8 Mart 2020 Pazar

BATI KARADENİZ GEZİSİ (II) SİNOP



-Sinop-

“Peki Pehlivan dış bahçenin bir yerine dik” ağacını.
Ve Hüseyin Pehlivan dut ağacını dikmiş bahçeye. Ağacın adına “teselli ağacı” koymuşlar mahkumlar. Aradan 10 sene geçmiş dut ağacı büyümüş, yeşermiş ve meyvesini de vermiş. Pehlivan da 1969 yılında aftan yararlanarak tahliye olmuş. O bahçede gördüğünüz dut ağacı işte o ağaçtır. “

Sinop’tayız

Otelimiz denize sıfır. Duvarını deniz dalgaları yalıyor. Dalgalar geliyor ve şak diye bir ses çıkarıp geriye dönüyor. Sabahattin Ali “Dışarıda deli dalgalar/ Gelip duvarları yalar” diyor ya. İşte tam da öyle. Çok deli olmasa da otelin duvarlarını da yalıyor o dalgalar…Odalarımıza yerleştik. Akşam yemeğimizi deniz manzaralı yemek salonunda yedik. Yemekten sonra Sinop’u fazla bekletmek istemedik. Sinop’un gece hayatını tanımak gerek. Hep birlikte yaya olarak yürüyoruz şehrin merkezine doğru.
Bir hayli yürüdük, şehrin albenisi olan bir caddesi yok. Daracık bir ana caddede yürüyoruz, cadde boyu, hiçbir estetiği olmayan yüksek binalar dizilmiş sıra sıra. Sanki üzerimize geliyorlar. Oldukça sıkıcı bir cadde.

Taksi ile belki içimizi açacak keyif verecek bir yer bulabiliriz diye düşündük. Görülmesi gereken önemli yerleri anlatmaya çalıştı taksici. Ama öyle bir yer yoktu Sinop’ta. Sonunda Sinop’un en yüksek tepesine çıkardı bizi. O çok kötü yolları yokuş yukarı tırmanarak çıktık tepeye. Sinop’a hâkim o güzelim tepeyi sarhoşlar ve kötü alışkanlıkları olan gençler mesken tutmuş. Oturup çay içebileceğimiz bir mekân yok. Hayıflandık. Tenkitlerimizi taksiciyle paylaşmaya çalıştık, o da beylik cümlelerle geçiştirdi bizi. Kim bilir günde kaç kişi aynı şeyleri söylüyordur taksiciye…
O tepeden hemen ayrıldık. Tat vermedi. Sahil kenarında bir mekâna götürmesini istedik taksiciden. “Olur” dedi. Deniz kenarında bir yere bıraktı bizi. “Buradan dümdüz giderseniz istediğiniz mekanları bulabilirsiniz” dedi. Estetiği olmayan hangar gibi mekanlar. Gürültü baş döndürücü. Bir şeyler içip kalktık. Otele yaya olarak döndük. Yolda muhabbete daldık. Muhabbet birdenbire kahkahalara dönüştü. Taksici bizden 100 TL. almıştı. Oldukça fazla geldi bize. Sonradan sebebini öğrendik ki; Recai hava olsun diye taksiciye 50 TL. verdiğini zannederek 200 TL. vermiş. Taksici paranın üstünü vermeye kalkmış, ama Recai hava olsun diye üstü kalsın demiş. Taksiciler de birbirlerini haberdar etmişler durumdan. Bizim taksici de onun için bizden 100 TL. istemiş. Sinop’un o bomboş sokakları çınlamaz mı Recai’nin bu patronluğundan. Midemize kramplar girdi… Yokuş yukarı iki büklüm gidiyoruz…Harika bir Sinop hatırası…Fıkra gibi.

Sabah kahvaltısını yine otelin denize nazır olan salonunda yaptık. Taksi muhabbeti kahvaltıda da devam etti. Duyanlar duymayanlara duyuruyordu…Saat 09’da otobüs hareket etti. Hedef Sinop Cezaevi.

Sinop

Cezaevinin bahçesineyiz. Rehberimiz Mehmet Doğan Öz önce Sinop’un tarihi hakkında bilgiler verdi: “M. Ö. 8. yüzyılda Ege kıyılarından gelen Miletliler, Sinop'a yerleşirler ve şehre Sinope adını verirler. Yunan dilinde Sinope ırmak tanrısının kızının adıdır.
Sinop Türkler tarafından ilk olarak Anadolu Selçuklu Devleti’ni kuran Süleyman Şah’ın komutanı olduğu bilinen Emir Karatekin tarafından ele geçirilmiştir.
Daha sonraları Sultan Keykavus Sinop’ta yaptığı teşkilat ve tayinlerle şehri kısa zamanda bir Türk ve Müslüman beldesi haline getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde devletin başlıca deniz üssü haline gelmiştir. Kırım’a doğru yapılan seferlerde üs olarak kullanılmış, Karadeniz’deki donanma için kışlak hizmetini görmüştür. Sinop Kalesi ve surlar şehrin en önemli tarihi kalıntılarıdır. Sinop Arkeoloji Müzesi'nde Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserler sergilenmektedir.

Sinop Cezaevi

Dört bin yıl öncesinde inşa edilen bu yapı, 14. yüzyılda zindan olarak kullanılmaya başlanmış. 1887 yılında resmi olarak zindana dönüştürülmüş. 1999'a kadar sayısız hükümlü burada alıkonulmuş.
Devasa büyüklüğü ile dikkat çeken cezaevi, Grek, Pontus, Roma ve Bizans uygarlıkları tarafından da kullanılmış. Hapishanenin üç tarafı denizlerle çevrilidir. Hapishaneden kaçış pek mümkün değildir. Bu zamana kadar 2 kişi kanalizasyon yoluyla hapishaneden kaçmayı denese de bu deneme başarısız olmuş ve ölümle sonuçlanmıştır. Üç yanı denizle çevrili olduğundan mahkumlar yüksek nem oranına maruz kalmaktadırlar.

Veysel Paşa tarafından yaptırılan hapishanenin taş hamamı günümüzde hâlâ yerini korumaktadır.
Sinop Cezaevi, 1999 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından müzeye çevrilmiştir. Devasa hapishanenin daracık zindanları, labirent şeklindeki koridorları, 40 asırlık zamana meydan okuyan demir kapıları oldukça etkileyicidir.”

Oldukça ürpertici bir yanı var cezaevinin. Ne olduğunu tam olarak anlayamadığımız ağır bir koku hâkim odalarda. Rutubet kokusu sinmiş sanki. Kocaman kocaman koğuşları var. Duvarları aşınmış. Parmaklıkları paslanmış. Odalarda mahkumlar sizinle konuşuyor sanki. Her biri kendi hüzünlü hikâyesini anlatıyor. Bazlarını zindana atmışlar ve prangaya vurmuşlar. Küçücük bir oda, penceresi de yok. Mahkûm burada zincirlere vurulmuş. Kocaman bir demir kapıyla da kapatılmış üzerinden mahkûm. Hangi suçu işlerse işlesin böylesine işkence kabul edilemez.

Çocuk ıslahevi, kadınlar koğuşu, metrelerce yükseklikteki taş surlar, gözetleme kuleleri, tarihe meydan okuyan demir kapılar…,

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nde bu zindandan şöyle bahsediyor; "Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Allah  korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”

Zaten Sabahattin Ali’nin yazdığı şiirlerinden anlıyorsunuz cezaevinin insanlar üzerinde bıraktığı travmaları…Hapishaneyi gezip te etkilenmemek mümkün değil.

Sabahattin Ali

Zamanın en önemli tecrit noktalarından biri olan Sinop Cezaevi günümüzde Sabahattin Ali ile birlikte anılır. Sabahattin Ali’nin kaldığı koğuşun duvarlarında eserleri asılıdır. Ali’nin, Kuyucaklı Yusuf ve Aldırma Gönül eserlerini burada yazdığı bilinmektedir.

Teselli Ağacı

Rehberimiz fotoğraf çekmek için 20 dakika zaman verdi. Hapishanenin o ürperten atmosferinden kurtulmak için, ben eşim ve birkaç arkadaş hemen çıkış kapısının yakınındaki kahve gibi bir mekâna girdik. Biraz soluklanmak ve bir şeyler içmek için. Orada hediyelik eşyalar da satılıyor… Hoşsohbet bir bayan hizmet ediyor müşterilerine..., hapishanenin bahçesinde olan dut ağacının hikayesini anlattı bize: Dut ağacını oraya Hüseyin Pehlivan adında bir mahkûm dikmiş. Hüseyin Pehlivan Kafkas göçmeni bir ailenin 3 çocuğundan biriymiş. 21 yaşında kan davası belasından cezaevine düşmüş. Hapishanedeki imkanlardan yararlanarak okuma yazma öğrenmiş. Kendini geliştirmiş. 1969 yılında çıkan af ile de cezaevinden çıkmış.

İşte bu Hüseyin Pehlivan; 1959 yılının bir gününde hapishane müdürüne şöyle bir mektup yazmış:
Müdür de çağırmış Pehlivan’ı;
- Pehlivan maruzatım var diye yazmışsın, söyle bakalım neymiş senin maruzatın” demiş.
- Pehlivan; “Sayın müdürüm, ben bir dut ağacı dikmek istiyorum.”
- “Nereye dikeceksin? Neden dikeceksin ve ne yapacaksın dut ağacını? Yani dut büyüyecek, dut verecek, herkes bunun dutundan yiyecek, sana da dua edecek öyle mi?”
- “Müdür Bey öyle değil, aslında hem öyle hem de başka anlamı var”
- “Başka ne anlamı var?”
- “Dut ağacı büyüdüğü zaman 20 sene, 30 sene, 50 sene sonra, neyse kaç yıl sonra olursa olsun, büyüdüğü zaman buraya gelen mahkumlar diyecekler ki; bu dut ağacını diken kişi idam mahkumuymuş, müebbet cezaya çarptırılmış ve idamdan kurtulmuş. Müebbet cezayı da bitirmiş çıkmış buradan diyecekler. Bu şekilde teselli kaynağı olacak onlar için. Ben bunu düşünüyorum, ben de daha ümidimi yitirmedim, ben bir gün çıkacağım buradan hiç ümidimi yitirmedim müdürüm. Onlar da ümitlerini yitirmeyecekler” demiş Pehlivan.
Müdür de etkilenmiş olmalı ki, Pehlivan’a;
-“Peki Pehlivan dış bahçenin bir yerine dik” demiş.
Ve Hüseyin Pehlivan dut ağacını dikmiş bahçeye. Ağacın adına “teselli ağacı” koymuşlar mahkumlar.

Aradan 10 sene geçmiş dut ağacı büyümüş, yeşermiş ve meyvesini de vermiş. Pehlivan da 1969 yılında aftan yararlanarak tahliye olmuş. O bahçede gördüğünüz dut ağacı işte o ağaçtır. “
Bu hikâyeyi rehberimiz de anlatmıştı içerde, tekrar dinledik. Ağlayalım mı sevinelim mi bilemedik. Yaşanmış öyle çok hikayeler varmış ki, Sinop Cezaevi’nde anlata anlata bitirilmezmiş.

Fotoğraf çekmek için içerde kalan arkadaşlarımız da geldiler, çaylarını da içtiler ve rehberimiz “haydi yolcu yolunda gerek “ dedi ve üştük peşine.

Diyojen

Yol boyunca herkes yanındaki arkadaşına Cezaevinde edindiği malumatı aktarıyordu. Derken bir heykelin önünde durduk. Rehberimiz Mehmet anlatmaya başladı: “Sinop'un en önemli hemşerilerinden biri ünlü düşünür Diyojen'dir. Diyojen M.Ö. 412’de Sinop’ta doğdu. Babası şehrin ünlü bir bankacısıydı. Kuyumculukla ilgilenirdi. Baba-oğul iş birliği içinde altın gibi değerli madenlerin içine demir-bakır-nikel gibi değersiz madenler karıştırıp kalpazanlık yaptıkları için Atina’ya sürülmüşlerdi.
Atina’ya yerleştikten sonra, erdemli bir insan olmayı savunan filozoflardan biri olan Diyojen; babasıyla yaptığı kalpazanlıkları hatırlatanlara “Bu doğrudur. Bir zamanlar size benzemem gerekmişti ve sizin gibi olmuştum. Ama siz benim şu an olduğum duruma asla gelemezsiniz.” şeklinde cevap verecekti.
Diyojen, sıradan, düşünmeyen, sorgulamayan, vurdumduymaz insanlardan nefret eder ve onları çok küçük görürdü, adam yerine koymazdı. Bir gün öğle vakti elinde fenerle sokakta gezerken, “neden yaktın gündüzün bu vaktinde bu feneri?” diye soranlara “Adam arıyorum! Adam!” cevabını vermişti.
Diyojen, sokakta fıçının içinde yaşardı. Su tasından başka eşyası da yoktu. Bir gün çeşme başında avucu ile su içen çocuğu görünce, elindeki tası da bırakmıştı. Ona da ihtiyacının kalmadığını anlamıştı.

Diyojen’in Tarihe Damga Vuran Sözleri

“Dışarıdan güçlü gözüküyor olabilirsin, ama savaşlar içeride kazanılır.”
“Birinin ne kadar akıllı olduğunu nasıl anlarsın” diye soranlara. “Konuşmasından” der. “Peki adam ya hiç konuşmazsa?” Diyojen cevaben; “O kadar akıllı olanına rastlamadım daha” der.

Bir gün Büyük İskender Diyojen’le karşılaşır. İskender:
-“Benim kim olduğumu biliyor musun? Ben İskender’im!”
-“Ben de Diyojen’im”
-“Ben Makedonya Prensiyim. Bana neden selam vermezsin?”
-“Sen benim esirimin esirisin. Sana neden selam vereyim ki?”
-“Ne demek istersin be adam?”
-“Bak ben nefsimi kendime esir ettim. Hiçbir Dünya malında gözüm yok. Nefsimin istediği hiçbir şeyi yapmıyorum. Oysa sen, nefsine esir olmuşsun. Gözün güç, altın, para ve toprakta.”
-“Benden hiç korkmuyor musun sen?”
-“Sen nasıl bir adamsın? İyi misin? Kötü müsün?”
-“İyiyim tabi ki”
-“Neden ben iyi bir adamdan korkayım ki?”
-“Sevdim seni, dile benden ne dilersen”
-“Güneşimi kapatıyorsun. Gölge etme, başka ihsan istemem senden.“

Bu cevap Pencüzerine dünyanın en güçlü adamı İskender, yanındakilere döner ve der ki; “Eğer İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim.”

Evet, rehberimiz sevgili Mehmet Doğan Öz kardeşimizden bu hikayeleri Sinop’ta fıçının içindeki Diyojen’in önünde dinleyince bir hoş olduk. Biraz önce Sinop Hapishanesi’nden çıkmıştık. Penceresiz, rutubetli, karanlık o daracık hücrelerde kalın zincirlerle prangalara vurulan o mahkumları ve onların ruh hallerini hissetmiştik, empati yapmıştık. Şimdi de Diyojen çıktı karşımıza ve ondan da alacağımız dersleri aldık. Ayet şöyleydi: “Yeryüzünde gezin dolaşın ve ibret alın.”

Ve biraz sonra rehberimiz biliyor musunuz Sinop’ta trafik lambası da yoktur demez mi... Nasıl ya…O ana kadar dikkat etmemiştik. Evet trafik lambası da yok Sinop’ta (2018)…Trafik sağdan akıyor. Herkes birbirinin hakkına riayet ediyor. Klakson sesi de duymadık. Ve aynı zamanda Sinop, Türkiye’nin en mutlu insanlarının yaşadığı şehirlerindenmiş. Sinop geldiğimiz günden beri bizi şaşırtmaya devam ediyor. Dün akşam başka şeyler, bugün de başka başka şeyler. Bakalım bizi bekleyen başka sürprizler neler olacak Sinop’ta. Hedefimizde Alaaddin Camii ve Şehitler Çeşmesi var. Yürüyoruz hep birlikte…

Alaaddin Cami

“Selçuklulardan Alâeddin Keykubat'a ait olduğu bilinen Alaaddin Camii, 66 metre uzunluğunda ve 22 metre genişliğindedir. Duvarları taşla örülmüştür. Biri büyük olmak üzere ortasında 3, doğu ve batı taraflarında birer küçük kubbesi vardır. Cami kuzey tarafından 12 metre yüksekliğinde büyük bir duvarla çevrilidir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türkiye’de başlattığı yeni bir uygulama var. Bu camide de onu görüyorsunuz. Çocuklar babalarıyla ve anneleriyle birlikte geliyorlar camiye. Caminin köşesine çocuk oyun parkı var. Değişik oyuncaklarla zenginleştirilmiş bir park bu. Anne baba namaz kılarken çocuklar orada oynuyorlar. Camide yeni yeni arkadaşlar da ediniyorlar.”

Çok akıllıca yapılmış bir uygulama. Cami sadece namaz kılınan yer olmaktan çıkarılmış, asıl misyonunu icra etmeye başlamış. Uygulamayı başlatan başkana şükranlarımızı sunduk. Rehberimiz Mehmet Doğan Öz’den de cami ile ilgili geniş malumat aldık. Namazlarımızı cem ederek kıldık ve ayrıldık camiden. Yürüyerek sahile doğru indik. Sahilde dolaştık ama, hava rüzgârlı olduğu için tat vermedi biz de fazla açılamadık. Sahilde demirlemiş gemileri seyretmekle yetindik.

Şehitler Çeşmesi ve Osmanlı düşmanlığı

Şehitler çeşmesi var güzergâhımız üzerinde. Cumhuriyet kurulduktan sonra bazı çevrelerce bilinçli olarak Osmanlı düşmanlığı başlatılmıştır. Bunu biliyoruz. O kadar ki, bu düşmanlık zaman zaman okul kitaplarına kadar girmiştir. Padişahlar vatan haini ve Kızıl Sultan olarak beyinlere kazınmak istenmiştir. Sinop Şehitler Çeşmesi için de aynı karalama yapılmış. Şöyle ki; “Şehitler Çeşmesi 30 Kasım 1953’te Rus donanmasının Sinop’a yapmış olduğu ani baskın sırasında şehit olan Türk askerlerinin ceplerinden çıkan paralarla yaptırılmıştır. Meydan çeşmesi olarak yapılan bu çeşme bir kenarı 3.8 metre olan kare planlıdır. Kesme taştan yapılan çeşmenin üzeri kubbe ile örtülüdür...”

Çeşme ile ilgili yapılan bilgilendirme aynen böyle. Yani çeşme şehit olan “askerlerin cebinde kalan para ile yaptırılmış.” Ne kadar çirkin bir iftira. Osmanlı bu bilgilendirmeyle kefen soyucu durumuna düşürülmüştür ve aşağılanmıştır.

Rehberimiz işin aslını, Sinop üniversitesi Su Ürünleri Su altı Teknolojileri bölümü Öğretim Görevlisi Rasim Yaşar Tarakçı’dan aktardı bize. Şöyle ki: “Bugüne kadar halk arasında yanlış bilgilendirmeler sonucu, çeşmenin şehitlerin cebinden çıkan paralarla yapıldığı' anlatılmıştır. Bu Osmanlı’yı küçük düşürmek amacıyla uydurulan bir hikâyedir. Osmanlı bu uydurma ile ölü soyucu olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Böyle bir şey asla söz konusu değildir. Zaten şehitlerin cebinden para çıktığını düşünmek bile yanlış olur. O insanlar sadece hayatlarını kurtarmak için, her şeylerini bırakıp denize atlıyorlar. Şehitlerin o dönemde şalvarlarının içinde cepleri olduğunu bile düşünmüyorum. 'Şehitler Çeşmesi'nin yapımı için hesaplanan 107 bin Kuruş'un 50 bin kuruşunu, Osmanlı padişahlarının otuz birincisi ve İslam halifelerinin doksan altıncısı olan Abdülmecid Han kendi cebinden karşılarken, geriye kalan 57 bin kuruşu da dönemin yüksek rütbeli memurlarının yaptığı bağışlarla gerçekleşmiştir. Çeşmenin mermerleri İstanbul'da yapılarak, posta gemisi ile Sinop'a getirilmiştir. Çeşme için aranan su ise Sinop merkeze yaklaşık olarak 5.5 km uzaklıkta bulunan 'Sultan Pınarı' nda bulundu. Bu su aynı zamanda kale surları içerisinde bulunan 'Kuru Çeşme' ye de su vermektedir. Çeşmenin ön yüzünde bulunan iki adet 'Tuğra' Abdülmecid Han’a aittir.” Konu ile ilgili kitabenin aslının, Sinop Arkeoloji Müze Müdürlüğü Arşivi’nde olduğu biliniyor.

Bu kadarı da fazla. Dedim ya Sinop bizi şaşırtmaya devam ediyor diye.

Sinop Mantısı

Karnımız acıktı. Öğle yemeği yiyeceğiz. “Sinop Mantısını yemeden gitmek olmaz” dedi rehberimiz. Tavsiyeye uyduk…Teyzenin yerindeyiz. Garson yaklaştı, ondan tavsiye istedik; “Eğer ilk defa yiyorsanız karışık mantı deneyebilirsiniz” diye öneride bulundu. Öneriyi kabul ettik. Karışık mantı geldi, yarısı cevizli yarısı yoğurtlu olarak servisi yapılıyor. Sinop Mantısı’nın özelliği cevizli olmasıymış. Ceviz tereyağında kavrularak mantının üzerine ilave ediliyormuş. Müthiş bir lezzet. İlk defa cevizli mantı yiyoruz. Sinop’a gelip de Sinop mantısını yememek olmazmış gerçekten.
Tavsiye üzerine hediyelik olarak Boyabat ezmesinden de alarak Sinop’a veda ettik. Bir otobüs dolusu malzeme topladık iki günde Sinop’tan. Herkes geldi mikrofona ve gördüklerini, Sinop’un üzerlerinde bıraktığı olumlu ve olumsuz tesirleri anlattı. Ve sonrasında da Sabahattin Ali. Sinop Cezaevi’nde yazdığı ve Edip Akbayram’ın bestelediği o anlamlı şiir. “Aldırma gönül aldırma” koro halinde kaç kez söylenildi bu türkü bilemiyorum. Sadece söylemiyoruz türküyü, aynı zamanda yaşıyoruz. Gurbet ellerde yaşadığımızdan mıdır bilmem… Duygusallaşıyoruz ve göz yaşlarımızı tutamıyoruz…

“Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma

Dışarıda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma

Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma
…………………”

Yol güzergahımızda Kastamonu var.

Devam edecek



29 Şubat 2020 Cumartesi

BATI KARADENİZ GEZİSİ (I)



-Amasya-Merzifon-Sinop-

Türk Eğitim Derneği bu sene Batı Karadeniz dedi (2018). “15.Kültür ve Araştırma Gezisi” nin güzergahı böyle belirlendi. Batı Karadeniz Gezisi ’ne Ahmet Yumuşak kardeşimize selam vererek, mezarı başında dualar okuyarak başlamak istiyoruz. O Türk Eğitim Derneği’nin başkanlarından biriydi. O önden gidenlerden (2017). Biz onu Merzifon’un Ovabaşı Köyün’e yolculamıştık. Onu çiğneyip geçmek olmazdı.

Samsun
Samsun Havaalanı’nda Emin kardeşimiz Kaptan Sezgin ve Rehberimiz Mehmet Doğan Öz bizi bekliyordu. Kısa bir tanışma faslından sonra bindik otobüse. Akşam Amasya’da konaklayacağız. Güneş Amasya’yı daha terketmemişti ki şehzadeler Şehri’ne adımımızı attık. Şehri dolaşmak için daha zamanımız vardı. Otele yerleştik, sofra hazır vaziyette bizi bekliyordu, yemeklerimizi de yedik. Daha fazla geç olmadan düştük Amasya sokaklarına. İlk geldiğimizde bizleri elinde etrafa ışıklar saçan lambalarla karşılayan Ferhat ile Şirin, bu sefer karşılamadı bile bizi, şehir karalara bürünmüş. Sokak lambalarının dışında özel bir ışıklandırılma yapılmamış şehirde. Kaya Mezarlar da gizlenmiş, görünmüyor. Bir hüzün şehri gibi olmuş Amasya. Karalara bürünmüş Ferhat ile Şirin’in şehri. Sadece hafiften bir ses geliyor kulaklarımıza; Yeşilırmak’ın sesi bu, gizliden gizliye ağlıyor sanki. Belki de bu yıl Ferhat ile Şirin’in ölüm yılıdır…

Şehzadeler

Sokak lambalarının ışığında da olsa Şehzadeleri selamlamayı ihmal etmedik. Rehberimiz haklarında kısa kısa bilgilendirmeler yaptı. Rehberimiz aynı zamanda doktora öğrencisiymiş. İnançlı, mütedeyyin, bilgili ve de saygılı birisi. Şehzadeler şehri Amasya, sen ne kadar şanslı bir şehirmişsin ki; Osmanlı Şehzadelerini bağrına basmışsın. Süt vermişin, ekmek vermişsin aş vermişsin onlara. Sonra da Cihan Padişahı olarak uğurlamışsın onları dualarla Amasya’dan. Bundan daha büyük bahtiyarlık mı olurmuş…
Şehzadelerin başında yapılan bu kısa tarih sohbetinin heyecanıyla yürüyoruz Yeşil Irmak’ın kenarında aheste aheste.
Hedefimizde salepçi dükkânı var. Salepçi arıyoruz. Önümüze gelen herkese soruyoruz. Nerede salep içebiliriz? Herkes başka bir yer tarif ediyor ve o tarif edilen yerler sadece salepçi değil. Salebin de içildiği yerler. Baktık sormakla olmuyor, Recai önden hızlıca gitti ve sokak sokak salepçi aramaya başladı. Bir zaman sonra ara sokakların birinden çıkageldi, bulmuş salepçiyi. Hep beraber düştük peşine Recai’nin. Salepçi Dursun.

Salepçi Dursun

Önce tanıştık Dursun amcayla … Dursun amca, ince, uzun boylu, başında şapkasıyla dikkat çeken  esmer bir Amasyalı vatandaş. Son derece kibar bir beyefendi. Biz sorduk o anlattı salebin hikayesini: “Salebin ham maddesi yabani orkidedir. Anadolu orkidesi olarak bilinir. Kışın hemen hemen her evde her kafede bulabileceğiniz içinizi ısıtan üzerinin tarçınıyla etrafa mis gibi kokular yayan bir içecektir salep.
Bir kilogram salep 2 bin 500 yabani orkide kökünden elde edilir. Türkiye’de doğal ortamda yetişen sadece 40 çeşit yabani orkide vardır. Bunların kalitesi yetiştiği ortama ve türüne göre değişir. Salep ülkemizde birçok yerde yetişmektedir. Ancak ticareti Burdur'un Bucak ilçesinde yapılır. Salebin yararları saymakla bitmez: Öksürüğe ve sindirim sistemine iyi gelir, enerji verir, zihni açar. Geleneğimizde salep, büyük ve kulpsuz porselen fincanlarda içilir.
Salebi hazır olarak alabileceğiniz gibi, aktarlardan toz olarak alıp evde kendiniz de pişirebilirsiniz. Ülkemizde bilinçsiz söküm yüzünden orkidelerin nesilleri yavaş yavaş tükenmektedir. Eğer, alternatif çözümler üretilmezse salep orkideleri, aşırı söküme bağlı olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Salep orkidelerinin doğal çevrelerinde bollaştırılması ve koruma altına alınması, sorunun çözümüne katkıda bulunacaktır. Bazı türleri yalnızca Türkiye'de yetişir. Kahramanmaraş dondurmasına katılık, esneklik ve lezzet veren Saleptir. Salep ilaç ham maddesi olarak da kullanılır.”

Dursun amcanın sohbeti ve salebi içimizi ısıttı. Samimi bir sohbet ve gerçek bir salep. Lezzeti ve kokusu harika. Sokak sokak aradığımıza değdi. Grup memnun. Vedalaştık Dursun Amcayla, onun da bizden memnun olduğu her halinden anlaşılıyordu. Sadece müşteri memnuniyeti değildi Dursun amcanın yüzündeki memnuniyet; salep ile ilgilenmemiz ve ona bilir kişi olarak salep ile ilgili bilgiler sormamız onu çok keyiflendirmişti. Keşke her esnafımız mesleğinin erbabı olsa ve o mesleği ibadet aşkıyla icra etse hilesiz-hurdasız. Elveda Dursun Amca, bilemeyiz bakarsın bir gün tekrar çalarız kapını…

Sabah kahvaltısının ardından rehberimiz hemen Amasya programını başlattı. İlk önce Hazeran Konağı. Grup üyeleri farklı da olsa önceki gelişimizde uğradığımız tarihi yerlere uğramıyoruz bu gezimizde. Rehberimiz o yerleri/eserleri sadece otobüste anlatıyor.

Hazeran Konağı 

“Hazeran konağı 1865 yılında, Amasya Mutasarrıfı Ziya Paşa'nın Defterdarı Hasan Talat Efendi tarafından yaptırılmış. Hasan Talat Efendi'nin kız kardeşi Hazeran hanımın uzun yıllar burada yaşamasından dolayı, "Hazeran" adını almıştır.
Konak haremlik ve selamlık olmak üzere iki bölüm halinde düzenlenmiştir. Yapı, XX. yüzyılın başlarında Amasya’nın mimari dokusunu meydana getiren “Türk evi” modelinin tipik bir örneğidir. Konutun doğu cephesi hariç tüm cephelerinde cumbalar vardır.
Yapının doğusu daha önceki bitişik nizam yapılanmadan dolayı penceresizdir; diğer cephelerin tamamı pencerelerle donatılmıştır.
Güneye ve batıya bakan bütün odaların pencere önlerinde birer sedir bulunur. Karşı duvarların ortasına barok üslûbunun etkisini taşıyan alçı şerbetlikler yerleştirilmiş, her iki yanları kapaklı yüklük (yatak odalarında bir tarafı gusülhane) olarak değerlendirilmiştir.
Selâmlık bölümü, konağın günlük yaşantısı dışında erkek misafirlerin ağırlandığı müstakil bir mekândır. Büyük çaplı kabullerin ve sohbet toplantılarının yapıldığı “paşa odası” adıyla da anılan başoda, konağın en aydınlık ve görüş alanı en geniş mekânı olup işlevi gereği diğerlerinden daha ihtişamlıdır ve bugün de aynı anlayışla düzenlenmiştir.
Haremlik bölümünün üst katında selâmlık başodasına bitişik; mâbeyn odası, çeyiz odası, hizmetçi odası ve ebeveyn yatak odası, alt katında ise mutfak, kiler, oturma ve yatak odaları yer alır.
Avlunun doğu köşesinden birkaç basamakla bodrum katına inilir.”
Konak ile ilgili yapılan bu doyurucu açıklamadan sonra konağı gezmek için 20 dakikalık zaman verdi rehberimiz. Aynı zamanda isteyenler fotoğraf da çekilecek…

Hazeran Konağı’ndan sonra, yürüyerek Ulu Camiye geçtik. Yeşilırmak üzerindeki köprü sevgililerin fotoğraf çekilmeleri için yapılmış sanki. Yeşilırmak’ın o huzur verici sesi Amasya’nın anlamına anlam katıyor. Yeşilırmak Ferhat’ı özlüyor besbelli. Ferhat Şirin’in aşkına dağları delerek nice zahmetle getirmişti Yeşilırmak’ı Amasya’ya. Aşk böyle bir şey. Ferhat Şirinine aşık, Yeşil ırmak ise Ferhat ile şirine. Yılların gelip geçmesine rağmen maşuklar kavuşamamışsa birbirlerine; aşk o zaman bazen su sesi olur, bazen kazma sesi ve bazen de sevgilinin duyduğu ıstırap olur ve çığlığıyla döver de döver boşlukları Yeşil Irmak gibi…

Yeşil Irmak, Kösedağ eteklerinden yola çıkıp toplayabildiği kadar yol arkadaşıyla birlikte debisini yükselte yükselte sırf Ferhat ile Şirin’in buluşmasına şahitlik yapmak için gelir Amasya’ya. Çekerek Irmağı’nı ve Deli çayı da içine alarak debisini ulaşabileceği en yüksek seviyeye yükselterek Ferhat ile Şirin’in düğün alayına katılmak ister. Ama istediği olmaz. O da öfkesinden şehri ikiye bölerek başını taştan taşa vura vura yoluna devam eder. Sonra da kahrından Karadeniz’de intihar eder.

Ulu Cami

“Ulu Cami, Sultan II. Bayezid adına, 1485-86 yılları arasında cami, medrese, imaret, türbe, şadırvan ve çeşmeden ibaret bir külliye olarak yapılmıştır. Cami beş kubbeli bir cemaat yeri ile geniş bir kemerle birbirine bağlanan arka arkaya iki kubbeli mekân ve buraya açılan yan mekânlardan ibarettir.
Doğu kısmındaki minaresi renkli taşlarla yivli, batı kısmındaki minare ise palmetlerle süslü olarak yapılmıştır. Batıda medrese, doğuda imaret ve konuk evi vardır. Her iki minare hizasında bulunan yaşlı çınar ağaçlarının külliye ile yaşıt olduğu tahmin edilmektedir.
Külliye’nin hikâyesini Evliya Çelebi'den öğreniyoruz; II. Bayezid, Amasya’da şehzade iken hat hocası ve yakın dostu Hamdullah Efendi ile meşk kayasında sohbet ederken “bir gün saltanat bana nasip olursa bu diyara bir cami yaptırmak isterim” der ve sual eder: “Nereye yaptırayım camiyi? Bu sualin cevabını Hamdullah Efendi yayını gerip okunu bırakarak verir. “Okumun düştüğü yer uygundur” şehzadem der. II. Bayezid bir yıl sonra tahta geçer ve okun düştüğü yere külliyeyi inşa ettirir.
Medrese 1922’den itibaren İl Halk Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır. Medresenin ilk müderrisi daha sonra Osmanlı şeyhülislamı olacak olan Zembilli Ali Efendi’dir.
Külliye, kültürel mirasımızın günümüzde korunan ve bizim olanı en iyi şekilde temsil eden başyapıtlardan biridir.

Muvakkithâne

Külliyenin avlusunda XIX. yüzyılda yapılmış bir muvakkithâne (Namaz vakitlerinin tespit edildiği mekân) vardır. Kapısı üstünde beş beyitlik manzum kitâbesinden bu yapının Hacı Hüseyin Zeki Efendi tarafından 1840’da inşa ettirildiğini öğreniyoruz. Muvakkithânenin duvarlarında çok zengin kalem işi nakışların bulunması bu küçük esere ayrı bir değer kazandırır. Çeşitli süs motiflerinden başka bu süslemede manzaralar, ağaçlar, bazı binalar görülür. Ayrıca nakışların arasında yakınındaki Beyazıt Camii’nin bir resmi de yer alır.

Burmalı Minare Camii

İsmini minaresinden alan cami, Mahkeme Camii olarak da biliniyor. Girişin sol tarafındaki cepheye bitişik sekizgen biçimli klâsik Selçuklu kümbeti ve sonradan yapılmış, burmalı Osmanlı minaresiyle dikkat çekiyor. 1237 yılında Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin II. Keyhüsrev zamanında emirlerden Ferruh b. Selçuk tarafından yaptırılmış. 1590’da deprem, 1602’de yangın sonunda hasar gören cami onarım görmüş, daha önce ahşap olan minare burmalı tarzda yapılmıştır. Anadolu Türk mimarisinin değerli eserleri arasındadır. Burmalı Minare Camii uzun süre kaderine terkedilerek harap olmaya bırakılmış, 1930’lu yıllarda da Ziraat Bankası’nın tarım aletleri ambarı olarak kullanılmıştır. 1962’de tamir edilmiş ve ibadete açılmıştır. 1974 yılında ise kubbeleri bakırla kaplanmıştır. Giriş cephesinin solunda cami duvarına bitişik olarak yapılmış türbe, Selçuklu mezar anıtları geleneğinin bir örneğidir. Giriş cephesinin sol köşesinde, bitişik olarak yapılmış olan piramit çatılı kümbette Ferruh Bey ve oğlu Yusuf Bey yatmaktadır.” Bu kadar tarihi malumattan sonra hedefimizde aşıklar müzesi var. Müze şehrin dışında, otobüsle gitmemiz gerekiyor.

Aşıklar Müzesi

Aşıklar müzesi 2013 yılında açılmış. Ferhat ile Şirin’in anısına yapılmış bu müze. Girişte hemen solda kafe-restoran bölümü var.
Bahçe’ye Amasya Saat Kulesi ‘nin bir örneğini koymuşlar. Güzel de olmuş. Birçok oturma yeri bulunan bahçe, bakımlı ve temiz.
Su kanalı denilen bir yer var, oraya giriş yasak ama herkes giriyor. Zaten bakan eden de yok. Kanal boyunca boş boş yürüyüp geri dönüyorsunuz. İçinde bir şey de yok.
Dağın dibinde Ferhat ile Şirin’in olduğu söylenen bir mezar var. Mezarın Ferhat ile Şirin’e ait olduğuna biz pek inanamadık açıkçası. Yine de ruhlarına Fatiha okumayı ihmal etmedik.
Aşıklar Müzesi yerin altında. Müzede, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Romeo ve Jüliet, Mimar Sinan ve Mihrimah Sultan gibi sevdalılar bölümleri bulunuyor. Ancak bu sevdalıların hikayeleri oraya yazılmamış. Diğer müzelerde de aynı eksiklikler var. Demek ki biz de müze geleneği daha oluşmamış. O kadar masraf yapılıyor, o kadar değerli eserlere sahibiz, ancak haklarında kısa da olsa malumat yazmayı beceremiyoruz.
Romeo ve Jüliet Bölümü de var müzede. Bu bölümü çok fazla Türk oldu, araya bir de yabancı sıkıştıralım, öylece byabancı turisti de çekeriz düşüncesiyle yapmış olmalılar. Romeo ve Jüliet Bölümü’nden çıktıktan sonra bir ağacın etrafına oturmuş dört âşık karşımıza çıkıyor. Başta Âşık Veysel olmak üzere âşıkların önünde saygı ile eğilerek yolumuza devam ediyoruz.
Mimar Sinan ve Mihrimah Sultan’ın aşkları ise çok farklı. Mimar Sinan İstanbul’da iki tane cami yapıyor ve aşkını o camilerde ölümsüzleştiriyor. Birinin minarelerinin arasından güneş doğarken öbürünün minarelerinin arasından ay batıyor. Önünde şapka çıkarılacak bir aşk Koca Sinan’ın aşkı.

Yavuklu Kültürü ve İlahi Aşk Bölümü

Müzede, bizim kültürümüzde önemli bir yeri olan yavuklu kültürüne ait bir anlatım bölümü bulunuyor. Yavuklu Kültürü bölümünde sedir, çeşme gibi objeler var. İlahi Aşk bölümünde çocuk Kur’an okuyor. Odanın etrafındaki duvarların içine küçük maketler yerleştirilmiş. Her bir makete anahtar deliğinin içinden bakıyorsunuz. İçeride, Hoca Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre ve Mevlanâ ‘nın maketleri var.
Müzenin asıl felsefesini oluşturan nokta ilahı aşkın anlatıldığı, ilahi aşk bölümü olsa gerek. Müzeden çıkınca yorumlar yapıldı. Aşk ve âşıklar üzerinde duruldu. Merzifon’a kadar aşk üzerine muhabbet devam etti.

Ovabaşı Köyü

Ahmet başkanın yeğeni Merzifon’da bizi bekliyor olacaktı. Bekliyormuş da. Yol üzerinde bizim yolumuzu gözlerken bulduk onu. Aldık otobüse. Çok sessiz sakin birisi. Yolu tarif edecek Kaptan Sezgin’e. Koskocaman ovada daracık yollardan geçiyoruz. Ova ile mütenasip olmayan yollar bunlar. Otobüsün ikinci bir manevrayla ancak yola devam edebildiği yerler de var. Köye girdik ve köy meydanında caminin hemen yanına park ettik otobüsü. Ev biraz daha aşağıda. Oraya yürüyerek gideceğiz. Köyde bize Halim Uslu ve Alim Uslu kardeşlerde katıldı. Onlar Çorum’dan gelmişler.
Samiye hanım ve ablaları, enişteleri, amcaları ve köylüler bizleri bekliyorlar. Ahmet beyin amcaoğlu Bekir hakikatli bir delikanlı. Evini açtı bizlere. Hazırlıklar yapılmış. Katmerler, keşkekler, börekler, çörekler, sarmalar, dolmalar pişirilmiş. Düğün yemeği gibi bir hazırlık yapılmış.
Yemekten önce Ahmet başkanın mezarına gittik. O bildik tebessümüyle bizi mezarının başında kollarını açarak karşıladı, kucaklaştık, koklaştık, hasret giderdik, gözyaşlarımız sel oldu... O kadar memnun oldu ki Ahmet başkan, heyecandan konuşamadı bizimle, sanki dili tutuldu. Duamızı yaptık. Hakkında şahitlik de ettik.
Allah’ım Ahmet başkan senin iyi kullarındandır. Biz onun yanlışını görmedik. Şahitliğimiz tamdır. Ta Almanya’dan buraya kadar geldik şahadet etmek için, ne olur şahadetimizi kabul et dedik. Bu kadar içten yapılan duaya Mevlâmız ne diyecek ki; elbette kullarım dualarınız kabulümdür diyecek…

İzzet ve ikram

Yemekler o kadar lezzetliydi ki, anlatamam. Hazırlanan her yemekten yedik. Hem de tıka basa… Yemezsek o kadar emeğe saygısızlık olurdu. Keşkek ise harikaydı, yiyen bir kap daha aldı. Teşekkürlerimizi sunduk emeği geçenlere. Yemekler üzerine konuştuk. Çaylarını kahvelerini de içtik.

Namaz kılmak için camideyiz

Sonra da namaz için camiye geçtik. Bekir’in evinin hemen yukarısında cami. Köyün girişinde. Keşke gitmeseydik. Tuvaletin o pisliği midemizi bulandırdı. Caminin maaşlı hocası var. Ayrıca köyün ihtiyar heyeti var. Muhtarı var. Caminin bağlı olduğu Diyanet İşleri Başkanlığı da var. Sorduk bizimle namaza gelen Ovabaşı köylülerine, Bekir’e de sorduk “nedir bu durum, sizler bu durumdan rahatsız olmuyor musunuz? Koro halinde “Caminin hocası var” dediler. “Devlet buraya hademe vermiyor, biz ne yapalım, başka ilgilenen de yok…” Oooo, mazeret çok, işi sahiplenen ise yok. Biz o kadar konuştuk konuşmasına da kimsenin yüzü bile kızarmadı. Belki de misafirseniz misafirliğinizi bilin ve ondan sonra da edebinizle defolun gidin diyenler de olmuş olabilir içlerinden.

Ey Ovabaşı köylüleri, orası Allah’ın evi değil midir? Devletten maaş alan sevgili hocam, sen kürsüye çıkıp temizlikten bahsetmiyor musun, tuvaletin o halini göre göre nasıl temizlikten bahsedebiliyorsun sevgili hocam? Hadi diyelim, Allah’tan sıkılmıyorsun, peki kuldan da mı utanmı yorsun? Yazıktır günahtır hocam. O aldığın paranın hakkını vermen gerekir. Tuvaleti temizlemek seni küçültmez. İstersen köylülere de o şuuru verebilirsin, temizlik şuurunu vermekten acizsen sevgili hocam, ne diye orada hocalık yaparsın…

Belki de üstümüze vazife olmayan işlere karıştık, ama köylüler yine de bizleri yolcu etmek için eve kadar geldiler ve hepimizle teker teker kucaklaştılar, “tekrar bekleriz” dediler. İşte Türk insanının misafirperverliği böyledir. Samiye hanımla, kızlarıyla, ablalarıyla, amcaları, köylüler ile ve Bekir’le vedalaştık ve düştük geldiğimiz Merzifon yoluna…
Elveda Bekir, Elveda Yumuşak ailesi ve elveda Ovabaşı köyünün sevgi dolu sakinleri ve elveda Ahmedim. Biz seni unutmadık ve de unutmayacağız. Belki tekrar yanına gelemeyiz ama sen devamlı gönlümüzde olacaksın…

Merzifon

“Tarihi Kalkolitik çağa kadar uzanır Merzifon’un tarihi. Ancak, Merzifon’un bir yerleşim yeri olarak tarih sahnesine çıkışı, milâttan önce I. yüzyıla tarihlenir. Merzifon’da Osmanlı döneminde Müslümanlarla Gayri Müslimler iç içe yaşadı. Tahminî nüfusu 6000 kadardı. 
Merzifon, Medreseleri, camileri, mescidleri, tekke ve türbeleriyle, çeşitli hayır kuruluşlarıyla, bedesteniyle hareketli bir şehirdir. 

Merzifon Taşhanı

 

Merzifon bedesteninin mimari özellikleri bedestenin 17'nci yüzyılda yapıldığını göstermektedir. Yapıldığı zamanlarda kentin ticari merkezi konumundaki bedesten bugün de benzer işlevini sürdürmektedir.
Kentin diğer önemli özelliklerinden biri Merzifon eşeğidir. Merzifon konumu nedeniyle ticaret yolları üstünde olmasından dolayı ticaret hayatı gelişmiş bir yermiş. Ticari faaliyetlerin lojistiği açısından vazgeçilmez olan eşekler de bu şehirde tabiatıyla işlevleri gereği çok fazlaymış. Eşrafı meşhurken eşeği de meşhur olmuş derlermiş. Ayrıca Merzifon eşeği diğer eşeklerden daha büyükmüş. Genetik olarak farklı bir yapıya sahipmiş. Sütü de anne sütüne çok yakınmış. Yani Denizli horozu gibi cins eşekmiş, Merzifon eşeği. Eşek kentin simgesi sayılırmış.
Diğeri de Merzifon keşkeğidir. Keşkeği dillere destandır. Ayrıca Merzifon deyince akla hemen Kara Mustafa Paşa gelir. Paşa aslen Merzifonlu olup Viyana kuşatması sırasında başarısız olunca idam edilmiştir. Yedi yıl boyunca sadrazamlık yapan Kara Mustafa Paşa, Merzifon’a birçok eser kazandırmıştır. Kara Mustafa Paşa Camii hemen Bedesten’in yanındadır.”

Topuz kebabı

Tarihi Bedesten, tarihi özelliklerine zarar vermeden düzenlenerek kullanılabilir hale getirilmiştir. İçinde restoran da vardır. Buraya gelmişken topuz kebabını yemeden geçmek olmaz. Farklı bir sunumu vardır. Adı Topuz Kebabı. Evet, hani şu hepimizin bildiği savaş silahı olarak kullanılan topuz. Gürz ya da Bozdoğan adıyla da bilinen, asırlar boyunca savaş alanlarını kana bulayan ve nice acılara tanıklık etmiş olan o topuz. Tarihi bedestende farklı bir misyon yüklenmiş o topuza. Restoranda et, topuzun dişleri üzerine yerleştirilerek servis yapılıyor. Etler öylesine ilginç bir görsellik arzediyor ki hayran kalmamak mümkün değil.
Etin altında iç pilav vardır. Yağlar ve soslar iç pilavın üzerine akar. Harika bir görsellik ve de lezzet.
Yaklaşık 45 dakika ısısını koruyan topuz, etlerin soğumadan yenmesini sağlıyor.
Bu ilginç fikir öylesine şık bir sunumla hayata geçirilmiş ki, Bedesten Osmanlı Mutfağı bu anlamda gerçekten takdire değer bir iş yapmış. Merzifon’a, sırf bu kebabı merak edip tatmak için gelenler bile varmış. Marka tescil belgesini de alan işletme bu eşsiz sunum ve lezzeti dünyaya tanıtmak istiyor. Ancak biz yiyemedik. Ovabaşı Köyü’nde yediğimiz yemekler ve keşkekten sonra yiyemezdik zaten…
Halim Uslu ve Alim Uslu ile Mezifon’da vedalaştık. Çorum’a gelmemizi istediler ama yolcu yolunda gerek dedik. Daha batı Karadeniz gezisinin başındayız. Düştük yollara. Bu sefer otobüste bir sessizlik vardı. Ahmed’i ziyaret haliyle arkadaşların üzerinde bir tesir bırakmıştı. Akşam daha olmamıştı ki; Türkiye’nin en mutlu insanlarının yaşadığı şehir olan Sinop’a gelmişiz…
Devam edecek