor.
Aklı başında olan adam toplum içinde doğru davranır, ancak toplum ona deli der.
Büluğ çağına erenler iki türlüdür; birincisi kendilerinin kim olduğunu, ne olduğunu merak etmeyenler, ikincisi merak edenler.

Çoğumuz hakikatı aradığımızı sanırız, ama o gelip kapımızı çaldığında onu tanımayız.

Kaynak: Mocca Dergisi

* „Ombudsman, kelime kökeni açısından İsveç dilinde “aracı” anlamına gelen ‘ombuds’ ve “kişi” anlamına gelen ‘man’ kelimelerinden oluşmuştur ve aracı kişi anlamına gelmektedir. Şikayetleri ve bir takım teşebbüsleri ele alıp değerlendiren ve bunlara her iki taraf içinde tatmin edici çözümler bulan kişidir.“ Wikipedia
* Ziya Paşa

''Önce peçesini açtım. Sonra saçlarını gördüm''


Prof. Dr. İskender Pala ile Divan Edebiyatı üzerine söyleşi
''Önce peçesini açtım. Sonra saçlarını gördüm''

''Önce peçesini açtım. Sonra saçlarını gördüm''

Prof. Dr. İskender Pala ile Divan Edebiyatı üzerine söyleşi

İskender Pala 1958, Uşak doğumlu. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu (1979). Divan Edebiyatı dalında doktor(1993), doçent(1993) ve profesör (1998) oldu. Geniş halk kitlelerince “Divan Edebiyatını Sevdiren Adam” olarak tanınan İskender Pala, halen İstanbul Kültür Üniversitesi FEF Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanıdır.

Siz bir güzelin bütün güzelliklerini birer birer keşfettiğinizde onun gizemi de hep biraz kaybolmaz mı? Ona ne denli sahip olursanız o denli heyecanınız azalmaz mı? Ama o başkaydı. Onun sırrını ne kadar keşfettiysem gizemi de o kadar artıyordu. İnsan sevdiğini başkalarıyla paylaşmak ister mi? Ben onu tanıdıkça insanlarla paylaşmak istedim. Daha fazla insan tanısın istedim, herkes sevdiğimin güzelliğinden haberdar olsun istedim.


Divan Edebiyatıyla tanışmanız nasıl oldu? Özellikle Divan Edebiyatını sizin için bir tutku kılan nedir?


Pala:Ben lise ikideyken bir güzele aşık oldum. Fakat ona ulaşamayacak kadar güzeldi. Ona her yaklaştığımda bir parça daha gizemli gelmeye başladı. Eğer bir halini keşfettiysem, daha fazla keşfedilecek şeyler olduğunu bana söylüyordu. Ve öyle bir güzellik ki yüzyıllardan süzülerek gelmiş içinde kaç bin yılın birikimiyle bir tavır oluşturmuş ve o tavrı söylerken dillendirirken kendine has bir edası, bir uslubu vardı: Yani sokakta rastlanabilecek, okulda sıra aralarında bilinebilecek birine benzemiyordu.”” Adın ne?”” dedim. ”Divan Edebiyatı” dedi. O gün benim bu gördüğüm güzelliği başkalarının da görmeye hakları olduğunu, benim tanıdığım kadarıyla insanların da onu tanıması gerektiğini düşündüm.
Siz bir güzelin bütün güzelliklerini birer birer keşfettiğinizde onun gizemi de hep biraz kaybolmaz mı? Ona ne denli sahip olursanız o denli heyecanınız azalmaz mı? Ama o başkaydı. Onun sırrını ne kadar keşfettiysem gizemi de o kadar artıyordu. İnsan sevdiğini başkalarıyla paylaşmak ister mi? Ben onu tanıdıkça insanlarla paylaşmak istedim. Daha fazla insan tanısın istedim, herkes sevdiğimin güzelliğinden haberdar olsun istedim. Çünkü o öyle bir dünya ki, içindeki herşey bütün Türk toplumunun bugüne kadar hücre yapılarında genlerinde taşıyıp geldikleri şeydi. Yani ben onunla mutlu olabiliyorsam, pazardaki bir kunduracı, komşumun oğlu, sokak başındaki kız da onda kendine ait bir iz bulabilirdi, tarihten uzak bir hafiza ve o hafizanın içinde kendisine ait bir hatıra bulabilirdi. Onlara da hitap ediyordu. Sonra dedim ki, ben bunu keşfetmek için elimden gelen bütün gayreti sarfetmeliyim. Böylece Üniversitede Divan Edebiyatı okumaya karar verdim. Sadece onu bilmek, sadece onu tanımak istiyordum, aşık olmuştum ve aşık olduğum güzelliği tanımak istiyordum hepsi buydu. Ve bu aşkın heyecanı hiç dinmedi. Bugün hala yeni bir divanı açtığımda acaba bugün neyle karşılaşacağım diye taze bir heyecanla sarılıyorum ona.

Bugün en sevdiğiniz divan şairinin Fuzuli olduğunu anlamak için sadece eserlerinizi ilgiyle okumak bile kafi. Peki ilk tanıştığınız Divan şairi Fuzuli miydi?

Pala:Evet.

Leyla ve Mecnun Mesnevisi miydi?

Pala:Hayır, gazellerinden bir kaç tanesiydi. Tabi ilk başta çok fazla birşey anlamıyordum. Ama anlayabildiğim kadarıyla bana işaret ediyordu “yaklaş! Gel bana, gel!” diye. Ben de yaklaştım. Adım adım. Önce peçesini açtım. Sonra saçlarını gördüm. Sonra kokusunu hissettim. Yani her adımda bir kaç güzelliğini, bir başka özelliğini göstermeye başladı bana. Divan şiiri böyle bir şeydir. Her ne kadar biz onu bugün “Fâilâtün, Fâilün” gibi sığ bir kelime grubu içine hapsedip bırakmış isek de bizim yüzyılları eleyen sosyolojimiz, iktisadımız, tarihimiz, hukuk sistemimiz, inancımız, dilimiz vs., arkasına ne koyarsan koy, hepsi onun dünyasının içindeydi. Çünkü osmanlı toplumu sözü şiir şeklinde söylemeyi önemserdi. Osmanlı şiirin edebiyattan sayılmadığı bir toplumdu. Dolayısıyla Osmanlı ne kadar güzel söz söyleyecekse bunu hep şiir seklinde söylerdi. Hatta bunun da ötesinde tarih kitabını ve ansiklopedisini bile şiir şeklinde yazardı.

Peki neden böyle yapılıyordu? Düz yazı hor mu görülüyordu?

Pala:Hayır hayır. Bunun gayet pratik bir nedeni var. Bunu akılda kalıcılığından dolayı yaparlardı. Şiir akılda kalıcı bir formdur. Bir şiiri ezberlediğiniz zaman onu unutmazsınız. Bu yüzden çocuklarınıza öğretmek istediğiniz bir kural varsa, bunu şiir şeklinde öğretirseniz o bunu asla unutmaz. Bu yüzden onlar sözlükleri bile şiir şeklinde hazırlarlardı. Mesela İngilizce-Türkçe bir sözlükte ingilizce bir kelimenin yanında bir beyit yazardı. Bu beyit de vezinli ve kafiyeli bir biçimde beş ingilizce kelime Türkçe tercümesiyle açıklanırdı. Siz bu beyiti ezberlediğinizde beş tane İngilizce kelime ezberlemiş olurdunuz. Şiir kolay kolay unutulmadığı için o kelimeleri de hiç unutmazdınız.

Ama bu çok güzel bir sistemdi. Sanırım bugün bir ansiklopediyi beyitler halinde yazacak olsak pek ciddiye alınmayız herhalde. Peki bu sistemi bugün yeniden canlandırmak mümkün olmaz mı?

Pala:Bugün artık formatlar değişmiştir. Biz şiirin edebiyatın bütün alanlarını kuşattığı bir çağdan bahsediyoruz. Şiir gönlün dilidir. Nesir ise aklın dilidir. O dönemlerde gönül çağında yaşıyorduk. Gönlümüzce yaşıyorduk. Gönülleri önemseyerek yaşıyorduk. Şimdi aklın çağında yaşıyoruz ve aklı önemsiyoruz. Şimdi en iyi yazabileceğimiz şey her safasında beş tane dipnotu olan bir makaledir. Bu aklın dilidir. Düzyazı daimi akılla ilgili olan herşeyi biriktirir. Gönül dili ise, mesela denemedir, şiirdir, biraz daha uçuktur. Hissidir, duygusaldır. Duygulara hitap ettiği için de insanlar onun içinden kendilerine lazım olduğu kadarını seçerler.
Fakat o çağ ile bu çağ arasında şöyle bir fark daha var. O çağ soyut olanı önemserdi, yeğlerdi. Bu şiirin konusuydu. Soyut ve mücerred olan. Şimdi insanlar çok maddeleşti. Herşey çok somut, mekanik ve materyalist. Bütün bunlar şiiri zaten devre dışı bıraktı. Şiir rafa kaldırıldı. Şiirle bir ansiklopedi yazmaya kalkışsanız bugün, evet, hemen dışlanabilirsiniz. Çünkü parametreler, ölçütler değişti. O çağın gereğiydi o.
Ha, ama o çağın gereği olması Divan şiirini bugün müzelik mi kılıyor? Hayır. Çünkü bizim bugün kendimizi ögrenebileceğimiz bütün birikimler Divan şiirinin içinde. Dolayısıyla layıkıyla kültürümüzü, medeniyetimizi divan şiirinden süzmediğimiz, damıtmadığımız sürece de kendimize ait birikimlerimiz eksik kalacak. Bugün bir medeniyetler savaşından bahsediyoruz. Eğer bir savaşa girecekseniz elinizde silahınız olması lazım. Bizim bütün silahımız divan şiirinin içinde gizli. Ve biz onu öğrenmediğimiz sürece elimizde silah olmadan savaşmaya kalkan Don Kişotlar olarak yenilmeye mahkumuz!

Peki modern şiir hakkında ne düşünüyorsunuz?

Pala:Modern şiiri takip ederim. Gençlerin ne tür şiir yazdıklarına bakarım. Kendi şiir çıtam Fuzul’iye göre, Mevlana’ya göredir. Ama bu ötekileri inkar etmeyi gerektirmez. Bugün genç şairler içerisinde oldukça iyi dizeleri olan şair adaylarını görebiliyorum. Ama şiir mi yazıyorlar? Bence bir şiirin şiirlik ölçütü o şiirin içine anlam katmalarının bulunup bulunmamasıyla alakaldır. Yani bir şiiri okuduğunuz zaman ilk hamlede anlayabiliyorsanız ben buna pek şiir demiyorum. İçinde farklı mertebeler olması lazım. Ertesi gün farklı bir şekilde, daha sonra yine farklı bir şekilde anlayabileceğimiz perdelerin, katmanları olması lazım. Böyle düşününce bugünün şairlerinin çok da başarılı olduklarını düşünmüyorum. Bu modern şiiri inkar ediyorum anlamına gelmez. Şiir gökkubbenin altında kaç yıl yaşar sorusunu ben kendime sorarım. Bugün bir Nazım Hikmet veya Atilla İlhan ya da Necip Fazıl, Tevfik, Mehmet Akif ne kadar yaşar? Kaç yüzyıl gök kubbede onların şiirleri okunur? Tevfik Fikret’i unutmaya başladık. Mehmet Akif’in bir şiirini biliyor musunuz? İstiklal Marşı müstesna Mehmet Akif’i unutmaya başladık. Nazim Hikmet’in elli seneden fazla yaşayacağını tahmin etmiyorum. Necip Fazılın da 40 seneden fazla yaşayacağını zannetmiyorum. Yaşayan şairlerden hiç bahsetmiyorum.
Bir düşünün hele. Yunus 500 yıldır bize hitap edebiliyorsa. Fuzûli 400 yıldır hala birşey söyleyebiliyorsa çıtayı buraya koymak gerekmez mi?

Fakat onların sözünü bugün anlayabilen bir elin parmağı kadar az insan var.

Pala:Farketmez. O söylüyor. Biz dilini anlamıyorsak bu bizim cahilliğimiz. Onu anlamamak onun değil, bizim suçumuz. O çok yüksek şeyler söyledi ama biz anlamıyoruz, canım bizim dilimizle yazsaydı diyemezsiniz. Hiçbir şair okuyucu bunu anlamaz diye basitleşmez. O şiirini söyler okuyucu kendisini şiire yükseltir. Şair okuyucunun seviyesine inmemelidir. Okuyucuyu kendi seviyesine çıkarmalıdır.
Bu açıdan bakıldığında 500 yıl yaşayan Fuzuli’ye göre Nazım Hikmet onda birdir ancak. Karacaoğlan ise 350 yıl bize konuşmuş ve kimbilir daha ne kadar konuşacak. Necip Fazılı 100 yıl sonra hatırlayabilecek miyiz bilmiyorum.

Kimbilir belki o zamana kadar Türkçemizin kelimeleri çok farklılaşır. Necip Fazıl da anlaşılmaz olur.

Pala:Burada garip olan işte budur. Yani bizim kendi öz dedemizi anlamakta zorlanmamız. Yirmibirinci yüzyılda yaşıyoruz ve on altıncı yüzyılda yaşamış dedemizi anlayamıyoruz. Burada bir terslik yok mu? Burada bir gelişmeden söz edebilir miyiz? Nasıl bir ilerleme bu? Dünya nereye doğru ilerliyor da biz bu kadar cahilleşebiliyoruz, sığlaşabiliyoruz. Nasıl bir gelişme katediyoruz ki aynı zamanda anlayışımız basitleşebiliyor. Halimize oturup ağlamak lazım değil mi?

16. y.y da bir adam onsekizbin kelimeyle konuşup şiir yazacak, biz bugün oturup bin sekizyüz kelimeyle onu anlamaya çalışacağız! Ne kadar anlayabiliriz onları siz hesaplayın. Ve şunu da hesaplayın: Her kelimenin çağrıştırdığı başka bir pencere, başka bir mana vardır. Ta sözümün başında bahsettiğim gizem vardır. Bunun için güzellikler perde perde, kapı kapı açılır. Bugün bir şiirde kaç pencere saklı?

Herhangi bir sözün içine asgari bir şey katalım da , bu asgari katkı o sözü şiir yapsın. Nedir bu?

Pala:Eğer bir kişi şair kimliğine sahipse bir sözü şiir yapmak için yapacağı şey o söze üfleyeceği ruhtur. Onun için şairler yaratıcı gibidir. Ruh üfleyip diriltirler, can verirler. Kelimeleri hepimiz biliriz. Kelimeler kendi başına ölüdür. Onları biz dizsek birşey olmaz. Fakat bir şair sıralarsa o kelimeler canlanır.

İleriye dönük kendinize çizdiğiniz büyük bir hedefiniz var mı?

Pala:Kendimden memnunum. Yaptığım işi seviyorum ve bu beni mutlu ediyor. Ömrümün sonuna kadar da bu alanda çalışmak isterim. Ben Divan şiirinin neye ihtiyacı var ise o alandaki boşluğu doldurmaya yönelik çalışacağım. Bir sinema senaryosu lazım olduğunda bunu ben yazmak isterim. Eğer operaya ihtiyaç varsa o halde burada gayret sarfetmek isterim.

Peki Türkiyenin gidişi iyiye mi yoksa kötüye mi gidiyor?

Pala:Bunu siyasi bir soru olarak algılamıyorum. Kültürel bir soru olarak alıyorum çünkü benim alanım bu. Alanımda ben iyi iş yaparım. Herkes kendi işini en iyi şekilde yaparsa sorunlar asgariye düşer. Bu açıdan divan şiirinin geleceğini parlak olduğunu düşünüyorum. Çünkü şiirde entelektüel sayısı artıyor ve cahiller azalıyor. Fakat dünyada bir yarış var ve bu yarışa katılmak lazım. Hayıflanmak yerine güzel işler yapmak lazım.

Efendim lutfettiniz zaman ayırdınız çok güzel ve anlamlı bir sobet oldu, teşekkür ederim.



Röportaj: Rüştü Kam
Foto: Hureyre Kam
Son Kontrol: Zülfikar Kam
Mocca Dergisi Sayı:4

6 Ocak 2016 Çarşamba

HZ. MUHAMMED (III )

Hz. Muhammed Hudeybiye’den Medine’ye dönerken Rabb’inden Mekke’nin fethedileceğinin müjdesini aldı. Sahabesiyle paylaştı bu sevincini. Memnuniyetle karşılandı. Hudeybiye’de yaptıkları yanlışın farkındaydılar. Resul’den özür dilediler. Mekke’nin fethedileceği günü iple çekmeye başladılar.
 
MEKKE’NİN FETHİ(630)
 
Kureyşliler, Hudeybiye Antlaşması koşullarını, kendi taraflarında olan bir kabileyi destekleyerek bozdular. Hudeybiye Antlaşması maddelerinden biri uyarınca „Hüzae Kabilesi Müslümanların“, Beni Bekir „Kabilesi de müşriklerin tarafında“ barışa katılmıştı. Ancak kısa zaman sonra bu iki kabile arasındaki düşmanlık yeniden meydana çıktı. Üstelik bu sefer Kureyşli müşrikler de Beni Bekir’e yardım ediyordu. Bunun üzerine Beni Bekir’den bir gurup Medine’ye giderek durumu Peygamberimize bildirdi. Peygaberimiz ahitlerine bağlıydı. Karşı tarafın da bağlı olmasını isterdi. Ve Kureyş’e haber gönderdi:
1- Hüzaeliler‘den öldürülenlerin diyetleri ödenmelidir,
2- Kureyş, Benî Bekir’le olan antlaşmasını bozmalıdır,
3- Aksi halde Hudeybiye barışı geçerliliğini yitirmiş olacaktır. 
 
Mekkeli Müşrikler bir an için geçmiş tecrübelerini unutarak üçüncü şıkkı kabul ettiklerini söyleyiverdiler. Böylece Hudeybiye antlaşmasının mürekkebi kurumadan barış bitmiş, savaş hali başlamış oldu. Ve Peygamberimiz H.8/M. 630 yılında „Allah’a iman edenler silahlanarak Medine’ye gelsin!“ diyerek, Mekke‘nin fethi hazırlıklarını başlattı. (Mümtehine, 1- 4)
10. 000 kişilik ordusuyla Mekke’ye doğru hareket etti. Karargâhını Mekke’ye 16 km. mesafedeki bir vadiye kurdu.
Ebu Sufyan meselenin ciddiyetini anlamak için karargâha geldi. Hemen görevliler tarafından Peygamberimizin huzuruna çıkarıldı. Ebû Sufyan’nın, karargâhta Müslüman olduğu söylenir.
Peygamberimiz söyleyeceklerini söyledikten sonra Ebu Sufyan’a; Kâbe Avlusu‘nda toplananların, evlerinden çıkmayanların ve Ebû Süfyan’ın evinde toplananların güvenlik içinde olacağı bildirildi. Bu teklif, Ebu Sufyan tarafından, Kabul edildi ve böylece Peygamberimiz 8 sene önce gizlice ayrıldığı Mekke’ye 10.000 kişilik bir Müslüman ordusuyla kan dökmeden girmiş oldu. 
 
Kâbe içindeki ve çevresindeki bütün putlar birer birer kırıldı. Sonra Peygamberimiz Kâbe‘nin önünde biriken insanlara hitaben bir konuşma yaptı:
„Allah’tan başka İlâh yoktur.
İyi biliniz ki, bütün cahiliye adetleri, bütün mal ve kan davaları bugün şu iki ayağımın altındadır. Ey Kureyş topluluğu! Allah sizden cahiliyet gururunu; babalarla soylarla büyüklenmeyi gidermiştir. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.
Allah’ın katında en değerliniz en müttakinizdir.
Bütün insanlar Allah katında eşittir.” 
 
Sonra Safa Tepesi‘ne çıkılarak biat merasimi yapıldı. Önce erkekler biat ettiler. Sonra kadınlar: „Allah’a ortak koşmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, iftiradan sakınacaklarına, zinadan kaçınacaklarına, hak olan her şeyde Hz. Peygamber’e itaat edeceklerine... „ söz verdiler. Sonra da Peygamberimiz, umumi bir af ilan etti. (Cevdet Paşa Kısas-ı Enbiya s.1294)
 
Önemi
 
Mekke’nin fethi İslamiyet’in yayılmasını hızlandırmıştır.
Arap yarımadasının fethine ortam hazırlamıştır.
Kâbe, putlardan temizlenmiştir.
Kan dökülmeden Mekke’ye girilmiştir.
Umumi af ilan edilerek intikam peşinde olunmadığı gösterilmiştir.
 
VEDA HACCI VE VEDA HUTBESİ
 
Hicret’in onuncu yılında Hz. Muhammed Mekke’ ye Hacca gitmiştir. Bu onun son ziyareti olduğu için yaptığı hacca, “Veda Haccı”, burada yaptığı konuşmaya da “Veda Hutbesi” adı verilmiştir. Veda Hutbesi’nde Peygamberimiz ümmetine miras olarak 1 tek emanet bırakmıştır; “Ben size emanet olarak Allah’ın Kitabı’nı bırakıyorum, O’na sarıldığınız sürece yolunuzu kaybetmezsiniz.”
Hutbenin toplum hayatına getirdiği prensipler şu şekilde sıralanabilir:
• Can, mal ve ırz kutsaldır. Yaşama hakkı tabii bir haktır. Irz, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet saldırıdan korunmuş haklardır.
• Cahiliye gelenekleri kaldırılmıştır. İnsanlar alışa geldikleri kötü şeyleri körü körüne yapmaktan vazgeçmelidirler.
• Faiz haramdır.
• Kan davası gütmek haramdır.
• Emânetler yerlerine verilmelidir. Emânete hıyanet edilmemelidir.
• Kadınların ve erkeklerin karşılıklı hak, vazife ve sorumlulukları vardır. Kadınlara nezâketle davranılacaktır.
• Hem kadın hem de erkekler zinadan şiddetle kaçınacaklardır.
• Bütün Müslümanlar kardeştir. Her türlü sınıf farkları ve ayrıcalıklar kaldırılmıştır. Üstünlük fazilet iledir.
• Zulümden sakınmak gerekir, halkın malı haksız yere yenemez, birine ait bir şey sahibinin izni olmadıkça başkası için helâl olmaz.
• Müslümanlar birbirleriyle savaşmaktan sakınacaklardır.
• Allah'ın Kitâb'ına uyanlar asla sapıklığa düşmezler.
• İslâm sadeliğinden ayrılmamak, aşırılıklara sapmamak gerekir. 
 
11-HZ.MUHAMMED’İN VEFATI (632)
 
Hz.Muhammed, Veda Haccı’ndan sonra Medine’ye dönmüş, Bizans’a karşı yeni bir sefer hazırlığındayken hastalanarak, 8 Haziran 632 tarihinde altmış üç yaşında vefat etmiştir.
Peygamberimiz vefat edince, bir süre ciddi bir heyecan ve panik havası oluştu, üzüntüden kimse ne yapacağını bilmiyordu. Bir kısmı da Hz. Peygamber’in ölümüne bir türlü inanamıyordu. Hattâ Hz. Ömer kılıcını çekerek “Kim Muhammed öldü derse başını vururum” diye haykırıyordu. Sonra sinirler yatıştı. Hz. Ebubekir, bir konuşma yaptı, “Her kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Her kim Allah’a tapınıyorsa bilsin ki Allah ölümsüzdür ve ebedidir. Her nefis ölümün tadını tadacaktır. Muhammed de bir insan olarak ölmüştür. Bunu kabul edelim ve sakin olalım” anlamında bir konuşma yaptı. Böylece heyecanlar dindi, insanlar sakinleşti ve panik havası dağıldı.
 
Hz. Peygamber’in naaşı, vefat esnasında bulunduğu Hz.Aişe’nin odasındaydı. Üstüne bir örtü örttüler ve sakinleşen sahabeler ve Ehl-i Beyt, cenazenin yıkanması ve defin işini düşünmeye başladılar.
İşte tam bu sırada bir haber geldi. Medineli Müslümanların yani Ensar’ın ileri gelenleri, “Beni Saide gölgeliği” denilen yerde toplanmışlar ve Hz. Peygamber’in yerine kimin halife seçileceğini tartışıyorlardı.
Bu haberi duyan Peygamberimizin Ehl-i Beyti ile diğer akrabalarının dışında herkes, cenazeyi terk etti ve halifelik tartışmasının yapıldığı yere gittiler.
 
İkinci gün yani 9 Haziran 632 Salı günü cenazenin yıkanma ve defin işi ile uğraşıldı. Cenazeyi Hz. Ali yıkadı, Fadl bin Abbas, Usame bin Zeyd ve kölesi Şükran, yıkama işinde Hz. Ali’ye yardımcı oldular.
Hz. Ali, Ehlibeyt ve bazı Haşimiler, cenazenin yıkanması, namazının kılınması ve defin edilmesi hizmetleri ile meşgul olurlarken, diğer sahabeler halife seçimi için tartışıyorlardı. Bu durum; başta Hz. Ali olmak üzere, ehlibeyt mensuplarını, yani peygamberimizin akrabalarını derinden yaralamış ve fazlasıyla üzmüştü.
Beni Saide gölgeliğinde hilafet tartışması yapan Mekkeli ve Medineli sahabiler, uzun tartışma ve çekişmelerden sonra Ebubekir’i halife seçmişlerdi. Tabii, halife seçimi işine Hz. Ali ve bazı Haşimiler katılamamıştı. O nedenle de Hz. Ali, seçilen Halife’ye biat etmedi, yani seçimi kabul ettiğini ve Hz. Ebu Bekir’in emrine girdiğini açıklamadı. Hz. Ali, ancak aradan 6 ay gibi bir zaman geçtikten sonra biat etti.
Hz. Muhammed’in cenazesinin kaç gün yerde kaldığı konusunda değişik rivayetler var. Ancak genel kanı, üç gün yerde kaldığı yönündedir. (İbni Kesir, El Bidaye Ve'n-Nihaye, 5/292. İmam Malik Muvata, no: 545 Cenâiz kısmı, Taberi Tarih, 11. yılı olayları, 3/216 ve sonrası) 
 
Muhammed onun odasında öldüğü halde Ayşe’nin şu sözü söylemesi çok ilginç: “Biz cenazenin defnini, çarşamba sabahı yapılan duyurudan öğrendik: Muhammed’in cenazesi bugün gömüldü şeklinde duyuru yapıldı.” diyor. (Ahmet b. Hanbel 6/62. Ayşe hadisleri, İbni Abdi’l Ber, Temhidö Muvatta şerhi, 24/396, İbni Sad, Tabakat: 2/401.)
 
Hz. Aişe derki: ”Biz Resulullah’ın defninden Çarşamba gecesi, kürek seslerini duyarak haberdar olduk.” (İbni Hişam c.4 s.342, Tabari c.2 s.452,485, ibni Kesir c.5 s.270)
Sonuç:
Hz.Peygamber’in vefatından kısa bir süre önce irad ettiği Veda Hutbesi’nde 100 bini aşkın Müslümanın olduğu rivayet edilir. Ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed, ümmetine 23 yıl hizmet etti. Sıcak demedi, soğuk demedi. Gece gündüz ümmetinin hizmetine koştu. Vefat edince daha cenazesi kalkmadan, ümmeti koltuk kavgasına düştü. 
 
Vefatından ancak 3 gün sonra defnedilebildi. Cenazesini Hz. Ali 17 kişiyle kaldırdı. 40 derece sıcaklığın olduğu o yörede üç gün sonra sabaha karşı kalkan cenaze Peygamberimizin cenazesidir. 
 
BİTTİ
 
Rüştü Kam

4 Ocak 2016 Pazartesi

"BİZE YUTTURULMUŞ DOLMALAR" 4 Ocak 2014

Şair İsmet Özel Berlin'de, Türk Eğitim Derneği'nde okurlarıyla buluştu. Dinleyiciler 2 saat boyunca pür dikkat kesildi. İstiklal Marşı Derneği'nin Genel Başkanı olduğunu söyleyen özel 7 seneden beri yaptığı yoğun çalışmaları anlattı. İstiklal Marşı ruhunun Sakarya Meydan Savaşı'nın kazanılmasındaki etkin rolünden sitayişle bahseden Özel'in, özellikle altını çizdiği noktalar şunlardır: "İstiklâl Harbi Türklerin vatansız kalmaları niçin yapılmıştır. Allah birilerinin dualarını kabul etti de o topraklar Türkler için vatan oldu...
 
İstiklâl Marşı kabul edildiği yıl rafa kaldırıldı, sonra zincirlendi daha sonra da zincirin kopma ihtimaline karşı zamklandı. İstiklâl Marşı'nda " Bu ezanlar ki,şehadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli" denilmesine rağmen sanki bu marş yokmuş gibi, Türkiye'de ezan 12 sene yasaklandı. Türkçe okunmaya başlandı... Lozan Antlaşması'nın imzalandığı salonda İsmet İnönü'nün" Bir yüz sene kazandık." dediği söylenir. Kim kazanmıştır bu yüz seneyi o belli değildir...
 
20 mayıs 1960 sabahına kadar devletimiz Kur'an devletiydi. 27 Mayıs Kuır'an devletini yok etti. Skor belli edilemediği için maç devam ediyormuş gibi gösteriliyor. O tarihten bugüne kadar aslında biz uzatmaları oynuyoruz....
1928 yılında Devletin dini," Din-i İslâmdır" yazılıydı. Bu madde Anayasa'dan kaldırılmasaydıı, harf inkılabı yapılamazdı....
 
Biz bugün yazımız olmadığı için yüksek ahlâkı temsil edemiyoruz....Bizim elimizde ölçümüz yok. Bizim ayağa kalkamayışımızın sebebi, yazımızın elimizden alınmış olmasıdır...
Hristiyan takvimi 2015'şi gösterdiği zaman, Sevr Antlaşması'yla sınırları belli edilen Ermenistan'ın karşısında duracak hangi güç vardır...?
 
Bugün Türkiye'de insanlar birbirine giriyor, kim karlı çıkıyor? Türkiye'nin kârlı olmadığı kesin. Türkiye'de fesat çıkaracak olanların paraları önceden ödeniyor...
Özle biçim arasındaki münasebeti anlamadan bir şeyler anlamaya çalışmak beyhudedir. Bir şeyin özünden bahsedeceksek, önce şeklini bilmek lazımdır. Özünü muhafaza eden şeklini bulur, biçimsiz öz olmaz ama özsüz biçim olur...
 
Türkiye'de Amerikalıların müsade etmediği bir şey söylenemiyor. Türkiye'nin önünün açılması için sadece emir almamak yeterlidir... Şu anda Türkiye' deki kavga Amerika'yı seçenlerle Amerika'nın seçtiklerinin kavgasıdır.
İnsanın şerefi hayvan olmamasındandır. İnsan yiyeceğini ağzına götürür, hayvan ağzını yiyeceğe götürür. insan birkaç lokma yiyecek için alçalmaz...
 
Türkiye IMF' ye borcunun olmadığını söyleyerek böbürleniyor. Türkiye'de şeker pancarı ziraatı yasaklandı, bunu geriye aldılar mı?... Şeker pancarı buğdaydan daha stratejiktir...
Dünya bankası+ Uluslararası para Fonu+ Dünya Ticaret Örgütü; başımıza açılan belaları bunlar ayarlıyorlar. Önümüzdeki 10 yıl içinde, Büyük Ermenistan, Büyük Yunanistan, belki de Kürdistan devletleri kurulacaktır... Buna kim mani olacaktır...? Yunanistan'la rutin toplantılar yapılıyor, bu toplantılarda alınan kararlar Ankara'nın çıkarına mıdır, Atina'nın çıkarına mıdır?
 
1960 yılına kadar hükümetler vatan hainiydi, 1960' tan bu tarafa kurumlar da vatan hainlerinin içine girdi...
Türkiye 90 seneden beri önüne hiçbir milli hedef koymadı. Hiç birşey Türkiye'nin lehine yapılmadı...

3 Ocak 2016 Pazar

FARKLI TATLARA AÇIK MIYIZ?

Berlin’in caddelerinde dolaşırken SUŞİ yazan restoranları mutlaka görmüşsünüzdür. Kimimizi fazla ilgilendirmemiş, kimimizin dikkatini bile çekmemiştir. Bazılarımız da çiğ balık yenir miymiş diye burun kıvırmışızdır. Belki de bazılarımızın suşi ile olan muhabbeti Türk insanının kuru fasulye ile olan muhabbeti gibidir.
Ben suşi ile geç tanıştım. Davet edenler oldu suşi yemeye, nerelerde yenilmesi gerektiği ile ilgili tavsiyeler de almışlığım oldu. Burun kıvırdım, çiğ balık yenir miymiş dedim. Balık pişirdiğimiz zaman kokusu iki gün çıkmıyordu evden. Çiğ balık, nasıl yenecekti? Düşüncesi bile beni rahatsız ediyordu. 
 
Sevgili dostum Veli Karakaya yemeğe davet etti. Ne yiyeceğiz diye sormadım bile. ‘Tamam.’ dedim. Randevulaştık. Direksiyonda Veli vardı. Sohbet ederek ilerliyorduk sokaklardan. Park ettiği-mizde baktım ki, bir Uzakdoğu mutfağının önündeyiz. Bol acılı, soya soslu makarna yiyeceğimizi düşündüm. Oturduk masaya, sohbeti kesmedik. Garson kız geldi, tebessüm ederek eğildi ve ‘Hoş geldiniz.’ dedi. Çok nazikti, nazik olduğu kadar da güzeldi, çekik gözleri ve gamzeleri güzelli-ğine ayrı bir cazibe katıyordu.
 
Menü kartını bırakıp gitti önümüze, hazır olduğumuzda siparişleri almak için tekrar gelecekti. Ben Veli’ye ‘Sen ne seçersen kabulümdür.’ dedim ve sohbetime devam ettim. Bir zaman sonra önümüze bir tepsi geldi. Büyükçe bir tepsi. Dolu bir tepsi. Ancak beklentime uymayan bir tep-siydi bu. Suşi çeşitlerinden oluşuyordu.
Çiğ balık yemek istemediğimi söyledim Veli’ye. Hatta yiyemeyeceğimi de söyledim. Bana zorla yedirecekmiş gibi heyecanlanarak, şöyle sandalyemden bir ileri bir geri hareket ederek yerime iyice yerleştim. Birden ciddileştim. Veli tebessüm ederek tatmamı istedi. Balıkların çiğ olmadığını ve belirli bir terbiyeden geçtiğini de anlattı. Çiğ köfte gibi düşünmem gerekiyordu. Beğenmedi-ğim taktirde pişmiş balık da gelebilecekti. 
 
Soya sosu, vasabi ve zencefil salatası. Suşiye tad veren üç silahşör. Yemek çubukları(chopstick) da var. Çatal yok bıçak yok. Çubukları kullanmak için ön çalışma gerekiyor. Yan masalardaki bütün gözler sanki bana bakıyordu. Ayıplayacaklardı, çubukları kullanmasını da bilmiyor diyeceklerdi. Öyle düşündüm. İşin ucunda ölüm yoktu ya. Topladım cesaretimi ve suşinin üzerine biraz vasabi koydum ve soya sosuna daldırdım. Lokmayı ağzıma götürürken bendeki heyecanı görmek la-zımdı. Terlemeye başlamışım. Veli mendil uzattı. Ama ben suşinin ağzımdaki bırakacağı tadı dü-şünürken, uzatılan mendilin farkında bile değildim. Ne olacaksa olsun der gibi, birden bastırdım dişlerimi suşiye. Önce soya tadı geldi,” hımm tatlıymış.” dedim ve zencefil salatasından da bir tutam attım ağzıma. Balıktan daha haber yok. Biraz sonra burnumdan bir koku geldi sanki bur-num tıkalıymış da açılıyormuş gibi, derken beynimde bir sarsıntı. Vasabiyi, zencefili fazla kaçırmışım. 
 
Veli bunlardan ne kadar almam gerektiğini söylememişti. Kısa sürede topladım kendimi. Çekine-rek yediğim birkaç suşiden sonra bu muhteşem tattan bugüne neden mahrum kalmışım diye hayıflandım.
Suşiyi yeni denemek isteyenlere tavsiyem, aman ha vasabiye ve zencefil salatasına dikkat edin. Azıcık azıcık alın. Kaliteli bir restoran seçin. Restorana gitmeden önce yemek çubuğu ile yeme talimi yapmayı da unutmayın. 
 
Rüştü Kam

27 Aralık 2015 Pazar

HZ. MUHAMMED(II)

Zamanın ahirinde gelen, ahir Peygamber. 23 senelik ömrüne çok şey sığdırdı.  Ötelendi, hakaretlere uğradı, yollarına dikenler serpildi, taşlandı, doğup büyüdüğü şehirden kovuldu, arkadaşları gözünün önünde hunharca öldürüldü. Nice acılara katlandı, acılarını hep başka acılarla dindirdi. Bütün bu sıkıntılara, bütün bu acılara rağmen ümmetine hep umut oldu. Geleceğe ışık oldu. Bizler 15 asır sonra bile onun yaktığı ışıkla yolumuzu aydınlatıyoruz. Mekke’den kovulunca kendisine bir Yurt bulmakta gecikmedi. Yanında arkadaşları da vardı. Zor günler bekliyordu onları. Yesribliler yardımsever insanlardı, bağırlarına bastılar onları, lokmalarını paylaştılar onlarla. İyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta birbirlerine destek olmak için biatlaştılar. Ve ilk sınavlarını vermek için pusatlarını kuşandılar ve Bedir kuyularının önüne geldiler…

BEDİR MUHAREBESİ (624)

Müslümanlar Mekke’den hicret edince mal varlıkları Mekke’de kaldı. Mekkeliler de Müslümanların mallarını yağmaladılar. Müslümanlar geride bıraktıkları mallarının yağma edilmesini içlerine sindiremediler. Müslümanlar Medine’de yeni bir devlet kurmuşlardır, yeni devletin topraklarından geçerek Suriye’ye ticaret için giden kervanların vergi ödemeleri gerekiyordu. Mekkelilerin kervanının Suriye’den dönüşünü fırsat bilen Müslümanlar Mekkelilerden mallarını geri almak istediler. Ebu Sufyan kervana yapılacak olan baskının haberini önceden alınca kervanın yolunu değiştirdi. Ancak Ebu Sufyan’a yardım için Mekke’den yola çıkan ordu Müslümanlara ders vermek için yollarına devam ettiler. 
Mekkeliler Müslümanlarla Bedir’de karşılaştılar. Çok çetin ve hüzünlü geçen muharebenin galibi Müslümanlar oldu. Mekkeliler yenildiler. Bazı Mekkeliler esir olarak alındılar. Sonra, esirlerden zengin olanlar fidye karşılığı; okuma yazma bilenler on kişiye okuma-yazma öğretmeleri karşılığı, bazıları da karşılıksız serbest bırakıldılar.

Sonuçları

Bedir Savaşı, Müslümanların ilk büyük savaşıdır ve galip gelmişlerdir.
Hz.Muhammed’in dini ve siyasi gücü bu savaştan sonra artmıştır.
Bedir Savaşı’na kadar, tereddüt içinde olan putperest Medineliler bu vesileyle İslamiyet’i kabul etmişlerdir.
Hz.Muhammed’in esirler, yaralı düşman askerlerinin durumu ve ganimetle ilgili uygulamaları, İslâm Savaş Hukuku’na temel oluşturmuştur.

UHUD MUHAREBESİ (625)

Bedir Muharebesi’ndeki yenilgiyi hazmedemeyen Mekkeliler, Bedir’in öcünü almak ve kervan yollarının güvenliğini sağlamak istediler. Bunun için hazırlıklara başladılar. Bir yıl sonra hazırlıklarını tamamladılar ve Medine üzerine yürüdüler. Medine yakınlarındaki Uhud Dağı’nın eteğine kadar geldiler. Çetin bir savaş oldu. Hz. Muhammed'in Ayneyn tepesine (Cebelürrumât) yerleştirdiği ve ne pahasına olursa olsun oradan ayrılmamalarını tembih ettiği 70 okçu yerlerinden ayrılınca; Halit b. Velid arkadan dolaşarak Müslümanları mağlup etti. Hz.Muhammed yaralandı, amcası Hz. Hamza şehit oldu. Hz. Fâtıma, Âişe, Ümmü Eymen, Ümmü Süleym ve Ümmü Umâre’nin de aralarında bulunduğu on veya on dört kadın sahâbî savaş alanına yiyecek ve su getirdi; yaralıların tedavisiyle ilgilendi. Hz. Fâtıma babasının yüzündeki kanları temizlemeye çalıştı ve kanamayı durdurmayı başardı. (http://www.islamansiklopedisi.info/index.php, son çağrı, 24.12.2015) 
Panik anında Ümmü Ümare elinde kılıç ve kalkanla birlikte bizzat peygamberimizi canla başla korudu.  Savaştan kaçmamaları için erkekleri cesaretlendirdi. Müslümanlar toplandılar ve Uhud Dağı’na çekildiler. 
Hz. Peygamber savaştan önce halkıyla istişare yapmıştı. Savunma savaşı yapma niyetini halkıyla paylaşmıştı. Müslümanları Bedir Muharebesi’ndeki başarı şımartmış olmalı ki; Peygamberimiz’e itiraz ettiler. Meydan savaşı istediler. Peygamberimiz onların kararına uydu ve zırhını giydi. Savaşın sonucu mağlubiyetle bitmesine rağmen Peygamberimiz Allah tarafından onurlandırıldı:  “O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”(Al-i İmran 159)

Sonuç

Müslümanların yenilmesinin temel sebebi, Ayneyn Tepesi’ne yerleştiren askerlerin yerlerini terk etmeleridir. 
Mekkeliler, galip olmalarına rağmen, Müslümanları yok edememişlerdir.
Peygamber’in halkıyla istişare etmesi ve istişarenin sonucuna tabi olması, Allah tarafından övülmüş ve yapılacak işlerde istişarenin esas olduğu vurgulanmıştır.
Peygamber’in yaralanması da onun ‘insan–peygamber’ olduğunu gösterir, olağan üstü güçlerle donatılmamış olduğunu ispat eder.
Kadınlar savaş alanında fiili olarak bulundular, kılıç salladılar.

HENDEK SAVAŞI (627)

Bu iki savaştaki Müslümanların başarısı, Hayber Yahudilerini tedbir almaya yöneltmiştir. Müslümanlar güçlenirse o coğrafyada, sıra kendilerine gelecektir. Tedbir almak istediler. Mekkeliler ve çevre kabilelerle ittifak oluşturarak, Müslümanları yok etmek istediler. 12.000 kişilik bir koalisyon ordusu oluşturdular. İçlerinde paralı askerler de vardı. Müslümanların sayısı 3.000 kadardır.

Uhud'da mağlup olan Müslümanlar bu sefer savunma savaşına razı oldular. İranlı bir Müslüman olan Selman-ı Farisi Medine’nin etrafına hendek kazılmasını önerdi. Oy birliği ile kabul edildi ve Medine’nin saldırıya açık olan yerlerine, insanların ve atların, develerin geçemeyeceği genişlikte hendekler kazıldı. Yaklaşık 5,5 km. uzunluğundaki hendeğin genişliği 9 m. derinliği ise 4,5 m. kadardı. (Hamidullah. Hz. Peygamberin Savaşları, s. 132-144).

Uhud Savaşı’ndaki başarıları Mekkelileri cesaretlendirmişti. Hayberliler ve etraftaki diğer kabileler de olunca Müslümanları yeneceklerine olan inançları arttı. Medine içindeki Yahudiler de koalisyon güçleriyle birlikte hareket edeceklerdi. Hz. Peygamber durumdan haberdar oldu ve hemen tedbir aldı. Birkaç yüz kişiden oluşan iki birlikle Yahudi mahallelerinin etrafını kuşattı. Dolayısıyla koalisyon güçleri içerdeki Yahudilerden yardım alamadılar. Çok çetin bir savunma oldu. 

Müslümanlar Allah’ın da yardımıyla gülen taraf oldu: „Ey Peygamber’in iman eden ashabı! Allah’ın üzerinizdeki nimet ve minnetlerini anınız. Hani bir zaman (Ahzab orduları) karşınıza gelmişti de biz düşmanlarınızın üzerine bir yel ve sizin görmediğiniz Melâike ordusu salıvermiştik.„(Ahzab 9)

Hz. Peygamber bu gazveden sonra savaş taktiğini değiştirdi ve Müslümanlara saldırı hazırlığı içinde olan düşman kuvvetlerine onlardan daha erken davranıp hücum etmeye karar verdi. 

Sonuç

Savaş uzadıkça uzadı. Erzaklar azalmaya başladı. Aralarında tam bir anlaşma ve birlik bulunmayan Mekke liderliğindeki koalisyon ordusu istediğini elde edemeyeceğini anladı ve geri çekildi. 
Hendek Savaşı Müslümanların galibiyeti ile sonuçlandı. 
Elde edilen ganimetler oldukça fazlaydı.
Araplar tarafından bilinmeyen Hendek ilk defa burada uygulandı ve başarılı olundu.
Peygamberimiz işlerini istişare ile yapıyor, teklifleri değerlendiriyor ve heyetin kararını önemsiyor.

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI (628)

Hendek Savaşı’ndan sonra Hz. Muhammed barış yapılması için bir adım attı. 5 yılda üç savaş oldukça yıpratıcı olmuştu. Savaşlar Müslümanların moralini bozuyordu. Ayrıca İslâm’ın tanıtım çalışmalarını da engelliyordu. Mekkelilere tabaklanmış deri karşılığında buğday temin edebileceğinin el altından haberini yolladı. Mekke Devleti bu tekliften memnun kaldı. Çünkü onlar da buğday temininde sıkıntı çekmeye başlamışlardı. Mekke ile Medine aralarındaki buzların erimesi için ilk adımlar böylece atıldı. O yörenin buğday ambarı olan kabileler başta Hayber olmak üzere Müslümanların yönetimine geçmişti. 
Daha sonra Peygamberimiz Mekke’yi ziyaret etmek ve Hac görevini yerine getirmek için silahsız olarak yola koyuldu. Savaş istemediği konusundaki samimiyetini de fiili olarak göstermek istiyordu. Müslümanlar sevinç içindeydi. 6 senedir görmedikleri akrabalarını, hanımlarını, çocuklarını göreceklerdi. 
Mekkeliler Hudeybiye denilen yerde, Müslümanların Mekke’ye girişine engel oldular. Burada bir antlaşma yapıldı. Karşılıklı imzalar atıldı. Ancak, antlaşma metni Müslümanların hoşuna gitmedi. İlk bakışta Müslümanların aleyhine gibi görünüyordu bu antlaşma. Hatta üstü başı kan revan içerisinde Müslümanlara sığınan yeni Müslüman Ebû Cendel’in geriye iadesi de Müslümanları fevkalade üzmüştü. Müslümanlar seslerini yükselttiler ve Peygamberimize tavır koydular. 
Peygamberimiz durumu Ümmü Seleme’yle istişare etti. Ümmü Seleme; “Sen git tıraşını ol, kurbanını kes ve geriye Medine’ye dön,  onlar da arkandan geleceklerdir” dedi. Hz. Muhammed tavsiyeye uydu. Müslümanlar da onun arkasından geriye dönmekte gecikmediler. Yolda Fetih suresi nazil oldu. 
Antlaşmanın maddeleri şöyleydi:
1-Müslümanlar Kâbe’yi bu sene ziyaret edemeyecekler, ertesi yıl ziyaret edebilecekler ama bu ziyaretlerinde üç günden fazla kalmayacaklar.
2-Mekkeli bir kimse İslamiyet’i kabul edip, Hz.Muhammed’in yanına sığınırsa, velisinin isteği üzerine geri verilecek, fakat bir Müslüman Mekke’ye sığınırsa geri verilmeyecek.
3-Taraflardan her ikisi de istedikleri kabilelerle antlaşma yapabilecekler, fakat askeri antlaşmalar ve yardımlar yapmayacaklar.
4-İki taraf birbirleriyle on yıl boyunca savaşmayacak. Savaşan tarafların yanında da yer alamayacaklar.

Önemi 

Bu antlaşmayla, Mekkeliler, Müslümanların siyasî varlığını resmen kabul ettiler. 
Bu antlaşmayla İslam’a davetin,  korkudan uzak bir şekilde güven içerisinde yapılması sağlanmıştır.  
Barış ortamının oluşması İslamiyet’e geçişi hızlandı. Etraftaki kabileler hızla İslâm'a geçmeye başladılar. 
Mekke’nin fethine giden yol açılmış oldu.
Güç yetirilemeyecek konularda ısrar edilmemeli, en az zayiatla geriye çekilerek, şartların olgunlaşacağı yeni fırsat kollanmalıdır. Sünnet böyledir. 

HAYBER’İN FETHİ ( 629)

Medine’nin kuzeyinde, Şam ticaret yolu üzerinde bulunan Hayber, Yahudilerin yerleşim merkezi idi. Hendek Savaşı’nın planlayıcısı oldukları için, Müslümanlar açısından tehlikeli olmaya başlamışlardı. Hem Medine'nin güvenliği ve hem de, Şam ticaret yolunun güvenliğini açısından Hayber'in fethedilmesi gerekiyordu. 
Hayberliler daha Hendek Savaşı’nın yaralarını sarmaya fırsat bulamadan Hz. Muhammed Hayber'e girdi ve Medine Devleti’ne bağladı. 
Hayberliler Peygamberimizi ve arkadaşlarını fetihten sonra zehirlemek istediler. Ancak başarılı olamadılar. 

Önemi

Hayber’in fethiyle, Medine'nin ve Şam ticaret yolunun güvenliği sağlanmıştır.
Yahudilere, ödeyecekleri vergi karşılığında ve bir daha arkadan iş çevirmemeleri şartıyla Hayber'de oturma hakkı tanındı. 
Dinlerinde serbest bırakıldılar.

Devam edecek 


Rüştü Kam

HZ. MUHAMMED(I)

Müslümanların peygamber anlayışı farklıdır: Kimisi onu ulaşılmaz biri olarak tanımak ister. Kimisi O’na şefaat misyonu yükler ve işlediği günahların onun vasıtasıyla affedilmesini umar. Yani torpilci peygamber olmasını ister. Kimisi O’nu cıva gibi görür, gerektiğinde duvarı bile delip geçer, O’na kılıç ve balta işlemez. Kimisine göre O olmasaydı dünya yaratılmayacaktı. Kimisi onu sakallı, şalvarlı, sarıklı olarak tasavvur eder. Kimisi eline kılıç verir, kimisi de asa verir. Kimisine göre fakir, miskin birisidir, yiyecek ekmeği bile olmaz zaman zaman sofrasında.
Kimisine göre de O insan peygamberdir. Evlenir, çocuk sahibi olur, bazen ağlar bazen güler. Bazen de yaptığı yanlışlıklardan dolayı yaratıcısı tarafından azarlanır. Bazen de savaşa katılır, yaralanır, dişi kırılır. 
O gerçekten nasıl bir peygamberdir? Okuyalım ve hep beraber düşünelim:

Soyu :
Hz.Muhammed Kureyş kabilesindendir. Zengin bir ailenin çocuğudur. Ailesi Mekke’nin yöneticilerindendir, ileri gelenlerindendir. Dedesi Abdulmuttalip Mekke’nin sayılı zenginlerindendir.
Babası Abdullah, annesi Amine’ dir. 

Doğumu ve Çocukluğu :
571 yılında Mekke ‘de dünyaya gelmiştir. İyi bir eğitim almak için Mekkeli zengin ailelerinin çocuklarının gittiği sütannelik (çocuk yuvası) kurumuna verilmiştir. (İslâm peygamberi; Muhammed Hamidullah; c.1 s. 25 )Eğitiminin tamamlanmasından sonra tekrar Mekke’ye dönmüştür. Ailesi tarafından geleceğin yöneticisi olarak yetiştirilmiştir. Bu durumda o okuması yazması olan birisidir diyebiliriz.  
Doğumundan önce babası Abdullah’ı, altı yaşında da annesini kaybetmiştir.
Annesinin ölümüyle sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in, sonra da amcası “Ebu Talip” in yanında yaşamını sürdürmüştür.
Amcası Ebu Talip’in yanında ticaret hayatını öğrenmiş, Suriye, Habeşistan ve Yemen bölgelerine düzenlenen ticaret amaçlı düzenlenen kervanlara katılmıştır. 

Gençliği :
Hz.Muhammed, müşrik bir toplumda doğup büyümesine rağmen putlara tapmaz, doğruluktan ayrılmaz, yalan söylemez, kimseyi kırmazdı. Akıllı ve olgun davranışlarıyla, doğru sözlülüğü ve güvenilirliğiyle, liderlik vasfıyla,  Kureyşliler arasında saygınlık kazanmıştır. Bundan dolayı Mekkeliler ona “Muhammed-ül Emin” (Güvenilir Muhammed ) demişlerdir. Daha o yaşta saygınlığı herkes tarafından kabul edilen bir kişiliğe sahipti. 
Kâbe tamir edildi. Tavafın başlangıç köşesini belirtmek için Ebu Kubeys Dağı’ndan siyah bir taş getirildi (Hacer ül Esved). Yerine konulması sırasında sıkıntılar doğdu. Her kabile kendi reisleri tarafından taşın yerine konulmasını istiyordu. Kabileler anlaşamadılar. Çözüm için Hz. Muhammed’e başvurdular. O da kimseyi kırmamak için her kabilenin reisini davet ederek, hep birlikte Siyah Taşı yerine koydular.

Hılf’ul Fudul:
Hz. Muhammed 20 yaşında Hılf’ul Fudul Cemiyeti’nin /Derneği’nin yönetim kuruluna girdi: Erdemliler İttifakı demektir. 580'li yıllarda Arap kabileleri arasında süregelen savaşlar sonucunda ortaya çıkan anarşi ortamında, can ve mal güvenliğinin sağlanması, zayıf ve güçsüzlerin korunması, zulmün önlenmesi gibi amaçlarla, toplumda sözü geçen, saygın ve iyi niyetli kişilerin önderliğinde kurulan barış cemiyetidir.
Erdemliler İttifakı sadece tarihsel bir kurum değil, aynı zamanda, farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da, temel ahlâkî ilkelerde anlaşan insanların zulmü engellemek için uzlaşmalarının bir toplumsal zorunluluk olduğunun ifadesi olarak değerlendirilmektedir.
Antlaşma yemini şöyledir:

1- Mekke’de, ister oranın halkından olsun isterse dışarıdan gelen insanlardan olsun, bir kişinin zulme uğradığını gördükleri zaman onunla birlikte olacaklardı.
2- Mazlumun hakkı zalimden alınıncaya kadar zalimin karşısında olacaklardı. Başka bir ifadeyle mazluma hakkı iade edilinceye kadar mazlumla bir tek el gibi -yekvücut- olacaklardı.
3- Deniz, bir tek tüyü ıslatıncaya kadar, Sebir ve Hira dağları yerlerinde kaldığı müddetçe ve maişette (mali durumda) tam bir eşitlik sağlanana dek bu maddeler geçerli olacaktı. (İslâm Peygamberi ;Muhammed Hamidullah;c.1.s.52, İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 141)
Evliliği
Hz. Muhammed 25 yaşında Hz. Hatice ile evlendi. O zaman Hz. Hatice de 28 yaşlarındadır. Hristiyan bir aileye mensuptur. Ticaretle uğraşan zengin bir kadındır ve çocukları olan dul bir kadındır. Eğitimini, Papaz Varaka b. Nevfel ve Osman ibn. Huveyris’ten almıştır. Bu evlilikten dördü kız ikisi erkek olmak üzere altı çocuğu oldu.  (İslâm Peygamberi ;Muhammed Hamidullah; c.1.s.60)

Peygamber oluşu :
Peygamber olmadan önce tek bir yaratıcının olduğunu düşünen Hz. Muhammed, zaman zaman Mekke yakınlarındaki Hira Dağı’na gider, burada düşünceleriyle baş başa kalırdı.
610 yılının Ramazan ayının 27. gecesi ilk vahiy kendisine burada ulaştırılmıştır. Mekke’ye 20 km. uzaklıktadır. Cirane Mescidi’nde vahyin geldiğini söyleyenler de vardır. Ci'râne Mescidi, Mekke ile Tâif arasında, Mekke'ye daha yakın bir mevki olup, burada aynı adı alan bir su kaynağı ve birbirine yakın su kuyuları vardır (Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Beyrut 1977, II, 142).
İlk inen ayetler şöyledir:  “Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir kan pıhtısından yarattı!  Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.…” (Alak Suresi 1-5)

İlk Müslümanlar :
Hz. Muhammed’in çağrısına uyarak O’na ilk tabi olanlara ilk Müslümanlar diyoruz. ‘Sen ne dersen doğrudur.’ dediler ve hemen Müslüman oldular. Ondan sonra da devamlı Peygamber’in destekçisi oldular. Bunlar: Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ebubekir ve Zeyd’dir. 

Mekke Döneminde Meydana Gelen Olaylar :
İslamiyet’in giderek yayılmaya başlaması üzerine Mekkeliler, Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini artırdılar. Bunun üzerine Hz. Muhammed, Müslümanlardan isteyenlerin Habeşistan’a göç etmesine izin verdi. Hristiyan Habeş hükümdarının adaletine inanıyordu. Muhtemelen ticaretle uğraştığı dönemlerde kral Necaşi ile teması olmuştur. 
Mekkeliler, Müslümanlarla her türlü ilişkilerini kesmişler, boykot uygulamışlardır. Bu durum üç yıl sürmüştür. Ancak, ticarî ilişki ve akrabalık bağları gibi nedenlerle boykot 3 yıl sonra kaldırılmıştır.

Sevgili eşi Hz. Hatice ile sevgili amcası Ebu Talip aynı yıl içinde öldüler. Bu ölümlerden sonra Mekkelilerin Müslümanlar üzerindeki baskıları arttı. Bunun üzerine Hz. Muhammed, hem sıkıntılardan biraz da olsun uzaklaşmak ve İslamiyet’i yaymak hem de güvenilir bir yer bulmak amacıyla Taif şehrine gitti. Ancak Taifliler Hz.Muhammed’e iyi davranmadılar. ‘Anlattıkların doğru olsaydı Mekkeliler ve akrabaların sana inanırlardı.’ dediler ve Taif’ten kovdular. 

Hz.Muhammed Taif dönüşü Mekke’ye giremedi. O zamanın örfüne göre, İzinsiz Mekke’yi terkedenler geriye dönerlerse bir kişinin kefaleti olmadan Mekke’ye giremezlerdi. Peygamberimiz Mekke’ye Mut'im bin Adiyy'in himâyesinde girmiştir. Mu’tim müşriktir. Ancak adalet sahibi mert ve cesur bir müşriktir. 

Akabe Biatları (Sözleşme):
Taif deneyiminden sonra Hz. Muhammed, ticaret ve Hac ibadeti için Mekke'ye gelen yabancılara tebliğ yapmak istedi.  Açıktan bu görevini yerine getiremediği için Mekke’nin gözden ırak köşelerine çekiliyor davet çalışmalarını oralarda yapıyordu. Amacı mümkün olduğunca çok insana ulaştırmaktı. Bundan dolayı Mekke’ye gelen her kafileye yaklaşıp onlara İslâm’ı anlatıyor ve kendisini ülkelerine davet etmelerini istiyordu. Medine’den gelen ve Hz. Muhammed’in anne tarafından akrabası olan Hazreç kabilesine mensup altı kişiyle görüştü. Hac ibadeti için Mekke’ye gelmişlerdi.  Görevini anlattı onlara, onlar da dikkatli bir şekilde dinlediler. Evs Kabilesi’yle de problemli oldukları için Hz. Muhammed’in teklifine sıcak baktılar. Prensipte İslam'ı kabul ettiler ve Hz. Muhammed’e bağlı kalacaklarına ve sözlerini tutacaklarına da söz verdiler. Bu olaya ”I. Akabe Biatı denilir (M.S.621).” Ancak kabile halkıyla istişare etmeleri gerekiyordu. Mekke'den dönüşlerinde duyduklarını Medine halkına anlatmaya başladılar. 

Bir senelik çalışmanın sonunda Medine'den 72 kişi geldi (622). Hz. Muhammed’le Akabe’de bir araya geldiler. İslamiyet’in buyruklarını yerine getireceklerine ve Hz. Muhammed’le birlikte çalışacaklarına dair yeniden akitleştiler. Ve Hz. Muhammed'i Medine’ye davet ettiler. Bu olaya da II. Akabe Biatı denir. Akabe Biatları, Müslümanların Mekke’den Medine’ye göç etmesine zemin hazırlamıştır. 

Hicret(622-Eylül):

Hz. Muhammed’in, Müslümanlarla birlikte Mekke’den Medine’ye göç etmesine “Hicret” denir.
Mekke’den Medine’ye göç edenlere “Muhacir”, Medine’de onları karşılayıp yardım edenlere “Ensar”  denir. Peygamberimiz önce yol arkadaşı olarak Hz. Ebu Bekir'i seçti. Kendisinde bulunan emanetleri sahiplerine teslim etmek için de Hz. Ali'yi yerine vekil tayin etti. sonra da Hicret için bir plan hazırlandı ve sonuna kadar bu plana sadık kaldı. Planı yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir’le birlikte yaptılar. Plana göre; Mekke’den Medine istikametine değil ters istikamete doğru yola çıkılacaktır ve Sevr Mağarası'nda 2 gün kalıe Anayasası (Emirnamesi) hazırlanarak uygulamaya koyuldu
4-Hz. Muhammed, Medine’deki Arap ve Yahudi kabileleriyle görüşerek toplumsal barışı sağladı.
5-Böylenacaktır. Bu arada Mekke’de ne olup bittiğini Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman ve kızı Esma gizlendikleri mağaraya getirecektir. Beraberlerinde yiyecek ve içecek de getireceklerdir. Üçüncü günün sabahında Abdullah b. Uraykıt 2 deve ile birlikte Sevir Mağarası’na gelecek ve onun rehberliğinde Medine’ye doğru yola çıkılacaklardır. Bütün bu hareketlilikten dolayı meydana gelen ayak izlerini de Ebu Bekir’in çobanı Abdullah b. Fuheyra koyunlarını Sevr’e doğru sürerek kaybettirecektir. Plan harfi harfine uygulanmış ve Hz. Muhammed de böylece Medine’ye vasıl olmuştur. 

Sonuçları :
1-Hicret’ten sonra İslamiyet hızla yayılmaya başladı.
2-Hz. Muhammed ve Müslümanlar, Mekkelilerin baskısından kurtuldu.
3-Medince Medine Site Devleti’nin temelleri atılmış oldu.
6-Hicret Hz. Ömer tarafından Hicri takvimin başlangıcı olarak kabul edildi.

Devam edecek



Rüştü Kam

7 Aralık 2015 Pazartesi

VAHY-İ GAYRİ METGLÜV 2015

Müslümanların çektikleri sıkıntılardan biri de vahy-i gayri metlüv anlayışındaki istismardır. Kur’an dışı vahiy. Yazılıp okunmayan vahiy demektir. Şeyhliğini ilan edenler, kendilerine vahiy geldiğini söyleyerek Resul olduklarını iddia edenler, ilham alarak Allah’ın vahyine muhatap olduğunu söyleyen keramet ehli(!) veliler bu Kur’an dışı vahyin ürettiği insanlardır. İhsan Eliaçık konuyu çok güzel bir şekilde işlemiş. Okuyalım:

“Dikkat ederseniz, “insanın Allah ile konuşması” pek garipsenmez de, “Allah’ın insan ile konuşması” garipsenir hatta infialle karşılanır. Acaba neden? Çünkü sütten ağzımızın yandığı için artık yoğurdu üfleyerek yemekteyiz…
Yani “İstismar edilir, önüne gelen peygamberlik iddia eder” gerekçesiyle Allah’ı dilsiz bir Tanrı haline getirmek pahasına “Allah kimseyle konuşmaz” demekteyiz. Oysa Kur’an “Allah beşerle konuşur…” diyor. (Şura 51-52).

Yaşayan Kur’an esprisi çerçevesinde, bu konuşmanın bugün de oluyor alması lazım. Aksi halde bu ayetin bugün için bir anlamı kalmıyor ve boşluğa düşüyor. Hâlbuki Yaşayan Kur’an esprisi, Kur’an’ın hiçbir ayetinin boşluğa düştüğünü kabul etmez ve realitede bir şekilde karşılığını arar…

Peki o zaman sorun nedir?
Allah ile konuşma “dindarın” dili olarak kalsa sorun değil; “simsarın” dilinde sorun oluyor.
Ne demek dindarın dili, simsarın dili?
Dindarın dili, Kur’an’a paralel olarak her şeyi Allah üzerinden anlatan bir dildir: “Allah yardım etti, Allah korudu; verilmiş sadakamız varmış, Allah ile mazlumun arasında perde yoktur, Allah ‘Yürü ya kulum’ dedi, Allah söyletti” vs. diye konuşur. Gündelik hayatta çokça kullanırız; kimse bunu sorun etmez.

Fakat simsar, bu dilden misyon çıkarır. Örneğin profesyonelce “Bunu Allah ‘bana’ söyledi/yazdırdı” diyerek kendine özel hale getirip tekelleştirir.
Dindarınki anonim bir dildir. Sadece kendisine yönelik anlamaz. Havayı herkesin soluması gibi Allah’ı da herkesle konuşur görür. Nefes alıp verdiğimiz hava nasıl tek bir kişinin tekeline alınamazsa, ilahî nefes (konuşma/sesleniş) de tek bir kişinin tekeline alınamaz. Her meselenin Allah üzerinden anlatılması bu kavrayış nedeniyledir ki tamamen doğrudur.
Simsarınki ise kişiye özeldir, tekelcidir. Allah başkasıyla değil; sadece onunla konuşmuştur ve ona bunları özel olarak yazdırmıştır. Dindar simsara adeta şöyle der: Allah her kuluna ilham eder, söyletir… Neden sadece sen?”

Kur’an böyle simsar örnekleriyle doludur. Başta müşrikler olmak üzere Yahudilerin, Hristiyanların ve bir çok eski dünya dininin, Allah’a yakıştırmalarda bulunduklarını, iftiralar attıklarını yani demediği şeyi uydurduklarını söyler. Allah’ın öyle demediğini, yakıştırmalarından uzak olduğunu ısrarla vurgular.
Şunu demek ister: Evet, Allah “Yaşayan ve Konuşan Tanrı”dır. İnsanlarla konuştu/konuşuyor. Fakat o iddia ettikleri gibi değil. Onlar yalan söylüyor, iftira atıyor!
Yani Allah’ın insanlarla konuşmadığı/konuşmayacağı değil; konuştuğu/konuşacağı ve fakat öyle demediği/demeyeceği vurgulanır.
İşte bunun için İslam dil, tarih ve kültür evreninde insanın Allah ile konuşma (yakarış, dua, istek, dilek) kapısı açık tutulurken, tersi kapatılmıştır. Güvenlik gerekçesiyle içtihad kapısının kapatılması gibi, istismar gerekçesiyle de Allah’ın insanla konuşma kapısı kapatılmıştır. Sanki biz kapatmakla kapanıyormuş gibi…
Hal böyle olunca, Allah, boyuna susan dilsiz bir Tanrı gibi olmuştur. Artık karşınızda “ebedi sükûnete” çekilmiş, adeta emekliye ayrılmış, yeryüzünde kıyametler kopsa, mahşerler kudursa da susan ve hep susacak olan bir Tanrı vardır.
Hâlbuki Kur’an Allah’ın “Yaşayan” (Hayy) ve “Konuşan” (Mütekellim) bir Tanrı olduğunu ısrarla vurguluyor. İnkârcıları ise “ölmüş tanrılara” (16/20-21) ve dualara icabet bile edemeyecek “dilsiz tanrılara” inanmakla suçluyor. Örneğin Hz. İbrahim bu dilsiz tanrılar için soruyor: “Şu en büyüğüne sorun bakalım, eğer dili varsa?” (Enbiya; 21/63)

Görülüyor ki Kur’an’ın tanrısı, gündelik hayatla ilgilenmeye tenezzül etmeyen, göğün derinliklerinde sessiz sükûnete çekilmiş, vurdumduymaz ve keyfemayeşa bir tanrı değildir. Bilakis aktüel hayatın içinde, olaylara anbean tepki veren, acılara, ızdıraplara, yakarışlara, dualara son derece duyarlı, ilkeleri olan, icabında insanların gören gözü, işiten kulağı, haykıran sesi, yürüyen ayağı olabilen, yaşayan, konuşan, “insanlıkla birlikte yürüyen” dinamik bir tanrıdır.
Böylesi bir tanrı anlayışında, Allah’ın susması veya konuşsa bile bir dönemden itibaren bunu sona erdirmiş olması, bir daha zinhar kimseyle tek kelime etmemiş ve de etmeyecek olması düşünülebilir mi?
Tam tersi Allah insanlarla hep konuştu, konuşuyor, konuşacak!
Tarih boyunca hiç susmadı, susmuyor, susmayacak!
Çünkü biz yaşayan (Hayy) ve konuşan (Mütekellim) Allah’a inanıyoruz.
Dindarın dili bunu ifade ediyor.

Hem insana şahdamarından daha yakın olan, insana fucuru ve takvayı (seçecek yeteneği) ilham etmekte olan, tüm zamanlarda ve mekanlarda “Yaşayan ve Konuşan Tanrı”ya (Hayy, Mütekellim) inanacaksınız, hem de O’nun insanlıkla konuşmasını yedinci yüzyılda sona erdirdiğini söyleyeceksiniz!?
Burada bir sorun yok mu?
Var var olmasına da, bu seferde “Her Allah benimle de konuştu/konuşuyor diyene peygamber mi diyeceğiz?” sorusu bizi bekliyor…

Peki bu sorunu nasıl çözeceğiz?
Kanımca yukarıda bahsettiğim “dindarın dili” bu sorunu çözme potansiyeline sahiptir. Onu geliştirmeli, derinleştirmeli ve işlemeliyiz. Öyle bir şey olmalı ki hem Allah herkesle konuşuyor olmalı, hem de her konuşana peygamber denmemeli!
Böyle olursa ancak hem Allah, hem de peygamberlik gereği gibi takdir edilmiş olur. Aksi halde, şu ana kadar yapıldığı gibi “İstismar olur, önüne gelen peygamberlik ilan eder” gerekçesiyle Allah’ı dilsiz bir Tanrı yaparız.
Böylesine hayati bir konunun Kur’an’da ele alınmamış olması düşünülemez herhalde, değil mi?
Kur’an’ın bu konuya özel bir önem verdiğini ve esaslı bir açıklama yaptığını görüyoruz. Burada ne dendiğini iyi anlarsak, hem Allah’ın herkesle konuşuyor olduğunu, hem de her konuşulanın peygamber demek olmadığını kavramış olacağız.

Bakın nasıl…
“Allah beşerle ancak vahyederek konuşur yada/yani perde gerisinden yada/yani dilediğini ona vahyedeceği bir elçi seçerek konuşur. Allah çok yücedir, çok bilgedir. İşte sana da iş ve oluş deryamızdan hayat veren bir mesaj vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Ama Biz bu hayat veren mesajı ışık saçan bir aydınlık yaptık. Onunla kullarımızdan lâyık gördüğümüzü doğru yolda yürüteceğiz. Sen de bu doğruluk ve dürüstlük yolunda yürüyorsun; bundan hiç şüphen olmasın.” (Şura; 42/51-52)

Görüldüğü gibi ayette birbirini açan üç konuşmadan bahsediliyor: İlham ederek (vahyen), perde gerisinden (verâi’l-hicâb) ve elçi seçerek (yursile resûlen)…
Kanımca bu ayet son derece dinamik, yaşayan, aktüel bir durumu betimliyor. Yani Allah’ın tarih boyunca ve elân (şimdi, şu an) insanlıkla ne tür bir iletişim (mukâleme) içinde olduğunu anlatıyor.
Şimdi, genelden özele, çoktan aza, anonimden kişisele, en genişten en dar çerçeveye doğru birbirini tefsir eden ve her biri bir iletişim demek olan bu “konuşma derecelerini” bakalım:

İLHAM EDEREK: Vahiy “fısıldamak” demek olduğuna göre yani fısıldayarak, insanoğlunda içsel bir ses oluşturarak, vicdanının sesini dinleterek konuşur. Ya da ilham “yudumlamak” demek olduğuna göre yani suyu yudumlayarak içmemiz gibi yudum yudum insanoğlunun içine ilham düşürerek, akıl ve fikir doğurarak, takvayı ilham ederek konuşur. Konuşmanın bu derecesi istisnasız her beşerde vardır.
Buradaki “vahiy” kelime anlamında ve “ilham” manasında kullanılmaktadır. Çünkü vahiy aynı zamanda ilham demektir. Sonraki resul seçerek konuşmada bir kez daha kullanılan vahiyle karışmasın diye “ilham” sözcüğünü kullanıyoruz. Oysa bu da bir tür konuşmadır…
Bu tür vahiy/ilham tüm canlılarda var olan fıtratı ve doğallığı ifade eder. Zira tüm böcek, hayvan ve her kımıldayan canlı Kuran’ın vahiy/ilham dediği içgüdüsel bir güç taşır. Zekeriyya’nın arkadaşlarına vahyi (19/11), şeytanlar arasında vuku bulan vahiy (6/ 112- 121), Allah’ın arıya (16/68), göklere (41/12), yeryüzüne (95/5), Musa’nın annesine (20/38) vahyetmesi, fucuru ve takvayı ilham etmesi (91/8) gibi… Böylece her varlık mertebesinde farklı bir aşama muhafaza edilmekle birlikte içgüdüsel (doğal) vahiy/ilham, insanda akıl, vicdan, gönül, yürek ve zihin ile aynı kategoriye konulmuş olur.
Nitekim bir hadiste “Kim içinde hakka(gerçeğe/adalete), hayıra (erdeme) ve iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allah’a hamdetsin. Kim de içinde kötülük ve inkara çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.” buyurulur. (Tirmizi; Tefsir, 2991).

Demek ki insanoğlunun içinde varolan iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, gerçeğe, adalete ve merhamete dair bütün doğal vahiyler/ilhamlar (içsel sesler) Allah’tandır. “İster Allah deyin, ister Rahman bütün güzel isimler O’nundur.” ayetinde geçtiği gibi, ister doğulu ister batılı, ister güneyli ister kuzeyli, ister Müslüman ister Hristiyan, ister Arap ister acem “vicdandan gelen” her ses O’ndandır. Allah bu noktada istisnasız her insanla “vicdanının sesi” yoluyla konuştu/konuşuyor. Fakat çoğu insan bunun farkında değil. İçindeki bu sesi uyutmakta ve batıl bağımlılıklara kendini kaptırarak köreltmekte, karartmaktadır.
Bize düşen birbirimize bu içsel sesi (potansiyeli) hatırlatmaktan (zikr) ibarettir. Yoksa kendi içsel sesimiz üzerine tekel kurup, “Başka kimsede yok, bu sadece bana özel” demek değil…
Kur’an’da “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” (Elestü birabbikum) diye sorulup “Dediler ki evet” (Galu bela) diye cevap verilen diyalog, Allah’ın insanoğlunun iç dünyası (ruhu, fıtratı, vicdanı) ile temsilî konuşmasıdır. Her insanda varolan bu fıtrî potansiyeli (doğal vahyi/ilhamı) hatırlatır. (Bkz. ‘Galu beladan beri Müslümanım’ ne demek” başlıklı makale).
Demek ki ayet, Allah’ın insanla nasıl konuştuğuna dair ilk önce genelleme yaparak, bütün herkeste varolan doğal potansiyele atıfta bulunarak başlıyor. Bu bir insana örneğin “Sen doktor, mühendis veya genetik uzmanı olabilirsin. fıtratında/doğanda bu var.” demeye benzer… Arkasından “Fakat bunu geliştirmelisin, bu yönde derinleşmelisin (perde gerisine inmelisin). Böylece alanının uzmanı, yıldızı (elçisi) haline gelebilirsin.” demek gelecektir.

Buradaki durumu Peygamberimizin “Kim içinde hakka(gerçeğe/adalete), hayıra (erdeme) ve iyiliğe çağıran bir ses duyarsa” ifadesi ne güzel açıklıyor. Anlatmaya çalıştığım tam da bu.

PERDE GERİSİNDEN: Verâi’l-hicap gizli, gömülü, saklı olanın içine girmek, derinine dalmak demektir. Dikkat edilirse evrende her şey sanki bir perde ile örtülmüştür. İnsan bedende, tohum toprakta, meyve ağaçta, civciv yumurtada, mineraller suda gizlidir. Ortalama insanlar bunları yüzeysel görür. Fakat bu perdeyi aşıp, gerisine inebilenler orada işleyen düzeni görürler, onun bilgisine ulaşırlar. Yeni mekanik düzenin bir mucidi, evrenin şimdiye kadar gizli kalmış yönlerini ortaya çıkaran bir kâşif, güzel bir senfoni yazan müzisyen vb. bunların tümü kendi alanlarında perde gerisine inmiş kişilerdir. Allah onlarla da keşfettikleri şeyler yoluyla konuştu/konuşuyor. Zaten “keşf” perdeyi kaldırmak demektir.
Simsarın dili ilk burada ortaya çıkar. Bazı insanlar birinci şıktaki doğal vahiy/ilhamdan öte, perde gerisine indiklerini, aradan perdeyi kaldırarak bazı şeyleri keşfettiklerini, kendilerine özel vahiy/ilham geldiğini söylerler ve bundan dolayı kendilerine özel bir misyon biçerek simsarlaşabilirler.

Bunu anlamak için perde gerisine inmenin yani keşfin test edilebilir olması gerekir. Yani perde gerisine indiğini iddia eden kişinin, aynı tecrübenin başkaları tarafından da tekrarlanabilir olduğunu ispat etmesi gerekir. Örneğin suyun 99 derecede kaynadığını, yer çekimi kuvveti olduğunu perde gerisine inerek (görünenin ötesine geçerek) keşfettiğini iddia eden birisi, aynı keşfi herkesin görebileceği şekilde ispat etmesi gerekir. İspat edemezse iddiası sadece kendini bağlar.
Aynı şekilde Allah ile perde gerisine inerek (keşf yoluyla) konuştuğunu ve kendisine bilgi verildiğini iddia eden birisi de, bunu, herkesin tecrübe edebileceği şekilde ispat etmesi gerekir. Aksi halde söylediği sadece kendini bağlar. Bunu peygamberlikten ayırmak için kelam kitaplarında “İlham, keşf ve rüya ‘dinde’ delil olmaz” denmiştir ki az sonra gelecek…

ELÇİ SEÇEREK: Vahiy birinci şıkta kelime anlamıyla ve ilham manasında kullanılırken burada ıstılahi (terim) anlamında kullanılmaktadır. Vahyin/ilhamın en üst derecesidir. En üst derecede fıtrî/doğal melekelerin tümü birden kendisinde uyananlar, insanların liderleri ve rehberleri olurlar. Bu liderler insan hayatının dini ve dünyevi her alanında görülürler. İstisnasız tümü aydınlanmaya ulaşırlar. Her biri kendi alanının yıldızı (elçisi) haline gelirler. Peygamberin bunlardan farkı çalıştıkları alanın farklı olmasıdır. Manevi tabipler olan peygamberlerin ilk ve asıl fonksiyonu insanların manevi ve ahlaki hayatlarını yeniden kurmak ve düzenlemektir.
Demek ki bu derecede vahiy insanın vicdan, akıl, gönül, yürek, kalp ve zihin kapasitesinin tümünün birden “taşması” sonucu ortaya çıkıyor. Bu durumda Allah, benliği genişleyen, iç dünyası taşan kişi ile ilişki kuruyor ve onun temiz vicdanı ve saf yürek temizliği üzerinden insanlığa sesleniyor. Peygamber bu sesleniş ile tarihin meydanına çıkıyor ve kendini peygamber olarak dünyaya tanıtıyor. İddiasının arkasında durarak gerekirse savaşıyor. Böylece peygamber tıpkı arı gibi “Rabbinin yollarında yürüyor.”

Şu halde Müslüman da tıpkı arı gibi Allah’ın yolunda yürümelidir. Aslında Allah bu yolu insanlığa göstermekte (hidayet) ve doğru yolda yürümek için bize Kuran’ın ta ilk başında fatiha suresinde dua ettirmekteydi; “Bizi doğru yolda yürüt”. İşte o yürüme bu yürümedir. Arının yaptığını yapmalı ve tabiî ve fıtrî olan yollardan yürümeliyiz. Bu yol aynı zamanda Kur’an lisanında “ahd-i misak” olarak tanımlanmıştır. Yani vicdanen, fıtraten, yaratılıştan bizde var olan fıtratın, vicdanın sesinin, sağduyunun, Âdeme öğretilen esmanın yolundan yürümek… Sık sık vicdanımıza dönmek ve buradan gelen sese (galu bela) kulak vermek… İşte vahiy bu sesin bir “el-emin” de zaman, mekân ve şartlar iyice kıvama erdiğinde, derunî bir varoluş sancısı ve yüksek derecede bir metafizik gerilimle fışkırıp taşmasıdır. Bu taşma hem vicdanın ve merhametin insanoğlunda canhıraş çığlığa dönüşmesi, hem de Allah’ın bir el-eminin saf yürek temizliği üzerinden insanlığa seslenişidir.

Bu durumda “Arı bal yaptı” dememizle “Allah bal verdi” dememizin aslında aynı şey olması gibi, “Vahiy peygamberin vicdanından taştı” demekle “Allah peygambere vahiy gönderdi” demek bir ve aynı şey olur. Yani peygamberlik bir yüzüyle tümden kesbî, öteki yüzüyle tümden vehbîdir. Bu ikisi aynı anda, (hemdem, senkronik) olmaktadır. Tıpkı doğal dilde “Kısırdım, on yıl çocuğum olmadı. İlaç tedavisi gördüm. Sonunda tüp bebek tedavisi ile çocuğum oldu” demenin, dindarın dilinde “Allah bizi on yıl imtihan etti, sonra nur topu gibi bir çocuk ihsan etti”ye dönüşmesi gibi. Aslında bu ikisi aynı şeydir… Yine tıpkı “Yağmur yağıyor” demekle “Rahmet yağıyor” demenin aslında aynı şey olması gibi… İbn Rüşd’ün tabiriyle söylersek, ilki bürhanî (doğa, akıl, felsefe, bilim) dili, diğeri hatabî (din, vahiy, manevî) dildir ve her ikisi de aynı memeden süt emmektedirler.
Bunlar arasında çelişki yoktur. Bu nedenle “Vahiy vehbî mi kesbî midir?” diye tartışanlar yanılıyorlar. Bu ikisi aslında aynı şeydir. Bir gerçeğin iki ayrı yüzü; iki ayrı dille ifade ediliş biçimidir.
Son günlerde Abdülkerim Suruş’un tartıştığı biçimde söyleyecek olursak “Kelâm-ı Muhammed” ile “Kelâmullah” bir ve aynı şeydir. Kur’an’ın kendisine hem Kavli Resulin Kerim (şerefli bir peygamberin sözü) (69/40), hem de Allah’ın Kelamı (2/75, 9/6) demesi bunu gösterir…

Yeri gelmişken usule dair bir ara hatırlatma: Fizik-fizik ilişkisi ile fizik-metafizik ilişkisini kurmada aynı mantığı kullanamayız. Yani doğa-insan, insan-insan, tarih-insan ilişkisi düz mantık dediğimiz surî mantıkla kurulabilir. Fakat Allah-insan, Allah-alem, Allah-peygamber ilişkisinde bu mantık geçersizdir. Burada paradox dediğimiz çelişik mantık kullanılır. Düz mantık “ya bu ya şu” diye işleyen mantıktır. Çelişik mantık ise “hem o hem bu” şeklinde işler.
Örneğin “Vahiy peygambere mi aittir (kesb) yoksa Allah’a mı aittir (vehb)” sorusunu düz mantıkla çözmeye çalışırsanız baltayı taşa vurursunuz. Aynı şekilde “Kulun fiilleri insana mı aittir (ihtiyar) yoksa Allah’a mı aittir (kader)” sorusu da böyledir. Çünkü konu Allah-peygamber, Allah-insan ilişkisi ile ilgilidir. Klasik kelam okulları (Eş’ari-Mutezile) düz mantıkla bu ilişkiyi çözmeye çalıştıkları için baltayı taşa vurmuşlardır. Hala aynı mantığı sürdürüp durmanın ne manası var?

Şu halde…
Allah insanla tarih boyunca konuşmuş, şimdi de konuşmaya devam etmektedir. Yaşayan ve konuşan Tanrı’ya inanıyorsanız bu böyledir. Kur’an bunun ne şekilde cereyan ettiğini aktarmaya çalıştığımız konuşma biçimleri (doğal vahiy/ilham, perde gerisini keşf, elçi seçerek vahiy) ile açıklıyor.
Bunların hepsi Allah’ın insanla konuşmasıdır. Bütün insanlar, meslekler ve sanatlar için geçerlidir. Etrafınıza bakın her insanın doğumundan ölümüne bu süreci takip ettiğini görüsünüz.
İnsanoğlu önce bir beşer olarak doğal potansiyel (akıl/vicdan/vahiy/ilham/keşf) ile doğar. Bir çok insan bunları içinde uyutur. İnsanların ancak bir kısmı derine dalar yani perde gerilerine inip bunları inkışaf ettirir. Bunların içinden de daha az kısmı bu yolda ilerleyerek derinliklerine daldığı alanın uzmanı, yıldızı, söz sahibi, bir numarası, elçisi olur. Bunlar dini ve dünyevi bütün alanlarda görünürler ve böylece insanların önderleri, liderleri, rehberleri olurlar.
Ele aldığımız ayette, insanoğlu ile bu türden ilişki süreçleri anlatılmaktadır. Bunu, sadece Ortadoğu’daki İbrani ve Arap kültürünün kodları içine hapsederek anlamak yerine bütün insanlığı kapsayacak şekilde açmalıyız. Çünkü Allah’ın İbranilerle veya Araplarla değil; “beşer” ile konuşmasından bahsediliyor.

Bu süreçleri Hz. Peygamber’in hayatına uygularsak durum şöyle olur: Her insan gibi Hz. Muhammed de bir beşer olarak doğmuştur. Ayette geçen Allah’ın bir beşerle konuşma süreçlerini yaşamıştır.
0-35 yaş arası dönem, ayetin ilk şıkkındaki doğal vahiy potansiyeli taşıyarak yaşadığı dönemdir. Bu dönemde Hilfu’l-Fudul’e girmiş, iyilik, doğruluk ve adalet adına bir çok iş, icraat ve söylemde bulunmuştur. Hepimiz gibi bu dönemde iyilik ve adalet adına söylediklerinin tamamı Allah’tandı.
35-40 yaş arası beş yıllık dönemde dağlara çekilerek derinlere dalmıştır. Yani perde gerisine inerek bir takım keşfler yaşamış, kendi iç dünyasına dönmüş, yalnızlığa bürünmüş (müddessir) ve vicdanının sesini dinlemiştir.
40-63 yaşları arasındaki 23 yıllık dönemde ise, tabiri caizse dini, ahlaki ve manevi alanın yıldızı haline gelmiş, büyük ve ağır sorumlulukların altına girmiş (müzzemmil) ve elçi seçilerek kendi halkı üzerinden tüm insanlığa seslenmiştir.
İslam kültür muhitinde böyle öne çıkan (seçilen) yıldız kişilere değişik derecelerde övücü isimler verildiğini görürüz: Fahr-i Kainat (Evrenin övüncü), Necmuddin (Dinin yıldızı), Seyfullah (Allah’ın kılıcı), Kelimullah (Allah’ın sesi), Halilullah (Allah’ın dostu), Habibullah (Allah’ın sevgilisi), Esedullah (Allah’ın arslanı), Nuru’l-Hakk (Gerçeğin/adaletin ışığı) vb.
Bunların hepsi dindarın dilinde anonimdir yani bir işte öne çıkmayı, o alanda yıldız haline gelmeyi (elçi seçilmeyi) ifade eder.

Demek ki ayette, Allah’ın beşerle konuşma dereceleri genelden özele doğru birbirini açarak betimleniyor: ilham (doğal vahiy), keşf (perdeyi kaldırma) ve özel vahiy (elçi seçerek)… İlki tüm insanlara, ikincisi alanında derinleşenlere, üçüncüsü de seçilmiş peygamberlere mahsustur.
Bunların üçü de Allah’ın beşerle konuşmasıdır. Aralarında derece ve yoğunluk farkı vardır. Nitekim Hz. Peygamber “Mü’minin rüyası, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür.” (Buhari: Ta’bir 4; Muvatta: 1, (2, 956) yahut “İ’tidal (adaletli olmak), teenni (ileriyi düşünmek, tedbirli gitmek), hal ve gidişi iyi olmak peygamberliğin yirmi dört cüzünden bir cüzdür.” (Muvatta: Şi’r, 17; Ebu Davud: Edeb, 2) derken bunu anlatmaktaydı.
İnsanoğlu (beşer) bu şekilde iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair- aralarında derece ve yoğunluk farkı olmasına rağmen- her ne şey söylüyorsa Allah’tandır: Şairler ilham alarak, filozoflar fikir üreterek, arifler müşahade ederek, bilim adamları keşfederek, peygamberler vahiy alarak…

Bunlar arasında “dinî” anlamda bağlayıcı olan yalnızca peygamberin vahyidir. O da, insanlıkta doğru namına ne kalmışsa hepsini tasdik edip sürdüren (el-Musaddık) Kur’an’da toplanmıştır.
Demek ki vahiy (ilahi fısıltı/ilham/ses) herkese açıktır; fakat her vahiy alan peygamber değildir!
Peygambere gelen vahiy, içerik bakımından değil; kaynak bakımından test edilemez olduğu için, muhataplarının ölçüp biçme ve inanıp inanmama özgürlüğü vardır. Zira dinde zorlama yoktur! Peygambere gelen vahiy tarihin, hayatın ve tabiatın gerçekleri ile çelişmez. Başka bir deyişle kavlî ayet kevnî ayetle ters düşmez. Birbirini açar, tefsir eder
Keza Şah Veliyyullah Dehlevi’nin tasnifi ile yeryüzünde hak dinin şiarları; Kur’an, Hz. Muhammed, Kabe ve Namaz yeryüzünden silinip gitmedikçe (nesh) yeni bir peygambere gerek yoktur, ihtiyaç da yoktur. Bilakis peygamberi söylemlere ve eylemlere ihtiyaç vardır.

Yani onun getirdiklerini, yine onun izinden yürüyerek yeniden dünya gündemine taşıyacak, tıkanıklıkları aşacak, donmaları çözecek, türedi tabuları yıkacak, haham zincirlerini kıracak, hurafeleri temizleyecek yenilenmelere (tecdid) ihtiyaç vardır. Hak dini olanca sadeliği, basitliği, akla ve vicdana hitap ederliği ve tüm insanlığı gözetirliği ile ortaya koyacak yeniden inşalara ihtiyaç vardır. Ki bu da oturup mehdi, mesih, peygamber beklentileriyle değil; kollektif bir çabayla yani onlarca, yüzlerce yenilikçinin (müceddid) gayreti, alın teri, emeği, söylemi ve eylemi ile başarılabilecek bir iştir…
Peygamberi söylemler ve eylemler, kendinden önceki peygamberleri tasdik etmeleri, onlarla aynı kandilden konuşmaları (söylem birliği), aynı inanç ve ilkeleri getirmeleri (iman ve amel birliği), erdemli ve dürüst (el-emin) bir hayat sürmeleri ve yaptıkları karşılığında ücret istememeleri (dinden servet yığmamaları) ile tanınırlar…

Dikkat ederseniz, her Âdem (beşer/insan), nefes alıp verme yoluyla havayı solur. Böylece yaşam soluğu (ruh) her Âdeme hayat bahşeder, can verir… Keza üzerine ölü toprağı serpilmiş her halka Allah, hayat (ruh) dolu mesajlarla yaşam bahşeder, can verir. “Allah Âdem’e ruhundan üfledi (üflüyor)” bu demektir. Zira her insan bir Âdem, her halk da bir Âdem topluluğudur.
Keza her Meryem, rahminde (sevgi ve merhamet yuvası) besleyip büyüterek yeni bir can doğurur. Böylece Nefes-i Rahmânî (sevgi ve merhamet nefesi/soluğu) her kadın rahminde yeni yaşamlar yaratır. “Allah Meryem’e ruhunu ulaştırdı (ulaştırıyor)” bu demektir. Zira her doğan nasıl bir Âdem ise, her doğuran da bir Meryem’dir. Bunun için de her doğan çocuk (İsa) da Âdem gibidir.
Ve her insan, iç dünyasında iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair vicdanî sesler duyar. Buradan ilhamlar alınır, karanlığın perdeleri yırtılır ve bir tanyeri (fecr) atanda nice güneşler doğar. Böylece insanlıkta nice büyük destanlar yazılır. “Allah beşerle… konuşur” da bu olmak icap eder.

Bütün bunlar dün oldu, bugün oluyor, yarın da olmaya devam edecek: “O, her an bir iş ve oluşta…”, “Sürekli oluş (kevn) ve yeniden yaratılış (halk-ı cedid) halinde…”
Yaşayan (Hayy), yaşam/ruh veren (Muhyi) ve konuşan (Mütekellim) Tanrı yalnızca Allah’tır!
Diğerleri ölmüş, ruhsuz ve dilsiz birer putturlar! İnsanlığın acı ve ızdıraplarına cevap veremezler. Ne ilham ederek, ne karanlığın perdelerini yırtarak, ne de güneşler, yıldızlar doğurarak insanlıkla birlikte yürüyemezler.

Oysa Allah insanoğlunun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı ve haykıran sesi olur. (Buhari; Rikak 38). Böyle binbir çeşit esması ile hiç durmadan zuhur eder.
Allah’ın kapıları her insana açıktır. İnsandır Allah’a kapısını kapatan!”