29 Ağustos 2022 Pazartesi

TÜRKİYE İTTİFAKI

TÜRKİYE İTTİFAKI -2023 seçimlerine Türkiye sevdalıları tarafından ‘Türkiye İttifakı’ kurularak gidilmelidir- Rüştü KAM Ha-ber.com Bir zamanlar biz Osmanlı tebaası idik. Dört kıtaya yayılmış vaziyetteydik. 10 Milyon kilometrekare toprak üzerinde hüküm sürüyorduk. Değişik ırk, dil ve din mensubu insanlarla birlikte yaşıyorduk. 700 sene boyunca 4 kıtada adalet dağıttık. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bahsediyorum. Bozkırlardan kopup gelerek Söğüt’te Osman Bey ve Şeyh Edebali tarafından temelleri atılan İmparatorluktan. İmparatorluklar dağılırken O da bu dağılmadan nasibini aldı. İmparatorluk topraklarının paylaşımı kanlı oldu. Bütün imparatorluklar için kanlı oldu. 25 milyon insan can verdi bu hengâmede. Medeniyetler tarumar edildi. Taş taş üstünde kalmadı. Çok uzaklardan değil 100 sene öncesinden bahsediyorum. Sonrasında milli devletler kuruldu. Sınırlar yeniden çizildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaası 10 Milyon kilometreden getirildi 780 bin km ye sıkıştırıldı. Osmanlının devamı olan bu yeni ülkenin adı Türkiye’dir. İçinde Osmanlı’nın bütün renkleri vardır: Türkü vardır, Kürdü vardır, Yahudi’si vardır, Ermeni’si vardır, Arap’ı vardır; Alevi’si vardır, Sünni’si, Hristiyan’ı vardır, ateisti vardır… 100 seneden beri bütün bu renklerle birlikte yaşamaktadır Türkiye. Osmanlı’da olduğu gibi. Emperyalist güçler, içerideki işbirlikçileriyle birlikte ara sıra renkleri karıştırarak Türkiye’yi renksiz bir ülke haline getirmeye çalışsalar da ANA RENK muhafaza edilmiştir. Her türlü ayak oyunlarına rağmen muhafaza edilmiştir. Her on yılda bir kafasına vurulmasına rağmen muhafaza edilmiştir. Üniversitelerde ikna odaları kurulmasına rağmen muhafaza edilmiştir. Ayrıca, Türkiye Metehan’dan beri devlet geleneği olan bir ülkedir. Çadır devleti değildir. Zaman zaman topallasa da elbette titreyip kendine gelecekti ve geldi. Çok acı çekti. Bedeller ödedi. 1950 yılından itibaren yaraları sarılmaya başlandı. Gözyaşları silindi. Yavaş yavaş kendisine gelmeye başladı. Ayılmaya başladı. 2002 yılına gelindiğinde ise irade ortaya koydu ve ayak bağlarından kurtulmaya karar verdi. Kurtuldu da. Vesayete hayır dedi. Bu iş elbette kolay olmadı. Artçılar hâlâ devam etmektedir. Sonra şahsiyetli dış politika dendi, ‘One minute!’ dendi, ‘Dünya beşten büyüktür!’ dendi. 2022 yılına kadar 20 yıl içinde, önceden hayal bile edilemeyen önemli kazanımlar elde edildi. Alt yapı çalışmaları tamamlandı, sağlık sistemi yenilendi, az veya çok ihtiyaç sahibi olan herkese maaş bağlandı. Savunma sanayisini güçlendirdi, komşularıyla arasını düzeltmek için adımlar attı; İsrail ile işleri yoluna koydu, Suriye ile masaya oturmak için kolları sıvadı, Rusya ile iyi ilişkiler kurdu. Azerbaycan’da 30 yıldan beri devam eden işgal sona erdirildi ve dünyada kendinden söz ettiren bir ülke haline geldi. Asya’da ‘Turan Birliği’ni kurmak için ümit oldu. Türkiye’den bahsediyorum. 2023 yılında seçime gidilecek. Şurada 9 ay kaldı. Türkiye üzerinden çıkar elde edenler eski alışkanlıklarından vazgeçmemiş olmalılar ki, tekrar Türkiye’nin rengiyle oynamaya başladılar. Bazen oluyor şarkıcılar üzerinden oyun kuruluyor, bazen Aleviler üzerinden, bazen Kürtler üzerinden, bazen mülteciler üzerinden, bazen Atatürk üzerinden. Hem de camide hutbe okunurken. Bir parti lideri yapıyor bunu. Hutbedeki hocaya cemaatin içinden müdahale yapıyor, “Atatürk’e Fatiha okumayacak mısın hoca?” diyor. Amaç Müslüman halkı kışkırtmaktır, kendisini linç ettirmektir, sokağa dökmektir. Allah’tan halkımız oynanan oyunların farkında olduğu için bu oyunlara gelmiyor. Türkiye sahipsiz değildir. Vardır elbet Türkiye sevdalıları. 2023 seçimlerine giderken yukarıda bahsettiğim kazanımların son bulmaması için Türkiye sevdalıları harekete geçmelidir. Altılı masa gibi, diktatör söylemleriyle algı oluşturmak gibi, güçlendirilmiş demokrasi gibi çelik çomak oyununa son vermelidir. Devlet aklı devreye girmelidir. Cumhur ittifakına ve millet ittifakına son verilerek yeni bir ittifak kurulmalı ve seçime bu Türkiye sevdalılarının ittifakıyla gidilmelidir. Bu ittifakın adı da Türkiye ittifakı olmalıdır. Türk halkının Türkiye sevdalılarından, devlet aklından bekledikleri budur.

4 Ağustos 2022 Perşembe

Av. Önder Mümin Müftü Seçimini ve Lozan'ın Güncellenmesini Değerlendirdi

Doğu Makedonya Trakya Eyaleti Bağımsız Meclis Üyesi Avukan Önder Mümin, gündemde olan Müftülük Seçimi, yetkileri ve Lozan Barış Antlaşması'nın güncellenmesi konularını değerlendir. Öncelikle azınlık haklarının korunması hangi antlaşmalara dayanmaktadır ? Tarihe baktığımızda Yunanistan ve Türkiye arasında arasında hangi hukuki çerçeve geçerli olmuştur ? Yunanistan antlaşmalara bağlı olarak iç hukukunda Müftü seçimi ve yetkileri hususunda ne tür düzenlemeler yapmıştır, bunların hukuki dayanağı varmıdır ? Öncelikli olarak değinilmesi ve etüt edilmesi gereken nokta, azıklık haklarının korunması, müftü yetkileri ve şeçiminin, azınlık eğitimi, dil ve din özgürlüğünün hangi antlaşmalara bağlı olarak uygulanacak olması ve hangi antlaşmalar ile garanti altına alınmış olmasıdır. Bu bağlamda 1913 Atina Antlaşması ve 3 Nolu Protokol başmüftü kavramını, müftü seçimini, vakıf mallarının azınlık tarafından kullanılmasını öngörmektedir. 1923 Lozan Barış Antlaşmasında öngörülmemiş maddeler 1913 Atina Antlaşması ve 3 Nolu Protokol ile antlaşma konusu olmuştur. 1913 Atina Antlaşması ve 3 Nolu Protokolün 11. Maddesi uyarınca bırakılan topraklarda oturanların hayat,mal,şeref,din ve gelenekleri güvence altına alınmakta, bunların Yunan yurttaşlarla aynı medeni ve siyasi haklara sahip olacakları, dinlerini açıkça uygulayabilecekleri belirtilmektedir. Müslüman cemaatlarının yönetimi konusunda önemli hükümler getirmektedir. Mevcut veya oluşacak bu cemaatların muhtarriyetine ve hiyerarşik yapısına dokunulmayacak, sahip oldukları fonlara ve gayrimenkullere ilişilmeyecektir. 11. Madde uyarınca Müslümanlarla manevi önderleri arasındaki ilişkilere karışılmayacak, Müftüler Müslüman seçmenlerce seçilecektir. Başmüftü, Yunanistandaki bütün müftülerin toplanarak seçeceği 3 aday arasından Yunan Kralı tarafından atanacaktır. Müftüler yalnız din konularında ve vakıfların yönetimine nezaret etmekte değil, Müslümanların evlenme, nafaka ve mütevelli tayini gibi dünyevi meselelerinde de yetkilidir diye belirtilmiş ve antlaşma maddesi olarak tarihte yerini almıştır. Aynı antlaşmanın 12. Maddesi her türlü vakfın güvence altına alındığını, bırakılan topraklarda bunların cemaat tarafından yönetileceğini öngörmektedir. 1913 Antlaşmasına 3 protokol eklenmiştir. Antlaşmanın 2. Maddesi hükmüyle bütün Yunanistan topraklarında geçerli kılındığını gördüğümüz 3 numaralı protokol Müslümanların birtakım azınlık haklarını getirmektedir. Buna göre, Başmüftü ve Müftüler Yunan memurlarının hak ve görevlerine sahip olmakta, başmüftü, müftüleri mali ve dini bakımdan denetleyebilmektedir. En önemlisi, Protokol, Müslüman cemaatlarının tüzel kişiliğini tanımaktadır (md. 13). Protokol özel okulları ve bunların gelirlerinide tanımaktadır. Bireylerden veya İslam ileri gelenlerinden oluşacak komisyon tarafından kurulacak okullar da aynı statüde olacak, buralarda eğitim resmi programa uymak ve Yunanca zorunlu olmak şartıyla Türkçe yapılacaktır. Görüldüğü üzere, 1913 Antlaşması herşeyden önce Müslümanların mülkiyet haklarını titizlikle güvence altına almakta, can, din, gelenek gibi temel noktalara atıf yapmakta ve cemaat yönetimlerinin muhtariyeti, müftü seçimi, vakıfların yönetimini garanti altına almaktadır. 3 numaralı protokol ise cemaatların tüzel kişiliğini açıkça tanımakta, azınlık okullarının muhtar yönetimine ve buralarda Türkçe eğitim yapılmasına imkan vermektedir. Bu bağlamda Yunanistan 1920 yılında, yürürlüğe soktuğu 2345/1920 sayılı kanun ile Başmüftü kavramını ve Müftü seçimini benimseyecek ve yasalaştıracaktır. 2345/1920 sayılı kanunun 3. Maddesi uyarınca Başmüftü Yunanistan genelinde bulunan seçilmiş müftüler tarafından seçimle belirlenecek 3 kişi tarafından Yunan devleti tarafından atanacaktır. Ayrıca 2345/1920 sayılı kanunun 6. Maddesi uyarınca Müftülük seçimleri kanunlaştırılmıştır. Bu bağlamda müftülük seçimleri düzenlenmesi kanunlaşmış olup, müftülerin milletvekili seçim kataloglarında yazılı, belediyelerde kayıtlı azınlık insanı tarafından seçilmesi öngörülmüştür. Yukarıda belirtilen yetki ve hakların temeli 1913 Atina Antlaşmasının bazı maddeleri ve 1923 Lozan Barış Antlaşmasının azınlık haklarının korunması konulu bölümü ve özellikle Lozanın 42. ve 45. Maddelerine dayanmaktadır. Lozanın 45. maddesi uyarınca Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıkları için tanınan haklar, Yunanistan tarafından da, kendi topraklarında bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır. Lozanın 42. Maddesi Türkiye azınlıkların aile ya da kişi statüleri konusunda, bu sorunları sözü geçen azınlıkların gelenek ve göreneklerine göre çözümlenmesine uygun her türlü hükümleri koymayı kabul eder diye öngörmektedir. Aynı madde Yunanistan içinde geçerlidir. İş bu hükümler Türkiye Hükümeti ile ilgili azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerinden oluşan özel Komisyonlarda düzenlenecektir. Anlaşmazlık olursa, Türkiye Hükümeti ile Milletler Cemiyeti Meclisi, birlikte, Avrupalı hukukçular arasından bir üst hakem atayacaktır. Türkiye hükümeti söz konusu azınlıkların Kiliseleri, havraları, mezarlıkları ve öteki dinsel kurumlarına her türlü koruyuculuğu göstermeyi yükümlenir. Bu azınlıkların bugün Türkiye’de vakıflarına ve dinsel ve yardım kurumlarına her türlü kolaylığı gösterecek ve izinleri verecek ve yeni dinsel ve yardım kurumları kurulması için, benzeri öteki özel kurumlara sağlamış olan gerekli kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyecektir. Lozan Barış antlaşmasının 45. Maddesi uyarınca Türkiye ve azınlık hakları için bağlayıcı unsurlar Yunanistan’da yaşayan azınlık içinde aynen geçerli olup, bağlayıcıdır. Ayrıca Lozan Barış Antlaşmasının 37. Maddesi, 38 den 48 dek maddelerde belirtilen hükümlerin temel yasalar olarak tanımlanması ve hiç bir yasa, hiçbir yönetmelik ve hiç bir resmi işlemin bu hükümlerle çelişkili ya da onlara aykırı olmamasını ve hiç bir yasanın, hiç bir yönetmeliğin ve hiç bir resmi işlemin söz konusu hükümlere üstün sayılmamasını öngörmektedir. Atina Antlaşması, 2345/1920 sayılı kanun ve Lozan Antlaşması sonucunda garanti altına alınmış müftü seçimi ve yetkileri maalesef 1920/1991 sayılı kanun ile haksız ve uluslararası antlaşmalara aykırı olarak ortadan kaldırılmışıtır. 1991 yılında Yunan hükümeti 1920/1991 sayılı yasa ile atanmış müftü kavramını öngörmüştür. 1920/1991 sayılı kanunun 1. Maddesi uyarınca müftülerin 10 senelik görev süresi zarfında, Eğitim ve Din İşleri bakanının önerisi üzerine kararname ile atanması öngörülmüştür. 1920/1991 sayılı kanunun 5. Maddesi uyarınca müftünün yargı yetkileri belirlenmiş, kararlarının Asliye Hukuk mahkemeleri tarafından denetleneceği sabitleşmiştir. Bu bağlamda açık ve net bir şekilde azınlığın kendi müftülerini ve akabinde başmüftüsünü seçme hakkı gasp edilmiş ve 1913 Atina Antlaşması ve 1923 Lozan Barış Antlaşmasının temel hüküm ve maddeleri delinmiştir. (eski Rodop milletvekili Ahmet Hacıosman, Meclis Konuşması, 6/12/2014). Azınlık tabanı atanmış müftü kavramına geçmişten günümüze soğuk bakarak kabullenmemiş, Uluslararası antlaşmalardan doğan haklarını koruma hususunda hali hazırda İbrahim Şerif’i Gümülcine Müftüsü, Ahmet Mete’yi de İskeçe Müftüsü olarak seçmiştir. Batı Trakya Müslüman Türk azınlığının eğitim hakkı, çift dilli ana okulları, dernek ve kuruluşlarının talepleri hususunda hangi antlaşmalar geçerlidir, bu bağlamda hangi uygulamalara gidilmiştir ? Lozan Barış antlaşmasının 45. Maddesi uyarınca Türkiye ve azınlık hakları için bağlayıcı unsurlar Yunanistan içinde aynen geçerli olup, bağlayıcıdır kavramını burada tekrar hatırlatmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Lozanın 40 ve 41. Maddeleri ile azınlığın eğitim ve dernekleşme hakkı garanti altına alınmıştır. Lozanın 40. Maddesi azınlıklar konusunda hukuk bakımından ve fiilen öteki yurttaşlara uygulanan işlemlerin ve sağlanan güvencelerin tıpkısından yararlanacaklar ve özellikle, harcamaları kendileri yapılmak üzere, her türlü yardım, dinsel ya da sosyal kurumları, her türlü okul ve benzeri öğretim ve eğitim kurumları kurma, yönetme ve denetleme ve buralarda kendi dillerini özgürce kullanma ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma bakımından eşit bir hakka sahip bulunancaklardır diye öngörmektedir. 40. madde uyarınca her türlü okul kurma hakkı sabit olduğundan azınlığın çift dilli ana okulları talebi mevcut olup, bu güne dek uygulanmamıştır. Ayrıca Lozanın 41. Maddesi genel öğretim konusunda azınlığın önemli bir oranda yerleşmiş olduğu kentler ve kasabalarda, çocuklarının ilk okullarda kendi dilleriyle öğretim görmelerini sağlamak üzere, gerekli kolaylığın gösterilmesini öngörmektedir. Azınlıkların önemli oranda bulundukları kentlerde yada kasabalarda, bu azınlıklar Devlet bütçesi, Belediye ya da benzeri bütçelerde eğitim, din, ya da yardım amacıyla genel gelirlerden verilecek paralardan yararlanma ve ödenek ayrılması konusunda hakça bir pay alacaklardır diye belirtilmiştir. Lozan Barış Antlaşmasının imzalanmasından, yani 1923 yılından 1954 yılına kadar Yunanistan azınlığı Müslüman azınlık olarak kabul etmektedir. 1954 yılındaki karar ile o dönemki Yunan hükümeti azınlık okullarını Türk okulları olarak tanımıştır. 3065/1954 sayılı kanun ile azınlık eğitiminin detayları belirlenmiş, azınlık okulları Türk azınlık okulları olarak tanınmıştır. Türkçe tabelalar ve okulların Türk okulu olarak tanımlanması 1972 Cunta dönemine dek devam etmiştir. Bu dönemde azınlık okullarındaki Türk tabelaları değiştirilmiş ve 1972 Cunta hükümeti kararı ile Türk okullarının ve tabelalarının yerini Müslüman veya Azınlık okulları ibaresi almıştır. 1985 yılı Yunanistan’daki Müslüman Türk azınlığın aleyhine olan sürecin başlangıcı olarak nitelendirilebilir. Yunanistan’da 1985 lere kadar Türk dernekleri vardı ve müftülük seçimi kazanılmış bir hak olarak sabit kabul ediliyordu. Ama bu yıllardan sonra hem müftülük seçimine hem de Türk ibareli derneklerin varlıklarına son verildiğini gördük. Bu bağlamda Gümülcine Türk Gençler Birliği ve İskeçe Türk Birliği tanınmamakta olup, 2008 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin İskeçe Türk Birliği lehine verdiği kararı, Yunanistan Anayasa Mahkemesi 2012 yılında bağlayıcı olmadığını öne sürerek kabul etmemiştir (Siriza Rodop Milletvekili Ayhan Karayusuf – GTGB iftar yemeği konuşması, 2014). AİHM kararına bakılırsa örgütlenme özgürlüğünün ihlali ve kamusal alanda etnik kimliğin ifade edilebilmesi ile ilgili ihlal olduğunu belirttiğini görmekteyiz.Lozan Antlaşmasına dayanan ve Anayasal hak olan örgütlenme,dernekçilik ve ifade özgürlüğü bu bağlamda kısıtlanmış olup halen yukarıda adı geçen birliklerimiz tanınmamaktadır. Hükümetin yeni yasadaki düzenlemeyle ilgili bundan sonraki süreç içerisinde bunun uygulanış şekli nasıl olacak? Müftü yetkileri ve şeri hukuk hususunda yapılan düzenlemeler nelerdir? Sizce yeni yasa değişikliğinin Azınlık açısından bakıldığında bunun olumlu yada olumsuz yönleri nelerdir? Günümüzde İslam Hukuku ve uygulanış şekli, ve aynı şekilde Müftünün yargı yetkileri 147/1914 sayılı kanunun 4. Maddesi ve 1920/1991 sayılı kanunun 5. Maddesine dayanmaktadır. Geçmişten günümüze İslam Hukukunun uygulanması ve Müftünün yargı yetkileri ile alakalı bir çok tez ve fikir ortaya atılmış olup, farklı hukuki fikirler hem azınlıkta hem çoğunlukta hakim olmuştur. Bunun başlıca sebebi hem 1913 Atina Uluslarası Antlaşması ve 1923 Lozan Antlaşmasının ve bunun akabinde çıkarılan kanunların İslam Hukukunun uygulanması konusunda detaylara girmemesi ve Müftünün yargı yetkilerini net olarak belirlemesinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca İslam Hukukunun yazılı bir hukuk olmayıp, örf ve adetlere dayanıyor olması uygulanmasını güçleştirmiştir. Bu bağlamda 3 farklı görüş ve fikri burada etüd edip, günümüzde var olan hukuki sistem ve yeni getirilecek düzenlemelere bu pencereden bakmak gerekiyor. Hali hazırdaki yasalar itibarı ile miras ve aile hukuku çerçevesinde evlenme, boşanma, nafaka, miras ile alakalı konularda İslam Hukuku ve Müftü tek yetkili kılınmıştır. Bu bağlamda Yunan vatandaşı azınlık mensuplarının boşanması, evlenmesi, miras dağılımı hususunda tek yetkili merci müftüdür ve uygulan hukuk İslam Hukukudur. Ayrıca miras hukuku çerçevesinde, son Anayasa Mahkemesi kararlarına da bakıldığında azınlık insanının vasiyet bırakma hakkı olmadığı, çünkü İslam hukukuna tabi olarak böyle bir vasiyet kavramının İslam Hukukunda öngörülmediği belirtilmiştir. Yapılacak olan yeni düzenleme ve meclise sunulan kanun tasarısı uyarınca var olan maddeler şöyle değiştirilmek istenmektedir : -Öncelikle müftü tek yetkili kılınmayacaktır. Müftü huzurunda aile ve miras hukukunun uygulanması için tüm tarafların rızası gerekecektir. Tarafların anlaşması ve müftünün yetkisinin kabulu durumunda, anlaşılan dava için yetki değişikliği yapılamayacaktır. -Taraflara aile ve miras hukuku bağlamında (evlenme, boşanma – nafaka, miras, vasiyet vs.) tercih hakkı verilecektir. Arzu eden bireyler Medeni Hukuku arzu eden bireyler İslam Hukukunu tercih edeceklerdir. -Tarafların anlaşmazlığı durumunda yargı yetkisi Yunan mahkemelerinde olup medeni hukuk uygulanacaktır. -Müslüman azınlığın miras ilişkileri ile ilgili durumlarda Medeni hukuk uygulanacaktır. Medeni Hukuk ve İslam Hukukunun aynı anda uygulanması mümkün değildir. İslam Hukuku gereği vasiyet bırakmak isteyenler bunu noter huzurunda resmi vasiyet şeklinde belirtme hakkına sahip olacaklardır. -Bugüne dek hazırlanmış tüm vasiyetnameler geçerli sayılacaktır. Kamuoyunda dile getirilen müftünün yargı yetkileri tamamen kaldırılıyor düşüncesi yanlış olup, yeni düzenleme ile azınlık insanına müftü ve medeni hukuk arasında tercih hakkı verildiği doğru tespit olarak not edilmelidir. Meclise sunulan yeni tasarının maddelerine değindikten sonra İslam Hukukunun uygulanması ve Müftünün yargı yetkileri ile alakalı geçmişten günümüze dile getirilmiş, ortaya atılmış 3 temel düşünceyi aşağıda belirtmekte fayda görüyorum : 1.Müftünün yargı yetkilerinin devam etmesi – Azınlık bireyleri üzerinde İslam aile ve miras hukukunun tek ve bağlayıcı hukuk olarak uygulanması Bu düşünceye göre var olan hukuk sistemi 1913 Atina Uluslarası Antlaşmasına ve 1923 Lozan Antlaşmasına dayandığından Yunan anayasasının 28. maddesi açıkça Uluslararası Antlaşmaların kanunun üzerinde olduğunu belirtmektedir. Müftü yetkilerini kısıtlayacak her yasa tasarısı Atina antlaşması ve anayasanın 28. Maddesine aykırı olacağından mevcut hukuk sistemini değiştirmeyecektir. Aile ve miras hukuku kamu düzeninden olan hukuklardandır. Medeni kanunun 3. Maddesi kamu düzeninden olan hukukun uygulanmasını taraflar isteyerek yok edemez, dediğinden seçme hakkı tanıyan kanun tasarısı kanuna aykırıdır ve uygulanamaz. Ayrıca Lozan Antlaşmasının 42. Maddesi uyarınca azınlıkların aile ya da kişi statüleri konusunda, bu sorunları sözü geçen azınlıkların törelerine göre çözümlenmesine uygun her türlü hükümleri koymayı kabul eder diye öngörmektedir. Aynı madde Yunanistan içinde geçerlidir. İş bu hükümler Yunan hükümeti ile ilgili azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerinden oluşan özel Komisyonlarda düzenlenecektir. Anlaşmazlık olursa, Yunan Hükümeti ile Milletler Cemiyeti Meclisi, birlikte, Avrupalı hukukçular arasından bir üst hakem atayacaktır. Bu usul yerine getirilmeden yasanın çıkması Lozan Antlaşmasına aykırıdır. (Av. Ayhan Şakir – Birlik Gazetesi – 30/11/2017, 556/2017 sayılı Yargıtay kararı). 2. Müftünün yargı yetkilerinin tamamen kaldırılması – İslam aile ve miras hukukunun tamamen kaldırılması Bu fikir uyarınca İslam Hukukunun uygulanması hem Yunan anayasası hemde Avrupa İnsan Hakları Antlaşmasına aykırı olarak görülmektedir. İslam Hukukunun kadın haklarını ihlal ettiği, Türkiye’de 1926 yılında kaldırıldığı, modern bir Avrupa ülkesinde uygulanamaycağı dile getirilmektedir. Ayrıca Lozan antlaşmasının 42. Maddesinin direkt olarak Müftünün yargı yetkilerini zorunlu kılmadığı söylenen fikirler arasında yer almaktadır. Bu bağlamda Anayasa hukukçuları Yannis Ktistakis ve Konstantinos Tsitselikis bu fikir yönünde değişik makaleler yazmışlardır. Aynı şekilde sol ve sosyalist partilerden, Siriza ve geçmişte Pasok kanadından birçok milletvekili bu yönde fikir belirtmiştir. Siriza Rodop milletvekili Mustafa Mustafa İslam Hukukunun ve müftünün yargı yetkilerinin kaldırılması yönünde fikir belirtmiştir (İos gazetesi, 14.07.2001 – Efimerida Ton Sindakton gazetesi, 19.03.2017). Siriza İskeçe Milletvekili Hüseyin Zeybek’te aynı düşüncede olup, yapılacak değişikliklerin öncelikle azınlıkla iştişare halinde yapılmasına vurgu yapmaktadır. Ayrıca vakıf idarelerinde seçim ve müftünün seçimle gelmesi konusunda Hüseyin Zeybek fikir belirtmiştir (Efimerida Ton Sindakton gazetesi, 19.03.2017). 3.Müftünün yargı yetkilerinin korunması – Azınlık fertlerine İslam Hukuku ve Medeni Hukuk arasında tercih hakkı verilmesi Yukarıda belirtildiği gibi son düzenleme aynen bu doğrultuda olup, Müftünün yargı yetkilerini koruyup, Azınlık mensuplarına Aile ve Miras hukuku konularında İslam Hukuku ve Medeni Hukuk arasında tercih hakkını vermektedir. Lozanın 42. maddesinde öngörülen azınlıkların töre (örf ve geleneklerine) göre çözümlenmesine uygun her hükmün koyulması ülkelerce mecburidir. 1923 ten günümüze azınlığın örf ve adetlerinde değişiklikler olduğu mutlaktır. Örneğin miras hukuku sürecinde azınlık insanı geçmiş dönemlerde şer-i hükümleri tercih ederken günümüzde asliye hukukun kurallarına uygun miras yapmaktadır. İslam hukukunda öngörülmemiş olsa bile birçok soydaşımız noter huzurunda hazırladığı vasiyetnameler ile ölümü esnasında mal dağılımını kendi iradesine dayanarak öngörmektedir. Ayrıca erkeğe ayrıcalık tanıyan, kadının mirası erkeğin yarısı kadardır diye bilinen şeri şartlarda mal paylaşımları yok olma derecesine gelmiş, erkek ve kız kardeşler arasındaki mal paylaşımı medeni hukuka göre eşit şekilde yapılmaktadır. Özellikle son yıllarda genç çiftler dini nikah yerine medeni nikahı benimsemektedirler. Tüm bu bulgular Lozandan günümüze azınlığın örf ve adetlerinin değişme kaydettiğini göstermektedir. Bu süreçte uygulanan yasaların değişmesi bir gereksinim, bir ihtiyaç olmaktan çıkmış mecburiyet halini almıştır. Bu bağlamda azınlık insanına aile hukuku çerçevesinde medeni ve şeri yetkiler arasında tercih etme hakkının tanınması doğru bir uygulama olarak kabul edilebilir. Not olarak müftünün şer-i yetkilerinin tamamen kaldırılması söz konusu değildir. Sadece eskiye dönük olarak tek yetkili müftü değil, tarafların anlaşması durumunda müftü yetkili olacaktır. Ayrıca anlaşmazlık durumunda Asliye Hukuk mahkemeleri yetkili olacaktır. Rodop milletvekili İlhan Ahmet 2006 ve 2017 yılında verdiği röportajlarda (Paratiritis Gazetesi – 30.08.2006, Efimerida Ton Sindakton gazetesi, 19.03.2017) azınlığa seçme hakkının verilmesinden yana kanaat kılmışıtır. Anlaşmazlık durumunda müftünün yetkili olması fikrini öne sürmüştür. Ayrıca şer-i yetkilerin kaldırılması hususunda azınlık insanının katılacağı bir referandum yapılması önerisi kendisinin cesur ve ilgi çeken önerilerinden olup, tarihteki yerini almıştır (Hronos Gazetesi, 16.03.2017). Yukarıda belirtilen görüşleri sıraladıktan sonra şahsi kanaatim olarak aşağıdaki şu düşünceleri belirtmek isterim ; 1923’ten günümüze azınlığın töresinde, örf, adet ve ananelerinde belirli değişikliklerin olduğu mutlaktır. Miras hukukunda İslam hukukunun kullanılmayıp, medeni hukuk uyarınca adil paylaşımların benimsenmesi, dini nikah yerine özellikle son dönemde gençlerin resmi nikah usulünü tercih etmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aşağıda belirtileceği üzere usul yönünden yanlış olsada temeli itibarı ile azınlığa tercih hakkının verilmesini pozitif bir ayrımcılık olarak nitelendirebiliriz. Yeni hazırlanan kanun tasarısı doğru yönde olmasına rağmen göz ardı edilmeyecek en önemli husus Lozanın delinmesi ve bu kanun tasarısının Lozanın 42. Maddesine aykırı olarak azınlıkla istişare edilmeden hazırlanmasıdır. Lozan 42 maddesinde net bir şekilde azınlıkların örf ve adetlerini ilgilendiren maddelerin Yunan hükümeti ile ilgili azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerden oluşan özel komisyonlarda düzenleneceğini öngörmüştür. Tüm geçmiş hükümetler ile olduğu gibi bu durumda da azınlığın fikri sorulmamış olup, Lozanın 42. Maddesinin öngördüğü azınlık mensuplarından da oluşacak komisyonun fikrine başvurulmamıştır. Bu bağlamda yeni kanun hukuki açıdan Lozana aykırı olarak sıkıntılar içermektedir, Yargıtaydan dönmesi muhtemeldir. Son günlerde bahse konu olan Lozanın öngördükleri ve uygulanması hakkında ne düşünüyorsunuz ? Lozan Antlaşmasının güncelleştirilmesi mümkünmüdür ? Öncelikle 1923 yılında 11 ülke tarfından imzalanan Lozan Barış Antlaşmasının bir savaş neticesinde ortaya çıktığını göz ardı etmemek lazım. 1913 yılında imzalanan Atina Antlaşmasının üzerinden 104 sene, 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşmasının üzerinden ise 94 yıl geçmiştir. Bu süre zarfında Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkiler inişli çıkışlı grafikler çizmiş, buna rağmen komşuluk ve barış ilkesinden vazgeçilmemiştir. Ayrıca Lozanın uygulanması konusunda, değişik fikirler ortaya atılmış, Azınlık hakları bağlamında yapıcı sonuçlar alınamamıştır. Sık sık ihlaller azınlığımız ile ülkemiz Yunanistan arasındaki samimiyet bağlarını zor süreçlerden geçirmiştir. Ayrıca birçok hususta Lozanda öngörülmesine rağmen azınlıkla istişare edilmeden çıkarılan yasalar sıkıntı kaynağı oluşturmuştur. Bilindiği üzere dünya sistemi ve dengeleri çok hızlı bir şekilde değişmekte, bu bağlamda değişik hususlarda yeni kanun tasarıları düzenlenmekte, ikili ilişkiler ve ülkeler arası antlaşmalarda güncelleştirilmeye gidilmektedir. Bu bağlamda Lozan Antlaşmasının güncelleştirilmesi, iki ülkenin iyi niyeti çerçevesi ve kabulu ile mümkündür. Böylece azınlık hakları, uygulanabilecek, iki ülke tarafından benimsenecek yeni ve gerçek bir barış antlaşması ile sağlanabilir. Burada tarafları endişelendiren nokta Lozanın ülkelerin sınırlarını ve topraklarını belirlediği ve bu yüzden güncelleştirilemez olduğu ve sabit kalması fikridir. Lozan ülkelerin sınırları haricinde azınlık haklarının korunmasınıda öngörmüştür ve bu bağlamda uygulama esnasında ciddi sıkıntılar baş göstermiştir. Lozanın güncelleştirilmesi demek kesinlikle ülkelerin bölünmez bütünlüğüne, sınır değişimine yönelik bir düşünce olarak algılanmamalıdır. Yunanistan ve Türkiye hükümetleri, komşu ve kardeş ülke ilkesine bağlı kalarak, sınır dengelerini bozmayıp değerlendirme dışı tutarak, değişen dünya şartlarını, azınlık haklarının korunmasında yaşanan sıkıntıları göz önüne alarak, yeni,gerçek, güncelleştirilmiş bir barış antlaşması ile Lozanın uygulanmasından doğan sorunları giderebilirler. İyi niyet, samimiyet, dostluk ve barış çerçevesinde atılacak somut, yapıcı, kalıcı, uygulanabilir güncel adımlardan korkulmamalıdır. (Röportaj: Özcan Aliosman)

6 Temmuz 2022 Çarşamba

Kur'an ve Kurban

KUR`AN VE KURBAN -Lütfen çocuklarımızı ve Alman komşularımızı ıskalamayalım- Rüştü KAM Kurban Allah’a yaklaşmak için yapılan ikramdır. Kur’an kurban kavramı üzerinde bir devrim gerçekleştirmiştir. Müşrik toplumlarda tanrılara kurbanlar kesilir ve kanları putların üzerine sürülürdü. Sahip olunan bir değer, tanrılara kurban edilerek kurtuluş beklenirdi. Kur’an, can almak, kan akıtmak şeklinde algılanan bu anlayışı değiştirmiştir. Allah’a yaklaşmak için Allah dışında “yakınlık aracı” (kurban) seçilen hiçbir şeyin, hiçbir değerin insana faydası olmayacaktır. (Ahkaf 27) Kur’an devam eder ve “Dört ayaklı hayvanlardan, deve ve sığırlardan kurban edin” der. (Hacc 34,36) Dört ayaklı hayvanlardan, özellikle deve ve sığırın ön plana çıkarılması, az sayıda hayvanın kurban edilmesi içindir. Hayvanlar açısından ekolojik dengenin bozulmaması için bu uyarı önemlidir. Diğer taraftan kurban; "Allah'a yakınlık için fidye, sadaka, nimet, mal ya da yanlış inançlardan vazgeçme" anlamına da gelmektedir. Bu açıdan bakılırsa, kurban bedelleri ile öğrencilere burs verilebilir, fakir fukaranın istifade edebilecekleri, hastane ve yurt gibi kurumlar da kurulabilir. Amaç Allah’a yaklaşmaksa bu yakınlığa giden yolların sayısı oldukça fazladır. Kurbanı sadece et yemek olarak görmeyelim, sadece et bayramı olarak da görmeyelim: Çünkü “Kurbanın ne eti, ne de kanı Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan sizin takvanızdır.'' (Hacc 37) buyuran Yüce Mevla'mız konunun önemini özellikle vurgulamıştır. Kurban kaynağını dinden alan bir gelenektir Kurban Hz. Adem’den beri süregelen önemli bir gelenektir. Bu geleneğin farz veya vacip anlayışıyla icra edilmesi yanlış olur. Kuran’da geçen kurban kesme görevi, Hac ibadetini yerine getirmek için Mekke’ye gidenlerle ilgilidir. Peygamberimiz bu geleneği devam ettirmiştir. Gelenekler gelenek olarak kalmalı, dinleştirilmemelidir. Kevser Suresi’ndeki ‘venhar’ kelimesine “kurban kes” şeklinde bir anlam yüklemek yanlış olur. Kevser Suresi’nde kurban kesilmesi emredilmez Kevser Suresi’nin anlamı şu şekildedir: "Sen onların sözlerine aldırış etme de nübüvvet makamının şükrünü eda için Hakka yönel; gönlünü, sadrını, nahrını O'na aç, teslimiyetle O'nun huzurunda el-pençe divan dur! Hayırlardan (kevserden) mahrum olan sen değilsin ki! Hayırdan mahrum olanlar asıl seni mahrumiyetle suçlayan o zavallıların kendileridir!" (Dücane Cündioğlu Yeni Şafak Gazetesi) Kur’an’da, “Zilhicce ayının 10’unda mali gücü yerinde olan, her Müslümanın kurban kesmesi gerekir diye bir ayet bulunmamaktadır.” Kurbanın, Hz. İbrahim’e dayandırılması da yanlıştır. Çünkü Hz. İbrahim’in kestiği kurban adak kurbanıdır. Hacc Suresi’nin 34-37’inci ayetlerinde, sadece hac ibadetinin gerçekleştirildiği coğrafyada organizasyona katılan bütün insanların ve fakirlerin yiyecek ihtiyacını karşılamak için hayvan kesilir ya da o insanlara fayda sağlayacak başka bir hediye gönderilir. Meseleyi o günün şartlarında değerlendirirsek kurban konusundaki kararlarımız daha isabetli olacaktır. Bu buyruklar ışığında baktığımızda kurbanın amacının bir bakıma ihtiyaç sahibine yardımcı olmak olduğu görülecektir. Bu yardım senenin bir gününde değil her zaman yapılmalıdır. İhtiyaç sahibinin ihtiyacı ne ise o ihtiyaç o an mutlaka sağlanmalıdır. İşte kurban bu anlayışın adıdır. Hacc Suresi’nin 37’inci ayetinde de, “Onların ne etlerinin ne de kanlarının Allah’a ulaşacağı; O’na ulaşacak olanın sadece bizim takvâmız olduğu“ vurgulanmaktadır. Burada vurgulanan kurbanın sadece kan akıtmak ve et yedirmek demek olmadığıdır. Mezhepler de kurban kesmenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Onlara göre kurban kesmek ya vacip ya da sünnettir. Ebu Hanife, “Şehirlerde ikamet eden şehir halkı” üzerine her sene bir defa kurban kesmek vaciptir” (Tekmiletü Fethi'l-Kadîr, VIII, 67; el-Lübâb, III, 232; Tebyînü'l- Hakâik, VI, 2; el-Bedâyi', V 62) derken, Ebû Hanife’nin iki öğrencisi Ebu Muhammed ve Ebu Yusuf ve Hanefi Mezhebinin dışında kalan üç mezhep (Maliki ve Hanbeli) “kurban müekket bir sünnettir” demişlerdir. Hatta Şafii Mezhebi,” ömürde bir kez aile adına kesilmesi yeterlidir“ demiştir. (Bİdâyetü'l-Müctehid, 1, 415; el- Kavânînu'l-Fıkhiyye, 186; eş-Şerhu'l-Kebîr, II, 118; Muğni'l Muhtâc, IV, 282 vd.; et-Mühezzeb, I, 237; et- Muğni, VIII, 617; Şerhu'r-Risâle, I, 366) Bu durumda Cumhurun görüşüne göre kurban kesmek sünnettir. Sünnet olması elbette önemsiz olduğu anlamına gelmez. Toplumu bir araya getiren kaynaştıran önemli bir sünnettir. Hiçbir zorlama olmadan, mezhep farkı gözetilmeden bütün Müslümanlar tarafından yaşatılan bir sünnettir. Yeter ki istismar edilmesin… Yüce Allah sadaka vermeyi emreder. Ve der ki, ''Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın''. Bizler Berlin'de yaşıyoruz. Bizim Berlin'de yaşayan insanımıza, akrabamıza ve Alman komşularımıza karşı görevlerimiz var, hayırlarımızı verirken, önceliği Berlin'e tanımalıyız. Amacımız, kurban geleneğini korumak ve burada yaşayan insanımızın Kurban Bayramı vesilesiyle kaynaşmasını sağlamaktır. Ayrıca, Alman komşularımızla birlikte bu bayramı kutlayarak, fedakârlığımızı ve sevincimizi onlarla paylaşmaktır. Yardıma muhtaç olan insanlara elbette el uzatmak gerekir. Böyle bir yardım farzdır. Ancak; kendi evimizde yangın varken komşunun evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz. Komşuya bir kova su gönderebiliriz, ama hortumu uzatamayız... Uzatırsak kendi evimiz yanar... Yani, Allah bize öncelikli olarak Pakistan'daki, Afganistan'daki, Somali'deki ve başka yerlerdeki insanlara niçin yardım yapmadınız diye hesap sormayacaktır. Fakat Berlin'deki insanlara niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız? Hatta Alman komşunuz Thomas'la, Rose ile İslam'ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye soracaktır... Değişik ülkelere yapılan yardımlara karşı değiliz. O eli de tutalım, ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o eli tutmayalım. Avrupa ülkelerinden çocuklarımızın hali perişandır. Dinlerini, geleneklerini, adetlerini unutmaktadırlar. Bizler kendi çocuğumuzu kuyudan çıkardıktan sonra tutalım o eli. O ülkelerin insanlarına dünya devletleri yardım ediyor, Birleşmiş Milletler de yardım ediyor... Oysa bize ve bizim geleceğimize kimse yardım etmiyor, yatırım yapmıyor... Yıllardan beri Afrika'da ve Asya'da kurbanlar kesiliyor, ama sonuç değişmiyor. İnsan yılda bir öğün et yese ne olur yemese ne olur. 364 gün açlıkla mücadele edilecekse bu bir gün et yemenin anlamı ne olabilir ki? O insanlara bir lokma et yedireceğiz diye uğraş vereceğimize, bulunduğumuz ülkelerde kurban paralarıyla kültür evleri, özel okullar, üniversiteler, hastaneler açsaydık daha hayırlı bir hizmet yapmış olurduk. Şimdi o ülkelerdeki gençleri getirip kurban paralarıyla bu okullarda okutabilir veya hastanelerde tedavi ettirebilirdik. Bu şekildeki bir uygulama İlahi iradeye daha uygun olurdu. Geç kalmış değiliz. Hemen bu bayramda söz verelim ve uygulamaya geçelim. Ne dersiniz; isterseniz yardımlarımızı yaparken biraz da konuya bu tarafından bakalım... 9 Temmuz Müslümanların Kurban Bayramı'dır. Bu bayramda, çocuklarımızı ve Alman komşularımızı ıskalamayalım. Eski Cumhurbaşkanı Sayın Christian Wulff'un tarihe not olarak düştüğü şu anlamlı cümleyi unutmayalım: ''İslamiyet de Almanya'nın bir parçasıdır''.

27 Mayıs 2022 Cuma

EVLİLİK GÖREVLER VE SORUMLULUKLAR

EVLİLİK; GÖREVLER VE SORUMLULUKLAR Yaz geldi, COVİD 19 kısıtlamaları da kalkınca evlilikler çoğaldı. Bu aslında sevindirici bir durum. Ancak ben bu yazımda zamanımızda evliliklerin uzun soluklu olmayışının sebepleri üzerinde duracağım. Bir hevesle davullar çalınıyor, horonlar ediliyor, zeybekler oynanıyor, halaylar çekiliyor, bir de bakıyoruz ki, kısa bir süre sonra boşanmanın eşiğine gelinmiş, aileler birbirine girmiş ve son nokta konulmuş. Yazık hem de çok yazık. Evlilik bir kurumdur, iki ayrı cinsin yaşamlarını kamu otoritesinin önünde şahitlerin huzurunda birbirlerine verdikleri sözle birleştiren kurumdur. Kutsallığı olan bir kurumdur. “Bir ömür boyu aynı yastığa baş koymak” deyimiyle anlatılır evlilik bizim kültürümüzde. Taraflar söz verirler birbirlerine, “İyi günde kötü günde; sağlıkta ve hastalıkta, yoksullukta ve bollukta, ölüm bizi ayırana kadar seni seveceğime yemin ederim.„ Bu bir yemindir. Bizim kültürümüze ait bir yemin değildir ama bize ait olan “Bir ömür boyu aynı yastığa baş koymak” deyiminin içeriğiyle örtüşen bir yemindir. Aile kurumunun korunması için yapılan bir yemindir. Daha ilk adım atılır atılmaz yapılır bu yemin. Çok önemlidir. Yemin kutsalın üzerine yapılır. Gelenek böyledir. Aile de kutsaldır ve üzerine yemin edilmektedir. Tarafların Allah’ın huzurunda yaptıkları bu yeminlerine uymaları gerekir. Yeni bir aile yapılanmaya başlamıştır. Toplumda yerini alacaktır. Bu ailenin çocukları olacaktır. Sonraki toplumun geleceğini de onlar inşa edeceklerdir. Yeni yapılanan aile gibi onlar da zamanı geldiğinde aile olarak yapılanacaklardır. Bu bir süreçtir. Allah toplum düzeninin böyle kurulmasını arzu etmiştir. Evlilik sadece cinsellikle izah edilemez. Ancak çağımızda bu çark tersine döndürülmüştür. Evlilikler cinsellik için yapılır hâle gelmiştir. Dolayısıyla kısa sürmektedir. Üç aylık altı aylık bir senelik evliliklere şahit olmaya başladık. Kısa süreli olan bu talihsiz evlilikler çağımızın hastalığıdır. Vebâ gibi. Evet, çağımızın evliliklerinin kısa sürmesi bir hastalıktır. Bulaşıcıdır. Tedavi edilmesi gerekir. Hastalığın mikropları; egoistliktir, maçoluktur, feministliktir, sorumsuzluktur, sevgisizliktir, cehalettir, tanrı tanımazlıktır, örften, gelenekten uzaklaşmaktır, şımarıklıktır, maddeciliktir. Şehir yaşamı ve küreselleşme bu mikropların hızla yayılmasını sağlamış ve evlilik kurumunun yapılanmasını büyük ölçüde değiştirmiştir. Kültürel değerler, gelenekler ve dini inançlar önemini kaybetmeye başlamıştır. Bu değerler evlilikleri etkileyen önemli faktörlerdendir. Aileler, eşler, olup bitenin farkında olmalıdırlar. Hastalar mutlaka tedavi için “gelenek” hastanesine yatırılmalıdırlar. Gelenek hastanesinde çiftlere, yukarıda isimleri zikrettiğim mikropların panzehri verilmelidir. Panzehrin karışımında bulunması gereken etkin maddeler şunlar olmalıdır: Eşler birbirlerine empatiyle yaklaşmalıdırlar, olumlu veya olumsuz duygularını açık-seçik, içten ve özgür biçimde paylaşmalıdırlar, bireysel farklılıklarını yok saymamalıdırlar, istenilen neticenin alınması için eşler birbirine ön şartsız yaklaşmalı ve gönüllü olarak işbirliği yapmalıdırlar. Eşlerin günlük yaşamlarında birbirleriyle şakalaşmaları ve espri yapmaları gerekir. Somurtkanlık, kavga ve birbirini yok sayma sevgiyi zedeler. Eşler kendilerini merkeze alan kişiler değil de problemleri merkeze alan kişiler olmalıdırlar. Eşler ailenin geleceği için mutlaka sorumluluk almalıdırlar. Eşler zaman zaman birbirlerini ödüllendirmeli ve birbirlerini takdir etmelidirler. Sevgilerini birbirlerine mutlaka göstermelidirler; hediyeleşerek göstermelidirler, yemeğe giderek, sinemaya, tiyatroya giderek, geziye giderek göstermelidirler. Ama mutlaka göstermelidirler. Eşler ailelerinin olumsuz yönde yaptıkları yönlendirmelerin tesirinde kalarak, birbirlerini incitmemelidirler. İçinden çıkıp geldikleri aileler de yeni yapılanmaya başlayan tecrübesiz evlilere destek olmalıdırlar, onların yaşamlarını kontrol altına almaya çalışmamalıdırlar. Eşler senin ailen benim ailem tartışmasına girmemelidirler. Evde parasal konular hiçbir zaman merkeze konmamalıdır. Senin paran benim param gibi tartışmalar ailenin dengesini bozar. Evlilik eşlere huzur vermesi gereken bir kurumdur. Huzuru sağlamanın şartı da eşler arasında yeşerecek olan sevgi ve merhamet duygusudur. İnsanın kendisine huzur verecek bir eşe ihtiyacı vardır. Fıtrat böyledir. İnsan türlü türlü nimete sahip olsa da kendisine huzur ve mutluluk verecek bir eşe, hayat arkadaşına ihtiyaç duyar. Bu onun fıtratında var olan bir ihtiyaçtır. Zira yalnızlık Allah’a mahsustur. Evlilikte huzurun kaynağı ise sevgi ve muhabbettir. Burada dikkat edilmesi gereken bir şey de bu iki duygunun eşler arasında beraber bulunması gerektiğidir. Ne sevgisiz bir merhamet ne de merhametsiz bir sevgi evlilikte huzurun kaynağı olabilir. Bu duygulardan birinin olmadığı bir ilişki, bir tarafı diğer tarafa karşı adaletsiz, hatta bazen zorba durumuna düşürebilir. Medyada ya da çevremizde gördüğümüz eşlerin, birbirlerine sözlü, psikolojik ve hattâ fiziksel olarak uyguladıkları şiddetin en önemli sebeplerinden biri merhametin olmamasıdır. Bu durumdaki çiftlerle konuşulduğunda dikkat çeken en önemli şeylerden biri “aslında ben eşimi çok seviyorum” ifadesidir. Sevgi varsa o zaman eksik olan merhamettir. Hem sevmek hem de şiddet uygulamak olmaz. Peygamberimiz ne güzel buyurmuştur: “Merhamet edin, merhamet olunasınız. Affedin, af olunasınız. Yazıklar olsun o laf ebesi olanlara. Yazıklar olsun o günahlarına bilerek devam edip, istiğfar etmeyenlere.“ Başka bir hadiste de şöyle buyurur Efendimiz: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” Eşlerin gerek birbirlerine karşı gerekse ailelerine karşı sorumlulukları ve görevleri vardır. Görevler sorumluluk anlayışıyla yerine getirilmelidir. Bu sayede, hem huzur kaynakları olan yuvalarını hakkıyla muhafaza etmiş, hem de dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmış olacaklardır. Sözü, sözün Sahibi’ne bırakarak yazıma noktayı koyayım: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/21) “Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz.” (Bakara, 187) Allah yuvalarımızı zamanın virüslerinden, onların tasallutundan uzak bir şekilde; sevginin, huzurun, merhametin ve muhabbetin adresi eylesin…

9 Mayıs 2022 Pazartesi

OMURGALI OLMAK, ADAM OLMAK, ÂDEM OLMAK, ADAM GİBİ ADAM OLMAK, DURUŞU BELLİ OLMAK, DİK DURMAK, DİMDİK DURMAK, ADAM EVLADI...

Rüştü KAM 09.05.2022 Bu kelimeler anlam olarak birbirlerini okşayan kelimelerdir, kavramlardır. Bir sıfatı ifade etmek için kullanılırlar; merttir, delikanlıdır. Yani, sözünün eridir, rüzgara göre eğilip kalkmaz, hatır için söz söylemez, menfaatine göre konuşmaz, adam kayırmaz, yılışmaz, koltuk sevdalısı değildir, Konumuz elbette omurgalı ve omurgasız hayvanlar değil. Biyolojik olarak omurga ne işe yarar, omurgalı hayvanlar hangileridir, omurgasız hayvanlar hangileridir bir göz atalım istedim: Çünkü bu yazımda omurgalı insanlardan bahsedeceğim… Omurgasız insan da olur muymuş? diyeceksiniz, okuyalım ve görelim… Omurga, kıkırdaktan, kemikten ya da her ikisinden oluşan iskeletlerin en önemli bölümü ve temel eksenidir. Omurgalılar genellikle omurgasızlardan daha iri ve daha karmaşık yapılıdır. Omurga, içindeki kanalda yer alan ve sinir sisteminin en yaşamsal bölümlerinden olan omuriliğin koruyucusudur. Omurilik, gövde ve uzantıları ile beyin arasında bir sinir köprüsü kurar. Bu geniş hayvan grubu balıklar, sürüngenler, kuşlar ve memelilerden oluşur. Canlıları omurgalılar ve omurgasızlar diye sınıflandırmak mümkündür. Omurgalılar, sırtları boyunca uzanan omurgalarıyla tüm öbür hayvanlardan ayrılırlar. Omurgasızlar, omurgası olmayan hayvanlara verilen genel bir addır. Omurgasız hayvanların vücudunun dış kısmını örten ve destekleyen bir dış yapı bulunur. Omurgasız hayvanlar yumurta ile çoğalır. Çekirge, örümcek, kelebek, hamam böceği, sivrisinek çevremizde gördüğümüz omurgasız hayvanlardır. Ahtapot, yengeç, ıstakoz, midye, denizkestanesi, denizyıldızı, süngerler, denizanası ve mercanlar suda yaşayan omurgasız hayvanlara örnektir. İnsanların çevrelerinde sık karşılaştıkları omurgasız hayvanlar eklem bacaklılar ve solucanlardır… Dikkat edilirse omurgalı hayvanlar kıymetli olan hayvanlardır ve omurgalarının korumaya aldığı sıvının hayati önemi vardır. İşte, omurga o kıymetli sıvıyı korumak, için görev yapar. Görevi canı pahasına da olsa başkasını korumaktır, kıymetli olanı korumaktır. Başkasını korumak için gerekirse kendisini feda etmektir, çeşlitli sıkıntılara katlanmaktır. Bunun için dik durmak zorundadır. Omurgasız hayvanlar ise isimlerinden de anlaşılacağı gibi, genel olarak sevilmeyen, çirkin, istilacı ve pis hayvanlardır. Allah, ayetlerinde, ‘kâinatın en şerefli mahlûku’ olarak nitelendirdiği ‘insan’ı tasarlarken, ‘omurgayı’ esas aldı! ‘Dik’ dursun, ‘eğilmesin’, ‘bükülmesin’, ‘kırılmasın’ diye o harika yaratığı, bir ‘omurga’ üzerinde biçimlendirdi! Omurgalı olmak için; ‘sadece ‘iki ayak’, ‘iki göz’, ‘iki kulak’, ‘burun’ve ‘ağız’ yetmez!.. * ‘Omurgalı’ olmanın birinci şartı, ‘insan’ olmaktır!.. Yani; ‘insanlık’ değerlerini ‘özünde’ toplamaktır!.. * ‘Adam gibi adam’ yani âdem olmanın ilk şartı; ‘omurgalı’ bir varlık olmanın şuuru ile hareket etmektir. Yalan dünyanın ‘sahte’ görüntüsüne itibar etmemektir! ‘hakkın’, ‘hakikatin’ peşinden gitmektir!.. ‘Hak’ bellenen yolda ‘yalnız’ yürümektir!.. ‘Meşhur’, olmak ‘ünlü olmak’, ‘anlı-şanlı olmak’, ‘namlı’ olmak ile ‘gerçekten büyük olmak’ arasındaki ‘kalın çizgiyi’ iyice idrak etmektir!.. Olduğu’ gibi görünmek, ‘göründüğü’ gibi olmaktır!.. ‘Korkaklığa’, ‘namertliğe’, ‘kalleşliğe’ prim vermemektir!.. Hakiki kahramanlığın ‘başkasının mutluluğu için gerekirse feda-i can etmek ve bir daha geri dönmemek olduğuna’ inanmaktır!.. Omurgalı adam; ‘giyinişi’ ile ‘cebindeki parası’ ile ‘boyu posu’ ile ‘güzel konuşması’ ile tanınan biri değildir!.. Omurgalı adam: * Diyojen’in gündüz vakti ‘mum’ ile aradığı adamdır!.. * Omurgalı adam ‘nokta’ gibidir, hiçbir zaman ‘virgül’ gibi eğrilmez!.. * ‘Düşmanları’ onun sırtını hiçbir zaman yere getirememiştir. Omurgalı insanlar, ne acıdır ki, dost bildikleri tarafından hep ‘kalleşçe’ arkadan hançerlenmişlerdir !.. * O nun ‘Merhameti’ ve ‘şefkati’, ‘iyi niyeti’ daima istismar edilmiştir!.. * O karşılaştığı bütün güçlüklere rağmen adam gibi adamdır o, hiç bir zaman ‘eğilmez’, her zaman ‘dimdik’ olarak ayakta durur!.. * O ‘Bütün ‘olumsuzlukları’ olumluya çevirmeye çalışır!.. * O aynı zamanda ‘azimlidir’ ve ‘kararlıdır!.. * Omurgalı adam gücünü; ‘oturduğu koltuktan’, ‘bulunduğu mevkiden’ almaz, ‘aksine, o oturduğu koltuğa ‘güç’ ve ‘şeref’ katar!.. * O üzerindeki ‘makamların’ ve ‘mevkilerin’ önünde asla diz çökmez!.. O ancak, boyun eğilecek yegâne varlığın önünde diz çöker!.. * Omurgalı adamların karakterinde; ‘bukalemunluk’, ‘ikiyüzlülük’, ‘yılışıklık’, ‘kahpelik’ ve ‘kalleşlik’ yoktur!.. * O çevresinde ‘Doğrucu Davut’ olarak tanınır, bilkinir!.. * Omurgalı adamlar, çevresindekilerin ‘alkış’ ve ‘yuhalamalarına’ önem vermezler!.. Bilirler ki, en küçük bir başarısızlıkta, alkış sesleri bir anda ‘yuhalamalara’ dönüşüverir!.. * Omurgalı insanlar köle ruhlu insanlardan nefret ederler!.. * Omurgalı insanlar, ‘intikam’ peşinde koşmazlar, yeri geldiğinde affetmesini bilirler!.. * Onlar seviyeli insanlardır. Seviyesizliklere sadece gülüp geçerler!.. * Omurgalı insanlar ‘kınayanın kınamasına aldırmazlar!..’ * Onların yolu ‘sarp’ ve çetindir!.. Onlar sarp yokuşlara tırmanmayı görev bililer!.. Vel hâsıl, ‘omurgalı’ olmak, yani âdem olmak, zor iştir: ‘omurga’ sahibi olamayan, ‘dik’ duramayan, ‘kula kul olmayı’ kendisine ilke edinen, ‘başkalarından’ emir alıp onların ‘borusunu’ öttüren, ‘gelene ağam, gidene paşam’ demeyi marifet sayan insanlar, omurgasız insanlardır. Müslümanların yüzkarasıdır bunlar…(Çekirge sürüsü, bok becekleri, solucanlar...) Omurgalı olmak, adam gibi adam olmak, âdem olmak; zor zenaatır. Onlar iktidar/güç sahiplerinin’ etrafında dolaşmazlar. Onlar, omurgasızlar/ sürüngenler ile; ‘düzenbaz’, ‘yağcı’, ‘dalkavuk’, tabakası ile yayana gelmez!.. Omurgalı insanlar, ‘şahsiyetli ve onurlu’ insanlardır. Onların ilkeleri ve prensipleri vardır. Onları değerli kılan, onurlu kılan şey; kurumları, makamları, sahip oldukları zenginlikleri değildir, ilkeli tavır ve davranışlarıdır. Şahsiyetli ve ahlaklı duruşlarıdır. Onlar, şartlar ne olursa olsun, şartlara ve güce teslim olmazlar. Omurgasız insanlar, rüzgârın önündeki yaprak gibidirler, sağa sola savrulur dururlar. Belli bir kimlik ve şahsiyet sahibi olamazlar. Hiç kimseye karşı vefa ve sadakat sahibi de değildirler. Kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmezler. Menfaatleri bittiğinde de kim olursa olsun kullanılmış mendil gibi atıp giderler. Dostluk, arkadaşlık gibi kavramlar onlara yabancıdır. Omurgasız insanlar aslında esarette yaşarlar. Onlar nefislerinin, tutkularının, gücü elinde bulunduranların esiridirler. Omurgasız insanlar, yüz yüze konuştuğunuzda cins bir Arap atı intibaı verir size, arkasını dönüp gittiğinde, izinden Kıbrıs eşeği olduğunu anlarsınız. Bitirirken sözü Ziya Paşa’ya bırakalım; “Âdeme âdem gerektir âdem etsin âdemi, Âdem âdem olmayınca netsin âdem âdemi.” (Ziya Paşa) Ne mutlu, ‘omurgalı/ adam gibi adam’ olmayı ilke edinen yiğitlere!..

26 Nisan 2022 Salı

BERLİN'DEN YÜKSELEN ÇIĞLIK ZEKAT 2022

Ha-ber.com internet sayfasındaki köşemde 2011 yılında zekât konusunu işlemişim. Aradan 11 sene geçmiş. Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanlarda bir değişme, gelişme olmuş mu, ona birlikte bakalım. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar ne âlemde bir görelim. Sadece, davetlerde fotoğraf çektirmekle mi meşguller, yoksa bu 11 sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymuşlar mı, bakalım: MADDEYE TAMAHKÂR OLMAMAK LAZIMDIR Ramazan ayının içindeyiz. Bu ay Kur’an’ın indiği aydır. Bu ay kendimizi, bizlere helal kılınan yiyeceklerden, içeceklerden ve de helalimizden tutmamız gereken aydır. Bu ay reddi kelam etmemiz gereken aydır. Bereketli bir aydır. Oruç ayıdır. Oruç, bizden önce gelenlere de farz kılınmıştır. Amaç arınmaktır. Kişinin kendisini eğitmesidir. Aç kalarak, susuz kalarak ve de cinsellikten uzaklaşarak, reddi kelam etmesidir. Buyruk böyledir. “ Ey imân edenler, oruç sizden öncekilere yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındığı gibi, size de yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındı. Umulur ki, Allah'a sığınarak emirlerine yapışır, günahlardan arınır, azaptan, sağlığınızın bozulmasından, hastalıklardan korunur, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarınıza ve özgürlüklerinize sahip çıkarak şahsiyetli davranır, dinî ve sosyal görevlerinizin bilincinde olursunuz. (2/183 Bakara Suresi, çeviri; Ahmet tekin) Ayrıca, zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar da genellikle bu ayda verilir. Mali yükümlülükler de kişinin eğitimiyle ilgilidir. Mali yükümlülükler konusunda Müslüman bilinçli olmalıdır. Müslüman sadaka olarak sayılan bu yardımları nereye ve niçin verdiğinin şuurunda olmalıdır. Zekâtın nerelere verileceğini özellikle madde madde sayarak belirleyen Allah, miktarını belirlememiştir. Yerel otoriteler tarafından belirlenmesi öngörülmüş olmalıdır. Peygamberimiz tarafından belirlenen miktar %2.5 iken bugün bu miktar yukarıya doğru çekilmelidir. %5 olmalıdır %10 olmalıdır. Buyruk şöyledir: “Zekât malları ancak; temel ihtiyaçlarını gideremeyen yoksulların, hiç çalışamayacak durumdaki hasta, yatalak, yaşlı, özürlü ve benzeri düşkünlerin, Zekât toplamak ve dağıtmakla görevli memurların, İslâm’a yeni giren veya girmesi umulan kişilerin, yani gönülleri İslâm’a ve Müslümanlara ısındırılması gereken kimselerin, Başkalarının boyunduruğu altında ezilen işçi, hizmetçi, esir ve kölelerin, meşrû yöntem ve amaçlarla borçlanmış olup da, elinde olmayan sebeplerle sıkıntıya düştüğü için, acil paraya ihtiyacı olanların, Allah yolunda çarpışan mücahitlerin, İslâm’ı anlamak, öğrenmek, öğretmek, duyurmak için yola çıkmış ama ihtiyaç içinde olanların, Ve evinden yurdundan uzak düşmüş, memleketine dönemeyecek şekilde yolda kalmış kimselerin hakkıdır. Bu düzenleme, bizzat Allah tarafından konulan ve hepinizin uyması gereken bir yasadır. Allah, her şeyi bilendir; sonsuz ilim ve hikmetiyle en mükemmel kanunları koyan bir hakîmdir. O hâlde, gücünüz yettiğince bu yasaları uygulamalı, birtakım çıkar hesaplarıyla buna engel olmaya çalışan ikiyüzlüleri iyi tanımalısınız.” 9/60 Tevbe Suresi, çeviri; Mahmut kısa). Ancak Müslümanlar bugün zekât verilecek yerleri tek maddeye indirmişlerdir. Birinci ve ikinci maddeyi birleştirerek yapmışlardır bunu. Diğer 6 madde sanki gizli bir el tarafından sansürlenmiştir. Kur’an’ın detaylandırarak anlattığı zekât, mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına da çıkarılmamalıdır. Müslüman önce bulunduğu çevredeki insanlardan sorumludur. Buyruk şöyledir: “Başkaları için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: “İyilik/hayır umarak yapacağınız harcama, [önce] ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir.” (2/Bakara Suresi 215, çeviri; Muhammed Esed) Dolayısıyla yardımlarınızı yaşadığımız yerin dışına çıkarmak için kapımıza gelenlere sakın itibar etmeyelim. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyelim. Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Hergün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Onların kimliklerini korumak için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edelim. Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz. Bu yardımların ne kadarı yerine ulaşıyor onu da bilmiyoruz. Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bugüne kadar onlara verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiyeliler üzerinden yapalım. 4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alarak hesabımızı yapalım. ALMANYA’DA TAHMİNİ OLARAK YILDA BİR MİLYAR EURO TOPLANIYOR Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor. Şimdi sonuca bakalım; Filistin’i ayağının üzerine kaldırabildik mi, kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtardık, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalktı, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözdü? Yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke daha katılıyor… Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini onlara Birleşmiş Milletler (BM) de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize. Yarın bir başkası çıkacak. Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere o paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor, mühimmat alınıyor. Silahları satan emperyalistler, alanlar ise genelde Müslüman ülkeler, gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsünler (!) diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. Filistin’e, yıllardan beri yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar. Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Avrupa’da yaşayan bizlere ne Türkiye, ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor, ne de içinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizlere sahip çıkan yok. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz! O ateşin başında, acımasız/sert, güçlü, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen, emrolunduklarını yerine getiren melekler vardır. ”(66/ 6 Tahrîm Suresi, çeviri; Bayraktar Bayraklı) Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki: ”Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredâtının hazırlanmasında dahlimizin olabileceği bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil. Kültür merkezleri kurmalıyız. ÖLÜM HAKTIR, DÜNYA FANİDİR İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını vermiştir ALLAH elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir. Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. Biz güzel olmak istemiyoruz, güzeli görmek istiyoruz. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır. AFRİKA ÜLKELERİNİ MÜSLÜMANLAR FAKİRLEŞTİRMEDİ Afrika ülkelerini Müslümanlar, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim…” diye tafralarından yanlarına yaklaşılmıyor. Çocuklarınızın durumu nasıldır diye sormaya gerek bile yoktur. Nasıl olduğu bellidir. BİZİM ÇOCUKLARIMIZA KİM SAHİP ÇIKACAK Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar/putlar olan Cehennem azabı (66/6 Tahrim Suresi, çeviri Mustafa Öztürk)” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar vahimken, göz önündeyken, bu vurdumduymazlık niyedir. Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Almanya İçin Altarnatif (AFD) Partisi ve Sarrazin gibiler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.”(10/100 Yunus Suresi, çeviri; Yaşar Nuri Öztürk) PİSLİK; -kaos demektir, -anarşi demektir, -aşağılanma demektir, -tepelenme demektir, -kölelik demektir, -açlık demektir, -sefalet demektir, -gözyaşı demektir, -kan demektir… Halkı Müslüman olan ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. BU PARALARLA ALMANYA’DA NELER YAPILABİLİRDİ -Bu paralarla vakıflar kurulurdu. -Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi. -Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, -Hastaneler yapılırdı. Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi, -İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. -Ehl-i Kitab’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. -Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. -Çocuk yuvaları açılırdı. -Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. -Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almanca’ya çevrilirdi. Almanca’dan da Türkçe’ye. -Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek kültür ve araştırma gezileri düzenlenirdi. -Türkçe dil kursları açılırdı, -Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. -Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da, yine bu fondan karşılarlardı. -Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu, televizyon kanalları kurulurdu, radyo yayın merkezleri kurulurdu v.b. Böylelikle zekât ayetinden sansürlenen o 6 madde de işlerlik kazanırdı. SONUÇ: 1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcı’nın elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir. 2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Allah onlara yeraltı ve yer üstü zenginlikleriyle donattı. Onlar kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar/çıkamadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk da kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan şey, kuraklık gibi doğal afetler değil. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister bizden. Ancak onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini öncelikle ister. 3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100 Euro zekatımızın olduğundan hareket edelim. 100:8=12,50 eder. “1-Fakire 12,5+ 2-Miskine 12,5= 25 yapar. Yani fakirin direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. ANCAK, KALAN %75’DEN DİREK OLARAK FAKİRİN HAKKI/PAYI YOKTUR. DOLAYLI OLARAK VARDIR: 1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumların payıdır. 2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerin, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır. 3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır (zekât memurları). Zekâtı Müslümanlardan oluşan bir konseyin kurduğu kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de o kurum yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır. 4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların payıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin) 5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak için bir paydır. İçine her türlü faaliyet girer. (Fi sebilillah) 6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(9/Tevbe Suresi 60) Ve bu payların yaşanılan yerin/ Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek kendi evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım. Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afgan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir. Unutmayalım; bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. Yazımı Mustafa İslamoğlu’nun şu tespitiyle sonlandırmak isterim: “Davası olanın, destekçisi Allah’tır. Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur. Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur. Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. En etkili davet temsildir. Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır. Gerçek davetçi, ‘Bize gel diyen değil, kendine gel diyendir.’

MİLLİ GÖRÜŞ İFTARI 2022 ÖYLE GEÇER Kİ ZAMAN…

Hey gidi günler hey! Ne de çabuk geçtin öyle. Hayal gibi. Davet geldiği zaman önce kendimle hesaplaştım. Davete icabet edip etmemekte tereddüt ettim. Gideyim mi yoksa gitmeyeyim mi? İslâm Toplumu Milli Görüşün iftar davetinden söz ediyorum. 15 yaşımdan beri hizmet ettiğim davamdan. MİLLİ GÖRÜŞ davası derdik biz ona. Sarp yokuşları aşarak hizmet ettiğimiz bir davaydı o. İbadet aşkıyla çalışıyorduk. Milli Görüş’ün başındaki sorumsuz sorumlular yoluna baş koyduğum davamdan 26 sene önce beni uzaklaştırmışlar, görevime son vermişlerdi. Aradan 26 sene geçmiş. Kocaman bir 26 sene. Acı ve ıstırap dolu 26 sene. Ben de o zaman, çocuklarımın rızkını kazanmak için pazarcılık yapmaya başlamıştım. O yıllar geldi gözümün önüne. Hatıralarım depreşti birden bire. Eşimin(Allah rahmet eylesin) 25 sene hizmet verdiği Vakıf Camii’nden apar-topar atıldığı o günler geçti gözümün önünden. O zamandan bugüne kadar 4 tane bölge başkanı gelip geçmiş Berlin’de. Kimse beni iftara davet etmemiş, şimdi davet ediliyorum. Bugün tarihler 2022 yılının Ramazan ayını gösteriyor. O koltuğa bir adam evladı oturmuş. Hasan İstanbul. Beni iftar yemeğine davet ediyor. Mutlu oldum elbet. Yalnız bir çekincem vardı; orada o dinozorlar da olacaktı, Ramazan’ın mübarek havasını kirleteceklerdi. Onlarla aynı mekânda bulunmak istemiyordum. Sonunda sağduyum galip geldi ve davete icabet ettim. Kapıda, misafirleri karşılayan gençler tanıdığım gençlerdi, Hasan Basri kardeşler, hürmet ettiler. Kucaklaştık onlarla. Saygılarını gösterdiler. Sevgili Yunus Kalyon ile daha bir muhabbetle kucaklaştık. Ayaküstü hal hatır sordular. Yılların hasreti, kolay değil. Organizasyondan sorumlu olan Ömer Bayram beni uzaktan gördü ve yanıma gelerek “Hocam hoş geldiniz safalar getirdiniz dedi ve kendisine eşlik etmemi istedi, isteğe uydum, “Buyurun Hocam, 12 numaralı masaya oturabilirsiniz. Afiyet olsun.“ Burada Ercan Yılmaz’ında hakkını teslim etmem gerekiyor. Gecenin bir buçuğunda çay içtiğimiz mekâna kadar gelip “hocam çantanızı unutmuşsunuz buyurun.” deme nezaketinde bulundu. Oturduğum masaya gelip hürmetlerini sunanlar oldu. O kadar duygulandım ki… Ben de onlara sevgilerimle mukabele ettim. Olması gereken de bu değil miydi? Hayatını davasına adayan bir Hocanın, Milli Görüş’ün iftarına davet edilmesi için Hasan İstanbul’un bölge başkanı olması mı gerekiyordu? Korktuğum başıma geldi. Kifayetsiz muhterisler de davet edilmişti iftara. Onları görünce kimyam bozuldu. Zalim insanlardı onlar, nice hocaları, nice yöneticileri, hakikatli Milli Görüşçüleri kurdukları engizisyonlarda mahkûm eden Milli Görüş baronlarıydı onlar. Belki gençlere, o ciğerleri beş para etmez, yılışık, menfaatperest dinozorlar fazilet sahibi insanlar olarak anlatıldı. Gençler onlarla teşrik-i mesaide bulunmadılar. Gençler nereden bilsindi onları. Onların; camiye namaz kılmak için gelen insanların şapkalarını, fötr şapkalarını kesip çöpe attıklarını, kravatlı insanları camiden kovduklarını nereden bilsinlerdi? Nereden bilsinlerdi onlar, "banka kredisiyle ev alanların anneleriyle Kâbe’nin önünde zina yapmış gibi" olduklarını söyleyenlerin, bir zaman sonra kendilerinin banka kredisiyle cami ve ev satın almaya başlayacaklarını? Nereden bilsinlerdi onlar, Müslümanların Milli Görüşün büyük(!) hocalarından fetvalar alarak hanımlarını 3 talakla bir anda boşadıklarını? Bunu da Allah’ın emriymiş gibi yaptıklarını ve sırf bu nedenden dolayı geride bir sürü masum kadın bıraktıklarını? Nereden bilsinlerdi onlar, sadece imam nikâhıyla evlenmenin bugünkü yaşadığımız sosyal problemlere sebep olacağını…? Sadece bu sebepten doları yüzlerce kızımızın, kadınımızın hiçbir hak iddia edemeden 3 talakla boşanıp kapıya konulacağını? Nereden bilsinlerdi onlar, kanser hastası olan çocuğuyla, kanser hastası olan hanımıyla hastanelerde koştururken bir anda görevlerine son verilerek sokağa bırakılan hocaları? Ben o akşam gençlerin samimiyetinde kendi gençlik masumiyetimi gördüm. Onlar da aynı anlayışla çalışıyorlar besbelli. Dileğim odur ki Yüce Rabb’imden, o samimi gençler hayal kırıklığına uğramasınlar. O gençlerin ayağına taş değmesin. O tertemiz gençler; yüzlerce hocanın, hoca hanımın, yöneticinin kanını emen o vampirlerin ağına düşmesinler. Sevgili gençler; biz o yol kesicileri fark ettik etmesine de sesimizi duyuramadık. Etraflarına ördükleri fasit daireden içeriye giremedik. Uzun uğraşlardan sonra onların ipliğini pazara çıkaran yöneticiler oldu elbet. Onlar da bir sonraki gelen başkanın marifetiyle oyun dışı bırakıldılar. Hasan Başkan; Allah o gençleri sana emanet etmiş. Emanete sahip çıkasın. Onların ellerinden sıkıca tutasın. Ümitlerini kırmayasın. Onlar geleceğimizin inşasının teminatıdır. Onları mutlaka geçmişleriyle yüzleştiresin. Geçmişleriyle yüzleşmeyenler yaptıklarını fazilet olarak görürler ve geleceklerini inşa edemezler.

18 Nisan 2022 Pazartesi

KANÇILARYADA ÇAYKUR ÇAYI

Elektronik postama bir haber düşmüş. Baktım davetiye. Büyükelçilikten. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık bir dizi resmi temaslarda bulunmak üzere Berin’e gelmiş. Gelmişken vatandaşlarla da buluşup dertleşmek istemiş. Davete icabet ettim. Önce kendisini dinledik. Yanlış bildiğimiz doğrular ve doğru bildiğimiz yanlışlar varmış bakanlığın yaptığı hizmetlerden. Müstefid olduk. “Nerede bir Türk vatandaşı varsa biz oralara hizmet götürmek için çalışıyoruz. Onlara sahip çıkmak görevimiz. Maddi ve manevi ne sorunları varsa onu çözme konusunda görevimiz var. Problemlerimizi çözeceksek kendimiz çözmeliyiz. Çözümü Alman devletinden ya da Gençlik Dairesinden beklememeliyiz. Türk toplumu maalesef koruyucu aile olma konusunda çok istekli değil. Bu büyük bir sıkıntı. Mutlaka giderilmesi gereken bir sıkıntı. Ayrıca aile içi şiddete maruz kalanlar buradaki sığınma evlerine gitmek istemiyorlar, Türklere ait bir yerin açılmasını istiyorlar. Böyle bir yerin açılması çok önemli. Burada kendi yaşadıkları ülkelere entegre olmuş ciddi bir Türk nüfusundan bahsediyoruz. Yaşadığınız ülkede Türk vatandaşı olmanın vakarını koruduğunuzun ve sorumluluğunuzu fazlasıyla yerine getirdiğinizin farkındayız. Fakat yapılacak çok iş var. Biz üzerimize düşen ne ise maddi ve manevi hiçbir yardımdan kaçınmadan onu yapıyoruz. Bunlara sizler de şahit oluyorsunuz. Bundan sonra da yapacağız. Bizimle temasa geçin, yaşanan sıkıntılarınızı mutlaka bize iletin. Devletinize güvenin." Bakan Yanık söyledi bunları. Bu toplantı iftar öncesinde yapılan bir toplantıydı. Dernek temsilcilerinin ve basının davet edildiği bir toplantı. Soruların cevaplandırılması bölümüne geçilince arkadaşlar sıraya girdi. Parmaklar havada. Konular çok önemliydi çünkü. Ben de sevindim. Anlamlı sorular sorulacak ve biz de istifade edeceğiz diye beklemeye başladım. Her zaman olduğu gibi yine hayal kırıklığına uğradım. O kadar kalkan parmak içinden bir iki kişi soru sorabildi. Soru sormak için soru soranlar olduğu gibi, alakasız soru soranlar da vardı, hatta sorusunun alakasız olduğu anlaşılınca alakalı soru bulmak için tekrar söz alanlar da vardı. Ben buradayım demek için parmak kaldıranların yanında, kendisini övmek için söz alan arkadaşlarımız da vardı, bazıları da hayat hikâyesini anlatıyordu. Korsan konferans verenler bile vardı. Âlem insanlarız bizler. Berlin’de hizmet veren SKT’lerin temsilcilerinden bahsediyorum. Oysa sorunun kısa ve öz olması makbuldür. İsmini ve temsil ettiğin derneğin ismini söylersin o kadar. Ben böyle bir ortamda soru sormayı ve fikir beyan etmeyi uygun görmedim. Toplantıda, evlat edinmenin önemi öne çıkmıştı. Çok önemli bir konu. Kanayan yaramız demek lazım. Dert yanıyordu bazı arkadaşlarımız. Çünkü onlar özverili çalışmalarıyla başarmış evlat edinmeyi. Uzun bir süreçten geçiliyormuş bunun için. Gençlik Dairesi Türklere çocuk verme konusunda fazla hevesli olmuyormuş, aksini söyleyenler de vardı. Anlatılanlara göre Türk aileler de çocuk almak istemiyormuş zaten. Nedenleri konusunda çeşitli sebepler dile getirildi. Ancak orası münazara yapılacak yer değildi. Herkes bildiğini söyleyecek veya teklifini yapacak sonrasında verilecek cevabı bekleyecekti. Öyle olmuyor maalesef. Belki bir gün toplantı âdâbını da öğreniriz. Neden dersiniz? Benim de bir teklifim olacaktı konuyla ilgili, orada yapamadım. Önemli gördüğüm bir teklif. Dile getirilmeyen bir teklif. İşin püf noktası olan bir teklif. Siz okuyucularım için o teklifi köşemde yazmak istedim. Belki muhatabına ulaştırılır. Teklifim: “Evlat edinme sorununun çözümünde birinci ayak gençlik dairesi ise ikinci ayak halkın dini inancıdır. Türk halkı Müslümandır. Mütedeyyin Müslümanlar evlatlık almanın haram olduğuna inanırlar. Bu inanç evlatlık almanın önünde duran en büyük engeldir. Konu Diyanet İşleri Başkanlığı’yla birlikte çözülecektir. Bu işi de Aile ve Sosyal İşler Bakanlığı’nın yapması gerekir. Diyanet’ten konu ile ilgili fetva almadan bu iş çözülmez. Halkı Müslüman olan bir ülkede laiklik, dini ihtiyaçlara dayalı problemleri çözmez. Çözmez değil, çözemez. ’Laik bir ülkede fetva mı alacağız?’ gibi cümleler kurulacaksa eğer, o zaman bu işin çözümüyle ilgili beklenti içine de girilmemelidir. Bu gibi cümleler kuracak olanlar veya kuranlar halkını tanımayanlardır. Alınız elinize bir fıkıh kitabı ve bakınız onun ilgi bölümüne nelerle karşılaşacaksınız. Doğrudur veya yanlıştır ama bu böyledir. O kitaplarda yazanlar yok edilmeden, hocalar kürsülerden aksi bir beyanda bulunmadan bu sorun çözülmez. Konu ile ilgili defalarca toplantı yaparız, birbirimizi suçlarız ancak bir arpa boyu yol alamayız. Türkçe derslerinde yol alamadığımız gibi. Sonra da sittin sene bekleriz. Ayağımızın yere basması lazımdır. Halka rağmen problem çözülmez. Hele bu çağda bu kafa… gibi ifadelerle başlayan cümleler kurarak hiç çözülmez.” Toplantıdan sonra iftar için ana salona geçildi. Ben yine Özbek pilavı bekliyordum ama beklentim boşa çıktı. Yemekten sonra çay servisi yapan hizmetli elinde tepsi, oturduğum masaya yaklaştı ve “bu çayı sana, Beyefendi gönderdi” dedi ve ilave etti, ”bugün ÇAYKUR çayı demledik afiyet olsun” deyince ayağa kalktım, salonun öbür ucunda Beyefendi el sallıyordu. Gözlerim doldu. Masada oturan arkadaşlarım şahittir. Bu ne saadet böyle… Arkadaşlar beni tebrik ediyorlardı, “Nihayet başardın hocam.” 10 seneden beri www.ha-ber.com haber sitesindeki köşemde yazıyordum bu konuyu. Nihayet ülkem için, ülkemin insanı için bir şeyi başarmıştım. Ne mutlu bana. Ahmet Külahçı, “Ben 40 seneden beri kaçak çay içerdim, çok şey kaybetmişim bugün çayın tadına vardım Hocam” dedi. Ahmet Külahçı Hürriyet Gazetesi’nin Avrupa sorumlusudur. Duayen gazeteci. Sağ olasın Büyükelçim sen bana bu saadeti yaşattın ya, Allah da senin ayağına taş değdirmesin. Ancak bu arada küçük bir sorun oluştu. Çay sorumlusu olan şahıs bana geldi ve dedi ki; Hocam başımıza iş açtın. Biz kaçak çayı bir kez demliyorduk, demleyiş o demleyiş, yetiyor ve artıyordu bile. 400 kişiye çay yetiştirmek kolay olmuyor Hocam. Bundan sonra da ÇAYKUR çayı demleyecek olursak bu kazan ve demlikler yetmez. Sık sık çay demlememiz gerekecektir. Bunun için yeterli demlik ve çaydanlığımız bile yok. Onlar da haklı. Bu kadar insana çay yetiştirmek oldukça zor. Burada ülke ekonomisini düşünmek lazımdır, bunun için de biraz duyarlı olmak, sıkıntıya katlanmak lazımdır. Maden ÇAYKUR çayına yol açıldı. O zaman bu konuya ÇAYKUR genel Müdürü Yusuf Ziya Alim el atmalıdır. Bu konuyu çözecek olan ÇAYKUR Genel Müdürlüğü veya duyarlı iş adamlarımızdır. Yeteri kadar Bakır semaver yaptırıp Büyükelçilik’e ve Başkonsolosluk’a takdim etmek gerekir. Semaverlerin üzerine reklam için yazılar da yazdırılabilir elbet. Böylece bu sorunu da çözmüş oluruz. Haydi, hayırlısı olsun…

12 Nisan 2022 Salı

TEDAVİ AMAÇLI İLAÇLAR ORUCU BOZMAZ

Oruç, Bakara Suresi’nin 183-187’nci ayetlerinde detaylı olarak işlenir. Orucu tutmanın önemi, zamanı, süresi, nasıl tutulacağı, ne zaman kaza edileceği, detaylı olarak açıklanmıştır. Oruç tutmamızı isteyen Allah’tır, nasıl tutulacağını açıklayan da Allah’tır. Oruç ibadetine ilaveler yaparak zorlaştırmak ibadetin ruhuna aykırıdır. “Oruç tutunuz sıhhat bulunuz” tavsiyesini anlamsız hale getirmektir. Allah’ın konuşmaya başladığı yerde kula susmak düşer. Allah’ın önüne geçmek olmaz. Allah’a dinini öğretmek hiç olmaz. Oruç tutmak aç kalmak susuz kalmak değildir. Oruç, Müslümanın kendisini kötülüklerden uzak tutması anlamına gelir. Ayetin buyruğuna göre amaç “arınmak” tır. Kişinin yaptığı kötülükleri, işlediği günahları gözden geçirerek Yaradan’na bir daha yapmayacağına dair söz vermesidir. Müslüman bu sözü helal olan şeyleri oruç ayı süresince kendisine haram kılarak verir. Ve o senenin kalan 11 ayında bir daha günaha bulaşmayacaktır. Nasuh tövbe denir buna. Şuurlu bir şekilde tutulan oruç Müslümanın kendisini kontrol altına almasını sağlar, böylece iç disiplinini gerçekleştirir. Sosyal adaleti sağlamanın alt yapısını oluşturur. Teravih namazlarındaki coşku, koşuşturma, iftar sofralarındaki cömertlik, kucaklaşma o disiplini gerçekleştirmek içindir. Verilen fitre ve sadakalar da Müslümanı cimrilikten kurtarır, fedakarlık duygusunu geliştirir. Orucun sonunda bayram namazında gözle görülür bir mutluluğun yaşanmasını sağlar. Herkes güzel ve temiz elbiseleriyle gelir bayram namazına, bütün yüzler güler o gün, eller öpülür, hediyeler verilir. Bütün bunlar Müslümanın iç disiplinini sağlamasının sonucudur. Kendisinde olanı başkasıyla karşılıksız paylaşmanın sonucudur. Ne anlamlı bir davranış. Tüm bu güzelliklerin gerçekleşmesine oruç vesile olmuştur. Oruç sadece aç kalmak, susuz kalmak olarak anlaşılmamalıdır. Bu bir eğitim sürecidir. Müslüman böylece kendini terbiye eder, maddi ve manevi arınmasını gerçekleştirir. İşte, oruç tutan Müslümandan istenen de bu arınmadır. Müslüman üçüncü kişiye dokunarak elde etmiştir bu arınmayı, sadece aç ve susuz kalarak değil. Gelenekte, orucun süresi güneşin doğuşuyla ve batışıyla sınırlandırılmıştır. Oysa Kur’an oruç ayetlerinde güneş ifadesini kullanmaz. Başlangıç için “beyaz iplik ve siyah iplik” sonlandırma için “gece karanlığı” ifadelerini kullanır. Güneş ifadesini kullanmaya uygun olan bir coğrafyada, ekvatorda bu ifadenin kullanılmaması manidardır. Günün saatlerinin tam olarak teşekkül etmediği veya 6 ay gece ve 6 ay gündüzün olduğu coğrafyada yaşayan insanlara bir mesaj vardır burada. “Beyaz iplik ve siyah iplik” betimlemesiyle işe gitme saati, “gece karanlığı” betimlemesiyle de işten gelme saati vurgulanmış olmalıdır. Günün saatlerinin tam olarak teşekkül etmediği coğrafyalarda güneşe endeksli bir süre sınırlaması yanlış olur. Sıkıntılı bir durum oluşturur. Müslümana taşıyamayacağı bir yük yüklenmiş olur. İnsan sağlığına uygun olmayan bir sınırlamadır bu. Sırf bu yüzden oruç tutmayı önemli saymayanlar olabilir. Vebaldir. Böyle bir uygulamanın peşinden arınma gelmez. Hamasi duygularla sürenin uzatılması, zamanın tam olarak teşekkül etmediği coğrafyalardaki Müslümanlara zulümdür. 13-14 saatlik oruç süresini 19-20 saate kadar yükseltmek orucun esprisini anlamamak demektir, zulümdür. Burada sevap alma adına Allah’a fatura edilen bir zulüm vardır. Allah’ın gözüne girme yarışıdır bu. Oysa “Allah kimseye gücünün üzerinde yük yüklemez.” Bu önemli bir kuraldır. Allah orucun başlangıcını ve sonlandırılmasını güneşin doğmasına ve batmasına bağlamamıştır. Aklını çalıştıranlar için bunda hikmetler vardır. Arap’ın 1400 sene önce o gün orada anladığını deforme etmeden aynıyla diğer bölgelere aktararak Kur’an’ı evrenselleştirmek gerekir. Bu bir görevdir, sorumluluk gerektiren bir görevdir. O yörelerde yaşayan dini önderlerin kanaat önderlerinin görevidir. Söz konusu coğrafyalarda, Mekke ve Medine’nin oruç tutma süresinin ortalaması alınarak orucun süresi tespit edilmelidir. Ya da şartlar oluşmadığı için o yörelerdeki Müslümanlara oruç farz değildir denilmelidir. Sorumlu bir görev adamına yakışan budur. Orucu bozan şeylere ilaveler yapılmıştır. Orucu bozan şeyler Kur’an’ın ifadesine göre 3 tür. “Yemek, içmek ve cinsel ilişki.” Bu üç şeyden başka orucu hiçbir şey bozmaz. İğne vurulmak, bir miktar su ile hap almak orucu bozmaz. Kronik hastalar zaten oruç tutma konusunda serbest bırakılmışlardır. Çünkü Allah kimlerin oruç tutmaktan muaf olduğunu sıraladıktan sonra, “Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” Vurgusunu yapmıştır. Müslüman bir bardak su ile ilacını alıp orucuna devam edebilecekse bu hayırlı işten mahrum bırakılmamalıdır. Karar mazeretli olan o kişinindir. Burada genel bir kuraldan bahsedilemez. Bir ilave de orucu bozma konusunda yapılmıştır. Bilerek ve isteyerek orucu bozan kişiye 60+1= 61 gün kefaret orucu tutması icap ettiği söylenir. Hem de arkası arkasına tutulacaktır. 61 gün kefaret orucu uydurma bir şeydir. Kur’an ve sünnetten hiçbir dayanağı yoktur. Gelenek oruçta bir de eksiltme yapmıştır. Mesela, fidye vermenin hastalar için olduğu özellikle vurgulamıştır. Hastalar fidye verecektir bu doğrudur. Ancak “Oruca güç yetiremeyenler” de fidye verecektir. İkisi ayrı kişilerdir, burada güç yetiremeyenler hasta değildir. Sağlıklı insanlardır. Ancak işinin zorluğundan dolayı oruç tutmaya gücü yetmeyen kişilerdir bunlar. ‘İnşaat işçileri, haddehanede çalışanlar, bütün gün ateşin karşısında döner kesenler, maden işçileri v.b.’, işte bunlar fidye verecektir. Böylece orucun bereketinden istifade etmiş olacaklardır. Ayrıca sosyal adaletin gerçekleşmesi için maddi olarak destek sağlamış olacaklardır. Tabiki maddi bir güce sahipseler. Maddi güce sahip değillerse fidye verme zorunluğu da yoktur. O zaman dua edeceklerdir. “Yarabbi gücüm yetseydi orucumu tutacaktım biliyorsun ki bu mümkün değil, maddi durumum da belli, beni affet ve ramazanın bereketinden mahrum eyleme.” Fidye vermek isteyenler 2 öğün yemek karşılığını vereceklerdir. Berlin şartlarında bu miktar en az 20 Euro olmalıdır. Zekâta gelince: Zekât ibadettir. Vergi değildir. Fakirin hakkıdır. Sekiz yere verilir. Zekât, yaşanılan bölgenin, ülkenin dışına çıkarılmamalıdır. Bir şekilde çıkarılmışsa geriye getirilmelidir. Önce herkes kendi bölgesinin fakirinden sorumludur. Şafii, Maliki ve Hambeli mezheplerinin görüşü böyledir. Kurumlara zekât verilmez diye bir kural yoktur. Zekât ayeti özellikle kurumlara zekâtın verilmesini emreder. Fakir ve miskin ifadesi 2 maddeden oluşur. 100 Euro zekâtımız varsa bunu sekize böldüğümüzde her bir madde için yüzde 12.5 düşer. İki tane yüzde 12.5 yüzde yirmi beş eder. Fakirin ve Miskinin zekâttan payına düşen tam da bu kadardır. Kalan yüzde yetmiş beşi kurumlar aracılığıyla fakirlere intikal ettirilecektir. Bunun için ‘fabrika kurulabilir, hastane yapılabilir, araştırma enstitüleri kurulabilir, oteller yapılabilir, tercüme büroları kurulabilir, hukuk büroları kurulabilir, yurtlar, özel okullar, üniversiteler kurulabilir.’ Bu kurumlarda fakir öğrenciler hizmet alırlar. Finansmanı da zekât fonundan karşılanır. Böylece yüzde yetmiş beşe ulaşılabilir. Müslüman fakirin yemek için paraya ihtiyacı olduğu gibi çalışmak için işe de ihtiyacı vardır. Fakir öğrencilerin kalmak için yurtlara, ihtiyacı vardır. Zekât fonu kullanılarak özel okullar açılabilir, üniversiteler açılabilir. Yolda kalmışların konaklaması için otellere ihtiyaç vardır. Fakir hastaların tedavisi için özel hastaneler açılabilir. Berlin’de fakirlere hizmet eden bir tane kurum yoktur. Her sene en azından 5 milyon Euro zekât parası çıkar Berlin’den. Bunların çoğu camilerde toplanır, bağış kuruluşları aracılığıyla toplanır. Kimisi Afganistan der götürür, kimisi Filistin der götürür, kimisi Suriye der götürür ve götürür... Yıllarca Çeçenistan deyip götürdüler, bugün Çeçenistan’dan geriye kalan zekat parasıyla besleyip büyüttüğümüz o malum Kadirov kalmıştır! Berlin’de hizmet veren dini cemaatlerden rica ediyorum; etmeyin eylemeyin, kendi ayağınıza kurşun sıkmayın. Çocuklarınızın geleceğini karartıyorsunuz. Lütfen geleceğinize yapın yatırımınızı. Duygusal nutukların peşine takılarak zekâtlarınızı ve sadakalarınızı Berlin’in dışına çıkarmayın. O toplanan 5 milyon Euro’yu burada yatırıma dönüştürelim. Üniversite öğrencileri için yurtlar yapalım. Üniversite öğrencilerine, doktora öğrencilerine hatırı sayılır burslar verelim. Binlerce öğrencimiz heba olup gidiyor. Kültür merkezi açarak kendi kültürümüzün vazgeçilmezleri için o merkezde kurslar açalım. Dil kursu açalım, Osmanlı mutfağının vazgeçilmez yemeklerinin kurslarını açalım, el sanatlarımız için kurslar açalım, müzik kursları açalım ve bu kurslar fakir öğrenciler için ücretsiz olsun. Dergi çıkaralım, gazete çıkaralım. Konferanslar düzenleyelim. Eğer bu işe bugün başlarsak göreceksiniz 10 sene sonra göğsümüzü kabartan nesiller yetişecektir. Bizler unutulan nesilleriz. Yurtdışı Türkler Başkanlığı (YTB) adıyla bir kurum kurmuş Türkiye. Buraya gelip nutuk çekip gidiyorlar. Yardım ediyoruz diyorlar ama kimlere yardım ettikleri belli değil. Hepsinin gayesi sicillerine pozitif bir şeyler yazdırmak belli ki. “Berlin Kurban Şenliği” yapıyoruz Neukölln’de 7-8 bin insan geliyor bu şenliğe. Kurbanlarımızı burada kesiyoruz ve pilav üstünde ve ayran eşliğinde halka ücretsiz olarak dağıtıyoruz. 2018 yılında on ikincisini yaptık bu şenliğin. Pandemi dolayısıyla ara verdik. Destek istedik YTB’ den. Müracaatımıza “Kurban şenliği kültürel bir etkinlik değildir. Size yardım yapamayız” diye cevap geldi. “Almanya’da Türk İzleri” gezisi düzenledik, rehber olarak Dr. Latif çelik bizimle olacaktı, yine müracaat ettik, “biz bu tür gezilere destek vermiyoruz.” dediler. Yine reddedildi. Anlatmaya çalıştığım şey şu, biz kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz. Beklentilerimiz olmayacak. İmkanlarımız var, zenginlerimiz de var. İlave bir masrafa da gerek yoktur. Sadece her yıl verdiğimiz zekatımızı Berlin’deki fakirlerin ihtiyacına kanalize edelim o kadar. Her sene tanesi 2 milyondan 10 senede 10 tane milyonluk kurum. 20 sene sonra inanın parmakla gösterilecek eserler bırakacağız Berlin’e. Geleceğimizi ancak bu şekilde inşa edebiliriz. Yeterki hamasetten biraz uzak duralım. Burası sevabın zirveye çıkacağı yerdir. Bu kurumlar neslimizin şuurlanmasına vesile olacaktır. Gençlerimizin silkinip kendilerine gelmelerine vesile olacaktır. Bu ve benzeri etkinliklerin yapılabilmesi sizlerin zekâtlarınızı bir kurumda toplamanıza bağlıdır. “Fisebilillah, Yolda kalmışlar, Köleler, Zekât memuru ve Müellefe-i Kulub” maddeleri çerçevesinde bu kurumlar kurulabilir. Devamlılığı sağlanabilir. Bu mümkündür. Yaşadığımız ülkelerde fakirlere hizmet için kurumlarımızı kurarsak, dünyanın her tarafından fakir öğrencileri getirip o kurumlar aracılığıyla okutma ve eğitmek mümkündür. Tedavi ettirip geriye göndermek mümkündür. Sonra da o kişiler balık tutmayı öğrenmiş olarak ülkelerine dönecekler ve hizmet etmeye başlayacaklardır. Böylece o insanlara en güzel hizmet verilmiş olacaktır. Yıllardır zekât paralarımızı Berlin’in dışına çıkardık da neyi başardık, lütfen bir düşünün... Afganistan’ı mı kurtardık, Filistin’i mi kurtardık, Suriye’yimi kurtardık yoksa Çeçenistan’ı mı, Irak’ı mı?

9 Nisan 2022 Cumartesi

KANÇILARYADA ÖZBEK PİLAVI

Ben Özbek Pilavını ilk defa Ankara’da yemiştim. Ersönmez Yarbay davet etmişti. İkinci defa da Berlin’in Unter den Linden (Ihlamurlar altı) Caddesi’nde Özbeklerin mekânında yemiştim. Üçüncüsünü kançılaryada yedim. Bu sefer T.C. Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen’in verdiği iftar yemeğinde yedim. Oldukça lezzetliydi. Aynı masayı paylaştığım arkadaşlar da aynı görüşteydiler. Ayrıca çok sade bir iftar sofrasıydı. İsraftan kaçınılmış. Sayın Şen’in selefleri zamanında da davet ediliyordum iftar yemeklerine. Selfservis usulüyle yemeklerimizi alırdık açık büfeden. Hangi yemekten alacağımızı şaşırırdık. Bu kadar israfa ne gerek var diye de kendi kendimize söylenirdik arkadaşlar arasında. Zaman zaman yazdığım da olmuştur o iftar yemeklerini. -Ne Büyükelçiler gördü bu gözler Berlin’de. Ramazan ayında, Cuma günü Cuma Namazı vaktinde Cumhuriyet resepsiyonları veren elçiler bile geçti Berlin’den...Yanlış okumadınız ayniyle vakidir. Laiklik endişesiyle yapılırdı bunlar. Nerelerden nerelere geldik. Bugün kançılaryada Kur’an okunuyor, dua ediliyor, iftar yemekleri veriliyor. Görüyorsunuz laikliğe birşey de olmuyor- Sayın Şen’in verdiği iftar yemeğinde sadece çorba ve Özbek pilavı ikram edilince ’işte budur.’ dedim. ‘Devletin malını çarçur etmenin anlamı yoktur. Çünkü devletin malı milletin verdiği vergilerden oluşur. Emanettir, usulünce harcanmalıdır.’ dedim. Sayın Şen ile Berlin Başkonsolosu iken tanışmıştık. Berlin’den sonra Özbekistan’a Büyükelçi olarak atanmıştı. Yıllar sonra tekrar Berlin’e Büyükelçi olarak geldi. Elçi, sadece ikili ilişkileri gerçekleştiren kişi olmamalıdır. Elçi aynı zamanda temsil ettiği ülkenin kültür elçiliğini de yapmalıdır. Sayın Şen işte böyle birisi. Özbekistan’dan bize Özbek Pilavını o getirdi ve iftar sofrasında ikram etti. Söylediğine göre malzemelerini de Özbekistan’dan getirtmiş. Pirinci ve havucu özelmiş, buralarda bulunmazmış. Hatta pirinç Hârizm pirinciymiş. "Harezm" kelimesi, Araplar bölgeye gelinceye kadar bir kavim ismi olarak kullanılmış. Arapların Türkistan'a yayılmaları ile birlikte ismin anlamı coğrafi bir özellik kazanmış. Günümüzde Harezm toprakları İran, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan sınırları içinde kalır. Hârizm halkı ilme düşkünlüğü ile bilinen ve tanınan bir halktır. Medrese ve kütüphaneleri dünyaca ün yapmıştır. İlim ve sanata ilgileri oldukça fazladır. Hârizm Moğol istilâsına kadar İslâm dünyasının en önemli merkezlerinden biridir. Hârizm’de, “Harizmî” nisbesiyle ün yapan birçok ilim adamı, şair, edip ve sanatkâr yetişmiştir. Muhammed b. Mûsâ el-Harizmî, Ebû Bekir el-Harizmî, Muhammed b. Ahmed el-Harizmî, Bîrûnî, Zemahşerî, Fahreddin er-Râzî, Necmeddîn-i Kübrâ, Abu Mansur as-Samarqandi al-Maturidi, Suriye fâtihi Atsız b. Uvak bunlardandır. Harizmî ya da tam adıyla Ebû Ca'fer Muhammed bin Mûsâ el-Harizmî, Matematik, gökbilim, coğrafya ve algoritma alanlarında çalışmış olan bir ilim adamıdır. Harizmî 780 yılında Harezm bölgesinin Hive şehrinde dünyaya gelmiştir. 850 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir. Harezmî cebrin atası ya da kurucusu olarak tanınmıştır. Cebir alanındaki çalışmaları, 16. yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde temel matematik ders kitabı olarak okutulmuştur. Özbek pilavı işte böyle bir yöreden geliyor. Özbek pilavının tarifini ilk defa yapan da o yörenin bir başka ilim adamıdır. İbn-i Sina. Türk filozofu ve tıp bilgini İbn-i Sinâ. İbn-i Sinâ Özbekistan'ın tarihi kenti, ilmin merkezi Buhara'da dünyaya yayılmıştır. Sağolasın Sayın Şen. Türk dünyası adına Elçilik görevinizi yerine getirdiniz. Hem de iftar sofrasında. Sayın Şen, bu güzel pilavdan sonra kançılaryada bir de Rize’de üretilen Çaykur çayı içebilseydik ne kadar anlamlı olurdu. Belki birgün o da olur... 6 Yorum Ali Karakoç Afiyet olsun sevgili kardeşim saygilarimi sunuyorum Yanıtla19s Rüştü Kam 2g · Herkese Açık ile paylaşılıyor ZEKATI VERGİ OLARAK DÜŞÜNÜRSEK FAKİR İLE ZENGİN ARASINDA YARDIMLAŞMA ZEMİNİ KALMAZ. İNSANLARDA YARDIMLAŞMA DUYGUSU KALKAR.

25 Mart 2022 Cuma

ZEKATIN SADECE %12,5’i MÜSLÜMAN FAKİRİN HAKKIDIR,…

-Allah akıllı Müslümanı sever, ahmak Müslümanı sevmez. Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım ihtarını yapan Allah’tır- Yıllardan beri Müslümanlar zekât verirler ve bu zekâtların çoğunu da yaşadıkları ülkelerin dışına çıkarırlar. Yıllar var ki bu böyledir. Bu uygulama ile hangi ülkenin insanını ihya ettiler, hangi ülkenini insanını esaretten kurtardılar bugüne kadar? Afganistan’ı mı, Filistin’i mi, Arakan’ı mı, Irak’ı mı, yoksa Suriye’yi mi? Bugüne kadar yapılan uygulama eksiktir, sorunludur, yanlıştır. O ülke Müslümanlarına tanıtım açısından, yardımlaşma açısından zekât verilebilir. Ancak bunun miktarı %12,5’tir. Daha fazla olamaz. Eline üç beş kuruş alan, alay-ı vala ile soluğu Afrika’da, Ortadoğu’da alıyor. Allah o insanlara da akıl verdi, fikir verdi; hatta topraklarını da çok verimli kıldı. Altın onlarda, petrol onlarda, envai çeşit meyve, sebze ve deniz ürünleri onlarda. Buna rağmen kendilerine verilen nimetlerin kıymetini bilmiyorlarsa, kendi kabiliyetlerini kullanmıyorlarsa, bu, onların suçudur; suçlarının cezalarını da çekmelidirler. Lütfen, bu Ramazan’da bari zekatlarınızı çarçur etmeyiniz. Müslümanların ihtiyacı olan kurumlar var, bu ihtiyaçlar göz ardı edilmemelidir. Görmemezlikten gelinmemelidir. Allah Müslümanlara, geleceklerinin inşası için görev vermiştir. Bu görevler sorumluluk anlayışıyla yerine getirilmelidir. “Sözlükte ‘artma, arıtma; övgü ve bereket’ mânalarına gelen zekât, terim olarak Kur’an’da belirtilen sınıflara sarfedilmek üzere dinen zengin sayılan Müslümanların malından alınan belli payı ifade eder. Örfte, bu payın maldan çıkarılması işlemine de zekât denilir.”(İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde) Zekât Tevbe Suresi’nin 60. ayetinde belirtildiği üzere 8 yere taksim edilerek verilmelidir. Bu maddelerin ikisi yoksullar ile ilgilidir. “Fakir, Müslümanın yoksulu, miskin ise Ehl-i Kitab’ın yoksuludur.” (İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde) Allah şöyle buyurur: “(Ey Peygamber! Müşrik ve kafir akrabalarına maddi yardımda bulunmak isteyen müminleri bundan menetme.) Çünkü senin görevin, müşrikleri/ kafirleri imana zorlamak değildir; (kaldı ki bunu istesen de başaramazsın). Çünkü ancak, Allah dilediğine/ layık gördüğüne iman ve hidayet nasip eder.” (Bakara 2/272; Tercüme: Mustafa Öztürk) “Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, âdil davrananları sever.”(Mümtehine 60/8; Tercüme: Diyanet Vakfı) Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere; 100 Euro zekâtı olan kişi üzerinden hesabımızı yaparsak, Müslüman yoksulun zekâttan alacağı pay %12,5’tir. Gayri Müslim yoksulun zekâttan alacağı pay da %12,5’ tir. Toplamı %25 eder. Kalan %75’lik miktarın fakir ile doğrudan alakası yoktur. Bu taksimin şahıslar açısından zorluğu aşikardır. Bunun için yüce Allah zekâtın şahıslar tarafından birebir verilmesini değil, bir kurum aracılığıyla bu işin yapılmasını arzu etmiştir. Ayette zekât memurlarına zekâtın verilmesinin istenmesi, bir zekât kurumunun kurulması ve bu kurumda çalışanların aylıklarının da o kurum tarafından karşılanması anlamına gelir. Bugün ise böyle bir kurum yoktur. Cemaatler kendi aralarında organize olarak bu işi yapmaktadırlar. Aldıkları zekâtları amacına uygun olarak harcıyorlar mıdır, onu tam olarak bilemiyoruz. Şu kadarını rahatlıkla söyleyebilirim ki, cemaatler aldıkları zekâtları sadece üyeleri olan yoksul Müslümanlara veriyorlar, daha fazla zekât toplamak için de zekât paralarını Afrika ve Ortadoğu’ya taşıyorlar. Bu işi de duygu sömürüsü ile yapıyorlar. Dedikoduların önüne geçebilmek için ise oralarda zekât parasını dağıtıp kurban keserken yöre insanlarıyla fotoğraflar-filimler çekilerek üyelerine gösteriyorlar. Camilerin kapılarında, dağıtılan broşürlerde, televizyon reklamlarında bu insanların acınacak haldeki resimlerini görebilirsiniz. Bireysel bazda zekât veren Müslümanlar ile cemaatlerin topladığı zekatların gittiği yer aynı yerdir. Kendilerine üye olan Müslümanların yoksullarıdır bunlar. İstisnalar vardır elbette, ama ben bugüne kadar öyle bir cemaat tanımadım. Hatta, “Gayri Müslim’in yoksuluna zekât verilmez” diyen cemaatleri yakinen biliyorum. Oysa Gayri Müslim ile ilgili iki madde vardır zekât ayetinde. Birisi miskin, diğeri müellefe-i kulûb (kalbi İslam’a ısındırılmak istenenler). Müellefe-i kulûb; maddî ihsanda bulunmak suretiyle gönüllerinin İslâm’a ve Müslümanlara karşı yumuşatılması arzulanan gayri Müslimleri, kendilerinin veya bağlılarının İslâm’ı benimsemesi umulan yahut zarar vermelerinden korkulan veya düşmana karşı himayeleri istenen nüfuz sahibi kimseleri ve dinde sebat etmeleri arzulanan yeni mühtedileri belirtmek için kullanılmıştır. (Geniş bilgi için bkz. İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde). Konu ile ilgili olarak, Âl-i İmrân 3/103 ve el-Enfâl 8/63 ayetlerine de bakılabilir. Zekât için temlik(şahsın bizzat eline verilmesi) şartı yoktur. Zekât yoksula para olarak verilebileceği gibi, zekat parasıyla yoksulun çalışabileceği fabrikalar da kurulur, tedavi olabilecekleri hastaneler de yapılır, kalabilecekleri öğrenci yurtları da inşa edilir. Durum böyle olunca, bilhassa Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, zekatlarının %12,5’ini Ehl-i Kitap yoksullara dağıtmalı ve %12,5’ini yine de Ehl-i Kitap’a İslâm’ın tanıtımı için harcamalıdır. Bunun için: Konferanslar düzenlenmeli, Kur’an mealleri ilgili ülkelerin dillerine çevrilerek dağıtılmalı, gazete-dergi çıkarılmalı, aşevleri açılmalı, amaca uygun geziler yapılmalı, bu konuda bir heyet oluşturulmalı ve o heyetin ve organizasyonun, personel ve fiziki mekân harcamaları da zekât kurumundan karşılanmalıdır. Berlin’de yaşayan Müslümanların üzerinden bir değerlendirme yaparsak şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Berlin’de 300.000 Türkiyeli yaşıyor. Diğer Müslümanları dahil etmeden yapıyorum bu hesabı. 300.000 Türkiyelinin 5.000’ ni ortalama 1.000 Euro zekât verdiğini düşünürsek 5.000x1.000 = 5 milyon Euro zekât toplanıyor demektir her sene Berlin’den. Bu para her sene toplanıyor. Fazlası vardır azı yoktur. Bu zekât miktarının Müslümanların kurduğu ortak bir kurumda toplandığını varsayalım ve Allah’ın arzu ettiği şekilde pay edildiğini düşünelim. Toplanan bu parayla: Tanesi birer milyondan her sene 5 tane kurum kurulabileceği gibi, ihtiyaca göre öğrenci yurtları kurulur, özel okullar açılır, hastaneler açılır, sadece fakirlerin ve miskinlerin çalışacağı işyerleri açılır, fabrikalar kurulur, aşevleri açılır, imam yetiştiren kurumlar kurulur, gazete ve dergiler çıkarılır, televizyon kanalları açılır, üniversiteler kurulur ve o kurumların masrafları da bu fondan karşılanır. Bu hesabı Türkiye üzerinden yapalım: Ben Denizliliyim. Denizli’nin nüfusu 04 Şubat 2020 tarihinde açıklanan Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre 1.037.208dir. Hesabımızı 10.000 Müslümanın zekât verdiğini düşünerek yapalım. Ortalama 1.000 TL zekât verdiklerini düşünelim. 10.000x1.000= 10 milyon TL eder. Bu para her sene toplanıyor Denizli’de. Hesabı Denizliler vereceğine göre, varsın hesabı da onlar yapsın. Yukarıdaki yazdığım kurumların Denizli için de ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu hesaba göre 10 sene sonra Denizli’de ne fakir kalırdı ne de miskin. Kendi evinde yangın olan kişi başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemez, giderse döndüğünde kendisi de evsiz kalır. Allah tribünlere oynayan Müslüman değil, akıllı Müslüman istiyor; elini taşın altına sokan sorumluluk sahibi Müslüman istiyor!

19 Mart 2022 Cumartesi

ÇANAKKALE 2022

BİR ÇANAKKALE YAZISI DA BENDEN... 1915 yılının Temmuz ayı. Ramazan ayı. Mehmetçik Çanakkale Cephesi’ndedir. Oruçludur. Kurşun yağmurunun altında arkadaşının şehadetine tanıklık eden, sıranın her an kendisine gelebileceğinin hesabını yapmadan siperden sipere koşan o Mehmetçik Çanakkale’de orucundan taviz vermemiştir. Bir Ramazan boyu hoşafla, bir dilim ekmekle orucunu tutmuştur. Siperinden de ayrıl-mamıştır. Ramazan Bayramı Ramazan Bayramı yaklaşmıştır. Mehmetçik bayram namazının kılınıp kılınmayacağını merak etmektedir. Herkes birbirine sorar, “Acaba bayram namazı kılınacak mıdır? Kılınacaksa nerede kılınacaktır?” Olayı anlatan bir Çanakkale Gazisidir: “Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydolmuştum. Gelibolu’da siperimdeyim. Hafız olduğum için bir taraftan da devamlı Kur’an okuyorum, dua ediyorum. Savaşın süresi uzadıkça, kayıplar da çoğalmaya başlamıştı, cephedeki din görevlileriyle irtibatlarımız da kopmuştu, herkes ayrı bir siperdeydi. Onlarla konuşup istişare edemiyorduk, savaş tüm hızıyla devam ediyordu, ana-baba günüydü, dehşetli çarpışmalar oluyordu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- cephede savaşırken, yaşlılar geri hizmetlerde ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben, savaş bitinceye kadar Seddülbahir Cephesi’nden hiç ayrılmadım. Arefe günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı yanına. “Hafız, askerlerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Askerlerin toplu halde bir yerde bulunmaları çok tehlikeli ve bu düşman için bulunmaz bir fırsattır. Ben tekliflerini kabul etmedim. Sen de, münasip bir lisan ile anlatırsın onlara” dedi. Paşa’nın yanından ayrılmıştım ki, zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yüküyle kitap okumuştu o. Sohbet sırasında onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçmazlardı, şimdi karşımda duruyordu, tanıyordum onu. O zat o gün orada idi, gerçek miydi Allah’ım bu gördüklerim diye düşünürken, o zat bana yaklaştı ve dedi ki: “Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!” Sabahı bekle… Bayram Namazı 12 Ağustos 1915 Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını eda etmek istiyorlardı. Aynı göle dökülen sular gibi, Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık, hevenk hevenk beyaz bulutlar gördük. Biraz sonra da bu bulutlar olduğu gibi yere çöküverdi. Bu olağanüstü olay karşısında herkes kendinden geçti ve hepbirlikte “Allahü Ekber!” deyip secdeye kapandık. İçimizde ince bir huzur çiçeklenmişti ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. O, arafe günü konuştuğumuz ulu kişi de oradaydı. Askerle birlikteydi. “Dokuz tekbirle vacip bayram namazı için durun divana uyun imama, Allahü Ekber.” Kısa bir sessizlikten sonra, o arif kişi, tatlı ve yanık sesiyle, Fetih Sûresi’nin 1. ayetinden 9. ayetine kadar okudu. Sonra ikinci rekât bayram namazı eda edildi. Namazın bitiminde koro halinde Kelime-i Tevhidi yüksek sesle tekrarladık. O kadar gür sesle okuyorduk ki Kelime-i Tevhidi, dağ taş inliyordu, “La ilahe İllallah”. Seslerimiz yankılanarak geri geliyor gibiydi, ilk başta bize öyle geldi. İyice dikkat edince anladık ki bu ses bizim sesimizin yankısı değildi, kulaklarımıza inanamadık, bir yerlerden daha Kelime-i Tevhid okunuyordu, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah” diyordu. Hepimizin beti benzi soldu, kül gibi oldu, herkesin yüreği ağzındaydı. Kimdi bunlar, bu sesler nereden geliyordu. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi dayanacak yoksa anlatanlar mı dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki hep birlikte kanatlanıp göklerde uçmak istiyorlardı. O barut ve kan kokusundan bıkmış olan askerler, Allah ile bütünleşmenin ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllallah” sesleri, onların kalbini kâh varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu… “La ilahe İllallah...” Sonradan anladık ki bu sesler İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerin sesleriymiş… Bayram namazında okunan duaları ve tekrarlanan şehadet kelimesini duyunca, anlamışlar ki Müslüman Türk Askeri'yle savaşıyorlar, çılgına dönmüşler, kandırıldıklarını anlamışlar ve isyan etmişler. Hemen geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlar. Hepsi de infaz edilmiş. ”(M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75) Seyit Onbaşı “İngiliz’i, Fransız’ı, Avustralyalısı ne kadar güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı’na. Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya’ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile kendi aralarında Osmanlı Toprağı'nı. Güya, bizimle müttefik olan Almanya, Anadolu haritasının üzerine Almanya (Deutschland) yazarak gelmiş Çanakkale'ye. Savaştan sonra onun payına Anadolu düşecekmiş, böyle anlaşmış olmalılar işgalcilerle. Çanakkale komutanı Liman von Sanders’in çıkarmayı 24 saat geciktirmesinin ve askeri yanlış yerde Soroz Körfezi’nde mevzilendirmesinin sebebi bu olsa gerektir. İşgalciler, birkaç bomba atarak Çanakkale’yi geçip sabah kahvelerini Marmara Denizi’nde yudumlamak istemekteymişler. Balkan Savaşları’nda yorgun düşen ve hırpalanan Osmanlı’nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünmekteymişler. Osmanlı’nın Boğaz’a döşedikleri mayınları, mayın temizleme gemileriyle temizlemek zor olmamış onlar için, sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19 Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. Yer yerinden oynamış, neredeyse taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış. Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı’yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi varmış. Biri subay, biri er ve bir de Seyit Onbaşı. Yapabilecekleri fazla bir şey yokmuş. Neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı “Ya Allah bismillah” diyerek almış yerde duran 250 kiloluk o son top mermisini, sürmüş topun ağzına ve yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak başlamışlar birer birer denize gömülmeye. “Gerçekten inanıyorsanız ve sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm”. Seyit Onbaşı Allah’ın bu yardımına mazhar olmuş, Çanakkale Boğazı’nda 19 Şubat sabahı. Yudumlayamamışlar işgalciler kahvelerini Marmara’da o gün. Arkalarına bile bakmadan başlamışlar kaçmaya ve deniz savaşı böylece Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanmış. Yahya Çavuş Sahne Alıyor Deniz savaşı böyle sonuçlanmış sonuçlanmasına da düşmanın gayesi Türkleri geldikleri yere göndermek olduğu için pes etmemişler ve karadan boğaza inmek istemişler. Arıburnu’ndan çıkarma yapmışlar Gelibolu’ya. Bu sefer de Yahya Çavuş çıkmış karşılarına 63 askerle. Gerçek bir destan yazmışlar orada, müttefik ordularını karaya çıkarmamak için direnmişler ve neticede 63 asker hepsi orada şehit olmuşlar. Beklenmedik bir olay da burada gerçekleşmiş. Müttefikler nihayet 63 askeri şehit edip karaya ayak basınca, Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler, Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark etmişler ve ikna edici bir cevap alamayınca da silahlarını çevirmişler Fransız askerlerine. Sonra da kalan Fransız askerleri tarafından hepsi şehit edilmiş. Conk Bayırı 63 kişiye karşı kazandıkları bu mevzi başarılarından cesaret alan düşman askeri, Conk Bayırı’na doğru başlamış ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa Kemal çıkmış bu sefer karşılarına. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Paşa ile birlikte yapmışlar planı. 57’inci Alay’ın komutanıymış Hüseyin Avni Paşa. Anzaklarla girişilen çatışmada hepsi şehit düşmüş. Önlerine çıkan engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı kazanmak, böyle düşünmeye başlamışlar. Allah’ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal’e ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Conk Bayırında. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi gören Mustafa Kemal birden askerlere, “asker yat” komutunu vermiş. Bu komutla askerlerimiz yatarken, birdenbire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale savaşının kırılma noktası bu komut olmuş. Hemen sonra, “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah’ nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtmüşler Anzakları. Kara savaşında zafere doğru gidilen yolda ilk adım işte böyle atılmış.” Metrekareye 8.000 merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250 bini şehit olmak üzere tamamı 316 bin kayıpla 29 Ağustos 1915’te zaferle sonuçlanmış. Ben derim ki, Çanakkale anlatılmaz ancak yaşanır. Avrupa ülkelerinde yaşayan ve izinlerini Türkiye’de geçirmek isteyenler, sizlere tavsiyem Çanakkale’yi yaşamanızdır. Bu savaşı en iyi anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy’dur. Kendisi savaş esnasında gönüllü asker toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın en kızgın yerinde savaşıyormuş gibi yazmıştır bu destanı. Mehmet Akif olmak işte böyle bir şey… Bu destanı mutlaka okuyunuz, sadece okuyunuz, anlamaya çalışmayınız, inanın, bitirdiğinizde anlamış olacaksınız. Çanakkale Destanı “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “ ...