9 Temmuz 2015 Perşembe

RİZE VENİ VİDİ SCRİPSİ (VII) "Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Sümela Manastırı’ndaki ve Ayasofya Kilisesi’ndeki tarih katliamlarını ve Uzungöl’deki doğa katliamına şahit olduktan sonra uğradığımız hayal kırıklığının boyutunu varın siz düşünün…
Bundan sonraki güzergâhımızda bizleri neler bekliyor Allah bilir. Bizim bildiğimiz ise “Yeryüzünü gezin, görün ibret alın .”ayetinin ışığının bu topraklara ulaşmamış olduğu.

Uzungöl’den ayrılıyoruz. Akşam Fırtına Deresi’nde konaklayacağız. Önce Rize. Rize Türkiye’nin en çok çay yetiştiren, en yeşil ve en çok yağış alan illerinden biri.  Rize ilinin adı ile ilgili olarak değişik görüşler ileri sürülmüş; Yunanca pirinç anlamına gelen Rhisos, Rumca'da "Rıza" olarak dağ eteği anlamında kullanılmış. Sonradan Rıza, Rize’ye dönüşmüş.


Rize yaklaşık 330 bin nüfuslu bir şehir. Geçim kaynağı, çaycılık.  Çay tarımı Rize’de 1944 yılında başlamış. Çayı işleyen fabrikalar da kurulunca bölgenin ekonomisi gelişmiş.
Çayı Rize’ye getiren kişi Zihni Derin. Zihni Derin 1880’de Muğla’da dünyaya gelmiş. Derin, Türkiye'de çay tarımının başlamasına ve yayılmasına önderlik eden ziraat mühendisi (1923). “Çayın babası” olarak biliniyor. Yanısıra balıkçılık, arıcılık ve puro tütünü üreticiliği de önemli geçim kaynaklarından.

Rize’nin yetiştirdiği önemli şahsiyetler de var: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, eski Başbakanlardan Ahmet Mesut Yılmaz, sanatçı Tarkan Tevetoğlu, İş Adamı Abdurrahim Albayrak, Eski Bakan Ahmet Tevfik İleri, Yazar Prof. Dr. İsmail Kara, T.B.M.M Eski Başkanı Köksal Toptan, Murat Karayalçın, Yazar Ömer Lütfi Mete bu şahsiyetlerden bazıları.

Daracık sokaklar

Otobüsle turlamak mümkün değil Rize’yi. İki caddesine girebildik. Daracık sokaklar, otobüs zor geçiyor. Yalçın dağlarla deniz arasına sıkışıp kalmış bir şehir Rize. Denizi doldurarak şehri genişletmeye çalışmışlar ama yapılan ortada, taşıma suyla değirmen bu kadar dönüyor demek ki.  Şehirde biraz soluklanmak, dondurma yemek ve kahve içmek istedik, otobüsü park edecek yer bulamadık. Ve terkettik Rize‘yi, şehrin dışında Rize bezi fabrikası varmış, tur sorumlusu Emin öyle söyledi. Oylama yapıldı ve otobüs çevirdi yönünü alışveriş merkezine. Alışveriş için başka çaremiz de yoktu. Önce fabrika hakkında bilgi aldık sahibinden. Alt katta eski bir tezgâh var. Fabrika sahibi nereden nereye geldiğini unutmamak için sergiliyormuş bu tezgâhı. Üst katta Rize bezinden yapılmış, elbiseler, gömlekler, tişörtler ve iç çamaşırları var. Almadan geçmek olmaz dedik ve birkaç parça hediyelik alarak ayrıldık fabrikadan.

Çamlıhemşin

Çamlıhemşin’deyiz. Eski adı Vicealtı. Başladı rehberimiz Yasin otobüste anlatmaya Çamlıhemşin’i; „Çamlıhemşin Rize’nin Lazca konuşan tek ilçesidir.  Hemşinliler de yörenin en eski yerli halkıdır. Hemşinliler dağlık köylerde yaşarlar.  Çamlıhemşin’in merkezinde Türkler de vardır.
Çamlıhemşinin evleri genellikle yamaçlara inşa edilmiştir. Bölgede bulunan eski evlerin çoğu yüz yıldan yaşlıdır. Yapılarda tamamen doğal ahşap malzemeler kullanılmış, bilhassa kestane, gürgen ve çam türü ağaçlar tercih edilmiştir. Eski köklü ailelerin evleri çok katlıdır ve ahşap işçiliğinin eşsiz örnekleriyle süslenmiştir.



Fırtına deresi

Fırtına deresi, Doğu Karadeniz'de yer alan akarsulardan birisidir. Kaçkar Dağları'nın Karadeniz'e bakan yamaçlarındaki derelerin birleşmesi ile oluşur. Çay bahçeleri içinden geçen Fırtına deresi,  üzerindeki kemer köprülerle anlam kazanır, rafting yapmaya elverişli parkurlarla da ününe ün katmıştır. Hava muhalefeti olmazsa isteyenlerle rafting yapabiliriz.“
Arkadaşlardan bazıları çok istemelerine rağmen, hava muhalefeti yüzünden maalesef rafting yapamadık.

Fırtına Deresi’ne geldiğimizde gün batmıştı. O gece Türkiye genelinde elektrikler kesikti. Paralel yapı kesmiştir elektriği diye zanda bulunanlarımız bile oldu. Türkiye seçime gidiyordu. Mevcut hükümetin zayıf düşmesi için ne gerekiyorsa Türkiye’nin zararına bile olsa yapılabilirdi. Bu düşünceleri tasvip etmesek bile, olay Türkiye’nin geldiği noktayı anlatıyordu bizlere. Oysa bizler 3 bin km. uzaktan geliyorduk. Vatanımız diyorduk, havasını koklamak suyunu içmek istiyorduk, yaylalarında özgürce dolaşmak, avaz avaz bağırmak istiyorduk: Özlemiştik güzel vatanımızı. Taşını-toprağını, havada uçan kuşunu, denizlerde yüzen balığını, velhasıl herşeyini, anavatanım, güzel yurdum benim: Bir kısım çocukların senin ensende boza pişirirken, tepinirken, bir kısım çocukların da senin bağrına yaslanmak, senin kolların arasında huzur bulmak için geldiler buralara Türkiye’m. Türkiye’m, türküsünü hep birlikte söyledik. Heyacan dorukta.

“Baş koymuşum Türkiye’min yoluna
Düzlüğüne yokuşuna ölürüm
Asırlardır kır atımı suladım
Irmağının akışına ölürüm Türkiye’m

Sevdalıyım yangın yeri bu sinem
Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem
Pınarlardan su doldurur Eminem
Mavi boncuk takışına ölürüm Türkiye’m

Düğünüm, derneğim, halayım, barım,
Toprağım, ekmeğim, namusum, arım
Kilimlerde çizgi çizgi efkarım,
Heybelerin nakışına ölürüm Türkiye’m”



Sırat köprüsü

Kalacağımız otel karşıda. Oraya uydurma bir köprüyle geçilecek. Beşik gibi sallanıyor köprü. Bizleri aldı bir panik, önümüzü görmüyoruz. Suyun üzerindeyiz, şarıltısına bakılırsa büyük bir nehire benziyor. Allah korusun, köprüden aşağıya düşsek, alıp götürür bizi, hem de bir daha geriye getirmemek üzere. Telefon ışıklarıyla aydınlatıyoruz önümüzü. Yasin ve Emin kardeşlerimiz önceden köprü ile ilgili bir açıklama yapmadıkları için oldukça korktuk, hele hanımlar daha da çok korktular. Birbirimize tutunarak karşıya geçtik geçmesine de, nasıl geçtik… Ayşe Hanım için çok daha zor oldu bu geçiş. Onda yükseklik korkusu var. Baktık, eşi Mustafa koluna girmiş, ağır ağır ilerliyorlar Sırat Köprüsü’nden, rahatladık.



Tulum ve horon

Fırtına Deresi’nde, otelin bahçesindeyiz. Köprünün şokunu daha atlatamadık. Otel dediysem ahşap evler. Biraz sonra ateş yaktılar meydana, daire şeklinde çevirdik ateşi, ne güzel bir manzara. Hemen sonra tulum sesi geldi arkalardan bir yerden. Karanlıkta zor seçiliyor. İsminin sonradan Sinan olduğunu öğrendiğimiz genç çalıyor tulumu. Yorgunluğu ve korkuyu bir anda unuttu arkadaşlar. Başladılar tulum eşliğinde horon tepmeye. O kadar yorgunluğun üstüne o horon öyle güzel geldi ki, oynayanlar da, seyredenler de, söyleyenler de mutluydu. Gezi amacına çoktan ulaşmıştı bile.



Akşam yemeği

Yemek faslına geçmeden ışık da geldi. Tezgâhın önünde yemek almak için sıraya geçtik. Hemşinli bayanlar tezgâhların önünde servis yardımı veriyorlar. Bu güler yüzlü bayanlar yemekleri tanıtıyorlar; ‘Karalahana çorbası, lahana sarması, biber dolması, kızartma ve et çeşitleri var menüde’. İşte bu, tam istediğimiz yemekler. Yemeklerin yöreye ait olması hepimizi mutlu etti. Fırtına Deresi’nin çağıltıları eşliğinde yedik yemeklerimizi. “Kadın sesi, su sesi, para sesi” derler ya. Tam isabet. Su sesinin dinlendiriciliğini, Fırtına Deresi’nde çağıldayan su sesi eşliğinde çayını yudumlayanlar ve lahana çorbasına kaşık çalanlar anlayabilir. O duygu anlatılmaz, yaşanırsa anlaşılır.
Sabah kahvaltısı için kuymak siparişi yaptık Sinan‘a. İtiraf edeyim Trabzon’da yediğimiz kuymak daha lezzetliydi. Arkadaşlarımız da aynı düşüncede. Buna rağmen bitirdik kuymağımızı, bitirmeyenler de vardı. Biraz da pahalıydı.

Zahire ambarları

Kaldığımız ahşap evler, eskiden Karadeniz’de zahire ambarı olarak kullanılırmış. Odalar iki kişilik ama çok dar. Adım atacak yer yok. Tuvaleti ve banyosu da dar. Sıcak suyu yok, elekrikli soba var ısınmak için, o da yanmıyor. Hava oldukça soğuk. Odayı ısıtamadık.
Ertesi gün de aynı yerde konaklayacağız. Şikâyetlerimizi söyledik görevlilere. Çok normal bir şey söylemişiz gibi, rahatsızlık bile duymadan sezonun yeni açıldığını ve bu eksikliklerin giderilmesi için çalıştıklarını söylediler. Sinan kardeşimizin güleryüzü ve mutfakta çalışan bayanların sevgi dolu hizmetleri ve tebessümleri hatırına otel yöneticilerinin aymazlıklarına ancak omuzumuzu silkerek cevap verebildik. Tabiatıyla dudağımızı da büktük. Hafif de tebessüm.
O kadar yorgunluktan sonra, soğuk bir odada yat ve 5 saat uyku fazla gelsin. Evet, bu doğru. Herkes uykusunu almış, dipdiri ayaktalar. Temiz hava işte böyle birşey.



Çay bahçesi

Sabah kahvaltıyı yapar yapmaz, doğru çay bahçesine daldık. Bazı arkadaşlarımız girdi tarlaya ve çaldı makası çay bitkisine. Değişik bir duygu. Hayatımızda yakından hiç görmediğimiz ama her sabah afiyetle içtiğimiz çayın bahçesindeyiz ve ona dokunabiliyoruz. Fırtına Deresi’ni unutmak ne mümkün.
Yasin’in sesi o mutluluğumuzu bozmaya yetti: „Acele ediniz yolumuz uzun, göreceğimiz daha çok yerler var, geç kalanlara ceza verilecektir. Hedefimizde Rize derelerinin üzerinde kurulan antik köprüler, Zil kalesi, Mucidin yeri, Sevdaluk dizisinin platosu ve Palovit Şelalesi ve de Ayder Yaylası var.“ Yasin haklı.

Şamata tur

Otobüsümüz kaldı Fırtına Deresi’nde. Minübüslerle tırmanmamız gerekiyormuş o sarp yokuşları. Minibüsler hazır bekliyor, gelin gibi süslenmişler. Nihayet, Minübüs şoförleri sayesinde Karadenizlilerle ve Karadeniz müziğiyle tanıştık. Şive tamam, onlar konuştukça başka fıkra anlatmaya gerek yok. Konuşmaları, şiveleri fıkra gibi zaten. Aman Allah’ım, o ne şamata, o ne gürültü, dayanılmaz. Üstüne üstlük bizler de katılınca şamataya iyice öocuklaştık. Ne güzel bir ortam. Herkes şarkı söylüyor, hem de Karadeniz şarkıları. “Oy oy Emine…”   Şamata, minibüs şirketinin adı. İsabetli seçim.
Bir yakadan öbür yakaya geçmek için belirli aralıklarla taştan köprüler yapılmış dere boyunca. Su, sarp yokuşla, o özgürce göğün  zirvesine ulaşmak için gayret sarfeden ağaçlarla ve en önemlisi o taş köprüler ile birleşince o kadar güzel bir manzara ortaya çıkıyor ki, büyüleniyorsunuz. Ortalık çok sakin, sakinliği bozan bizim şamatamız. Zaman zaman bizim şamataya kuş sesi ve su sesi de karışıyor elbet. Şamata Tur’un o iki güzel insanını çok özleyeceğiz.



Taş köprüler

Köprü üzerinde sevgililerimizle fotoğraflar çekildik, aşklarımızı yeniden ilan ettik, haykırdık, çığlıklar attık, dileklerde bulunduk. Oturduk köprünün üzerine hayal bile kurduk gözlerimizi kapatarak. Bir de o ses olmasa, Yasin’in sesi. Bazende o sese Emin’in sesi ekleniyor. “Acele edin. 10 dakika bitmiştur, haydi minübüslere, geç kalana ceza kesilecektur...”
Rize'de en eskisi 1800'lü yıllarda yapılan 94 tarihi kemer köprü varmış. Bir asrı aşkın süredir doğanın neden olduğu tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalmayı başaran köprüler, geçmişte sivil mimarideki kaliteyi gözler önüne seriyor. Sevdaluk filmi burada çekilmiş. (CinCiva=Şenyuva)

Kaçkar dağları

Kaçkar Dağları’nda yaklaşık 100 adet buzul gölü bulunmaktaymış. Çat Deresi Vadisi’nde yer alan Zil Kale Harabeleri, kültürel açıdan önemli bir değer taşımaktaymış. Zil Kale; aşağı kale demekmiş. Aynı güzergâhta Varoş Kale (Kale-i Bala=Yukarı Kale)  Adıyla anılan bir kale daha varmış, biz onu görmedik.
Günümüzde, Kaçkar Dağı Milli Park’ında irili ufaklı 40 kadar kırsal yerleşim birimi ve yayla mevcutmuş. Milli Park’ın en yoğun ziyaretçi çekim merkezi durumundaki Ayder Yaylası’nda, Türkiye’nin en eski kaplıcaları mevcut. Biz kaplıcalara giremedik zaman yetmezliğinden dolayı.

Zil Kale (Kale-i Zir)

Bölgenin en dikkate değer eserlerinden birisi Zilkale. Çamlıhemşin’den 12 km. uzaklıkta. Trabzon İmparatorluğu döneminde Hemşin Lord’u ”Arhakel” tarafından yapılmış. (1200-1450) Şamata bizi yolun ortasında indirdi. Kale karşımızda. Verdi CD yi CD çalara, başladı Şamata. Mehter eşliğinde kaleye müteveccihen yürüyoruz. Ellerimizde bayraklar, sanki kaleyi fethe gidiyoruz. İki ileri bir geri. Allah Allah nidaları kubbedde boş bir seda bıraktı.
İşte Karadeniz zekası; tuvaletin nerede olduğunu anlatabilmek için Karadenizli, ne kadar ismi varsa hepsini tabelaya yazmış: Tuvalet, wc, ayakyolu, hela, kenef…
Zil Kale, Fırtına Deresi'nin batı yamaçları üzerinde kurulmuş bir kale. Kalenin üzerinde inşa edildiği sarp kaya denizden yaklaşık 750, dere yatağından 100 metre yükseklikteymiş. Hemşin yöresi İlhanlılar zamanında fethedilmiş. Osmanlıların döneminde askeri amaçla kullanılmış. Kalede bulunan Osmanlı döneminden kalma iki el topu Trabzon Müzesi’ndeymiş. Restorasyon çalışmasından dolayı kaleye giremedik.



Palovit Şelalesi

Zil Kale'den Palovit Şelalesi 3-4 km. uzaklıkta. Minübüslar oraya kadar çıkabiliyor. Yolun yarısı arnavut kaldırımı, kalanı ise toprak. Şelale yaklaşık 15-20 metrelik bir mesafeden dökülüyormuş. Heyelandan dolayı yol çalışması yapıldığı için şelaleyi de göremedik. Döndük geriye. Dönüşümüzde bir başka yol çalışmasına rastladık. Toprak kayması olmuş. Temizliyorlar. Yol açılsın diye beklemeye başladık.  2 saat beklememiz gerektiği söylendi. Neyse ki Emin ve Yasin gidip konuştu polislerle. 15 dakika çalışmalarına ara verdiler, hızla geçtik o taşların üzerinden. Acelesinden Recai taşların üzerine düştü. Korktuk. Aşağısı uçurum. Bizler o tehlikeli geçişi eğlence olarak görme cehaletine düştük.  Düşenlere yardım edeceğimize onların fotoğraflarını çekmekle meşgul olduk. Toplu gezilerde çocuklaşıyor insan. Eğelenceli geliyor.
Bu arada zorunlu molayı fırsata çevirenler de vardı. Restorana demir atmışlar. Kuru fasulye yiyiyorlar. Erol mert’ten bahsediyorum. Sonra da fotoğraf çekilirken ’ Göbekten yukarı çekin.’ diye tembih ediyor...

Mucidin Yeri

Palovit Şelalesi’ni göremeden dönüyoruz. İniş aşağı, dereboyu, çam ormanlarının çıkardığı hışırtılı sesler eşliğinde yürüyoruz. Minibüslere bindiğimizde yorulduğumuzu hissettik. Bu mutluluk veren bir yorgunluk. Hedefte Ayder Yaylası var.  Yol üzerinde yörenin tanınmış simalarından Mucit Mustafa’nın Restoranına uğruyor ve Karadeniz insanının girişimciliğine hayran kalıyoruz. Mucid burada kendi imkânlarıyla elektrik üretmiş, değirmen yapmış. Kendi ihtiyacı olan unu da bu değirmende öğütüyor. Mini bir hayvanat bahçesi var. Hemen yukarısında şelale. Öğle yemeğini burada yiyoruz. Karadenizlilerin vazgeçilmezi muhlama da var menüde, lezzetli, severek yedik, hani derler ya “parmaklarımızı yedik” diye, sanki bu deyim mucidin muhlaması için söylenmiş… Bal da üretiyor mucid. Ama oldukça pahalı. Mucidin dediğine göre gerçek Ayder balı pahalı olurmuş. Bu baldan almak için sıraya girdik. Alışverişten sonra ver elini Ayder yaylası.



Ayder yaylası

Çamlıhemşin'den 17 km. uzaklıkta. Kaçkarlar denilince ilk akla gelen yerlerden birisi. Trabzon’a 165 Rizeye 95 km. uzaklıktaymış. Deniz seviyesinden yüksekliği 1350 metre. Yayla, yaz kış binlerce ziyaretçiye ev sahipliği yaparmış. 1994 yılından bu yana Milli park olarak koruma altına alınmış. Alınmış alınmasına da, yayla, yayla olmaktan çıkmış.  Tamamen turistik bir merkez haline gelmiş. Pansiyon ve otel dolu. Arap turistler mekan tutmuşlar burada da. Peçeli kadınları her yerde görmeniz mümkün. Erkekleri otelde uyuyor olmalı. Birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlar. Ben niçin fotoğraf çektiklerini, çekildiklerini merak ettim doğrusu. Sadece gözler açık. Foğraftaki şahsın kim olduğu belli değil.
Trabzon’da aldığımız mısır ekmeği bitti. Ayder de aradık bulamadık, sadece  beyaz somun satıyorlar. Esnafın derdi zahmetsiz para kazanmak. Yöreyi tanıtmak gibi bir dertleri yok. Tıpkı Berlin Büyükelçiliği’ndeki yemek ihalelerini alan esnaf gibi. Aynı fay hattı üzerinde mekan tutan egoistler bunlar.
Ancak Ayder’in kömürde pişirilen kahvesine diyecek bir şeyimiz yok. Mükemmel. 1,2,3. Hatta 4 tane içenimiz oldu. Temel amca kızıyla birlikte çalışıyor, yine yetiştiremiyorlar. Kahve içmek için uzun süre bekledik. Kızı güleryüzlü biri, ama temel amca öyle değil. Lafı ağzından kerpetenle alıyoruz…  ‘Kahveniz nasul olsun?’  Alun…

Yaylanın aşağısında, termal kaplıcaların kenarında bir cami var. Öğle ile ikindi namazını cem ederek kıldık burada ve peşi sıra hemen yola koyulduk.

Batum

Batum, 1564′te Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar tarafından fethedilmiş ve 314 yıl süreyle Lazistan Sancağı’nın merkezi olmuş. Daha sonra,  Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları ile şehir Rusya’ya bırakılmış. Şimdi Gürcistan’ın sınırları içinde.
Gürcistan Tarih boyunca Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Osmanlı ve Rus akınlarına maruz kalmış. Nüfusun %60’ını Hristiyan Ortodokslar, %35’i Müslümanlar ve %5’ini de diğer dinler oluşturuyor.
Ülkeye girişte ilaç yasağı var. Yanınızda Aspirin bile geçiremiyorsunuz. Biz ilaçlarımızı dışarda şoförün tanıdığı bir dükkâna bıraktık. Geri kalmışlık böyle bir şey.

Apsaros Kalesi (Batum)

Roma döneminde yapılmış kale, denizle nerdeyse sıfır noktasında kurulmuş. Kale, Roma, Arap, Osmanlı ve Rus hâkimiyetine geçmiş. Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz Matthias’ın anıt mezarı ile bir Osmanlı hamamı kalede görebilecekleriniz arasında. Kalenin bahçesinde bir de Osmanlı Mezarlığı bulunuyor.



Orta Camii (batum)

Batum’da ayakta kalan tek camiymiş. Burada Ahıska Türklerinden Gül Ali amcayla tanıştık. Bizi görünce çok mutlu oldu ve duygulandı. İlhami ona biraz maddi yardımda bulundu, neredeyse gözlerinden yaş gelecekti. Allah kabul etsin. Gül Ali amca çok güzel Türkçe konuşuyor. Çocukları Türkçe’yi unuttukları için oldukça dertli. 3 kişi daha vardı caminin avlusunda, onlar Acara Müslümalarındanmış. Rasül, Zülkarneyn ve Miraç amcalar. Dünya yıkılsa umurlarında değilmiş gibi oturuyorlar. Gül Ali’nin gösterdiği sıcaklığı onlar göstermediler.
Caminin hemen yanındaki Türk restoranında yemeklerimizi yedik. Çalışan bayanlardan biri başörtülü, sorduk Gürcü müsün Acara mısın, Türk müsün? “Hiçbirisi, ben Ermeniyim. Din olarak Müslümanlığı seçtim. Asıl mesleğim rehberlik. Başörtülü çalışmama müsaade etmedikleri için burada garsonluk yapıyorum. Ailem de beni dışladı. Az kazanıyorum ama dinimin emirlerini yaşama imkânım var. Allah bereketini veriyor.” Batum’da Ermeni kızından ibretlik bir ders.

Botanik Bahçesi (Batum)

Botanik bahçesi Batumun  merkezine  9 km. uzaklıkta. Dünyanın en büyük botanik parkları arasında yer almaktaymış. Botanik bahçesini gezmek en az 3 saat sürermiş. Yasin sıkı sıkıya tembih etti.  “Sakın gruptan ayrılmayınız, kaybolursunuz.“
İki kafadar, Nusret ile İlhami’nin canı sıkılmış olacak ki, tenbihe kulak asmamışlar. Hızlı bir şekilde bahçeden çıkmak istemişler. Ormanda koybolunca da bu isteklerine ulaşamamışlar. Yanlış kapıdan çıkmışlar. Yokluklarını farkettiğimizde biz ana çıkışa yaklaşmıştık. Yasin diğer çıkış kapılarına telefon ederek onları buldu. Gelmelerini beklemedik. Bilhassa Emine hanım acele etmemizi istedi. Hava kararmadan teleferikle, kuş bakışı Batum’u seyretmek istiyordu. Onlar arkamızdan taksi ile teleferiğe geldiler. Aksilik olacak ya; hava yağmurlu olduğu için teleferiğe burada da binemedik. En çok üzülen Emine Hanım oldu. Hem Ordu da hem de Batum’da teleferik hayelleri kuruyordu. İkisi de olmadı.




Hopa

Akşam Hopa’da kaldık. Otelimiz idare eder cinsinden. Küçük bir şehirde bu kadarına da şükür demek lazım. Hopa Kazım Koyuncu’nun ilçesi. Yakalandığı amansız hastalık yüzünden 2005 yılında aramızdan ayrılan Kazım Koyuncu. Karadeniz Rock’ının genç efsanesi. Otelimizin tam karşısında heykeli var. 34 Yaşında hayatını kaybetmiş.

Sırada Artvin, Ardahan ve Kars var. Ani harabeleri var.

Devam edecek

Rüştü Kam

6 Temmuz 2015 Pazartesi

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI (2)

Berlin’de Ramazan ayı oldukça hareketli geçiyor. Müslümanlar iftar sofralarında bir araya gelerek Ramazan ayının verdiği sevinci birlikte yaşıyorlar. T.C. Berlin Büyük Elçiliği’nde de iftar yemeği verildi. Salon düzenlemesi mükemmel.

Açış konuşmasını Büyükelçi Avni Karslıoğlu yaptı. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün iftar sofrasında olmasından duyduğu memnuniyeti ifade etti. Almanya’da yaşayan yaklaşık üç milyon Türk’ün iki ülke arasındaki en güçlü bağı oluşturduğunu ifade eden Karslıoğlu, “50 yıl önce büyük ölçüde misafir işçi olarak bu ülkeye gelen bu insanların çocukları ve torunlarının bugün Almanya’da eyalet çapında hatta federal milletvekili, bakan olmaları bizleri gururlandırıyor.” Şeklinde konuştu.
Karslıoğlu yaklaşık 90.000 Türk işverenin Almanya ekonomisine her yıl 45 milyar Euro tutarında katkı yaptığını da sözlerine ekledi.

11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Onur konuğu. Aspen Forum tarafından Bertelsmann Vakfı’nda düzenlenen bir konferansa katılmış.  Konu Ortadoğu meseleleri, katılımcıları da ABD eski Dışişleri Bakanı Albright, Almanya eski Dışişleri Bakanı Fischer ve Kemal Derviş olunca ister istemez toplantı dikkatimizi çekiyor(!)

Abdullah Gül iftar öncesi kısa bir konuşma yaptı: "İslâm Almanya’nın bir parçasıdır, bunu artık Almanya'nın cumhurbaşkanları da, Başbakan Sayın Merkel de, herkes de yeri geldiğinde söylemiştir. Müslümanların da artık Almanya'nın bir parçası olduğu tanınmış, bilinmiştir.

Almanya’da 3 milyon nüfusumuz var. Bu nüfusun yarısı aynı zamanda Alman vatandaşı. Bu kendiliğinden Türk-Alman ilişkilerini çok özel ve çok önemli bir noktaya koyuyor. Her zaman gurur duyuyoruz. Buraya gelenler çok büyük alın terleri döktüler, çok çalıştılar. Türk toplumu içinde çok değerli siyasetçiler Alman siyasi hayatında çok değerli bilim adamları, sanat insanları, kültür adamları, çok önemli sanayiciler, tüccarlar iş dünyasından çok önemli simalar, bütün bunlar artık Alman toplumu içerisindeki Türklerdir.
ABD'ye baktığımızda nasıl bazı çok önemli insanlar, çok önemli büyük yatırımcılar, sanayiciler bir zamanlar İrlanda'dan gitmiş, Polonya'dan gitmiş, İtalya'dan gitmişlerse gün gelecek ki, Almanya'dan sizler bir zaman geldiğinde buranın çok önemli insanları olarak, Türkiye'den gelen Türk asıllı Müslüman Almanlar olarak burada olacaksınız."
Türk Büyükelçiliğinde bütün vatandaşlarımızın hiç ayırım yapılmadan, herkesin buraya gelmesi, büyükelçiliği evi gibi hissetmesi de beni ayrıca mutlu etmiştir.„

Din Hizmetleri Ataşesi Bilal Öztürk’ün ezanı okumasıyla oruçlar açıldı. Dualar yapıldı. Yemek esnasında, sanat musikisi dinletisi ise harikaydı. Almanya’nın her tarafından misafir davet edilmiş; Sanatçılar var, işadamları var, STK başkanları var. Davetli profili oldukça renkli. Ayrıca değişik ülkelerin büyükelçileri, Eyalet ve Federal Milletvekilleri de davetliler arasındaydı.
Tanışma fasılları, yeni dostlukların inşa edilmesi, bilhassa Berlin dışından gelen insanımızla kurulan dostluklar açısından fevkalade uygun bir zemin. Bunlar toplantının artıları.

Eksiler:
1- Yemek servisine iyi demek mümkün değil. Açık büfe olsaydı daha uygun olurdu. Oruçlu olanları bekletmek olmadı. Zaten 18 saat tutulan oruç bu vesileyle 20 saate çıktı.
 
2- Masalara menü listesi konulmamış. Çok amatörce.
 
3- Yemek ihalesini alanlar, insanlar yemek yesinler biz de paramızı kazanalım düşüncesinde olan insanlar oluyor herhalde. Türk’ün örfü- âdeti, geleneği düşünülmüyor. T.C. Berlin Büyükelçiliği’nde iftar yemeği veriliyorsa, tanıtım konusuna da ağırlık verilmesi gerekmez mi? Bazen oluyor kahve, lokum ve su ile ikram ediliyor. Bazen oluyor sadece kahve var su ve lokum yok. Çay konusu hiç dikkate alınmıyor. Seylan çayı ikram edilmeye devam ediliyor. Türk çayını T.C. Büyükelçiliği’nde bulmak maalesef mümkün olmuyor. Esnafımızın birazcık da olsa milliyetçi olmaları gerekmez mi?
 
4- Davetli listesinde adalet gözetilmemiş. Bazı dernek başkanlarının davet edilmesi teklif edildiği halde davet edilmediği programa, bazı derneklerden 4 kişi 5 kişi davet edilmiş. Hem de hanımlarıyla. Bazı kişiler ise aile boyu davet edilmiş. Almanya’da halkın problemlerine eğilmeye çalışanlar dernek başkanlarıdır. En az üyesi olan derneğin bile etrafında 50 kişi 100 kişi vardır. Bu tip toplantılara katılmayı en çok hak edenlerin dernek başkanları olduğu kanaatindeyim. Davetli listesine bakarsak, yerimiz kısıtlıydı bundan dolayı davet edemedik demek mümkün olmasa gerektir. Davet edilme kriterinin ne olduğunu anlamak oldukça zor gibi.

Rüştü Kam

29 Haziran 2015 Pazartesi

SADAKALARIMIZI NASIL DEĞERLENDİRMELİYİZ 2015

Sevgili Berlinliler,
Almanya’da yaşıyoruz. Müslüman, Türkiyeli ve yabancı olmaktan kaynaklanan yığınla problemimiz bulunmakta. Bunların üstesinden gelmek için yetişmiş elemana ihtiyacımız vardır, bu kişileri yetiştirmek için de maddi kaynağa ihtiyaç vardır. 

Müslümanların elinde mali ibadetler gibi çok büyük kaynaklar/ imkânlar bulunmaktadır: „Sadaka, zekât, fitre, fidye, kurban...“ Ramazan ayı bu ibadetlerin yoğun olarak yapıldığı aydır. 
Berlin’de yaşayan Müslümanların sadakalarını Berlin’de değerlendirmeleri Allah’ın rızasına daha uygundur: Çünkü Allah şöyle buyurur: „Sadaka vermeye en yakınınızdan başlayınız.” (Bakara 215) 
Bu ayet şöyle anlaşılmalıdır; kendi evinde yangın olan insan başkasının evindeki yangını söndürmeye gitmez, gidemez. Giderse döndüğünde kendisi evsiz kalır.

Çocuklarımızın, gençlerimizin çoğu kimlik bunalımı içindedir. Çocuklarımızın geleceği için onların elinden tutacak kurumlarımızın olması elzemdir. Yarın keşke dememek için tedbir almak gerekir. Berlin’in dışına çıkardığımız her kaynak bu keşkelerin asıl sebebi olabilir.

Örneğin;
-Berlin’de bir araştırma merkezimiz, 
-Türkçe dil kursu, tarih bilinci, kültür değerlerimizin sergilendiği enstitü, 
-dini eserlerimizi, hikâyelerimizi, masallarımızı, romanlarımızı,  tarih kitaplarımızı tercüme edecek nitelikli tercüme büroları,  
-camiler dışında din eğitimi veren kültür merkezleri, 
-Müslümanların kurduğu ve Müslümanların hizmet ettiği hastane, 
-öğrencilerimiz için yurtlar, din adamı yetiştirecek okullar ve en önemlisi,
bu kurumları mali açıdan destekleyecek vakıflarımız yok. Yok, yok, yok! Nasıl olacak da bu yoklarla kimlikli bir nesil inşa edilecektir?

Allah öbür âlemde bu yokların hesabını bizden sorsa gerektir. “Çocuklarınızı, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem azabından koruyunuz.” (Tahrîm 6) emri bu konunun önemini anlatıyor olmalı. 

Bu eksiklikleri görenler ve üzerinde çalışma yapanlar vardır elbet. Bizlere düşen görev onları arayıp bulmak ve yukarıda saydığım kurumların sırasıyla hayata geçmesi için irade ortaya koymak ve zekâtlarımızla, sadakalarımızla onlara destek vermek, onları yönlendirmektir.  Sonra da onların takipçisi olmaktır. 

Sevgili dostlar,
Emperyalistler önce ülkeleri vuruyorlar, talan ediyorlar, insanları evsiz- barksız bırakıyorlar, eski İslâm medeniyetlerini-kültür hazinelerini yok ediyorlar, çocukları anasız-babasız, anaları-babaları çocuksuz bırakıyorlar; sonra da aç susuz bıraktıkları, evsiz barksız bıraktıkları o insanlara yardımlar yapılması için; Müslümanlara insani yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. 

Bu kuruluşlar da o zavallı insanların fotoğraflarını izin bile almadan afişlerde, el ilanlarında, cami panolarında, gazetelerde, televizyonlarda konu mankeni olarak kullanıyorlar, reklam aracı olarak kullanıyorlar. Böylece duygu sömürüsü yaparak insani yardım adı altında paralar topluyorlar. 

Emperyalistler bir taraftan ürettikleri silahları satmak için, insanları birbirlerine düşürürken bir taraftan o ülkelerin kaynaklarını sömürüyorlar, öbür taraftan da aç bıraktıkları o insanları, Müslümanların yumuşak karınlarını iyi bildikleri için, yine Müslümanlara havale ediyorlar. Bir taşla birkaç kuşu birden vuruyorlar. Her iki durumda da kazanan onlar oluyor. Kaybedenler ise yine Müslümanlar. Hem de ibadet aşkıyla.

O insanları kim evsiz yurtsuz bıraktıysa, aç bıraktıysa, kaynaklarını kim kuruttuysa yardımı onların yapması gerekmez mi?

Yıllardır yardım kuruluşlarına yardımlar yapılıyor. Hem de küpelere, bileziklere, yüzüklere varıncaya kadar; ortada halledilen ne vardır? Bu yardımlar sayesinde hangi Müslüman ülke vatandaşı huzura kavuşmuştur, hangi ülkede silahlar susmuştur, yardım kuruluşları hangi ülkenin ekonomik sorununu çözmüştür?
O insanlara sıcak para gönderileceğine, uygun görülen herhangi bir ülkede onlar için kurumlar kurulsaydı ve ihtiyaç sahipleri oralarda barındırılsaydı, okutulsaydı, eğitilseydi, tedavi edilseydi, meslek sahibi yapılsaydı da tekrar ülkelerine gönderilseydi daha isabetli olmaz mıydı?

Sevgili dostlar,
Müslümanlar mali ibadetlerini yerine getirirken dikkatli olmak zorundadırlar. Müslümanın verdiği sadaka, yaptığı bağış, kendi geleceği için yatırım olmalıdır. Yatırımlarda öncelik kendi yaşadığı bölgeye verilmelidir. 

Mesela Berlin'de yardım toplayıp da o yardımları, Berlin/Almanya dışındaki insanların ihtiyacı için sarf etmek, Almanya'daki ihtiyaç sahiplerini görmezden gelmek olmaz mı? Sorumsuzluk olmaz mı?

Sevgili dostlar,
Fakirin sadece yemeğe ihtiyacı yoktur: Oturmak için eve, çalışmak için fabrikaya, iş yerine, tedavi için hastaneye ihtiyacı vardır, eğitimi için okula ihtiyacı vardır, üniversiteye ihtiyacı vardır, araştırma enstitülerine ihtiyacı vardır, gazeteye-dergiye ihtiyacı vardır. Kimlikli bir nesil yetiştirmek için kültür merkezlerine ihtiyacı vardır. 
Bütün bu yoklar ortada dururken, ben yokum diye alabildiğince yüksek sesle bağırırken, bu yokları görmezlikten gelmek aymazlık olmaz mı, sorumsuzluk olmaz mı?

Keşkelerimizi çoğaltmamak için lütfen, bir daha düşünelim. Yüce Mevla’m bizlere yardım edecektir. Yeter ki isabetli kararlar vererek O’nun rızasına uygun olan işler yapalım. 
Selam ve dua ile

Rüştü Kam

28 Haziran 2015 Pazar

UZUN GÜNLERDE ORUÇ 2015

Ha-ber.com internet gazetesindeki köşemde, uzun günlerde oruç nasıl tutulur konusunu işledim. Olumlu tepkiler aldığım gibi uygun olmayan cümlelerin kurulduğu tepkiler de aldım. Onlara kızmadım, darılmadım. Yılların birikimi olan tortuların birden kaybolması mümkün olmuyor. O yazılarımda kaynak gösterdiğim İslâm âlimlerinin görüşlerini topluca bir daha yazarak okuyucularıma sunmayı bir görev bildim. Yazıma konuyla ilgili Prof. Dr. Süleyman Ateş’e yöneltilen iki soruyla başlamak istiyorum:

S1-Sayın Hocam! Can Ataklı’nın pazar günkü yazısı için ne düşünüyorsunuz? Tabii Ramazan’ın değiştirilmesi diye bir şey olmaz ama saatler konusunda haksız mı? Biz Berlin’deyken İstanbul’a göre en azından bir, hatta bir buçuk saat daha uzun oruç tutuyoruz. Norveç ve İsveç’te ise bizden de nerdeyse bir saat daha uzun oruç tutuluyor. Yazın Norveç’te nerdeyse her gün 20 saate yakın oruç süresi var. Kuran-ı Kerim, ‘Tutamadığınız orucu kaza yapın sonra tutun diyor. Bunun için bir zaman söylemiyor. Siz de zaten biliyorsunuz Ramazan’dan 3-5-10 ay sonra Mekke’de oruç tutun, en fazla 60 dakika oruç süresi uzuyor veya kısalıyor. Norveç’te kişin kaza yaparsanız 7 saate düşüyor oruç süresi.
Berlin’de ise 8 saat. Kuran-ı Kerim’e göre bunu kısıtlayan hiçbir süre yok. Ben iç hastalıkları uzmanıyım. Birkaç gün yemek yememek vücudu yorar ama sağlık açısından bir zararı yok. Ama bir ay boyunca her gün 18- 20 saat susuzluk vücuda zarar verir. Zaten iftardan sonra sahura birkaç saat vakit kalıyor. Bu sürede de fazla su içemezsiniz. Ertesi gün gene uzun bir susuzluk. Mekke’de her zaman iftardan sonra 11-12 saat ara var. Bu sürede düzenli yemek yenilir ve su içilebilir. Ben Kuransal İslam’a inanan bir insanım (Hadislerin büyük çoğunluğu uydurma olduğu için tümünü reddediyorum. Bu benim yıllarca yaptığım araştırmaların sonucu, bunun ile ilgili de size sonra yazacağım). Ama buna bir türlü Kuransal bir çözüm bulamıyorum. Esasında sabitlemek güzel bir fikir de bu Kur’an’daki Ramazan emrine aykırı. Bunu yapamayız. Zorlanınca biz de oruçları kışın mı kaza edelim? Önce fitre verelim sonra kışın tekrar oruç mu tutalım. Hatta Bakara 184’e göre sevaplarımız daha da artar. Saygılarımla. (Erdoğmuş Celal Burak)

S2- Süleyman Hocam merhaba, ben son 1 yıldır Almanya’da yaşıyorum. Buradaki oruç tutma zamanı, günlerin uzun olması sebebiyle Türkiye’den daha fazla. Uzun yıllar burada yaşamadığım ve yaşamayacağım için, haliyle yazın uzun tutup da 20 yıl sonra kış mevsiminde kısa tutmak gibi bir dengelenme durumu söz konusu olmayacak. O sebeple, niyet ederken İstanbul saatine göre niyet edip, orucumu o saatler arasında tutsam ne sakınca olur? Konuyla ilgili açıklama yapabilirseniz sevinirim. Selamlar, (Gökhan Güneş)

Süleyman Ateş
Görüşü

C1-„Kur'ân-ı Kerîm'de oruç tutulması emredilen gün, normal namaz vakitlerinin olduğu bölgelere mahsustur. Ancak kutup bölgesine yakın bölümlerde gündüzün yirmi iki, yirmi üç saat sürdüğü yerler bulunduğu gibi tam kutup bölgelerinde ise gece ve gündüz altı ay sürmektedir.
Buralarda yaşayanların, altı ay oruç tutmaları elbette mümkün olmadığı gibi, altı ayda bir kez sabah ve bir kez de akşam namazı kılmaları da makul olamaz. Yüce Allah, normal bölgelere göre hükmünü bildirmiş, normal şartların dışında kalan konuları, Müslümanların içtihatlarına bırakmıştır. Esasen asırlarca önce bazı İslâm bilginleri, bu meseleye cevap vermişlerdir. Nûru'l-İzâh şerhi Merâkî'l-Felâh'ta şöyle deniliyor: "Güneşin batar batmaz doğduğu ülkeler vardır... Bir sene kadar uzun sürecek Deccal günlerinde namaz vakitleri takdir edilir. Yani namaz vakitleri için belirli saatler ayrılır, namazlar o saatler içinde kılınır. Alım, satım, oruç, hac ve iddet gibi meselelerde de takdîre göre hareket edilir." (Ebû'l-İhlâs Hasan ibn 'Ammâr eş-Şurunbilâlî. Merâkî'l-Felâh: s. 53)
Böyle uzun yerlerde ve özellikle kutup bölgelerinde oruç, ya Kur'ân'ın indiği kent olan Mekke saatine veya o bölgeye en yakın olan normal vakitlerin cereyan ettiği ülkeye kıyasen tutulur. Kutup bölgelerinde namazlar da belirlenecek saatlerde kılınır. Biz vaktiyle bu görüşümüzü İlmihalimize yazmıştık. Sonradan Menâr'a baktığımızda Reşîd Rızâ'nın da aynı kanıya vardığını gördük (Tefsîru'l-Kur'ân:2/163).

C2-Kanaatime göre gündüzün, orta kuşak üstünde günün çok uzun sürdüğü yerlerde, oruç tutanlar, oruçlarını İstanbul’daki oruç süresine veya Mekke’deki oruç süresine göre ayarlayabilirler. Onlar, İstanbul’daki veya Mekke’deki oruç süresini doldurduktan sonra İstanbul veya Mekke saatine göre oruçlarını açabilirler. Nitekim takriben 80 yıl önce yaşamış olan büyük âlim Musa Carullah da “Uzun Günlerde Oruç” adlı risalesinde bu görüşe işaret etmiştir.
Ama henüz İslâm âlimleri bu konuda ortak bir görüş belirtebilmiş değillerdir. Önemli olan kulun, Allah’ın buyruğu uyarınca belli bir süre oruç tutmuş olmasıdır. Gerçi bulunduğun yerde güneş batmıyor ama Mekke’de veya İstanbul’da batmıştır. Özellikle günlerin üç ay kadar uzun olduğu yerlerde herhalde üç ay boyunca aç kalacak değillerdir. Üç ay değil, üç gün aç kalanın sağlık dengesi bozulur, vücut organları fonksiyonlarını yapamaz hale gelir. Allah, kullarına güçlük çıkarmak için değil, nefislerini arındırıp yüceltmek için orucu farz kılmıştır.
Ayrıca din hükümlerinde insanlar arasında eşitlik de esastır. İstanbullu takriben 16 saat oruç tutarken Almanya’daki bir Müslüman’ın onlardan iki, iki buçuk saat daha fazla oruç tutması, hükümlerde eşitlik esasına aykırıdır. Elbette bu görüşe tepki verenler olabilir ama ben vicdani kanaatimi belirtiyorum. Araştırma ve düşünce sonunda fikrini açıklayan kimse hata da etse sevap alır. Önemli olan ihlastır (samimiyet).“

Süleyman Ateş Kimdir?
Süleyman Ateş (d. 31 Ocak 1933, Elazığ, Türkiye), Türk ilahiyatçı, İslam hukukçusu, din adamı. 12. Diyanet İşleri Başkanı.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ni birincilikle bitirdi. Aynı üniversiteden doktora derecesi aldı. Almanya'da Bochum Ruhr Üniversitesi'nde sahasında araştırmalar yaptı. Suudi Arabistan'da Riyad İmam Muhammed Üniversitesi ve Cezayir'de Emir Abdulkadir Üniversitesi'nde tefsir ve tasavvuf derslerini okuttu. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslami İlimler Bölüm Başkanlığı ve İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde Temel İslâmî İlimler Bölüm Başkanlığı yaptı. 16 Nisan 1976 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı'na atandı. Bu görevi 1978 yılına kadar sürdürdü.


Molla Hüsrev (15.asırda yaşamış)
Görüşü:

„Gündüzleri 24 saatten daha uzun yerlerde, mesela altı ay gündüz olan yerlerde, oruca saat ile başlanır ve saat ile bozulur. Gündüzü böyle uzun olmayan, vakitleri normal teşekkül eden, yani gündüzleri 24 saatten az olan bir şehirdeki Müslümanların zamanına uyularak oruç tutulur.“ (Dürer)

Bu eser Molla Hüsrev’indir. Hanefi mezhebi fıkıh âlimidir. Sivas ile Tokat arasındaki Kargın köyünde doğmuştur. 1460 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından şeyhülislamlığa tayin edilmiştir. Molla Hüsrev, yirmi sene boyunca bu görevi yürütmüştür.
Dürer-ül-Hükkâm fî Şerh-i Gurer-il-Ahkâm (Fıkıh ile ilgili olan, sık sık başvurulan bu en önemli eseri, bütün Türk Osmanlı medreselerinde yorumlamaları ile birlikte ders kitabı gibi takip edilmiştir. Molla Hüsrev, bu eserini 1472 (Hicri 877) senesinde yazmağa başlamış, 1478 (Hicri 883) senesinde bitirerek Fatih Sultan Mehmed'e sunmuştur. Kendi el yazısıyla Fatih Sultan Mehmed'e hediye ettiği Dürer nüshası, İstanbul'da Köprülü Kütüphanesi’ndedir.

Muhammed Hamidullah
Görüşü:

„ Kutuplara doğru yaklaşıldıkça iyice uzayan gün ve gecelerde namaz vakitleri (takdir edilir). İşte bu (Takdir), meseleyi karışıklıktan çıkarır, sıhhate kavuşturur.

Takdir, hadisten geliyor. Peygamberimiz’in (asm) ifadesidir bu. Resûlüllah Aleyhisselam günleri iyice uzun olmayan yerden çıkacak olan Deccal’ı haber verirken,

"Deccal’ın bir günü sizin bir seneniz kadar uzun olacaktır. Sonraki günleri de beri geldikçe kısalacaktır." buyurduğunda sormuşlar:
- Ya Resûlâllah, bir günü bizim bir senemiz kadar uzun olacağını bildirdiğiniz o günde namazlar nasıl kılınacaktır? Şöyle cevap vermiştir:
- Takdir olunarak! Yani uzun günün saatleri takdir edilerek. Hesaplanarak. (Müslim, Kitabu’l-Fiten ve Eşrâtu’s-Sâat, 20)

Nasıl takdir edilip, nasıl hesaplanacak?
-En yakın normal vakitli ülkenin takvimi ve saatıyla takdir olunup, hesap edilerek.
Demek ki, Resûlüllah (s)'ın haber verdiği (takdir olunarak) kelimesi bize meseleyi hallettirmektedir. Böylece beş vakit namazını en yakın normal vakitli ülkenin saatına ayarlayarak kılan kimse huzura kavuşur, yanılmaktan kurtulmuş olur. Burada cevabı gerekecek bir diğer sual de şudur:
Bazı mevsimlerde gecenin başlamasıyla hemen arkasından şafak söker, yatsının vakti hiç olmaz. Böylesine kısa gecelerde namazlarımızı nasıl kılacağız?

Cevabı şöyledir:
Öyle kısa gecelerin başlangıcında, önce akşam namazına durulur, kılınınca vakit bulunursa hemen yatsıya başlanır, bitirilince de hemen sabah namazına girişilir. Böylece kısa gecenin namazları arka arkaya eklenerek kılınır. Bundan sonrası yine takdir olunarak eda edilir.
İslâm din-hukuk âlimleri umumiyetle (45) arz dairesindeki saatlerin (vakitlerin) (90) derecede yâni kutuplarda muteber olduğunu açıklar. (45) derece ile (90) derece arasındaki bölgelerde güneşe değil, saate göre hareket edilir. Namaz için böyle olduğu gibi, oruç vs. için de böyledir."

Muhammed Hamidullah Kimdir?

Muhammed Hamidullah (1908, Haydarabad - 2002, Florida), İslam dünyasında tanınmış son dönem hadis bilginlerinden birisidir.
İlköğrenimini Haydarabad'da tamamladıktan sonra, yine bu kentteki hukuk fakültesini bitirdi. Fakat İslami bilimlere özellikle de siyer ilmine olan merakından dolayı 1936'da Paris Üniversitesi'nde bu konuda eğitim aldı. Daha sonra Almanya'nın Tübingen Üniversitesi'ne kaydolarak "devletlerarası İslam hukuku" alanında ikinci bir doktora çalışması daha yaptı.
1947'de Paris'e yerleşerek ders vermeye başladı. Akademik çevrelerdeki ünü giderek arttı ve ders vermek için Fransa dışındaki ülkelere gitmeye başladı. 1950'li yıllarda Türkiye'ye gelerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Hukuk fakültelerinde ve İzmir, Ankara, Konya üniversitelerinde dersler verdi. İleri derecede 8 dil biliyordu.

Diyanet İşleri başkanlığı
Görüşü

“Normal vakitlerin oluşmadığı dönemlerde namaz ve oruç vakitleri hususunda takdir yöntemine başvurulması kaçınılmazdır. Bazı hadislerde de ifade edildiği gibi vakitlerin oluşmadığı yerlerde "takdir yöntemi" ile ibadet edilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Fakat İslam Dini’nin birlik beraberlik ve kardeşliğe verdiği önem gereği bu bölgelerde uygulanacak olan takdir yönteminde belli bir birliğin sağlanması gerekmektedir. Bu birlik de, ancak ilgili tarafların bir araya gelerek meseleyi görüşmeleri ve ortak bir karara varmalarıyla mümkün olacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu birliğin sağlanabilmesi için öteden beri gayretlerini sürdürmektedir.“ (Tarih: 10-11/06/2009 Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı.)

Diyanet İşleri Başkanlığı ne zaman kurulmuştur

Diyanet İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine kurulan, ‘İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle’ görevli kurumdur. Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle 429 sayılı kanunla Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı’na bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur.
Anayasanın 136. maddesinde; "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir." hükmü yer almaktadır.

Abdülaziz Bayındır

Görüşü:

''Kutuplarda gecelerin karanlık olmayabileceğini gösteren ya da beyaz gecelerin olabileceğini gösteren ayetler var. Mevcut namaz vakitleri anlayışında insanların dinlenmesine imkân verilmiyor. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1 Ağustos'ta Tromso için ilan ettiği namaz vakitlerine göre, imsak saati 02.30, yatsı da 23.00'da oluyor. Bu süreler arasında 3,5 saatlik bir ara var. Bu aralıkta insanların dinlenmesi, yemek yemesi ve oruca başlaması mümkün değil. Ekvatorda yılın tamamında güneş dik açı yapıyor, gece ve gündüzün uzunluğu sürekli 12 saat oluyor. Kutuplarda güneş kutba hep paralel olduğu için orada da gece ile gündüzü 12 saat saymak gerekir. Gecenin 3 bölümden oluşması için 45 dereceden kutba doğru gündüzlerin sürekli kısalması gerekir. Buradaki ölçüler ekvatora geri dönüş gibi olmalıdır. Yani 50 derecede 40 derece enleminin, 60 derecede 30 derece enleminin, 70 derecede 20 derece enleminin, 80 derecede 10 derece enleminin, 90 derecede de ekvatorun vakitleri geçerli kılınmalıdır. Çalışmalarımız devam ediyor, ancak 1 Ağustos'ta Tromso'da uygulanması gereken oruç vakti imsak için 05.32, iftar için 19.19. Böylece oruç tutulması gereken zaman yaklaşık 14 saat oluyor. Gece de dinlenmek için 10 saat kalıyor.'' „ (Süleymaniye Vakfı)

Abdul Aziz bayındır Kimdir

Atatürk Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi'den 1976 yılında mezun oldu. 1976'dan 1997 yılına kadar İstanbul Müftülüğü'nde çalıştı. Bu süre zarfında uzman, müftü yardımcılığı, Fetva Kurulu Başkanlığı ve Şer'iyye Sicilleri Arşivi yöneticiliği görevlerinde bulundu. 1984’te “Şer’iyye Sicilleri doğrultusunda Osmanlılarda Muhakeme Usulleri” isimli teziyle İslam Hukuku dalında İlâhiyat Doktoru; 1987’de İslam İktisâdıyla ilgili çalışmalarıyla da Kelam ve İslam Hukuku dalında doçent oldu. 1993’te Süleymaniye Vakfı’nı kurdu. 1997 yılında İstanbul Müftülüğü'ndeki görevinden ayrılarak İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'e öğretim üyesi (doçent) olarak geçti. 2003 yılında ise İslam Hukuku profesörü oldu. Bu fakültede Temel İslam Bilimleri adı altında İslam Hukuku Ana Bilim Dalı Bölüm Başkanlığını yürütmektedir. Arapça, Fransızca ve İngilizce bilen Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, evli ve dört çocuk babasıdır.

Rusya Müftüler Konseyi Başkanı Ruşan Abbyasov
Görüşü

Ülkenin kuzey bölgelerinde gündüz uzunluğunun 20 saati geçtiği ve karanlık çökmeyen bölgelerde oruç tutanları gündemine alan Rusya Müftüler Konseyi, yeni bir fetva yayınlayarak oruç süresini kısıtladı.
Ramazan ayı ve Rusya'daki Müslümanların yaşamlarına ilişkin açıklamada bulunan Abbyasov, ülkenin Kuzey Kutbu'na yakın bazı bölgelerinde yaz aylarında güneşin batmadığını veya çok kısa süreliğine battığını vurgulayarak, Rusya Müftüler Konseyi'nin bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar için Mekke saat dilimi ve iftar vaktini baz alarak oruç tutmaları yönünde fetva verdiğini kaydetti. "Güneşin batmadığı bölgelerde yaşayan Müslümanlar, Mekke saatine uygun iftar açabilir."
Abbyasov, bu fetvaya uygun olarak sahur vaktinin yerel koşullara uygun belirlendiğini, ancak iftar saatinin Mekke'deki iftar saatinin emsali olan yerel saatte açılmasının uygun bulunduğunu açıkladı.

Hayrettin Karaman
Görüşü

„Ekvator’dan kuzeye ve güneye doğru ilerledikçe güneşin doğma ve batma vakitleri değişir, uzar ve kısalır, nihayet günlerce ve aylarca doğmadığı veya batmadığı enlem derecelerine ulaşılır. Bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar namaz ve oruç vakitlerini nasıl ayarlayacaklardır?

Bazı fıkıhçıların ileri sürdüğü “Normal vaktin olmadığı yerlerde, normal mıntıkalara mahsus oruç ve namaz ibadeti de olmaz” düşüncesi isabetli değildir. Allah Teâlâ Mekke ve Medine gibi yerlerde yaşayan Müslümanlara hitap ederek yirmi dört saatlik bir zaman dilimi içinde beş kere namaz kılmalarını ve yılda bir ay da oruç tutmalarını istemiştir. İbadetin sebep ve hikmeti, bir yandan insanın ibadetle eğitilmesi, Allah'a yakınlık elde etmesi, diğer yandan âhirette geçer akçe olan ecir ve sevabın elde edilmesidir. Güneşin aylarca doğmadığı veya batmadığı yerlerde yaşayan müminler de çalışma, dinlenme, yeme ve içme gibi hususlarda hayatlarını yirmi dört saate göre düzenlemekte; yani normal mıntıkalarda yaşayan insanlar gibi yaşamaktadırlar. Bu müminlerin de dinî eğitime ve sevaba ihtiyaçları vardır. Bu sebeple ibadetlerini de –tıpkı genel olarak hayatları gibi– aya ve güneşe göre değil, farazî ve itibarî (sanal) olarak ayarladıkları günlerine göre yapacaklardır.

Bu şartlarda yaşayan müminlerin uygulayacakları vakit cetveli bakımından âlimlerce iki yol gösterilmiştir: 1. Mekke takvimini uygulamak. 2. Kendilerine en yakın normal bölgenin takvimini uygulamak.
Kıyamet yaklaştığında ve Deccâl çıktığında günün çok uzun olacağını bildirmesi üzerine Hz. Peygamber'e, bu “bir yıl kadar uzun günde” namazları nasıl kılacaklarını soran sahâbîler, “Daha önceki normal günlere göre kılarsınız” cevabını almışlardı. Bu hadis de yukarıdaki çözüme ışık tutmaktadır.“ (Müslim, “Fiten”, 110).

Hayrettin Karaman Kimdir

Hayrettin Karaman  1934 Çorum’da doğdu. İlahiyatçı ve yazardır.
1959 yılında Konya İmam-Hatip Lisesi'nden, 1963 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nden mezun oldu. 1965 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'nde asistan olarak çalışmaya başladı. “Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar İslam Hukukunda İçtihad” konulu tezi vermesiyle fıkıh öğretmenliğine başladı.
1980 yılında okulun İlahiyat Fakültesi'ne dönüştürülmesiyle birlikte önce doçentliğe, sonra da profesörlüğe yükseltildi.
2001 yılı başı itibariyle emekliye ayrılan Hayrettin Karaman, bilimsel eser çalışmaları yanında halen günlük Yeni Şafak Gazetesi'nde köşe yazıları yazıyor. Arapça, Farsça ve Fransızca bilen Hayreddin Karaman'ın periyodik yazıları, Gerçek Hayat Dergisi ve Eğitim-Bilim Dergisi'nde de yayınlanmaktadır. Kitap ve makalelerinin yer aldığı bir internet sitesi de mevcuttur.

Şaban Ali Düzgün
Görüşü

“Kuzey Kutbuna Yakın Olan Yerlerde Oruç güneş batımının geç saatlere kadar gerçekleşmediği yerlerde itibari bir güneş batımı tespit edilerek, imsak ve iftar vakti tespiti yapılabilir. Unutmamak gerekir ki paralel ve meridyenler itibaridir. Öyle bir şey yoktur ama itibari olarak hesap yapmakta kullanılırlar. Orucun kaç saat tutulacağı konusunda aynen itibari bir zaman tayini yapılabilir. Güneş batımı, bir zaman tayinidir, orucu açmanın gerekçesi değildir. Bu tayini ilgili bölgedeki insanlar yapabilirler. İsterlerse Mekke’ye kıyas yapabilirler, isterlerse başka bir yere. Bu konuda bütün insanları bağlayan bir fetvaya gerek de yoktur. Ama ibadetlerde birlik ruhu önemlidir ve fetvânın bu anlamda önemi vardır.”

Fetvalar kişiye özeldir
“Üretilen fetvalar kişiye özeldir. Biri Peygamber’e bir şey sorduğunda onun kendi durumunu dikkate alarak fetva verirdi. Aynı konuda bir başkasına başka bir şey söylediği olurdu. Bu fetvaları alıp da bütün Müslüman coğrafya yaymanın anlamı yoktur. Hanefi fıkhının en temel özelliği herhangi bir fıkhî hükmün şer’î olmasını değil meşru olmasını önemsemesidir. Şer’î’de Kur’an’dan ve Sünnet’ten bir referansınızın olması, meşru’da ise, çıkarılan hükmün Kur’an’a ve sünnete aykırı olmaması, önemlidir. Hanefî fıkhının farklı coğrafyalarda ortaya çıkan sorunlara çözüm üretebilmesinde bu esnekliğin rolü büyüktür.”

“Bizden öncekiler adamsa biz de adamız.”
“İslam’ın kültür tarihinde birkaç şehir medeniyet başkenti olarak sayılır. Bağdat, İstanbul, Semerkant, Kurtuba gibi. Kur’an için ‘Mekke’de indi, İstanbul’da yazıldı, Mısır’da okundu, Semerkant’ta anlaşıldı.’ denir. Daha önce rivayet tefsiri yapılıyorken Semerkant’ta Kuran’ın anlaşılması üzerine çalışılmıştır. Rivayet tefsiri, daha önce o konuda sahabe ya da daha önceki âlimler ne demişse onu aktarmaktır. Daha sonra geliştirilen rey ekolu ise kendi kanaatini belirtmektedir. Fıkıhta Ebu Hanife, tefsirde Maturidi rey ekolünün önemli isimleridir. Ebu Hanife’ye neden kendi görüşüne göre fetva veriyorsun dediklerinde, şu meşhur sözünü söyler “Bizden öncekiler adamsa biz de adamız.”

Şaban Ali Düzgün kimdir

1968 Gümüşhane’de doğdu. 1989’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Seyyid Ahmet Han ve modernist hareketlerle ilgili yüksek lisans çalışmasını tamamladı. Bu çerçevede İngiltere’de, School of Oriental and African Studies’de (SOAS) çalıştı. Doktorasını Nesefî ve İslam Filozoflarında Allah-Âlem İlişkisi adıyla verdi.
2000-2001 akademik yılında öğretim üyesi değişimi programı çerçevesinde Gregoryan Üniversitesi’nde (Roma); 2003-2004 akademik yılında ise Georgetown Üniversitesi’nde (Washington, DC) misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. 2005’de profesör oldu.
2007-2008 eğitim öğretim yılında, Fulbright Muslim Scholar olarak Birmingham Southern College’da öğretim üyesi olarak çalıştı. Alabama Üniversitesi, Montevallo Üniversitesi, Samford Üniversitesi’nde ders ve seminerler verdi. Uluslararası Ahmet Yesevî Türk-Kazak Üniversitesi’nde (Kazakistan) ders verdi (2013). Fulbright Türkiye Seçici komisyon üyesidir. İngilizce İlahiyat Bölüm Başkanlığını yürütmüştür (2010-2012). İnternet Kelam Araştırmaları Dergisi’nin editörlüğünü yapmaktadır. Hali hazırda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı başkanıdır.

Musa carullah Bigiyev
Görüşü

„Mekke ve Medine’de en uzun gün 12 saati geçmemektedir. Oysa ekvator’un kuzeyindeki ülkelerde gün 20 saate kadar uzanmaktadır. Bu ülkelerde yaşayan Müslümanların oruçlarını Arabistan’a kıyasla ayarlayabilirler.“

Musa Carullah’ın Uzun Günlerde Oruç adlı bir eseri vardır. İsteyenler  o kitabı okuyabilirler. (Doç. Dr. Abdullah Kahraman’ın İz Yayıncılık, İslam klasikleri dizisi:35, İstanbul, 2009)
Müellif, Uzun Günlerde Oruç adlı eserine şöyle başlıyor: “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez” (Bakara,185) ve “Allah dinde üzerinize zorluk kılmamıştır” Hac Suresi, 78)
Söz konusu eserin 136.sayfasında: “Şâri’i Kerim’in şahadetine göre, insanı halden düşürecek derecede büyük meşakkati olan oruç, ibadet değil aksine günahtır” tespitinde bulunuyor.
Aynı sayfada: “ Oruca büyük güçlükle dayananların bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir” (Bakara,184) tespitinde bulunularak: “Yani, orucu takatle, yalnız güçlükle ve zahmetle yerine getirebilenlere oruç farz değil, bilakis orucun yerine fidye vermek farz olur. Buradaki ‘yutikûne’ cümlesinin manası güçlükle, zahmetle ve meşakkatle eda edebilenler demektir” şeklindeki bir ifadeyle yer veriyor.

Musa carullah Bigiyef Kimdir:

1875'de Kazan'da doğan Müellif, orada başlayan tahsilini, Buhara, Mısır, Hicaz, Hindistan ve Şam medreselerinde tamamladı. Tahsil hayatından sonra döndüğü memleketinde ilmî, siyasî ve içtimaî hareketlere öncülük etti. 1917 Bolşevik İhtilali'nden sonra da bu çalışmalarını sürdürdü. Yazdığı bir eserden dolayı tevkif edildi, eziyet ve işkencelere uğradı ve Rusya'dan kaçmak zorunda kaldı. Sürgün denilebilecek bu hayatı, Çin, Hindistan, Almanya, Türkiye, Japonya ve Mısır'da geçti. 1949'da Kahire'de vefat eden Musa Carullah'ın çeşitli meselelere dair çok sayıda eseri bulunmaktadır. Ayrıca T. İzutsu'nun (1914-1993) Arapça hocası olduğu bilinen yazar I. Türk tarih kongresine de katılmıştır. (A/16)

Musa Carullah din ve Müslümanlar hakkında şu tespitte bulunur:  "İslâmiyet'in kendisi de ilahi rahmet kadar genişti. Bu genişliğine göre de âlemlerin Rabbi Hz. Allah tarafından İslâmiyet, insanlık âlemi için genel, aynı zamanda sonsuza dek bir din olmak sıfatıyla; varlığın efendisi Hz. Muhammed(s) vasıtasıyla Kur'an-ı Kerim'de bozulup-değiştirilmesi imkansız mucizevi metniyle bildirildi. İslâmiyet'in bu seçkin erdemi insanlık âleminde süratle yayılmasına güçlü bir sebep te olmuştu. Fakat İslâmiyet'in o genişliği o kadar uzun sürmedi. İnsanların çoğu çok geniş olan İslâmiyet'i kendi dar düşüncelerinde ve gayet dar gönüllerinde derinleştirmekte aciz kaldılar. Çünkü çaresiz ya kendi gönüllerini geniş tutmak ya da İslâmiyet'i kendi gönülleri kadar dar, adeta "hiçlik" mesabesine düşürmek zorundaydılar. Fakat kendi gönüllerini geniş tutmaktan aciz kalan insanlar, İslâmiyet'i daraltmaktan korkmadılar. O zamanın siyasi şartları da buna müsaade etti.
Bu durumun etkisiyle İslam Âleminde dar gönüller kadar, çok ufak mezhebler kısa bir sürede oluşarak pıtırak gibi çoğaldı. Akledilebilenlerin dairesi kadar geniş olan İslâmiyet,. değil insanlığı kapsayabilmek, ufak bir şehirde toplanan küçük bir cemaati bile  iman dairesine alamaz oldu. İslâmiyet "ya falan oğlu filan gibi inan ya da sonsuza dek cehennemde yan! canın da malın da helal!." gibi en büyük zulüm, en büyük cehalet temeline bina edilmiş bir parçacıktan ibaret kılındı. Neticede İslâmiyet, sarıklıların keyfi arzularına hizmet ettirilen son derece kaba bir kural şekline dönüştürüldü. Bu durumun kötü etkilerini sayıp bitirmek mümkün değildir? Fakat, İslam dünyasının başına gelen siyasi, sosyal sorunların her birinin temel nedeni genellikle bu durum olmuştur şüphesiz."

Sonuç:

Rüştü Kam

Kur'an'ı, indiği yerdeki muhatabı nasıl anladıysa önce öyle anlamalıyız. Sonra da bulunduğumuz bölge şartlarında o yöre insanının ihtiyacına cevap verebilecek yorumlarımızla İslâm'ı yaşanabilir bir din haline getirmeliyiz. Bizlerden istenen budur. Din bizim elimizde insanlara sıkıntı verecek bir araç haline değil, insanların sıkıntılarını giderecek İlahi mesaj haline gelmelidir. Oruç Medine'de farz kılınmıştır. Peygamberimiz de ömrü boyunca orucunu Medine’de tutmuştur. Medine gecesi ve gündüzü eşit olan bir zaman ölçüsüne sahiptir. 12+12=24.

Gece ve gündüz kavramını Medine'dekiler tanıma uygun, yaşam standartlarına uygun olarak tam manasıyla anlamışlardır. Bu şu demektir: Oruç zamanı 12 saattir. Çünkü gün 12 saat gece ve 12 saat gündüzden ibarettir. İmsak vaktini bir saat geriye çekersek oruç süresi 13 saat olur. Öyleyse oruç ibadetinin süresi 13 saattir. Dünyanın neresinde olursanız olun ölçü ve süre böyle olmalıdır.
Öyleyse bu sürenin başlangıç ve bitişi de takdir ile tespit edilerek oruç tutulur.

Çünkü oruç aç ve susuz kalmaktan ibaret değildir. Oruç bir disiplindir. Belirlenen o süre içinde nefsin disipline edilmesidir. Helallere ulaşma yasaklanmıştır bu sürede. Oruç ayetinin sonunda "umulur ki korunursunuz" uyarısı vardır. Korunulacak olan şeyler bellidir. Yalandan, iftiraya, kalp kırmaya, cimrilikten, ihtikâra ve israfa kadar ne kadar toplum menfaatine aykırı davranış varsa onların hepsinden korunulacaktır. İşte oruç tutmak böyle bir şeydir.

Bu uyarı göz önüne alınırsa aslında oruç kendi başına ibadet değildir. İnsanlar aç kaldıkları için sevap almazlar, aç kaldıkları için ceza da almazlar. Oruç. yukarda zikrettiğim ibadetlerin ön şartı olmalıdır. Sevap ve ceza o ibadetlerin yapılıp yapılmayışıyla ilgilidir.

Dini yaşam için Müslümana bazı coğrafi bölgeler avantaj sağlarken, bazı coğrafi bölgeler dezavantaj olmamalıdır. En doğrusunu Sahibimiz bilir.

Ben böylece görevimi hakkıyla yaptığım kanaatindeyim. Bana ufuklarını açtığım, ibadetlerini huzurla yapmalarına yardımcı olduğum için dua edenler var. Onlara teşekkür ederim. Bana kızanlara, hoş olmayan sözler söyleyenlere de hoşgörü ile yaklaşır, onlar için  Mevlam’a duacı olurum. Allah’ım bilmiyorlar, bilselerdi böyle yapmazlardı, sen onlara hidayet nasip eyle, akletmeleri için onlara yardım et derim.
Selam ve dua ile

25 Haziran 2015 Perşembe

ZEKAT'IN % 25'Şİ FAKİRİN HAKKIDIR /2015

Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.

Davası olanın, destekçisi Allah'tır.
Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur.
Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar
Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur.
Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.
En etkilli davet temsildir.
Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır.

2011 yılında zekât konusunu işlemişim. Aradan 4 sene geçmiş.  Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanlarda bir değişme, gelişme olmuş mu, ona birlikte bakalım. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar ne âlemde bir görelim. Sadece, davetlerde fotoğraf çektirmekle mi meşguller, yoksa bu üç sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymuşlar mı, birlikte bakalım:

Maddeye tamahkâr olmamak lazımdır

Ramazan ayının içindeyiz. Bu ayda herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına çıkarılmamalıdır. Kur’an’ın buyruğu bu yöndedir. Yardımlarınızı bulunduğunuz yerin dışına çıkarmak için kapınıza gelenlere sakın itibar etmeyiniz. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyiniz.

Biz önce bulunduğumuz çevredeki insanlardan sorumluyuz: “Sana, neyi infak edip vereceklerini soruyorlar. De ki: İnfak ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizlerle yolda kalan için olmalıdır. Hayır olarak yaptığınızı Allah en iyi biçimde bilmektedir.” (Bakara 215)

Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edersek, görevimizi birisinin hatırlatmasına ihtiyaç kalmayacaktır.

Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar yine. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrika’lı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Hergün, yerden pıtırak (Kırlarda yetişen yabanî bir otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı.

Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel çalıştırıyorlar ve onların maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz  yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz.

Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bu güne kadar verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiye’liler üzerinden yapalım.  3 milyon insanımız yaşıyor Almanya‘da. 2 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alalım.

Tahmini olarak yılda bir milyar Euro toplanıyor

Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000x100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor.
Şimdi sonuca bakalım; kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtarmışız yaptığımız bu yardımlarla, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalkmış, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözmüş? Aksine, yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke katılıyor...

Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini BM de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize.

Emperyalist ülkeler  bir bahane uydurarak önce oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar toplanıyor, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor. Silahları satan emperyalistler, alanlar genelde Müslüman gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsün diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar.
Filistin’e, ben kendimi bildim bileli yardım gönderilir(51 doğumluyum). Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar çünkü.

Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Bizlere ne Türkiye, ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey İman Edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!”(Tahrîm: 6)
Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak geleceğe yönelik yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki:” Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredatını kendimizin hazırladığı bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil.

Ölüm haktır, dünya fanidir

İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını Allah vermiştir elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir.

Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır.

Biz güzel olmak istemedik, güzeli görmek istedik. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır.

Afrika ülkelerini Müslümanlar fakirleştirmedi

Afrika ülkelerini, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar.

Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim...”

Bizim çocuklarımıza kim sahip çıkacak 

Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem azabı” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar açıkken, göz önündeyken,  bu vurdumduymazlık niye.
Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Sarrazin’ler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 100)

Pislik;
-kaos demektir,
-anarşi demektir,
-aşağılanma demektir,
-tepelenme demektir,
-kölelik demektir,
-açlık demektir,
-sefalet demektir,
-gözyaşı demektir,
-kan demektir...

Müslüman ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir.

Bu paralarla neler yapılabilirdi

1. Bu paralarla vakıflar kurulurdu.
2. Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi.
3. Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı.
4. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi,
5. Hastaneler yapılırdı, Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi.
6. İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi.
7. Ehl-i Kitab’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı.
8. Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu.
9. Çocuk yuvaları açılırdı.
10. Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi.
11. Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almancaya çevrilirdi. Almanca’dan da Türkçe’ye.
12. Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek için tarihi mekânlara geziler düzenlenirdi.
13. Türkçe dil kursları açılırdı,
14. Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı;  dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi.
15. Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da, yine bu fondan karşılarlardı.
16. Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu.

Sonuç:

1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcının elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir.

2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan, kuraklık gibi doğal afetler değil. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister. Ancak onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini ister.

3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100:8=12,50 eder.
“1-Fakire   12,5+
 2-Miskine 12,5= 25 yapar.  Yani fakirin direk zekattan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı  zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de.

Fakat kalan %75’den direkt olarak fakirin hakkı/payı yoktur. Dolaylı olarak vardır:

1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumlarındır.

2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır.(Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerdir, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır.

3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır.(zekât memurları) Zekâtı kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır.

4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların hakkıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin)

5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak içindir.(Fi sebilillah)

6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(Tevbe 60)

Ve bu payların Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır.

Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim.

Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım.

Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afganistan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir.


Devam edecek

Rüştü Kam

15 Haziran 2015 Pazartesi

TRABZON VENİ VİDİ SCRİPSİ (Vl) "Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Avrupa ile Asya'nın İpek yolu üzerindeki en önemli irtibat noktasında bulunan Trabzon, bu öneminden dolayı tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Tarihin en eski çağlarından beri insanoğlunu barındırmış olan bu güzel kent, öykülerle, türkülerle dolu zengin bir kültürel mirasa sahip.
Tarihsel süreçte kentin; Miletler, Persler, Romalılar, Bizanslılar ve Komnenos’ların egemenliği altına girdiği bilinmektedir. 13.yüzyılın başlarında kurulup 250 yılı aşkın bir süre hüküm süren Trabzon Komnenos Prensliği 26 Ekim 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet' in Trabzon'u fethiyle sona ermiştir.
Müzeler, manastırlar, camiler, türbeler, hanlar, hamamlar, bedesten ve kenti çevreleyen surlar, sivil mimari örnekleri ve çarşılar kentin tarihi dokusuna bir nakış gibi işlenmiş.
Batılıların "muhteşem" diye adlandırdıkları Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın doğup büyüdüğü ve 15 yaşına kadar yaşadığı kentte, Roma, Bizans ve Osmanlı döneminden günümüze ulaşan pek çok tarihsel anıt var.
Gümüş ve altının Trabzonlu zanaatkârların elinde nakışa dönüştüğü kazazlık(tel gümüş sarma) ve hasır bilezik ürünleriyle, horonu, kemençesi ile diğer folklorik unsurlar Trabzon'un dünya tanıtımında başlıca simgeleri.
Trabzon kuymağıyla da meşhur. Tereyağı, peynir ve mısır unu karışımı ile yapılan kuymak yöre mutfağındaki özgün yerini hâlâ korumakta.



Akçaabat
Akçaabat’tayız. Saray Restoran’a demir attık. Akçaabat köftesi yiyeceğiz. Masa donatılmış.  Mısır ekmeği ve yoğurt da var. Bekleyemedim köfteyi, başladım yoğurda mısır ekmeği doğrayarak yemeye.  Çocukluğumda yediğim en mükemmel yemekti bu. Evet Akçaabat köfteleri de geldi.  Denildiği kadar var, müthiş bir lezzet. .Akçaabat Köftesi 1930 yıllarında Akçaabat’lı lokantacıların ortaklaşa yaptıkları bir köfteymiş. Sığır ve dana kıyması karıştırılarak yapılırmış. Harcına ekmek ve sarmısak da ilave edilirmiş. 
Arkasından Laz Böreği, börek denildiğine bakmayınız, o bir tatlı. Adı laz Böreği. Eee burası Karadeniz…
Namazlarımızı burada cem ederek kıldık. Saray Restoran’da küçücük bir mescid var, burada namazınızı kılabilirsiniz dediler. Restoranın o ihtişamı mescide yansımamış, çok pis ve daracık bir yer. Namazdan sonra restoran sahibine, ‘Dünyalıklar konusunda hassas davranmışsınız ama, iş Allah'ın rızasına gelince unutmuşsunuz.‘ dedim. Yerlerinin darlığından dem vurmaya başlayınca hafifçe tebessüm ederek ayrıldık oradan.



Atatürk Köşkü
Soğuksu Tepesi, merkezden 8 km uzakta çam ağaçlarıyla çevrili bir bahçe. Trabzon ayağınızın altında. Bahçenin içinde çok güzel bir köşk var, bembeyaz, gelin gibi. Atatürk Köşkü: Bu köşk 1903 yılında işadamı Konstantin Kapogiannidis için yapılmış . Sahibi ailesiyle birlikte mübadele zamanı (1923) Yunanistan’a zorunlu göç etmiş. Atatürk Trabzon’a geldiğinde bu köşkte bir süre dinlenmiş (1924). İkinci kez geldiğinde (1931), bu köşk Trabzonlular tarafından kendisine hediye edilmiş. Bugün köşk müze olarak kullanılmakta .
Köşkün hemen karşısında Telkari mağazası var, gümüş takılar satan bir mağaza. Hanımlar yağmuru da fırsat bilerek hemen o mağazaya sığındılar. Arayıp da bulamadıkları fırsat. Bir taşla iki kuş.



Trabzon Çarşısı
Trabzon Çarşısı’na geldiğimizde akşam olmak üzereydi. 3 saat serbest zaman verildi. Kimimiz valiz alacak, kimimiz Trabzon hurması, kimimiz altın takı.  Dağıldık çarşıya. Trabzon hurması denilen meyve; cennet elmasının kurutulmuşu. Hanımın öğrencilerinden Fatma Keski’nin siparişiymiş. Birkaç dükkan gezdik. Kimsede yok. Bulmadan dönmek de olmaz. İnanmazlar bulamadığımıza. Hanım telaşlandı. Tam ümidimizi kestiğimiz anda tezgahtar seslendi. 1kg. Kadar buldum… 

Ayasofya Kilisesi
Otobüsün yanındayız. Ancak sözleşilen saatte eksiksiz toplanamadık, Kemal ile Davut yoklar. 45 dakika kadar bekledik, gelmediler. Onlara telefonda Ayasofya Camii‘ne gideceğimizi söyledik ve ayrıldık çarşıdan. Akşam namazını yatsı ile birlikte Ayasofya Camii’nde kıldık:  Kemal ve Davut oraya taksi ile gelmişler. 

Ayasofya Kilisesi, Rehber Yasin’in anlattığına göre; 1204 yılında Trabzon İmparatorluğu‘nu kuran Komnenos Ailesinden Kral I.Manuel (1238-1263) tarafından 1250-1260 yılları arasında yaptırılmış. Ayasofya adı "Kutsal Bilgelik" anlamına geliyormuş. Bizans Kiliselerinin en güzel örneklerinden birisi olan yapı, tepede inşa edilmiş. Denize nazır. Kubbeli. 

Binanın en görkemli cephesi güneyi. Burada Adem'le Havva'nın yaratılışı kabartma olarak bir friz halinde anlatılmış. Güney cephesindeki kemerin kilittaşı üzerinde Trabzon'da 257 yıl hüküm süren Komnenos Hanedanı'nın sembolü olan tekbaşlı kartal motifi bulunmakta. Kubbede ana tasvir İsa‘ymış, bunun altında bir kitabe kuşağı, daha altta ise melekler frizi bulunurmuş. Pencere aralarında oniki havari tasvir edilmiş. 

Pandantiflerde değişik kompozisyonlar yer almakta. İsa'nın doğumu, vaftizi, çarmıha gerilişi, kıyamet günü gibi sahneler betimlenmiş, harika bir işçilik. Ancak biz bunların çoğunu göremedik, çünkü, kiliseyi camiye çevireceğiz diye üzerleri suntayla ve sıvalarla kapatılmış o güzelim motiflerin.

 

Kilisenin serüveni
Kilise, Fatih Sultan Mehmet’in 1461 yılında Trabzon’u fethini takiben camiye çevrilmiş ve vakıf eser olmuş. 1868 yılında harap durumda olan cami Bursalı Rıza Efendi tarafından yeni baştan onarım görmüş. I. Dünya Savaşı yıllarında sırası ile depo, hastane daha sonraları yine cami olarak kullanılmış. 1958-1962 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Edinburg Üniversitesi’nin işbirliği ile restore edilerek 1964 yılından sonra müze olarak ziyarete açılmış. 2013 yılında yeniden camiye çevrilmiş. 
Biz bu durumu yadırgadık. Binanın estetiği bozulmuş. Aslına uygun olarak onarılmadığı belli. Yazık etmişler Ayasofya Kilisesi‘ne. Camiye çevrilişinin siyasi bir sebebi var mıdır bilemiyorum ama, yapılar, ister kilise olsun, ister cami olsun, yapılış amacına uygun olarak onarılmalı, kuıllanılmalı ve ziyarete açılmalıdır. Balkanlardaki cami katliamı gibi Türkiye’de de kilise katliamı yapılmamalıdır. 
Arkadaşlar arasında bir tartışma başladı ziyaretten hemen sonra; müslümanların yaşadığı bölgelerdeki kiliseler camiye çevrilmeli midir, yoksa amacına uygun olarak muhafaza edilmeli midir? Çoğunluğun görüşü ikinci şık; amacına uygun olarak muhafaza edilmelidir çıktı.



Sümela Manastırı
Sabah 8.00de Sümela yolundayız. Belirli bir yere kadar otobüsle gittik. Ondan sonra Minibüslerle yola devam ettik. Minibüsün de gidemediği yerler var. Ondan sonrasını yaya yürüdük. Ormanın içinde patika yolda yürüyoruz yokuş yukarı. Ayağınızın kayması durumunda aşağıya yuvarlanırsanız, parçalarınız bile bulunmaz. Manzara harika. Oksijen bol. Dağların tepeleri karlı. bu karlı dağların başı dumanlı. Bulutlarla sarmaş dolaş olmuşlar kucak kucağa yatıyorlar sanki. Bazen de güneş eşlik ediyor bu seremoniye. Rüya alemindeyiz. 
Sümela Manastırı‘na geldik sonunda. Allah’ı bulmak ve O na yakın olmak, O’nun nefesini ensede hissetmek için olmalı herhalde; kilise mümmkün olduğunca yükseğe yapılmış. Dar ve uzun bir merdivenle manastırın ana girişine ulaşıyoruz. Giriş kapısının yanında muhafız odaları bulunmakta. Buradan bir merdivenle iç avluya iniliyor. Solda, manastırın esasını teşkil eden ve kilise haline getirilen mağaranın önünde çeşitli manastır binaları bulunmakta. Sağ tarafta kütüphane yer almakta. Yine sağda yamacın ön yüzünü kaplayan büyük balkonlu bölüm, keşiş odaları ve misafir odaları olarak kullanılıyormuş.
Yasin devam ediyor anlatmaya, herkes can kulağıyla dinliyor: „Sümela Manastırı, Trabzon’un Maçka ilçesindedir. Bu manastır tarihin en eski yapılarından biridir. Zigana Dağı‘nın eteklerine kurulmuştur. Yapı gördüğünüz gibi oldukça sarp olan dağın zirvesine yapılmıştır. Vadiden yaklaşık 300 metre yükseklikte bulunan yapı dünyanın en eski ve en önemli tarihi manastırlarından biri olma özelliğini taşır. Aşağıda gördüğünüz dere Meryemana (Panagia) deresidir.
Manastır hakkında çok fazla efsaneler mevcuttur. Anlatılanlara göre, burayı Atinalı Barnabas ile Sophronios adlı iki rahip yaptırmış. Bu iki rahip aynı gece rüyalarında Hz. isa ve Hz.Meryem’i görmüşler. Gördükleri yer Sümela’nın bulunduğu bu yermiş. Birbirinden habersiz olarak yola çıkmışlar ve burada buluşmuşlar. Birbirlerine gördükleri rüyayı anlatmışlar. Hayretler içinde birbirlerini dinleyen rahipler bu rüyanın bir işaret olabileceğini düşünerek, vurmuşlar kazmayı dağların sarp yamacına. Ve Manastırın temelini atmışlar. Asıl adı Meryem Ana Manastırı’dır. Sümela "Sou-mela" Manastırın Rumca adıdır. Manastır M.S 395 yıllarında Trabzon Rum İmparatoru III. Alexios döneminde yapılmıştır. 
Sümela’yı Hristyanlar tarafından değerli kılan en önemli nokta Hz. Meryem resmidir. İnanışa göre bu manastırda Hz. İsa’nın havarilerinden olan Aziz Lukas’ın çizdiği Hz. Meryem portresi manastırın temelini atan rahipler tarafından buraya getirilmiştir. Ancak bugüne kadar o resim hiç görülmemiştir.  
Dağın zirvesinde kurulmuş olan bu muhteşem manastırı önemli kılan;  mucizeler gösterdiğine inanılan ve Hıristiyanlar için son derece önemli ve kutsal sayılan bu portredir. Yaygın bir inanışa ve birçok kaynağa göre, Aziz Luka bu portreyi her gittiği yere beraberinde götürmüş ve Kutsal Meryem onu bu nedenle mutlu kılıp, Aziz Luka'nın yaptığı her işi kutsamıştır.
Maalesef bu güzelim Manastır, define avcıları tarafından sık sık kazılmış ve gördüğünüz gibi harabeye dönüşmüştür. Birkaç defa da yanmıştır. Bu yangınlar sırasında  Manastırın ahşap çatısı tamamen kül olmuştur, ve birçok tarihi değer de kaybolmuştur.
Fatih Sultan Mehmet Trabzon’u aldıktan sonra manastırın haklarına dokunmayacağına dair bir ferman yayınlamıştır. Yavuz Sultan Selim de buraya iki büyük şamdan hediye etmiştir. Diğer zamanlardaki padişahlar da buraya dokunmamışlar ve çeşitli onarımlarla gelişmesini sağlamışlardır.
Trabzon için büyük turistik önem taşıyan Sümela her yıl binlerece kişi tarafından ziyaret edilmektedir. 2010 yılında özel bir izinle Meryem Ana’nın göğe yükselişi sebebiyle burada bir ayin yapılmıştır. Bu ayin 88 yıl aradan sonra yapılan ilk ayindir. „



Maçka
Dönüşte Maçka’da soluklandık. Türküde olduğu gibi gerçekten taşlı. Yapılaşma çok kötü. O güzelim doğa çarpık yapılaşmaya baka baka, çarpıklaşmış. Doğanın o güzelliğine paralel bir yapılaşma ne de güzel olurdu. Yunus İnci tavsiye etti ve Trabzon ekmeği aldık oradan, kapış kapış herkes bir parça aldı ekmekten, katıksız yedik, lezzetli. 
Karadeniz insanı sert mizaçlı, kayalara, sarp yokuşlara baka baka sertleşmiş olmalılar. Hemen parlayıveriyorlar. Kötü niyetli olduklarını sanmıyorum.

Maçka yolları taşlı
Geliyor sarı saçlı
Ne oldu sana yavrum
Böyle gözlerin yaşlı

Dereler akar akar
Karışır denizlere
Kurban olayım yavrum
O sevdalı yüzlere

Yukarı gel yukarı
Irmağın gözündeyim
Eller ne derse desin
Ben gene sözümdeyim

Sis dağının başları
Duman değil kar idi
Sevdiğim senin ile
Ne günlerim var idi



Yomra
Yomra’dayız,  Yomra, Trabzon’a 14 km. uzaklıkta bir ilçe. Nufusu 30.000 civarındaymış. Buraların yerli halkı Turanî ırktanmış. Orta Asyalı Türklerden. 
Yomra‘da, çay fabrikası var. İkiçay çay fabrikası. Sorumlu mühendis fabrikayı, gezdirdi ve tanıttı. Çay, bahçeden sofraya gelinceye kadar hangi aşamalardan geçiyor, üretim nasıl yapılıyor, çay nasıl demleniyor? Bu konularda bilgiler aldık. Bizim için özel demlenmiş çayından da içtik mühendisin. Tabii ki hediyelik çaylarımızı da buradan almayı ihmal etmedik. Bir de tavsiye aldık mühendis beyden, „Demlediğiniz çayı, 45 dakikada mutlaka bitirin.“



Sürmene
Yol üzerinde Sürmene var. Sürmene‘nin de bıçağı meşhurmuş. Almadan geçmek olmazdı. Tek tek de satılıyor, takım olarak da. Sürmene’den Of’a oradan Çaykara’ya, sonra da Uzun Göl‘e geçtik. Uzungöl’de balık yiyeceğiz. Ta Berlin’den beri Uzungöl’deki balığa odaklandık. Uzungöl‘de balık yemek bir başkadır diye reklamını yapmıştı Tur Şirketi. Yanaştı otobüs restoranın önüne, heyacanla indik aşağıya. Ancak, mekan sahiplerinde bir telaş yok. Kim gelmiş niye gelmiş, buyrun efendim, şöyle oturun, çocuğum koş oradan sandalye kap da gel… Biz böyle şeyler bekliyoruz. 6 ay önceden rezerve edilmiş yerimiz var diye seviniyoruz. Üstüne üstlük bir de garson demesin mi?:„Mekânın önünden çekin arabanızı, 2 saat sonra gelin, doluyuz“… Birbirimize bakıştık. Emin’e ve Yasin’e dödük; “Ne oluyor arkadaşlar bu ne rezalettir böyle?“

 

Mekân Arap turistlerle dolu. Yer yok. Bizden önce onlar gelmişler. ‘Sanki Arabistan uzun Göl‘e taşınmış gibi. Adım attığın yerde Arap var. Para bol tabi. Bizi saf dışı bıraktılar. Yani Uzungöl bizi paraya değişti. En mütedeyyin bildiğimiz Karadenizli bizi sattıysa Arap’a. Başka ne denebilir ki…
Karşılıklı sertleşmelerden ve restleşmelerden sonra çiğ balıkları getirdiler önümüze, yesen bir türlü yemesen bir türlü. Balık ziyafeti Seyfi Bozdağ ve İsmail Yılmaz tarafından verildi. Gölün etrafını turladık yemekten sonra. Göl ile toprak içiçe geçmiş durumda. Yeşili bol bir yer Uzungöl. Doğa harikası bir yer. Elveda Uzungöl.
Bu güzelim yer maalesef pislik içinde. Çarpık yapılaşma burada da dikkatimizi çekiyor. Ağacın, ahşabın içinde beton evler. Tedbir alınmazsa 10 sene sonra Uzungöl’ün unutulması gerekir. Dünyanın en küçük camisi de burada yapılmış. 3 kişilik bir cami. Cami ile mütenasip olmayan kocaman bir minaresi var. 

Devam edecek.

Rüştü Kam