15 Mart 2020 Pazar

BATI KARADENİZ GEZİSİ (III) Kastamonu-Karabük


“Taş düşebülü, ayı çıkabülü…” trafik uyarı işareti. Biz bu uyarı yazısını espri olarak aramızda söylüyor ve gülüyoruz. Tabii aşağılamak için değil. Her yörenin ayrı bir şivesi var. Bu espri ile girdik Kastamonu’ya. Sabahattin Al’nin hüzünlü atmosferinden böylece çıkmış olduk. “Taş düşebülü, ayı çıkabülü…”

Kaastamonu

Rehberimiz daha otobüsteyken başladı Kastamonu’yu tanıtmaya: “Kastamonu, Karadeniz Bölgesi’nde yer alan bir ilimizdir. Şehrin denizden yüksekliği 774 metredir. Kastamonu şehri, ismini Hitit döneminde aynı bölge için kullanılan Kastama isminden almıştır. Kastama ismi zamanla Kastamonu'ya dönüşmüştür. Nüfusu 372 bin civarındadır (2017).

Kastamonu, Anadolu’daki en eski şehirlerden biridir, antik çağ ve Türk-İslâm dönemine ait birçok tarihi esere ev sahipliği yapar. Evliyalar şehri olarak da bilinir. Kastamonu Kalesi, Atabey Camii, Şeyh Şaban Veli Türbesi, Yanık Sultan Türbesi, Nasrullah Camii, Saat Kulesi ve buna benzer birçok tarihi eser mevcuttur Kastamonu’da. Türkiye'de ilk "Kent Tarihi Müzesi" Kastamonu’da açılmıştır. Kastamonu Saat Kulesi, Sultan II. Abdulhamid zamanında, Abdurrahman Nureddin Paşa tarafından yaptırılmıştır (1884). Kulenin saati Avrupa'dan getirtilmiştir.
M.Ö. 333 yılına gelindiğinde Büyük İskender bölgededir. M.Ö. 298 yılında Pontus Devleti kurulmuştur. Bölge M.S. 1211 yılında Türk-İslam egemenliği altına girmiştir. Candaroğulları Beyliği döneminde bir ilim ve sanat merkezi haline gelmiştir. Fatih Sultan Mehmed Han’ın kardeşi Cem Sultan yaklaşık 4 yıl kadar Kastamonu’da valilik yapmıştır. “

Konaklayacağımız otel

Bu arada konaklayacağımız otele gelmişiz. Bavullar indirildi. Giriş işlemleri bitinceye kadar biraz soluklandık, çayımızı içtik ve sonra da odalarımıza yerleştik. Yarım saat sonra herkes aşağıda olacak dedi rehberimiz Mehmet Doğan Öz. Geç kalırsak hava kararabilirdi. Kavilleşilen saatte kavilleşilen yerde idik. Otelin karşısında meydanda Şerife Bacı anıtı var. Otel ile anıtın bulunduğu meydanı Gökırmak ikiye ayırıyor. Aralarındaki bağlantı iki gözlü güzel bir taş köprü ile kurulmuş. Grup tamam olunca rehberimiz Şerife Bacı’nın anıtının önünde topladı grubu. 

Milli Mücadele Yıllarında Kastamonu

“Kastamonu, Türk İstiklâl Savaşı sırasında en çok şehit veren illerden biridir. Çanakkale Savaşları ile birlikte Millî Mücadele’de de çok önemli rol oynamıştır. Kastamonu Şerife Bacı’yla Millî Mücadeleye damgasını vurmuştur. İstiklâl Savaşı’nda Şerife Bacı gibi gönüllülerle ordunun lojistik ihtiyaçlarını karşılayarak çok önemli bir görev üstlenmiştir. Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası ve Vesikası ile onurlandırılan tek şehirdir Kastamonu.

Şehit Şerife Bacı

Milli Müdale’de Şehit Şerife Bacı bayraklaşmıştır Kastamonu’da. Şerife Bacı bağımsızlık yolunda canını veren bir neferdir, annedir. İstanbul’dan deniz yoluyla İnebolu’ya gelen cephaneler buradan kağnılar vasıtasıyla Ankara’ya ulaştırılır. İnebolu Kastamonu arası 137 km.’ dir. Ancak, yol çetin, yol zorlu, yol soğuktur…
Erkekleri cephede olan kadınlar bu görevde gönüllü sayarlar kendilerini. Görevleri kağnılarla İnebolu’ya gitmek, oradan aldıkları cephaneyi Kastamonu’daki kışlaya teslim etmektir. Şerife Bacı da bu gönüllülerden biridir. Köyünden iki öküzünü koştuğu kağnısıyla ve kucağında Elif bebeğiyle yollara düşer ve İnebolu’ya gelir. Buradan mühimmâtı alır ve kafile ile birlikte geriye döner. Yolculuk başta iyi başlamıştır, ancak Küre Dağları’na varıldığında işin seyri değişir. Karlı tepeleri aşmakta zorlanır kağnılar. Bu esnada Şerife Bacı’nın cılız öküzlerinden birisi de bu zorluğa dayanamayarak yolda kalır. Şerife Bacı öküzün yerine kendini koşar kağnıya, bu arada arkadaşlarından geride kalmıştır. Var gücüyle çeker kağnıyı, yetişemez arkadaşlarına. Bu arada kar şiddetini iyice artırmıştır. Elif bebek açlığın ve soğuğun verdiği acıyla başlar ağlamaya ağlar, ağlar… Ağlamaktan ve yorgunluktan sesi kısılır ama yine de ağlar…
Yağan kar mermileri iyiden iyiye ıslatmaya başlamıştır. Şerife Bacı, mermiler ve Elif bebek ıslanmasın ve hatta donmasın diye, ıslak battaniyeyle onların üzerlerini örter, kendini ve kağnısındakileri Allah’a ve koşuktaki tek öküzüne emanet ederek yoluna devam eder. Gece geç saatlerde Kastamonu’ya gelmiştir… Kastamonu kışlasının önünde tek öküzlü bir kağnı durur ertesi günün sabahında. Askerler merak ederler kağnıyı, nasıl gelmiştir tek öküzlü bu kağnı buraya. Battaniyeyi kaldırırlar ve altındaki Şerife Bacı’nın cansız bedeniyle karşılaşırlar. Telaşlanırlar. Ne yapalım edelim derken, bir ses duyarlar, bebek sesi. Ağlayan, Elif’tir. Şaşırırlar, alırlar bebeği bağırlarına basarlar. Ağlayan bebek değildir; askerlerdir, Mehmetçiktir, Anadolu’dur…
Şerife Bacı, o emsalsiz kadın, kendini mermilere ve Elif Bebeğe siper etmiş ve onları korumak için kendisi soğuktan donarak can vermiştir. Şerife Bacı, Anadolu coğrafyasındaki her kadın gibi vatan sevgisiyle çıktığı bu yolda şehid olmuştur. Ruhu şâd olsun… Vatan sağ olsun…”

Bu anıt zaten bizleri titretmiş, kendimize getirmişti. Hikayesini de dinledikten sonra fevkalade duygulandık, gözlerimiz hâkim olamadı akan yaşlarına. Türkiye’nin kıymetini bilmeyen Türkiye düşmanlarına öfkelendik, diş gıcırdattık onlara. Gelin Kastamonu’ya da Şerife Bacı’nın yaptıklarına şahit olun diye söylendik kendi kendimize. Beyler, bu topraklar öyle durduk yerde vatan olmadı. Nice Şerife bacılar, ana kuzuları bu topraklar için toprağa düştü. Biz onlara ‘Kınalı Kuzular’ deriz. Anadolu’nun vatanlaşmasında en büyük pay onlarındır dedik ve kahırlandık.
Millî Mücadele’de yaptıkları canhıraş mücadelelerle bayraklaşan; Şerife Bacı, Nene Hatun, Kara Fatma, Tayyar Rahime, Emir Ayşe, Gördesli Makbule, Halime Çavuş, Halide Edip Adıvar, Nezahet Onbaşı ve daha binlerce bacımızın ruhları şad olsun.

10 dakika fotoğraf molası. Sonrasında Kastamonu kalesine doğru tırmanacağız. Taksi ile de gidilebiliyor. Ama biz yaya olarak yürümeyi tercih ettik.

Kastamonu Kalesi

“Kastamonu Kalesi, şehre hâkim bir noktadadır. Kastamonu'nun en yüksek noktasında tüm heybetiyle halen ayakta duran kale, M.S. 12. yüzyılda Türklerin bölgeye yaptıkları akınlar neticesinde Komnenoslar tarafından yaptırılmıştır. Kalenin orijinal yapısından günümüze sadece iç kale kısmı gelebilmiş. Doğanın ve insan elinin tahribatlarına maruz kalan kale, çeşitli zamanlarda onarımdan geçmiş. Bu onarımlardan sonra, Orta Çağ Bizans kalesinden daha ziyade Osmanlı- Türk mimarisini yansıtmaya başlamış. Kale içerisinde sarnıçlar, zindan, kaçış tünelleri vardır. Bir de 'Bayraklı Sultan' olarak anılan türbe yer almaktadır. Kastamonu Kalesi kent merkezinden yaklaşık 120 metre yüksektedir.”

Kalenin yamacında, şehre nazır bir yerde bir türkübar var. Hava biraz serin. Oraya girip içimizi ısıtalım istedik. Atmosfer güzel olunca akşam yemeğini de orada yemeye karar verdik. Sonrasında çay-kahve içme iştahımız kabarınca, zamana dikkat etmemişiz, hayli ilerlemiş. İlerlemiş ilerlemesine de, sahneye çıkan yerel sanatçılar da bizleri bırakmıyor. Birbirinden güzel türküler söylemeye başladılar. Kalmayı tercih ettik. Hatta zaman zaman onlara eşlik bile ettik. Güzel bir anı oldu. Bu saatten sonra yol kısa olmasına rağmen geriye taksi ile dönmeyi tercih ettik. Sabah kahvaltısından sonra ilk önce Nasrullah Kadı Camii...

Nasrullah Kadı Camii

“Nasrullah Kadı Camii, Kastamonu’nun sembolü haline gelmiş olan Nasrullah Kadı tarafından yaptırılmıştır. Nasrullah Kadı, 15.-16. yüzyıllarda yaşamış önemli âlimlerdendir.
Kastamonu’da ve İstanbul’da müderrislik, İstanbul, Manisa, Diyarbakır ve Belgrad şehirlerinde de kadılık yapmıştır.
Yaptırdığı altı kubbeli Nasrullah Kadı Camii (1506)’nin avlusunda, caminin hemen yanındaki çifte şadırvanın yanında metfundur.
Kent merkezinde yer alan cami, meydanı, şadırvanı, köprüsü ve bir de daha sonra eklenen medresesi ile bir külliye görünümündedir.
II. Beyazıd döneminde (1506) yaptırılan cami, Kastamonu’nun en büyük camisidir. 1746 yılında genişletilmesine kadar 6 kubbeye sahip olan cami, bu çalışmayla 9 kubbeli hale getirilmiştir. Cami içindeki hatlar ve süslemeler ise, yine Kastamonulu ünlü hattat Ahmet Şevket Efendi tarafından yazılmıştır.
Millî Mücadele yıllarında, Anadolu’yu dolaşarak Kurtuluş Savaşı’na destek toplayan Milli Şair’imiz Mehmet Akif Ersoy, Nasrullah Camii’nde vaaz vermiş ve halkı Millî Mücadele için cesaretlendirmiştir.
Halk arasında yaşayan bir söylentiye göre, bu şadırvandan bir kez su içen kişi ömründe ya yedi kez Kastamonu’yu ziyaret etmekte ya da Kastamonu’ya yerleşmekteymiş.

Münire Medresesi El Sanatları Çarşısı

Nasrullah Camii’nin arkasında yer alan medrese 1746 yılında Reis-ül Küttab Hacı Mustafa Efendi tarafından yaptırılmıştır. Bugün medrese olarak hizmet vermiyor, el zanaatları çarşısı olarak hizmet veriyor. 21 adet dükkânı var. Kastamonu’ya ait her türlü geleneksel el zenaatı burada bulunabilir. Ayrıca yöreye ait şifalı bitkiler ve ürünler de vardır. “

Hazır fırsat varken Kastamonu’ya ait hediyelik eşyalarımızı da aldık buradan. Bu arada esnafla sohbet etme imkânı da bulduk. Esnafın burnu yukarıda değil. Hoşsohbet insanlar. Gülümsemek sanki Kastamonu’nun sembolü gibi. Mağazada, sokaklarda, müzelerde, lokantalarda insanlar gülümsüyorlar. Önce derdiniz ne ise onu anlamaya çalışıyorlar, sizi anlamak istiyorlar. Yüz ifadenizden, jest ve mimiklerinizden duygularınızı tahmin etmeye çalışıyorlar. Anlatılanlara göre, Kastamonu  insanının samimiyeti, insanlığı, Kastamonu’da yaşayan Şeyh Şaban Veli‘den  miras kalmış. “Güler yüzle gel. Güler yüzle git. Ne yaparsan yap güler yüzle yap” bu sözler Şaban Veli’nin sözleriymiş…
Şeyh Şaban Veli Türbesi

“Şeyh Şaban Veli, 1481 yılında Kastamonu’nun Hanönü ilçesinde doğmuştur. Taşköprü ve Kastamonu’daki eğitim kurumlarında, hafızlığını ve öğrenimini tamamlayan Şeyh Şaban, İstanbul’daki medreselerde akademik eğitim alarak, Dersiam (Profesör) olmuş ve bir müddet, İstanbul’daki medreselerde eğitimci olarak çalışmıştır. Sonrasında Bolu’da Tokadî Dergâhı’nda 12 yıl  tasavvuf eğitimi almıştır.
Şeyh Şaban, bu eğitimini tamamladıktan sonra dergâhını memleketi Kastamonu’da kurmuştur. Dergâhın etrafı duvar ile çevrilidir. Dergâhın avlusunda türbe var, dergâh var, mezarlık var, bir de çeşme vardır. Çeşmeden akan suyun zemzem suyu olduğuna inanılır. İçen içebildiği kadar içiyor ve kaplara doldurarak evlere de götürüyor.
Dergâha ait evler biraz yukarıda, merdivenlerle çıkılıyor. Özenle düzenlenmiş bu evler, müze olarak kullanılıyor… Dergâhın duvarlarında hat sanatının eşsiz eserleriyle tanışıyorsunuz. Hat eserleri özenle asılmışlar. Kastamonu yöresine ait ahşap konakların bütün güzelliğine sahip olan bu evlerde Şeyh Şaban Efendi’ye ve müritlerine ait özel eşyalar sergilenmektedir. Şeyh Şaban 4 Mayıs 1569 tarihinde vefat etmiştir.”

Anadolu topraklarını vatan yapan bu gönül adamlarıdır. Halk tarafından sevilen insanlardır. Kars’ta Hasan Harakanî ne ise, Ankara’da Hacı Bayram Veli ne ise, Kırşehir’de Hacı Bektaş Veli, Nallıhan’da Taptuk Emre, Konya’da Mevlana, Balkanlarda Sarı Saltuk ne ise, Kastamonu’da Şey Şaban Veli de odur.

Tirit

“Tirit bir yemek çeşididir. Kastamonu tirit aşıyla da meşhurdur. Aslında Urfa ile yan yana anılan tirit, sanki sadece Kastamonu’ya özelmiş gibi algılanmaktadır. Hikayesi şöyledir: Hz. İbrahim oğlunu kurban edeceği sırada kendisine vahiy gelir ve oğlu yerine bir koç kurban eder. Koçun etini pişirir suyundan da yemek yapar ve insanları Halil İbrahim sofrasına davet eder. O günden bugüne Halil İbrahim sofrası devam eder. Tirit günümüzde Kastamonu’da düğünlerde, taziyelerde, adak yemeklerinde, cuma gününde ve mübarek günlerde özellikle de sabahları pişirilip hayır niyetine ücretsiz olarak dağıtılır. Zengin fakir ayırımı yapılmaz. Kastamonu’da tiritin türküsü de yakılmıştır.

Sabahınan erken çifte giderken
Öküzüm torbadan düşmüş gördün mü

Tiridine tiridine tiridine bandım
Bedava mı sandın para vidim aldım

Manda yuva yapmış söğüt dalına
Yavrusunu sinek kapmış gördün mü

Tiridine tiridine tiridine bandım
Bedava mı sandın para vidim aldım

Taşköprü sarmısağı

Tarım açısından gelişmiş olan Kastamonu, yüzyıllar önce “sarımsak kokulu insanlar” anlamına gelen “paflagonya” kelimesi ile adlandırılmıştır. Bugün, yetiştirilen sarımsak, bölgenin sakinleri için gurur kaynağıdır, Festival, fuar, anıtlar onuruna kullanılan, hatta Kastamonu’da hediye olarak verilen bir sembol özelliği vardır. Bölgede, yaz mevsimi sıcak ve kuru, kış mevsimi de karlı ve soğuk geçmektedir. Bu nedenle Kastamonu’da gıdalar genellikle kurutma ve terbiye etme yoluyla korunmaktadır. Böylece pastırma (sarımsak ve baharatla sarılmış sığır eti) ve tarhana (kurutulmuş soğan, biber, un ve yoğurt karışımı) gibi ürünler ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda buranın kazanda kuzu gövdesinin bütünüyle pişirildiği kazan kebabı ve etli ekmeği de çok meşhurdur.

Sarımsak, Taşköprü ile yayana gelen bir baharattır. Toprağının özellikleri sayesinde, Taşköprü Sarımsağı’nın diğer sarımsak türlerine göre tadı ve kokusu daha keskindir. Taşköprü Sarımsağı’nın raf ömrü oldukça uzundur. Saplarıyla beraber kuru ve serin bir yerde saklandığı sürece soğuk hava deposuna ihtiyaç duyulmaksızın 6-8 ay arasında saklanabilir.
Anavatanı Hindistan olan mutfağımızdan eksik etmediğimiz sarımsağın tarihi, insanlık kadar eskidir. Tarihin ilk çağlarında Sümerler ’in sarımsağı bildikleri ve ilaç olarak kullandıkları elde edilen arkeolojik kayıtlardan anlaşılıyor. Eski Mısırlıların da sarımsağı yediklerini ve ilaç olarak kullandıklarını biliyoruz.
Sarımsağın veya yağının, mikroorganizmalar üzerine antibiyotik etkiye sahip olduğu, antiseptik işlevi, grip, nezle, ses kısıklığı, astım rahatsızlıklarına, bademcik, romatizma ve eklem enfeksiyonlarına, öksürük ve bronşite iyi geldiği söylenir.
Sarımsağın, vücudun bağışıklık sistemini güçlendirici, tansiyonu ve kan şekerini de dengelediği söylenir.”

Sarımsak bu kadar övülür de alınmaz mı, elbette alınır. Biz de aldık. Ancak Emin otobüsün içine almamıza müsaade etmedi. Satıcıya özel olarak paketlemesini tembih etti. Sonra sarımsağı bagaja koydu. O kadar faydaları olan sarımsağı maalesef ortalık yerde bırakamıyoruz. Tüketirken de dikkatli olmamız gerekiyor. Bilhassa kalabalık mekanlara girilmesi tavsiye edilmiyor.

Ve Kastamonu’dan ayrılıyoruz. Hedefimizde Amasra var. Önce yemek yenilecek. Öğle yemekleri şirketten olmadığı için arkadaşlar kendi aralarında gruplaşarak birbirlerine ziyafet çekiyorlar. Kastamonu’nun kazanda kuzu gövdesi tavsiye edildi. Yanında Kastamonu pilavı ile birlikte harika bir lezzet. Pilav alışık olmadığımız bir görünüme sahip, içinde neler var neler: Kabuğu soyulmuş badem, kuru üzüm, zeytin yağıyla sotelenmiş soğan ve sarımsak, siyez bulguru, haşlanmış nohut, haşlanmış kuru fasulye, ceviz içi, tuz ve çeşitli baharatlar. Turşu ve ince kıyılmış maydanozla servis ediliyor.
Açık havada, gürül gürül akan Araç Deresi kenarında Çevrik Köprü Restoranı’nda yedik yemeği. Yemeğin lezzeti kadar mekânın atmosferi de yemeğe ayrı bir anlam kattı. Her yörenin kendine has lezzetleri var…

Karabük


Dizdar camii

Restorandan hemen ilerde bir cami var. Kubbesi sarı bir cami. Sivri de kubbesi. Safran soğanı böyle olurmuş. Dizdar Camii. Şefik Dizdar yaptırmış camiyi. Safranbolu'nun simgesi safran soğanını, cami kubbesi şeklinde yaptırmış. Karabük'ün tarihi konaklarıyla ünlü Safranbolu ilçesinde, safran bitkisinin soğanının tasvir edildiği bu cami, mimarisiyle de ilgi görüyor. Ağırlığının 100 bin katı kadar sıvıyı sarıya boyayabilen, kozmetik, gıda ve ilaç endüstrisi gibi çok geniş sektörlerde kullanılan safran bitkisinin soğanının kubbe şeklinde tasarlandığı cami sıra dışı bir görünüme sahip.
400 kişinin aynı anda ibadet edebildiği caminin kubbesi kadar iç süslemeleri de özel yapılmış.  Safranbolu mimarisinin örneklerini orada görmek mümkün.

Yörük Köyü


Karabük sınırları içinde seyrediyoruz. Hedefimizde Safranbolu var. Rehberimiz “Safranbolu’dan önce Yörük Köyü’ne uğrayacağız” dedi. Otobüsü köyün girişinde park ettik. Yaya olarak yürüyoruz köyün içine doğru. Birdenbire önümüze Köçek çıktı, şaşırdık. Keyifle seyrettik onları. Bolca fotoğraf çektik. Köçeklerin dans gösterisinden sonra, köçek kültürüyle ilgili kısa bir bilgilendirme yaptı rehberimiz:

Kadın elbisesi giyerek müzik eşliğinde dans eden erkeklere köçek/zenne, erkek elbisesi giyerek dans eden kızlara çengi denir.
Köçeklerin, çengilerin dans ederken kullandıkları çergâne ve çarpare aletleri (ritim aletleri) dansın tamamlayıcı unsurlarındandır. Köçeklerin başı açıktır. Evliya Çelebi köçekler için “yetmiş tastan, feleğin çemberinden geçmiş” deyimini kullanır.
Köçek ve çengi kültürü 11. Yüzyıla kadar uzanır. Özellikle Yunan ve Pers kültürlerinde büyük bir yeri olan köçekler, Güney Amerika ve Afrika’da kabileler arasında her zaman yer bulmuştur. Köçekler ve çengiler eşcinsellik tartışmalarına çağlar boyu malzeme olmuşlardır. Köçekler, sanatlarını yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak için çok mücadele etmişlerdir.

Osmanlı döneminde bu kültüre önem verilmiştir. Köçekler I. İbrahim döneminde Osmanlı saray eğlencelerindeki en parlak dönemlerini yaşamışlardır.
Köçeklik eğitimi 7 yaşlarında başlar 14 yaşına kadar sürerdi. 14 yaşından itibaren de köçekler ve çengiler profesyonel dansçı olarak mesleklerini sürdürürlerdi. Köçeklik 1856 yılında Sultan Abdulmecid tarafından eşcinselliği çağrıştırıyor gerekçesiyle yasaklanmıştır. Bu tarihten sonra köçekler Anadolu'ya ve çeşitli Arap ülkelerine dağıldılar. Anadolu'nun bazı bölgelerinde hâlâ varlığını sürdüren köçeklik geleneği günümüzde (2018) Kastamonu yöresinin kültürü olarak yaşamaktadır. Kastamonu düğün ve şenlikleri köçeksiz yapılmaz. Kastamonu'daki köçeklere, dansçılara, davul, zurna ve keman ustaları eşlik ederler.

Eşcinsellik her ne kadar köçekliği köşeye sıkıştıran bir itham olmaya devam etse de köçeklik, Kastamonu'da erkek karakteri korunarak yeniden harmanlanmıştır. Kadınsılıktan olabildiğince uzaklaşılmıştır. Etek giyen erkekler, sempatik figürlerle izleyicinin ilgisini çekmeyi başarmıştır. Kadını taklit etmekten çıkıp, erkek dansçılığına yeni bir yorum getiren bu değişim günümüzde köçekliğin yer altından çıkmasını sağlayan en önemli faktördür.
Neşet Ertaş gibi hem Türkiye'nin, hem de dünyanın en önemli kültür sembollerinden olan büyük bir şahsiyetin de geçmişinde köçeklik vardır. "Zalım kader devranını dönderdi, tuttu bizi İbikli'ye gönderdi/ Babam saz çalarken bana zil verdi, oynadım meydanda köçek dediler/ Anam Döne İbikli'de ölünce, tam beş tane öksüz yetim kalınca/ Beşimiz de per perişan olunca, babamgil buradan göçek dediler" dizeleriyle bu kültürden asla utanmadığını dile getirir. İlave eder büyük usta Neşet Ertaş; bir zamanlar beni köçek diye dışlayanlar yıllar sonra sazımı öpmüşlerdir.”

Anadolu 11. yüzyılda Türkleşti. Batı Karadeniz'e Türkmen boyları geldi. Konar göçer olan Türkmenler zamanlar yerleşik düzene geçtiler. Yörük Köyü’de bu Türkmen köylerinden biridir. Köyün kurucularının Horasan’dan gelen Karakeçili aşiretinden Yörükler olduğu bilinmektedir.
Bugün zamana meydan okuyan bu köy Safranbolu ve çevresinin en önemli cazibe merkezlerinden biridir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul’da fırıncılık, börekçilik gibi işlerde çalışan Yörükler burada biriktirdiği paralarla İstanbul Boğazı'nda gördükleri yalılara benzer yapıları köylerine yaptırmışlardır. Bu evler birbirlerinin önünü kapatmayacak şekilde iki ya da üç katlı olarak inşa edilmiştir. O günden bugüne kadar da ayakta kalmayı başarmışlardır. Leyla Gencer, Cemil İpekçi ve Gülgün Feyman bu köyün evladıymış. Köylü onları unutmamış.

Kasım Sipahioğlu Konağı

Konağın tanıtımını Filiz Teyze yaptı, Esprili bir kadın Filiz Teyze. Konak, yaklaşık 300 yaşındaymış. Köydeki diğer konaklar gibi Bektaşilerin üçler, beşler, yediler ve on iki imam inancı konağın ahşap ve tavan işlemelerine nakşedilmiş. Ayrıca konaklar haremlik ve selamlık denen iki bölümden oluşurmuş. Konağın yatak odasında banyo var. Filiz Teyze banyonun nasıl yapıldığını anlattı. Konu mankeni olarak Ramazan Gezer’i kullandı.
Sipahioğlu Konağı Yörük Köyü’ndeki anıtsal nitelikli evlerden biriymiş. Bu köyde evler, taş zemin üzerine, 2 katlı olarak yapılmış. Evin odalarında kalem işi süslemeler var, bu süslemelerde çiçek motifleri kullanılmış. Kalem işi süslemelerin içinde evlerin yapılış tarihi varmış. Dikkatli bakılınca görülürmüş. (H.1294-M.1877)

Tanıtımdan sonra. Konağın bahçesinde safran çayı içtik ve sohbet ettik. Gözleme yiyenler olduğu gibi hediyelik eşyalara meraklı olanlar da vardı.

Filiz Teyze bize köyün çamaşırhanesini de tanıttı. Çamaşırhane bugün sanat galerisi olarak kullanılıyormuş. Tarihi çamaşırhane ‘de yine Bektaşi geleneklerine ait detaylar gözlerden kaçmıyor. Orta yerde çamaşır yıkama taşı var. Hamamlardaki göbek taşı gibi. Çamaşırhane köyün ortak malı. Bu yapıda da Bektaşi kültürü detayları kendini gösteriyor. Ortadaki çamaşır yıkama yeri on iki imama ithafen on iki dilimli. Çamaşırhanede kullanılan su daha sonra toprağa gitsin diye özel eğimler verilmiş.
Farklı boylardaki kadınlar düşünülerek farklı yüksekliklerde tasarlanmış göbek taşı. Çamaşırhane tanıtımından sonra, Filiz Teyze, bir evin önünde durdu ve bize kapı tomağı hakkında bilgiler verdi. “Yörede demircilik önemli bir iş kolu olduğundan kapı tokmakları özenle işlenmiştir. Her evin kapısının tokmağı ayrı biçim ve özelliktedir.
Kapıdaki tokmaklara bağlanan tek düğüm ev sahibinin ''kısa sürede döneceği'', iki düğüm ''eve dönmelerinin zaman alacağı'', üç düğüm ise ''gün boyu gelmeyeceği'' anlamını taşıyormuş”. Küçücük bir köyden gelenekle ilgili önemli tarihi bilgiler aldık. Estetiğe verilen önem oldukça dikkat çekici.

Yörük Köyü, gerçek bir Türkmen köyü olması sebebiyle 1997 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından koruma altına alınmış. Fotoğraflama süresi 30 dakika olarak verildi. Toplanma yeri otobüsün bulunduğu park yeri.

Devam edecek



8 Mart 2020 Pazar

BATI KARADENİZ GEZİSİ (II) SİNOP



-Sinop-

“Peki Pehlivan dış bahçenin bir yerine dik” ağacını.
Ve Hüseyin Pehlivan dut ağacını dikmiş bahçeye. Ağacın adına “teselli ağacı” koymuşlar mahkumlar. Aradan 10 sene geçmiş dut ağacı büyümüş, yeşermiş ve meyvesini de vermiş. Pehlivan da 1969 yılında aftan yararlanarak tahliye olmuş. O bahçede gördüğünüz dut ağacı işte o ağaçtır. “

Sinop’tayız

Otelimiz denize sıfır. Duvarını deniz dalgaları yalıyor. Dalgalar geliyor ve şak diye bir ses çıkarıp geriye dönüyor. Sabahattin Ali “Dışarıda deli dalgalar/ Gelip duvarları yalar” diyor ya. İşte tam da öyle. Çok deli olmasa da otelin duvarlarını da yalıyor o dalgalar…Odalarımıza yerleştik. Akşam yemeğimizi deniz manzaralı yemek salonunda yedik. Yemekten sonra Sinop’u fazla bekletmek istemedik. Sinop’un gece hayatını tanımak gerek. Hep birlikte yaya olarak yürüyoruz şehrin merkezine doğru.
Bir hayli yürüdük, şehrin albenisi olan bir caddesi yok. Daracık bir ana caddede yürüyoruz, cadde boyu, hiçbir estetiği olmayan yüksek binalar dizilmiş sıra sıra. Sanki üzerimize geliyorlar. Oldukça sıkıcı bir cadde.

Taksi ile belki içimizi açacak keyif verecek bir yer bulabiliriz diye düşündük. Görülmesi gereken önemli yerleri anlatmaya çalıştı taksici. Ama öyle bir yer yoktu Sinop’ta. Sonunda Sinop’un en yüksek tepesine çıkardı bizi. O çok kötü yolları yokuş yukarı tırmanarak çıktık tepeye. Sinop’a hâkim o güzelim tepeyi sarhoşlar ve kötü alışkanlıkları olan gençler mesken tutmuş. Oturup çay içebileceğimiz bir mekân yok. Hayıflandık. Tenkitlerimizi taksiciyle paylaşmaya çalıştık, o da beylik cümlelerle geçiştirdi bizi. Kim bilir günde kaç kişi aynı şeyleri söylüyordur taksiciye…
O tepeden hemen ayrıldık. Tat vermedi. Sahil kenarında bir mekâna götürmesini istedik taksiciden. “Olur” dedi. Deniz kenarında bir yere bıraktı bizi. “Buradan dümdüz giderseniz istediğiniz mekanları bulabilirsiniz” dedi. Estetiği olmayan hangar gibi mekanlar. Gürültü baş döndürücü. Bir şeyler içip kalktık. Otele yaya olarak döndük. Yolda muhabbete daldık. Muhabbet birdenbire kahkahalara dönüştü. Taksici bizden 100 TL. almıştı. Oldukça fazla geldi bize. Sonradan sebebini öğrendik ki; Recai hava olsun diye taksiciye 50 TL. verdiğini zannederek 200 TL. vermiş. Taksici paranın üstünü vermeye kalkmış, ama Recai hava olsun diye üstü kalsın demiş. Taksiciler de birbirlerini haberdar etmişler durumdan. Bizim taksici de onun için bizden 100 TL. istemiş. Sinop’un o bomboş sokakları çınlamaz mı Recai’nin bu patronluğundan. Midemize kramplar girdi… Yokuş yukarı iki büklüm gidiyoruz…Harika bir Sinop hatırası…Fıkra gibi.

Sabah kahvaltısını yine otelin denize nazır olan salonunda yaptık. Taksi muhabbeti kahvaltıda da devam etti. Duyanlar duymayanlara duyuruyordu…Saat 09’da otobüs hareket etti. Hedef Sinop Cezaevi.

Sinop

Cezaevinin bahçesineyiz. Rehberimiz Mehmet Doğan Öz önce Sinop’un tarihi hakkında bilgiler verdi: “M. Ö. 8. yüzyılda Ege kıyılarından gelen Miletliler, Sinop'a yerleşirler ve şehre Sinope adını verirler. Yunan dilinde Sinope ırmak tanrısının kızının adıdır.
Sinop Türkler tarafından ilk olarak Anadolu Selçuklu Devleti’ni kuran Süleyman Şah’ın komutanı olduğu bilinen Emir Karatekin tarafından ele geçirilmiştir.
Daha sonraları Sultan Keykavus Sinop’ta yaptığı teşkilat ve tayinlerle şehri kısa zamanda bir Türk ve Müslüman beldesi haline getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde devletin başlıca deniz üssü haline gelmiştir. Kırım’a doğru yapılan seferlerde üs olarak kullanılmış, Karadeniz’deki donanma için kışlak hizmetini görmüştür. Sinop Kalesi ve surlar şehrin en önemli tarihi kalıntılarıdır. Sinop Arkeoloji Müzesi'nde Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserler sergilenmektedir.

Sinop Cezaevi

Dört bin yıl öncesinde inşa edilen bu yapı, 14. yüzyılda zindan olarak kullanılmaya başlanmış. 1887 yılında resmi olarak zindana dönüştürülmüş. 1999'a kadar sayısız hükümlü burada alıkonulmuş.
Devasa büyüklüğü ile dikkat çeken cezaevi, Grek, Pontus, Roma ve Bizans uygarlıkları tarafından da kullanılmış. Hapishanenin üç tarafı denizlerle çevrilidir. Hapishaneden kaçış pek mümkün değildir. Bu zamana kadar 2 kişi kanalizasyon yoluyla hapishaneden kaçmayı denese de bu deneme başarısız olmuş ve ölümle sonuçlanmıştır. Üç yanı denizle çevrili olduğundan mahkumlar yüksek nem oranına maruz kalmaktadırlar.

Veysel Paşa tarafından yaptırılan hapishanenin taş hamamı günümüzde hâlâ yerini korumaktadır.
Sinop Cezaevi, 1999 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından müzeye çevrilmiştir. Devasa hapishanenin daracık zindanları, labirent şeklindeki koridorları, 40 asırlık zamana meydan okuyan demir kapıları oldukça etkileyicidir.”

Oldukça ürpertici bir yanı var cezaevinin. Ne olduğunu tam olarak anlayamadığımız ağır bir koku hâkim odalarda. Rutubet kokusu sinmiş sanki. Kocaman kocaman koğuşları var. Duvarları aşınmış. Parmaklıkları paslanmış. Odalarda mahkumlar sizinle konuşuyor sanki. Her biri kendi hüzünlü hikâyesini anlatıyor. Bazlarını zindana atmışlar ve prangaya vurmuşlar. Küçücük bir oda, penceresi de yok. Mahkûm burada zincirlere vurulmuş. Kocaman bir demir kapıyla da kapatılmış üzerinden mahkûm. Hangi suçu işlerse işlesin böylesine işkence kabul edilemez.

Çocuk ıslahevi, kadınlar koğuşu, metrelerce yükseklikteki taş surlar, gözetleme kuleleri, tarihe meydan okuyan demir kapılar…,

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nde bu zindandan şöyle bahsediyor; "Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Allah  korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”

Zaten Sabahattin Ali’nin yazdığı şiirlerinden anlıyorsunuz cezaevinin insanlar üzerinde bıraktığı travmaları…Hapishaneyi gezip te etkilenmemek mümkün değil.

Sabahattin Ali

Zamanın en önemli tecrit noktalarından biri olan Sinop Cezaevi günümüzde Sabahattin Ali ile birlikte anılır. Sabahattin Ali’nin kaldığı koğuşun duvarlarında eserleri asılıdır. Ali’nin, Kuyucaklı Yusuf ve Aldırma Gönül eserlerini burada yazdığı bilinmektedir.

Teselli Ağacı

Rehberimiz fotoğraf çekmek için 20 dakika zaman verdi. Hapishanenin o ürperten atmosferinden kurtulmak için, ben eşim ve birkaç arkadaş hemen çıkış kapısının yakınındaki kahve gibi bir mekâna girdik. Biraz soluklanmak ve bir şeyler içmek için. Orada hediyelik eşyalar da satılıyor… Hoşsohbet bir bayan hizmet ediyor müşterilerine..., hapishanenin bahçesinde olan dut ağacının hikayesini anlattı bize: Dut ağacını oraya Hüseyin Pehlivan adında bir mahkûm dikmiş. Hüseyin Pehlivan Kafkas göçmeni bir ailenin 3 çocuğundan biriymiş. 21 yaşında kan davası belasından cezaevine düşmüş. Hapishanedeki imkanlardan yararlanarak okuma yazma öğrenmiş. Kendini geliştirmiş. 1969 yılında çıkan af ile de cezaevinden çıkmış.

İşte bu Hüseyin Pehlivan; 1959 yılının bir gününde hapishane müdürüne şöyle bir mektup yazmış:
Müdür de çağırmış Pehlivan’ı;
- Pehlivan maruzatım var diye yazmışsın, söyle bakalım neymiş senin maruzatın” demiş.
- Pehlivan; “Sayın müdürüm, ben bir dut ağacı dikmek istiyorum.”
- “Nereye dikeceksin? Neden dikeceksin ve ne yapacaksın dut ağacını? Yani dut büyüyecek, dut verecek, herkes bunun dutundan yiyecek, sana da dua edecek öyle mi?”
- “Müdür Bey öyle değil, aslında hem öyle hem de başka anlamı var”
- “Başka ne anlamı var?”
- “Dut ağacı büyüdüğü zaman 20 sene, 30 sene, 50 sene sonra, neyse kaç yıl sonra olursa olsun, büyüdüğü zaman buraya gelen mahkumlar diyecekler ki; bu dut ağacını diken kişi idam mahkumuymuş, müebbet cezaya çarptırılmış ve idamdan kurtulmuş. Müebbet cezayı da bitirmiş çıkmış buradan diyecekler. Bu şekilde teselli kaynağı olacak onlar için. Ben bunu düşünüyorum, ben de daha ümidimi yitirmedim, ben bir gün çıkacağım buradan hiç ümidimi yitirmedim müdürüm. Onlar da ümitlerini yitirmeyecekler” demiş Pehlivan.
Müdür de etkilenmiş olmalı ki, Pehlivan’a;
-“Peki Pehlivan dış bahçenin bir yerine dik” demiş.
Ve Hüseyin Pehlivan dut ağacını dikmiş bahçeye. Ağacın adına “teselli ağacı” koymuşlar mahkumlar.

Aradan 10 sene geçmiş dut ağacı büyümüş, yeşermiş ve meyvesini de vermiş. Pehlivan da 1969 yılında aftan yararlanarak tahliye olmuş. O bahçede gördüğünüz dut ağacı işte o ağaçtır. “
Bu hikâyeyi rehberimiz de anlatmıştı içerde, tekrar dinledik. Ağlayalım mı sevinelim mi bilemedik. Yaşanmış öyle çok hikayeler varmış ki, Sinop Cezaevi’nde anlata anlata bitirilmezmiş.

Fotoğraf çekmek için içerde kalan arkadaşlarımız da geldiler, çaylarını da içtiler ve rehberimiz “haydi yolcu yolunda gerek “ dedi ve üştük peşine.

Diyojen

Yol boyunca herkes yanındaki arkadaşına Cezaevinde edindiği malumatı aktarıyordu. Derken bir heykelin önünde durduk. Rehberimiz Mehmet anlatmaya başladı: “Sinop'un en önemli hemşerilerinden biri ünlü düşünür Diyojen'dir. Diyojen M.Ö. 412’de Sinop’ta doğdu. Babası şehrin ünlü bir bankacısıydı. Kuyumculukla ilgilenirdi. Baba-oğul iş birliği içinde altın gibi değerli madenlerin içine demir-bakır-nikel gibi değersiz madenler karıştırıp kalpazanlık yaptıkları için Atina’ya sürülmüşlerdi.
Atina’ya yerleştikten sonra, erdemli bir insan olmayı savunan filozoflardan biri olan Diyojen; babasıyla yaptığı kalpazanlıkları hatırlatanlara “Bu doğrudur. Bir zamanlar size benzemem gerekmişti ve sizin gibi olmuştum. Ama siz benim şu an olduğum duruma asla gelemezsiniz.” şeklinde cevap verecekti.
Diyojen, sıradan, düşünmeyen, sorgulamayan, vurdumduymaz insanlardan nefret eder ve onları çok küçük görürdü, adam yerine koymazdı. Bir gün öğle vakti elinde fenerle sokakta gezerken, “neden yaktın gündüzün bu vaktinde bu feneri?” diye soranlara “Adam arıyorum! Adam!” cevabını vermişti.
Diyojen, sokakta fıçının içinde yaşardı. Su tasından başka eşyası da yoktu. Bir gün çeşme başında avucu ile su içen çocuğu görünce, elindeki tası da bırakmıştı. Ona da ihtiyacının kalmadığını anlamıştı.

Diyojen’in Tarihe Damga Vuran Sözleri

“Dışarıdan güçlü gözüküyor olabilirsin, ama savaşlar içeride kazanılır.”
“Birinin ne kadar akıllı olduğunu nasıl anlarsın” diye soranlara. “Konuşmasından” der. “Peki adam ya hiç konuşmazsa?” Diyojen cevaben; “O kadar akıllı olanına rastlamadım daha” der.

Bir gün Büyük İskender Diyojen’le karşılaşır. İskender:
-“Benim kim olduğumu biliyor musun? Ben İskender’im!”
-“Ben de Diyojen’im”
-“Ben Makedonya Prensiyim. Bana neden selam vermezsin?”
-“Sen benim esirimin esirisin. Sana neden selam vereyim ki?”
-“Ne demek istersin be adam?”
-“Bak ben nefsimi kendime esir ettim. Hiçbir Dünya malında gözüm yok. Nefsimin istediği hiçbir şeyi yapmıyorum. Oysa sen, nefsine esir olmuşsun. Gözün güç, altın, para ve toprakta.”
-“Benden hiç korkmuyor musun sen?”
-“Sen nasıl bir adamsın? İyi misin? Kötü müsün?”
-“İyiyim tabi ki”
-“Neden ben iyi bir adamdan korkayım ki?”
-“Sevdim seni, dile benden ne dilersen”
-“Güneşimi kapatıyorsun. Gölge etme, başka ihsan istemem senden.“

Bu cevap Pencüzerine dünyanın en güçlü adamı İskender, yanındakilere döner ve der ki; “Eğer İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim.”

Evet, rehberimiz sevgili Mehmet Doğan Öz kardeşimizden bu hikayeleri Sinop’ta fıçının içindeki Diyojen’in önünde dinleyince bir hoş olduk. Biraz önce Sinop Hapishanesi’nden çıkmıştık. Penceresiz, rutubetli, karanlık o daracık hücrelerde kalın zincirlerle prangalara vurulan o mahkumları ve onların ruh hallerini hissetmiştik, empati yapmıştık. Şimdi de Diyojen çıktı karşımıza ve ondan da alacağımız dersleri aldık. Ayet şöyleydi: “Yeryüzünde gezin dolaşın ve ibret alın.”

Ve biraz sonra rehberimiz biliyor musunuz Sinop’ta trafik lambası da yoktur demez mi... Nasıl ya…O ana kadar dikkat etmemiştik. Evet trafik lambası da yok Sinop’ta (2018)…Trafik sağdan akıyor. Herkes birbirinin hakkına riayet ediyor. Klakson sesi de duymadık. Ve aynı zamanda Sinop, Türkiye’nin en mutlu insanlarının yaşadığı şehirlerindenmiş. Sinop geldiğimiz günden beri bizi şaşırtmaya devam ediyor. Dün akşam başka şeyler, bugün de başka başka şeyler. Bakalım bizi bekleyen başka sürprizler neler olacak Sinop’ta. Hedefimizde Alaaddin Camii ve Şehitler Çeşmesi var. Yürüyoruz hep birlikte…

Alaaddin Cami

“Selçuklulardan Alâeddin Keykubat'a ait olduğu bilinen Alaaddin Camii, 66 metre uzunluğunda ve 22 metre genişliğindedir. Duvarları taşla örülmüştür. Biri büyük olmak üzere ortasında 3, doğu ve batı taraflarında birer küçük kubbesi vardır. Cami kuzey tarafından 12 metre yüksekliğinde büyük bir duvarla çevrilidir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türkiye’de başlattığı yeni bir uygulama var. Bu camide de onu görüyorsunuz. Çocuklar babalarıyla ve anneleriyle birlikte geliyorlar camiye. Caminin köşesine çocuk oyun parkı var. Değişik oyuncaklarla zenginleştirilmiş bir park bu. Anne baba namaz kılarken çocuklar orada oynuyorlar. Camide yeni yeni arkadaşlar da ediniyorlar.”

Çok akıllıca yapılmış bir uygulama. Cami sadece namaz kılınan yer olmaktan çıkarılmış, asıl misyonunu icra etmeye başlamış. Uygulamayı başlatan başkana şükranlarımızı sunduk. Rehberimiz Mehmet Doğan Öz’den de cami ile ilgili geniş malumat aldık. Namazlarımızı cem ederek kıldık ve ayrıldık camiden. Yürüyerek sahile doğru indik. Sahilde dolaştık ama, hava rüzgârlı olduğu için tat vermedi biz de fazla açılamadık. Sahilde demirlemiş gemileri seyretmekle yetindik.

Şehitler Çeşmesi ve Osmanlı düşmanlığı

Şehitler çeşmesi var güzergâhımız üzerinde. Cumhuriyet kurulduktan sonra bazı çevrelerce bilinçli olarak Osmanlı düşmanlığı başlatılmıştır. Bunu biliyoruz. O kadar ki, bu düşmanlık zaman zaman okul kitaplarına kadar girmiştir. Padişahlar vatan haini ve Kızıl Sultan olarak beyinlere kazınmak istenmiştir. Sinop Şehitler Çeşmesi için de aynı karalama yapılmış. Şöyle ki; “Şehitler Çeşmesi 30 Kasım 1953’te Rus donanmasının Sinop’a yapmış olduğu ani baskın sırasında şehit olan Türk askerlerinin ceplerinden çıkan paralarla yaptırılmıştır. Meydan çeşmesi olarak yapılan bu çeşme bir kenarı 3.8 metre olan kare planlıdır. Kesme taştan yapılan çeşmenin üzeri kubbe ile örtülüdür...”

Çeşme ile ilgili yapılan bilgilendirme aynen böyle. Yani çeşme şehit olan “askerlerin cebinde kalan para ile yaptırılmış.” Ne kadar çirkin bir iftira. Osmanlı bu bilgilendirmeyle kefen soyucu durumuna düşürülmüştür ve aşağılanmıştır.

Rehberimiz işin aslını, Sinop üniversitesi Su Ürünleri Su altı Teknolojileri bölümü Öğretim Görevlisi Rasim Yaşar Tarakçı’dan aktardı bize. Şöyle ki: “Bugüne kadar halk arasında yanlış bilgilendirmeler sonucu, çeşmenin şehitlerin cebinden çıkan paralarla yapıldığı' anlatılmıştır. Bu Osmanlı’yı küçük düşürmek amacıyla uydurulan bir hikâyedir. Osmanlı bu uydurma ile ölü soyucu olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Böyle bir şey asla söz konusu değildir. Zaten şehitlerin cebinden para çıktığını düşünmek bile yanlış olur. O insanlar sadece hayatlarını kurtarmak için, her şeylerini bırakıp denize atlıyorlar. Şehitlerin o dönemde şalvarlarının içinde cepleri olduğunu bile düşünmüyorum. 'Şehitler Çeşmesi'nin yapımı için hesaplanan 107 bin Kuruş'un 50 bin kuruşunu, Osmanlı padişahlarının otuz birincisi ve İslam halifelerinin doksan altıncısı olan Abdülmecid Han kendi cebinden karşılarken, geriye kalan 57 bin kuruşu da dönemin yüksek rütbeli memurlarının yaptığı bağışlarla gerçekleşmiştir. Çeşmenin mermerleri İstanbul'da yapılarak, posta gemisi ile Sinop'a getirilmiştir. Çeşme için aranan su ise Sinop merkeze yaklaşık olarak 5.5 km uzaklıkta bulunan 'Sultan Pınarı' nda bulundu. Bu su aynı zamanda kale surları içerisinde bulunan 'Kuru Çeşme' ye de su vermektedir. Çeşmenin ön yüzünde bulunan iki adet 'Tuğra' Abdülmecid Han’a aittir.” Konu ile ilgili kitabenin aslının, Sinop Arkeoloji Müze Müdürlüğü Arşivi’nde olduğu biliniyor.

Bu kadarı da fazla. Dedim ya Sinop bizi şaşırtmaya devam ediyor diye.

Sinop Mantısı

Karnımız acıktı. Öğle yemeği yiyeceğiz. “Sinop Mantısını yemeden gitmek olmaz” dedi rehberimiz. Tavsiyeye uyduk…Teyzenin yerindeyiz. Garson yaklaştı, ondan tavsiye istedik; “Eğer ilk defa yiyorsanız karışık mantı deneyebilirsiniz” diye öneride bulundu. Öneriyi kabul ettik. Karışık mantı geldi, yarısı cevizli yarısı yoğurtlu olarak servisi yapılıyor. Sinop Mantısı’nın özelliği cevizli olmasıymış. Ceviz tereyağında kavrularak mantının üzerine ilave ediliyormuş. Müthiş bir lezzet. İlk defa cevizli mantı yiyoruz. Sinop’a gelip de Sinop mantısını yememek olmazmış gerçekten.
Tavsiye üzerine hediyelik olarak Boyabat ezmesinden de alarak Sinop’a veda ettik. Bir otobüs dolusu malzeme topladık iki günde Sinop’tan. Herkes geldi mikrofona ve gördüklerini, Sinop’un üzerlerinde bıraktığı olumlu ve olumsuz tesirleri anlattı. Ve sonrasında da Sabahattin Ali. Sinop Cezaevi’nde yazdığı ve Edip Akbayram’ın bestelediği o anlamlı şiir. “Aldırma gönül aldırma” koro halinde kaç kez söylenildi bu türkü bilemiyorum. Sadece söylemiyoruz türküyü, aynı zamanda yaşıyoruz. Gurbet ellerde yaşadığımızdan mıdır bilmem… Duygusallaşıyoruz ve göz yaşlarımızı tutamıyoruz…

“Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma

Dışarıda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma

Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma
…………………”

Yol güzergahımızda Kastamonu var.

Devam edecek