27 Nisan 2023 Perşembe

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI(VI-6); IGMG-NETU-ALPERENLER

Rüştü KAM Pandemi dedikleri ne olduğu belli olmayan o şey, ne menem bir şeyse öyle bir vuruş vurdu ki; feleğimiz şaştı. İnsanların sosyal hayatları altüst oldu. Ne misafirliğe gidilebildi ne de misafir ağırlanabildi. Sivil Toplum Kuruluşlarının kapısını dahi çalan olmadı. Camilerde komik görüntüler meydana geldi. Namazda saf tutarken önden-arkadan ve yanlardan 1.5 metre boşluk bırakılıyordu. Bir de maske var ki; mafya filmlerindeki gibi. Kimi siyah, kimi beyaz, kimi çiçekli, değme gitsin. Gülüyor musun, ağlıyor musun, selam mı veriyorsun o belli değil. Tanımıyorsun bile karşındakini. Omuz omuza-diz dize olmayınca cemaat mı olunurmuş. Olunmuyordu zaten. Cemaat olmanın amacı ortadan kalkmıştı. İnsan sağlığını koruma adına yapılıyordu bütün bunlar. Modern işkence. Ben o kadar insan tanıyorum etrafımda aşı falan da olmadılar. Ölmediler de. Pandemi zamanında bilhassa dernekler çok zor durumda kaldılar. Üyeler derneklere uğrayamadı, iki kişinin bir araya gelmesi yasaktı. Derneğin kapısından içeriye giren olmayınca dernekleşmenin amacı da ortadan kalkmıştı. Herhangi bir etkinlik yapılamıyordu, oturup konuşulamıyordu, sohbet edilemiyordu. Sinema yoktu, tiyatro yoktu, eğlence yoktu. Evde duracaksın dışarıya çıkmayacaksın. Televizyonun başında, eşinle çocuklarınla kavga edeceksin. O programı değil ben bu programı seyredeceğim, ben haber izleyeceğim, ben magazin…Aile faciası. Şimdi düşünüyorum da 21.yy’da bu işi nasıl başardılar? İnsanları eve nasıl kapatabildiler. Söylenen komplo teorileri doğru muydu? İnsanlar kobay olarak mı kullanıldılar? Devletlere yön veren kapitalistlerin, emperyalistlerin cepleri mi doldu yine? Cevabı olmayan soruları, artarda sormak elbette mümkün… Ancak boşuna çaba…Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur… Konumuz COVİD/19 değil, değil olmasına değil de bu komplo teorileri ya doğruysa; insanlardan çalınan o üç yılın hesabını kim verecek, sorulmayacak mı o kan emicilere hesap. Hesap soracak bir Molla Kasım Efendi çıkmayacak mı? Birilerine mutlaka bu işin hesabı sorulmalıdır. Kocaman 3 yılın hesabını kim verecek. Sağlığı bozulan insanların, aşı yüzünden öldüğü söylenen insanların hesabını diyorum… Sene 2023. Nihayet COVİD/19 bitti dediler. Dediler demesine de o dağılan insanları toplamak, eve kapatılan insanları evden çıkarmak o kadar kolay değil. İnsanlar bu olup bitenlerden sonra kara kara düşünürken, Müslümanların imdadına Ramazan ayı yetişiverdi. Bin aydan daha hayırlı olan ay. Bu ay, hareketlendirdi Müslümanları. Onları evden çıkardı ve bir araya topladı. Müslümanların yüzü gülmeye başladı. İftar sofraları kuruldu, lokmalar döküldü, teravih namazları kılındı. Hatimler indirildi, mukabeleler okundu. Genç- ihtiyar, kadın-erkek herkes camileri ve sofraları şenlendirdi. Dernekler, kapılarını iftar sofrası kurmak için açtılar. Ortalık şenleniverdi. Çünkü İslâm, ferdiyetçiliği esas alan bir din değildir. O yardımlaşmayı esas alan, cemaatleşmeyi esas alan, başkasının derdiyle dertlenmeyi esas alan bir dindir. Cemaat olmayınca, cami olmayınca üçüncü kişilere dokunmak o kadar kolay olmaz. Olmadı da zaten. İftar sofralarına insanlar; din, dil, ırk ayırımı yapılmadan; Resmi- gayri resmi, Alman, Türk, Suriyeli, Afganistanlı, Afrikalı ayırımı yapılmadan davet ediliyordu. Sofralar rengarenk oldu. Müzik dinletileriyle ruhlara hitap edilmeye çalışıldı. Bazı sofralarda canlı müzik bile yapıldı. İftar öncesi ve sonrasında günün anlam ve mahiyeti ile ilgili konuşmalar yapılıyordu. Yardıma muhtaç olan insanların, mülteci durumuna düşürülen insanların ellerinden tutulması gerektiği vurgulanıyordu. İnsanlara önce insan oldukları hatırlatılıyordu. Asrın felaketi olarak nitelendirilen Merkez üssü Pazarcık olan Kahramanmaraş depreminin yaralarının sarılması gerektiği hatırlatılıyordu. İnsanlar ayni ve nakdi yardıma davet ediliyordu. Çünkü Yaratıcı, Müslümanlardan cömert olmalarını istiyordu. Bunun için üçüncü kişilere dokunulması gerekiyordu. Beni sokmayan yılan bin yaşasın diyemezdi Müslüman. Yaraların sarılması gerekiyordu. “İlaç acılardan alınacaktı.” IGMG İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) teşkilatları da Ramazan ayının bereketinden istifade etmek için İftar Sofrası kurmuş. Kendi salonunda kurmuş bu sofrayı. Ben de davet edilmeye başlandım o sofraya. Başkan Hasan İstanbul’un sünneti böyle. Sofranın organizesini Mahmut Nedim Erul yapmış. Sevdiğim bir delikanlı. Nerede karşılaşırsak karşılaşalım saygısını esirgemez. Gelir hal hatır sorar. Genç bir girişimci. Millî Görüş Teşkilatlarının rahle-i tedrisatında yetişmiş. Allah sayılarını artırsın. Fatih Küçüğün okuduğu Kur’an tilavetiyle başlayan program, IGMG Berlin bölge başkanı Hasan İstanbul’un mesaj dolu konuşmasıyla devam etti. Fatih Küçük de IGMG’nin yetiştirdiği bir delikanlı. Kıraati iyi idi. Devlet de oradaydı halk da oradaydı. Büyükelçi Ahmet Başar şen ve Başkonsolos Rıfkı Olgun Yücekök de iftar sofrasındaydı. Bir vücut haline gelinmişti. Devlet ile halk bütünleşmişti. Ramazan ayı boyunca davet edildiğim her sofrada gördüm ben, o özlenen bütünleşmeyi. İş adamları derneği, NETU’ da gördüm. Alperenler Derneğinde gördüm. Türk Eğitim Derneğinde gördüm. Davet edildiğim Her sofrada gördüm. Eller birlikte havaya kalkıyor, dudaklar birlikte Allah’a niyaz ediyordu. “Allah’ım Sen’in rızan için tuttuğumuz orucumuzu kabul eyle, birlik ve beraberliğimizi daim eyle.” Göğsüm kabardı. İçim içime sığmadı. İşte budur dedim. Devlet ve millet elele olunca, sırtı yere mi gelirmiş Müslüman Türk Milletinin, dedim. Yıllardan beri özlemini çektiğimiz tablo bu değil miydi? Dedim. Eski günlerim olsaydı; şöyle arkama yaslanır ve yanında demli çayımla birlikte cigaramı tüttürür dumanını boşluğa salar ve başlardım dumanı takip ederek hayal kurmaya. Ben 15 yaşımdan beri sivil toplum kuruluşlarının içinde yer alan birisiyim. Dînî ve millî duygularla beslendim. Büyük doğu nesli derlerdi bize. Tarihine, geçmişine küfreden, mandacılığı esas alan, ruhları satılmış nice gruplarla monşerlerle mücadele ettik biz. Benim, uğruna mücadele verdiğim davamın bana sunacağı o güzelim günlere kavuşamayacağım diye üzüldüğüm günlerim oldu. Evet yaşım yetmeyecek diye üzüldüğüm günlerim oldu. O kadar ağaç diktim, meyvelerini göremeden bu dünyaya veda mı edecektim? Mevla’m nasip etti bugünleri de gördüm. Daha güzel günlerin ufukta göründüğüne de şahit oluyorum. Ben Mevla’mdan daha ne isteyebilirim ki;… “Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” Biz Üstad Necip Fazıl’ın bu dizeleriyle yetiştik. Bizim amacımız Sakarya’yı ayağa kaldırmaktı. Bugün, devlet halkıyla bütünleşmeye başlamış, halkının kültürünü yok saymıyor, aksine tarihini ve kültürünü canlı tutmaya çalışıyor. Üniversitelerde ikna odaları kurulmuyor artık. Herkes inancını özgürce yaşama fırsatı bulmuş. Alevi’si ben Alevi’yim diyebiliyor, Sünni’si de ben Sünni’yim diyebiliyor, yıllarca baskılanan Kürt halkı kendi lisanına kavuşmuş, kendi dilinde müziğini dinleyebiliyor, televizyonunu seyredebiliyor. Devlet kurumlarında, devlet millet kaynaşmasının başlaması Sakarya’nın ayağa kalkmasının işareti değil midir? Elhamdülillah… NETU İftar sofrasını NETU Berlin bölgesi kurmuş. Oraya da davet edildim. Yemekleri mükemmeldi. Sıradan bir yemek değildi. Pilav üstü kavurma değildi. Karides bile vardı sofrada. Yemekleri İlkay Bey yapmış. Antic Roma Restoran. Burada bir tespitimi söylemeden geçemeyeceğim. Davet edildiğim bütün sofralarda. Çay ikram edildi. Üzülerek söylemeliyim ki, hiçbirisi Çaykur Çayı değildi. Türklere ait bir vurdumduymazlık, aymazlık var. Kendi değerlerimize sahip çıkarak ancak var olabiliriz, varlığımızın devamı kimliğimize sahip çıkmakla olur. Bilhassa iş adamları derneğinde Çaykur Çayı’nın olmaması, ismi Millî Görüş olan bir sivil tolum kuruluşunda Çaykur Çayı’nın olmayışı, ismi Alperen olan bir misyonun temsilcisi olan dernekte Çaykur Çayı’nın demlenmemesi manidar değil midir? O demlenen çaylara verilen paralar dolaylı olarak İngiltere’ye gidiyor ve İngiliz politikası olarak bana geri dönüyor. Bu kadarını da düşünemiyorsak, derneklerimizin adı ne olursa olsun, bizler de monşerleşmişiz demektir. NETU’nun Berlin Bölgesi genç girişimcilerden oluşuyor. Pırıl pırıl gençler gördüm orada. Bir idealleri var belli. Onlar da pandemiden şikayetçiler. Pandemi sonrasında ilk iftar sofrasıymış bu kurulan sofra. Bu gençler Berlin’de doğup büyüyen gençler. Dinlerine ve dillerine sahip çıkıyorlar. Kimliklerini muhafaza ediyorlar. Sahip oldukları ekonomik gücü de kontrol edebilirlerse, şımarmazlarsa, parayı kontrol edebilirlerse geleceğin inşasında söz sahibi olabilirler. Ama büyüklerinin yaptığı gibi kazançlarını Berlin’in dışında yatırımlara dönüştürmeye devam ederlerse, infaklarını Berlin’in dışında değerlendirmeye devam ederlerse, o zaman Almanya’da yapabilecekleri fazla bir şey olmayacaktır. Bugün olduğu gibi iftar sofraları kuracaklar, bildik ritüellerle iftarlarını yapacaklar ve lüks arabalarıyla Berlin sokaklarında dolaşacaklardır. Açılış konuşmasını genel sekreter Önder Coştan yaptı. Önder Coştan sosyoloji okuyan bir genç. İş adamı değil. Coştan açılış konuşmasında, “NETU’nun güçlü bir sosyoekonomik aktör olarak toplumun bütün kurumlarına ve bilhassa ekonomi dünyasına hayırda yarışma ilkesi doğrultusunda projeler ürettiğini belirtti. Sonrasında, NETU Berlin Başkanı Bülent Göktekin’i konuşmasını yapmak için kürsüye davet etti. Göktekin Avukat. Almanya’da doğmuş, hukuk tahsilini de burada yapmış. Genç ve ideali olan bir başkan. Göktekin hâzırûnu selamladıktan sonra şunları söyledi: “NETU Berlin 1994 den beri üye şirketleri ile iş dünyası arasında ağ oluşturma, deneyim ve tecrübe alışverişini sağlama ve iktisadi gelişim konularında üyelerine platform sunmak gibi hizmetler veren bir kurumdur. Bu hizmetlerimizi ve çalışmalarımızın önemli bir bölümünü Bildungsträger dediğimiz eğitim merkezi olarak sertifikalandırdığımız NETU Akademi ile daha profesyonel ve kurumsal bir yapıya ulaştırdık. Aynı zamanda işverenlerimizin giderek artan eleman ihtiyacına çözüm amaçlı vasıflı eleman tedarik projemizi- "Fachkräfteprojekt'i" hayata geçirdik. Bu minvalde federal ve eyalet bakanlıklarıyla yürüttüğümüz çalıştaylar ve ortak projelerimiz devam etmekte. Yine Berlin eyalet bakanlığı ile beraber düzenlediğimiz ve yabancı kökenli işletmelerin katılabileceği "Vielfalt Unternimmt" yarışmasına bütün üye veya üye olmayan şirketlerimizi davet ediyoruz. Sosyoekonomik aktör olarak 30 senedir iş dünyasının nabzını tutan NETU, pandemi, savaş, ekonomik daralma, enflasyon ve hayat pahalılığı gibi zor süreçlerden geçti. Buna rağmen iş ve ekonomi dünyasına uygun çözümler ve projeler üretti. Hem birey hem toplum olarak hepimiz zor zamanlardan geçiyoruz. Ne kadar iş hayatımıza odaklı yaşasak ta, asrın felaketi dediğimiz akıl almaz yıkım ve acılara sebep olan bu deprem bir kez daha gösterdi ki, biz insanlar kendisine, çevresine ve yaratıcısına karşı sorumluluk taşıyan varlıklarız. Bu bilinci Ramazan ayı ile daha da iyi anlıyoruz. Ramazan ayı aç ve susuz kalma ayı değildir. Ramazan en başta on bir ay boyunca bozduğumuz kulluk ayarlarımızı olması gereken frekansına getirme, ruhumuza bahar dirilişini yaşatma ve farkındalık kazanarak duyarlı bir insan olma ayıdır. Ramazan ayı denildiğinde, her ne kadar ilk akla gelen şey oruç ibadeti olsa da esasen ramazan, her şeyden önce vahyin indirilmeye başlandığı aydır; dolayısıyla ramazan her şeyden önce Kuran ayıdır. En başta Allah ile sonra da Allah'ın âlemlere rahmeti olan Kuran ile ilişkimizi gözden geçirme ayıdır. Vahiy ile insanlığımızı ve inancımızı güncelleme ayıdır. Hayat rehberimiz Kuran ile yüzleşme ve kendimizi Kuran'a arz etme ayıdır. Kuran'a dönüp, "Acaba ben ne oranda Allah'ın razı olacağı bir kulum" sorusunu sorma ve bu sorunun cevabını Kuran ayetlerinden bulma ayıdır. Ben teşrif buyurdukları için sayın Başkonsolosuma tekrar şükranlarımı bildirip, bu ramazan ayının topluma barış, huzur ve hoşgörü getirip hayırlara vesile olmasını diliyorum.” ALPERENLER Berlin Alperenler Derneği. Muhsin Yazıcıoğlu’nun açtığı çığırdan yürüyen bir dernek. Ahmet Yesevi terbiyesiyle yollarına devam ediyorlar. Misyonu olan bir dernek. İftar sofrası kurmuşlar. Kendi salonlarında ağırladılar misafirlerini. Genç bir delikanlı spikerlik yapıyor. Muhsin Yazıcıoğlu’nun hapiste yazdığı ‘üşüdüm’ şiiriyle açtı iftar sofrasını. Gençliğimi hatırladım. Ben de gençliğimde nice değerleri kürsüye davet ettim. Konuşmacıları kürsüye davet etmeden önce davet deşeceğimiz kişinin konumuna uygun şiirler seçer ve o şiirleri okuyarak davet ederdik. 1970’li 80’li 90’lı yıllardan bahsediyorum. Aynı gelenek devam ediyor anlaşılan. İdealist olmak böyle bir şey. Sonrasında Kur’an kıraat edildi. Ezanın okunmasıyla kaşıklar çorba kasesine daldırıldı. Yemekleri Türkiyem restoran yapmış. Lezzeti yerindeydi. Sahipleri Halil ve Hasan Kaya kardeşler de oradaydı. Başkan Salih Tuncer Deprem bölgesinden gelmiş. Kendisinden deprem sonrası hakkında taze bilgiler edindik. İç açıcı bilgiler vermedi bize. İçimiz yeniden burkuldu. Allah böylesine bir felaketi bir daha yaşatmasın. Âmin. Bitti

KİLİSE'DE BAYRAM NAMAZI 1965

-Öyle Geçer ki Zaman- Köln'de Dom Kilisesi'nde kılınan Ramazan bayramı namazının hikayesini biliyor musunuz? Köln’deki tarihi Dom Kilisesi’nde 1965 yılında kılınan Ramazan Bayramı namazı, demokrasinin, hoşgörünün, gurbetteki insanları anlamanın ve dinlerini yaşamalarına izin vermenin en güzel örneklerinden biri olarak tarihi bir anlam taşıyor. 1965 yılının ilk günlerinde Köln’deki Türk işçilerinin tatlı bir telaşı vardır. Yaklaşan Ramazan Bayramı için bayram namazını kılacakları geniş ve kapalı bir mekan ararlar. Düşünüp taşınırken akıllarına birden sürekli önünden geçip gittikleri tarihi Dom Katedrali gelir. Hem yeterince büyük hem de en nihayetinde bir ibadethane diye düşünürler. Olurdu olmazdı derken inşası 632 yıl süren, Katolik dünyasının en önemli merkezlerinden biri olan Dom Katedrali’nde bayram namazı kılmak için girişimlere başlarlar. KATEDRAL YÖNETİMİNDEN BİR ÜYE İZİN VERİR Hemen işçilerden bir heyet oluşturulur. Katedrale giderek isteklerini iletirler ve çok geçmeden talepleri bir şekilde Kardinal Frings Denkmal’a kadar ulaşır. Katedral’de namaz kılınması fikri ilk başta şaşkınlıkla karşılanır, hatta tartışmalar çıkar. Aslında Türk işçiler arasında da bu fikri kabul etmeyenler vardır. Ancak katedral yönetiminden bir üyenin kararıyla beklenen izin çıkar. “NAMAZLIK VE BATTANİYELERİNİZLE, TEDARİKLİ GELİNİZ” 3 Şubat 1965 günü bayram namazı Dom’da kılınacaktır. Yusuf Topçu ve İbrahim Toparslan’ın başını çektiği heyetin önünde iki hafta vardır. Bu haberi Köln’deki 15 bin Türk’e duyurmaları gerekmektedir. Her gün defter yapraklarına el yazıyla 50-60 tane ilan yazıp Türk işçilerin kaldığı yurtlara dağıtıp, fabrikaların duvarlarına asarlar. Bir bisiklete binerek tüm Köln’ü birkaç gün içerisinde dolaşırlar. İlanlarda herkesin hazırlıklı olarak en münasip şekilde gelmesi rica edilir. Ve beklenen bayram günü gelir. Günlerden çarşambadır… Türk işçileri tıraşlarını olmuş, takım elbiselerini giyinmiş halde Dom’da toplanmaya başlarlar. Yanlarında getirdikleri gazete ve örtülerle heykellerin üzeri kapatılır. 3 Şubat 1965 günü Dom’un kuzey yakasında yaklaşık 700 kişiyle bayram namazı kılınır. O an orada katedral görevlilerinin dışında ne olup bittiğini merakla izleyen gazeteciler ve çok sayıda Alman da vardır. Namaz biter, bayramlaşılır, küçük ikramlar yapılır. GAZETE MANŞETLERİ: TARİHİ BİR GÜNDÜ, DOM’DA EZAN SESİ Birkaç gün sonra Kölnische Rundschau “tarihi bir gündü” manşeti atar. Die Zeit, “Haçlı Seferi’ne gidenlerin uğurlandığı Dom’da ezan sesi” diye başlar yazısına ve şöyle der: “Türk işçiler Dom’da bayram namazı kıldılar. Giderken kilisenin yardım kutusuna para atıp öyle gittiler.” Birkaç gün sonra Kölnische Rundschau “tarihi bir gündü” manşeti atar. Die Zeit, “Haçlı Seferi’ne gidenlerin uğurlandığı Dom’da ezan sesi” diye başlar yazısına ve şöyle der: “Türk işçiler Dom’da bayram namazı kıldılar. Giderken kilisenin yardım kutusuna para atıp öyle gittiler.” Kaynak: Metropol FM

10 Nisan 2023 Pazartesi

“TÜRK’Ü VE TÜRK KÜLTÜRÜNÜ YAŞATINIZ. TÜRK’Ü VE KÜLTÜRÜNÜ TANIYAN TÜRK’E DÜŞMAN OLAMAZ”

Zülfikar KAM BERLİN- BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI(III-3) Berlin Türk Eğitim Derneği (TED) üçüncü iftarını verdi. Berlin’de Paskalya tatili olması münasebetiyle kalabalık bir katılımcının olduğu bu iftar sofrası; Halil Esmer’in okuduğu ezanla açıldı ve yine Halil Esmer’in yaptığı sofra duasıyla kaldırıldı. Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen ve Elçi Müsteşar Fulya Yücekök İftar Sofrasına konuk oldular. Yemekleri Türk Eğitim Derneği Kadın Kolları pişirmiş. Hayriye Kavak ve Nermin Civelek; Türk mutfağının vazgeçilmezi olan ‘Kuru Fasulye’ demişler bu iftarda. Yanında pilav ve turşu da vardı. Anteplioğulları Baklavaları’nın sahibi Cemil Solak ve eşi de baklavalarıyla iftara konuk olunca menü tamamlanmış oldu. İftar sofrasının hazırlanmasında gerekli olan malzemeler Euro Gıda’dan gelmiş. Celal İrgi Bey göndermiş. Et ve kıyma Kevser Kasabı’ndan ve Marka Helal Et Kasabı’ndan gelmiş. Battal Türkmen ve Fahri Kaynar göndermişler. Ayrıca bu iftar sofralarının açılması için bağış desteğinde bulunanlar da varmış. Bu bilgileri Rüştü Kam verdi. Rüştü Kam İlahiyatçılar Derneği ve iftar sofraları koordinasyon ekibinin başkanı. Büyükelçi Ahmet Başar Şen ve Elçi Müsteşar Fulya Yücekök iftardan önce misafirlerle sohbet ettiler. Asrın felaketi üzerine yapıldı sohbet. Sorular soruldu ve cevapları verildi. Böylesi bir felaketin bir daha yaşanmaması için temennilerde bulunuldu. Büyükelçi Şen Asrın felaketi ile ilgili şunları söyledi: “Deprem hepimizi etkiledi. 50.000’den fazla insanımız şehit oldu. 150.000’den fazla insanımız mağdur oldu. Almanya Türk Toplumu deprem konusunda çok hassas davrandı. Adeta bir yumruk oldu. Irk, din, dil, mezhep ayrılığı yapılmadan herkes Türk Milletiydi. 13 Başkonsolosluğumuzla birlikte yapılması gerekenleri yaptık. Kurulan Eşgüdüm gruplarıyla kadın, erkek, genç, ihtiyar herkes seferber oldu. Toplanan Ayni ve Nakdi yardımlar AFAD aracılığıyla devletimize ulaştırıldı. Almanya’nın üst düzey yöneticileri Elçilikte açtığımız taziye defterini imzalamak için sıraya girdiler. Ancak görevimiz bitmedi. Bu felaketin izleri ortadan kaldırılıncaya kadar yardımlarımız devam edecektir. Devletimiz vatandaşlarının yaralarını en kısa zamanda sarmak için görev başındadır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın”. Ezanın okunması ile birlikte bir an sessizlik oldu ve sonrasında birdenbire, kaşık sesleriyle sessizlik bozuldu. Çorbalar içildi ve yemekler yenildi. Arkasından tatlı ve çay geldi. Türk Eğitim Derneği’nin gençleri misafirlerine hizmette kusur etmediler. Yemek duasından sonra 15 dakika ara verildi. Verilen aradan sonra, Elçi Müsteşar Fulya Yücekök bayanlarla sohbet etmek için başka bir odaya geçti. Orada bayanlarla sohbet edecekmiş. Rüştü Kam söyledi bunu. Fizik mekân müsait olmadığı için böyle yapılıyormuş. Yoksa amaçları haremlik selamlık uygulaması yapmak değilmiş. Sonrasında Büyük Elçi Ahmet Başar Şen Türk Eğitim Derneği’nin en kısa zamanda büyük bir fizik mekâna sahip olması için temennide bulundu. Yemekten sonra Kam, derneğin faaliyetlerini anlattı. Kütüphane hizmetlerinden, gezi ve kamplardan bahsetti. 12,13,14 Mayıs 2023 tarihlerinde Prof. Dr. Ömer Özsoy ve Prof.Dr. Serdar Kurnaz ile bir eğitim kampı yapılacakmış. Berlin’e 50 km. mesafede bir göl kenarında yapılacakmış bu kamp. 9,10,11 Haziran’da da Almanya Türk İzleri adlı bir gezi yapılacakmış. II. Viyana kuşatmasından sonra Almanya’ya esir olarak gelen Türklerin izleri sürülecekmiş bu gezide. Rehberliğini de Dr. Latif Çelik yapacakmış. Kayıtlar başlamış. Başar Şen ikinci kez kürsüyü teşrif edince, Türk Eğitim Derneği’nin yaptığı ve yapacağı bu önemli hizmetlerden dolayı Rüştü Kam’a, teşekkür ederek başladı söze ve şöyle devam etti: ” Ben Almanya’daki Türk Toplumunun bir parçasıyım. Burada okudum, Büyükelçilikten önce Dışişlerinin değişik kademelerinde çalıştım. Görev yerim Almanya idi. Başkonsolos olarak da çalıştım burada. Yani ben sizden biriyim. Hem Büyükelçiliğimizin hem de Başkonsolosluğumuzun kapıları her daim vatandaşımıza açıktır. Meselesi olan kapımızı her zaman çalabilir. Ben Almanya Türk toplumu için elimden geleni yapıyorum. Yapmaya da devam edeceğim. Mâlumunuz seçim zamanıdır. Berlin’de üç kez seçim düzenledim. Tecrübeliyim. Vatandaşlarımız da seçimi önemsiyor. Katılım her seçimde biraz daha artmaktadır. Türkiye yurt dışında seçim düzenleyen ülkelerin en başarılısıdır. “Siyasete katılmak çok önemlidir.” 27 Nisan- 9 Mayıs arasında seçim merkezlerinde oy kullanılacaktır. Toplam 26 merkezde oy kullanılacaktır. Siyasete katılmak çok önemlidir. Kendinizi önemli hissedebilmeniz için ve haklarınızın peşinden kovalayabilmeniz için mutlaka seçimlere katılmalısınız. Keşke çifte vatandaşlık kabul edilseydi de burada da seçimlere katılabilseydik. 60 yıldan fazla bu ülkedeyiz hâlâ yabancı düşmanlığı, Türk düşmanlığı yapılıyor. Bu yanlıştır. Hem de çok yanlıştır. Almanya Türk toplumu buraya entegre olmuştur. Olması gereken olmuştur. Yeni nesil iki ülkeye de bağlıdır. Ancak yeni neslin eksiklikleri vardır. Her şeyin farkında olarak yetişmelidirler. Farkındalık önemli bir şeydir. Dil ve din çok önemlidir. Dil unutulmamalıdır. Kültür unutulmamalıdır. Bugün burada kuru fasulye yiyoruz. Kuru fasulye bizim milli yiyeceğimizdir. Kültürümüzün bir parçasıdır. Dini ritüeller de dini yaşam da gereklidir. Bunun için dinin buyrukları da öğrenilmelidir ve böylece örnek bir insan olunmalıdır. Değerlerimize sahip çıkılmalıdır. Bu toplumun içinde kaybolmamamızın tek şartı vardır, o da kimliğimizi koruyarak yaşamımızı sürdürebilmektir. Kimlik önemlidir. Dil ve din, kimliği oluşturan iki ana unsurdur. Sözlerime son verirken şunları söyleyebilirim; değerlerinizi kaybetmeyiniz. Gücünüzü kaybetmeyiniz. Sağlığınızı koruyunuz. Mutlu olmak için gerekli olan şeyleri yapmaktan vazgeçmeyiniz. Ekmeğinizi bölüşünüz. Kardeş olunuz. Türk’ü ve Türk kültürünü yaşatınız. İnanın, bizi ve kültürümüzü tanıyan, bize düşman olamaz. Her konuda elinizi taşın altına koyunuz. Bana ne, demeyiniz. Egoist olmayınız. Paylaşımcı olunuz. Hırslarınızın peşine düşerek kendinizi kaybetmeyiniz. Ailenizi koruyunuz. Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları zamana göre hazırlayınız. Ben bugün burada aranızda olmaktan çok mutlu oldum. Beni ve Fulya Hanım’ı sizlerle buluşturduğu için Rüştü Kam Hocam’a çok teşekkür ediyorum. Günün menüsünü hazırlayan bayan kardeşlerime de çok teşekkür ediyorum. Mutfağımızın vazgeçilmezi olan Kuru Fasulye; yanında pilavı ve turşusuyla çok lezzetliydi. Elinize, yüreğinize sağlık.” Sunumdan sonra, Rüştü Kam tarafından Büyükelçi Şen’e ve Elçi Müsteşar Yücekök’e birer hediye paketi takdim edildi. Hatıra fotoğrafı çekilerek de tarihe not düşüldü.

8 Nisan 2023 Cumartesi

ÇAYKUR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ NE İŞ YAPAR?

-Yüce Mevla’m Türk Milletine her türlü nimeti vermiş; ancak kıymeti bilinmiyor- Rüştü Kam Türkiye yarımadalar ülkesidir. İki tanesi en büyüktür. Anadolu yarımadası ve Trakya yarı-madası. "Yalnız bir yanından, ana karaya bağlı, öbür yanları suyla çevrili kara parçasına yarımada denir."(TDK) Sanki Allah Türkiye coğrafyasını özene bezene yaratmış. Bu ülkede dört mevsim tamı ta-mına yaşanır. Yerin altı, madenleriyle, yerin üstü ise, tahıllarıyla, meyve ve sebzeleriyle oldukça zengindir. Bu yönüyle dünyanın gözü kulağı Türkiye’dedir. Tarihi süreç içinde de rahat bırakmamışlar bu toprakları. Kadim medeniyetler bir taraftan kurulmuş öbür taraf-tan yıkılmış bu topraklarda. Bu toprakların kıymetini bilenler gerektiğinde canlarını vermiş. Kıymetini bilmeyenler ise her devirde, başkalarıyla iş tutmuş. Sadece kendi çıkarları için bunu yapmışlar. Bundan dolayı da sürekli el değiştirmiş bu topraklar. Başkalarıyla iş tutanlar yine çoğalmaya başladı. Türkiye topraklarının kıymeti tarihte oldu-ğu gibi bugün de bazıları tarafından bilinmiyor. Tarih tekerrür ediyor. Bugün, Türkiye’ de var olan imkânlar doğru şekilde değerlendirilmiyor. Türkiye’ de üretilenler markalaştırıla-rak dünyaya tanıtılmıyor: Baklavası tanıtılmıyor, yoğurdu tanıtılmıyor, zeytini- zeytinyağı tanıtılmıyor, turşusu tanıtılmıyor, kahvesi tanıtılmıyor, üzümü- pekmezi tanıtılmıyor, tahini tanıtılmıyor ve çayı tanıtılmıyor. Hiç kimse tanıtım için elini taşın altına koymuyor. Herkes günlük kazancının peşinde. Ne koparırsa onu kâr sayıyor. Aşk yok, vizyon yok. Ben iddia ediyorum. Avrupa ülkelerinde yaşayan 6 milyon Türkiyeli olmasa. Türkiye ürettiği meyve ve sebzeleri de bugün olduğu kadar ihraç edemez. Ben Berlin’de yaşıyorum. Avrupa ülkelerinin yarısından fazlasını da gezdim. Gittiğim yer-lerde gözlemlemelerim oldu. Bilhassa gastronomi konusunda. Özellikle restoranlar da; Hint restoranlarında, Çin restoranlarında, Japon restoranlarında, Yunan restoranlarında, İran restoranlarında, Arjantin restoranlarında, Mısır restoranlarında vb. mekanlarda yaptım bu gözlemlemeleri. Yemek yedim oralarda. O işletmelerin sahipleri, kendi ülkelerinin sadece yemeklerini satmıyorlar, pazarlamıyorlar; mutfak kültürünü tanıtıyorlar. Yemek malzeme-lerini, servis için gerekli olan malzemeleri, tabakları, kaşıkları, fincanları, masa örtülerini kendi ülkelerinden getirmişler. Duvar desenleri de kendi ülkelerindeki kültür değerlerinden seçilmiş. İç dizayn da aynı titizlikle yapılmış. Seçilen müzik de kendi kültürlerinin müziği. Hatta bazı mekanlarda garsonlar giysileriyle de temsil ediyorlar ülkelerini. Örnekleri çoğal-tabilirim. Adeta, kendi ülkelerinin kültür elçisi gibi çalışıyorlar. Oralarda, Türk restoranlarına da gittim. Hâlâ gidiyorum. Berlin’de olduğu gibi oralarda da Türk mutfağından belli başlı yemekler var. Izgara çeşitleri ve döner. Bunun dışında fazla bir şey yok. İç dizayn ise sıfır. Dört masa sekiz sandalye koymuşlar ortaya. Duvarlarda Türk’e ve Türkiye’ye ait bir motif yok. Çoğu restoranda Türk kahvesi yok. Bazı restoran-lar da var ama onlarda makine kahvesi. Ne kokusu var ne köpüğü ne de yanında lokumu ve suyu. Fincanı da kalın ağızlı. Üzerinde Türk motiflerini ararsan bulamazsın, yok. Çay demliyorlar; Seylan çayı. O da ince belli cam bardak yerine büyük bardaklarda veya fin-canda servis ediliyor. Zevk yok. Estetik yok. Türkiye sevdalısı, Türk Kültürüne aşık, özverili, tanıtım için elini taşın altına koyan bir ba-bayiğide ben henüz rastlamadım. Belki vardır. Ama ben görmedim. Neden bu hale geldik, nasıl bu hale geldik? İnsan sadece midesini doldurmak için mi yemek yer? 1.000 yıllık kadim kültürümüz var bizim. Osmanlı Mutfağı gibi bir mutfak yok dünya-da. Kahroluyorum. İçim içime sığmıyor. Haksızlık etmeyeyim, bir tane gördüm; Avustralya’nın başkenti Kamberra (Canberra)’da bir restoran vardı. İslâm Toplumu Millî Görüş Teşkilatlarının Genel Merkezinde Eğitim Uz-manı olarak çalışıyordum o zaman. Konferans vermek için gitmiştik Yavuz Çelik Karahan’la birlikte. Karayoluyla Melbourne'den Sidney’e gidiyorduk. Başkente uğrayalım, çiğneyip geçmek olmaz dediler. Yemek de yeriz dediler. Olur dedik. Münasiptir dedik. Restorana merdivenle çıkılıyor. Daha merdivenlerden çıkarken Türk halılarıyla karşılaştık. Duvarlar Osmanlı hat sanatının, ebru sanatının, Türkiye’ye ait önemli yerlerin, tarihi eser-lerin örnekleriyle süslenmiş. Yemekler Osmanlı Mutfağı'ndan seçilerek hazırlanmış. Köpüklü Türk kahvesi ikram ettiler, közde pişiriliyor su ve lokumla servis ediliyor. İnanın, içecekleri sayarken Osmanlı şurubunu da sayıyor garson. Garsonlar Türk motifleriyle dikilmiş elbise-leri giymişler. Masa ve sandalyeleri de Osmanlı oyma sanatının ürünleri. İçeriye girdiğimizde Hafız Burhan söylüyordu: ‘Makber’. Türk sanat musikisinden örnekler-le yedik yemeğimizi. Gururlandım, duygulandım, büyülendim, dokunsalar ağlardım. Avust-ralya kıtasındayım. İşte budur dedim. Kültür elçiliği böyle olur dedim. Restoranın sahibiyle tanıştım ve kendisini tebrik ettim. Ben Denizliliyim. İlahiyatçıyım. Yazarım. Gazeteciyim. Ha-ber.com internet haber portalin-de haftada bir yazıyorum. Dini konularda yazdığım kadar kültürümüzle ve tarihimizle ilgili yazılar yazdığım da oluyor. Yıllardan beri Rize çayı üzerinde yazılar yazarım. Sesimi duyurabildiğim birkaç restoran oldu. Bildiğim bazı arkadaşlarım da evlerinde Rize çayı demlemeye başladılar. Berlin Büyü-kelçiliği’n de bile Rize çayı demleniyor artık. Bu konuda Büyükelçi Ahmet Başar Şen de duyarlılık gösteriyor ve beni hassasiyetimden dolayı takdir ediyor. 2021 yılında köşemde Rize Çayı üzerine bir tanıtım yazısı yazmıştım. Çaykur Genel Müdür-lüğünden aradılar ve tebriklerini sundular, ben de kendilerine bir teklifte bulundum. Büyü-kelçiliklere ve Başkonsolosluklara tanıtım açısından birer bakır kazan gönderirseniz üzerin-de Çaykur’un da logosu bulunan bir su kazanı ve yanında bakır demliği olan bir kazan, tanıtım açısında anlamlı olacaktır dedim. “Çok güzel düşünmüşsünüz teşekkür ederiz, Tür-kiye’ye geldiğinizde sizlerle karşılıklı bir çay içmek isteriz” dediler. Memnun oldum. Ülkem için güzel bir iş yaptığım için gururlandım. Ancak aradan iki seneye yakın zaman geçti. Ne kazan geldi ne de demlik. Zaman zaman o beni arayan makam sahibi kişiyi de aramama rağmen gelmedi. “İşte... biz oradaki temsil-cimize bu işi havale ettik, en kısa zamanda sizinle irtibat kuracaktır” gibi oyalayıcı mantıkla bugüne kadar geldim. 12 Nisan’da(2023) Kançılaryada kurulacak iftar sofrasına davetliyim. Büyükelçi Ahmet Başar Şen soracaktır bana; “Kazanlar nerede kaldı Rüştü Bey” diyecektir. Beyefendi’ye verecek cevabım olsun diye, bir hafta önce tekrar aradım o malum şahsı. “Yarın temsilci-mizle görüşüp seni arayacağım” dedi. Ben bir hafta bekledim ama ne arayan var ne de soran. Sonra da bu yazıyı yazmayı kendime görev bildim. 2022 yılının Ekim ayında Türk Eğitim Derneği’nin organize ettiği bir geziye katıldım. ‘Doğu Anadolu Kültür Gezisi’ ne. Kars’tan başladık geziye. Malatya’dan geriye döndük. Her ilde kaldığımız otellerde ve yemek yediğimiz restoranlarda tüketilen çayın Rize Çayı olmadığına şahit oldum. Neden Rize Çayı demlemediklerini sordum yetkililere. Cevap, “kaçak çay da-ha ucuza geliyor” oldu. Onlar Seylan çayına kaçak çay diyorlar. Orada arkadaşlarıma ve kendime ‘Çaykur Genel Müdürlüğü ne iş yapar?’ diye sordum. Cevap çok acı… Demek ki Türkiye’de, Türkiye’de üretilenlerin tanıtımı yapılmıyor. Tanıtım için otellere ve restoranlara gidilmiyor. Onlara gerekli indirimler ve ödeme kolaylıkları sağlanmıyor. Mekân sahiplerinin açıklamalarından anladığımız odur. Muasır medeniyetlerin seviyesine ulaşmaya çalışıyoruz yıllardan beri. O nemenem bir me-deniyetse bir türlü ulaşamıyoruz. Yönümüzü batıya çevirdiğimiz için kendimizdekini de unuttuk. Kompleks sahibi olduk. Kendisine ve kendi kültürüne düşman, yabancı, başka bir millet olmasa gerektir dünyada. İnsanları asimile etmeyi, savunmasız insanların üzerine bomba yağdırmayı, insanları ülkelerinde rahatsız edip mülteci durumuna düşürmeyi mede-niyet olarak görüyor bizim insanımız. Ben burada herhangi bir ülkenin çayını kötülemek için yazmıyorum bunları. Ben, benim ülkemin çayının niçin değerlendirilmediğini, niçin aranan çay olmadığını sorguluyorum. Ya-zıktır günahtır. Sadece Çay mı? Hayır, diğer mamuller de böyle. Türkiye sevdalısı, Türkiye aşığı insanlar olmayınca bu işler yürümüyor. Herkes cebini düşünüyor. Kısa gün kârı peşinde herkes. Belki yarın görevden alınır değil mi? Belli mi olur, dünyanın bin bir türlü hali var. Su akar-ken testiyi doldurmak gerek…! Avrupa’da 6 milyon insanımız yaşıyor. Aile hesabıyla 2 milyon aile olsun. Her ay bir kg. çay tüketilsin o ailede. Ayda iki milyon kg. çay yapar. Senede 24 milyon kg. çay demektir. İşletmeleri saymıyorum, kurumları saymıyorum, dernekleri saymıyorum, camileri saymı-yorum… Sadece Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin tükettiği çay bile tek başına Rize’yi kal-kındırmaya yetecek durumdadır. Çaykur gibi önemli bir kurumun başında oturanlar; ben size daha ne diyebilirim ki. Ancak sorabilirim, tanıtım için Çaykur logosu olan iki adet bakır su kazanını bile, iki seneden beri Berlin’e gönderemeyen Çaykur Genel Müdürlüğü ne iş yapar?

4 Nisan 2023 Salı

MÜSLÜMANLAR ZEKÂTLARINI MAALESEF ÇARÇUR EDİYORLAR: ZEKAT 2023

MÜSLÜMANLAR ZEKÂTLARINI, MAALESEF ÇAR-ÇUR EDİYORLAR: ZEKÂT 2023 - Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir- Rüştü KAM Ha-ber.com 27.04.2022 Ha-ber.com internet sayfasındaki köşemde 2011 yılında zekât konusunu işlemişim. Aradan 11 sene geçmiş. Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanlarda bir değişme, gelişme olmuş mu, ona birlikte bakalım. Allah’ın mal-mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar ne âlemde bir görelim. Sadece, davetlerde fotoğraf çektirmekle mi meşguller, yoksa bu 11 sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymuşlar mı, bakalım: MADDEYE TAMAHKÂR OLMAMAK LAZIMDIR Ramazan ayının içindeyiz. Bu ay Kur’an’ın indiği aydır. Bu ay kendimizi, bizlere helal kılınan yiyeceklerden, içeceklerden ve de helalimizden tutmamız gereken aydır. Bu ay reddi kelam etmemiz gereken aydır. Bereketli bir aydır. Oruç ayıdır. Oruç, bizden önce gelenlere de farz kılınmıştır. Amaç arınmaktır. Kişinin kendisini eğitmesidir. Aç kalarak, susuz kalarak ve de cinsellikten uzaklaşarak, reddi kelam etmesidir. Buyruk böyledir. “ Ey imân edenler, oruç sizden öncekilere yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındığı gibi, size de yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındı. Umulur ki, Allah'a sığınarak emirlerine yapışır, günahlardan arınır, azaptan, sağlığınızın bozulmasından, hastalıklardan korunur, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarınıza ve özgürlüklerinize sahip çıkarak şahsiyetli davranır, dinî ve sosyal görevlerinizin bilincinde olursunuz. (2/183 Bakara Suresi, çeviri; Ahmet Tekin) Ayrıca, zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar da genellikle bu ayda verilir. Mali yükümlülükler kişinin eğitimiyle ilgilidir. Mali yükümlülükler konusunda Müslüman bilinçli olmalıdır. Müslüman sadaka olarak sayılan bu yardımları nereye ve niçin verdiğinin şuurunda olmalıdır. Zekâtın nerelere verileceğini özellikle madde madde sayarak belirleyen Allah, miktarını belirlememiştir. Yerel otoriteler tarafından belirlenmesini istemiştir. Peygamberimiz o günün şartlarında bu miktarı %2.5 olarak belirlemiştir. Bu günün şartlarında bu miktar yukarıya doğru çekilmelidir. En az %5 olmalıdır %10 olmalıdır. Bazı bölgelerde %1 e kadar düşebilir de. Buyruk şöyledir: “Zekât; -temel ihtiyaçlarını gideremeyen yoksulların, -hiç çalışamayacak durumdaki hasta, yatalak, yaşlı, özürlü ve benzeri düşkünlerin, -Zekât toplamak ve dağıtmakla görevli memurların, -İslâm’a yeni giren veya girmesi umulan kişilerin, yani gönülleri İslâm’a ve Müslümanlara ısındırılması gereken kimselerin, -başkalarının boyunduruğu altında ezilen işçi, hizmetçi, esir, fikir suçundan haksız yere mahkûm edilenlerin ve kölelerin, -meşrû yöntem ve amaçlarla borçlanmış olup da elinde olmayan sebeplerle sıkıntıya düştüğü için, acil paraya ihtiyacı olanların, -Allah yolunda çarpışan mücahitlerin, İslâm’ı anlamak, öğrenmek, öğretmek, duyurmak için yola çıkmış olan ihtiyaç sahiplerinin, -Ve evinden yurdundan uzak düşmüş, memleketine dönemeyecek şekilde yolda kalmış kimselerin hakkıdır. Bu düzenleme, bizzat Allah tarafından konulan ve hepinizin uyması gereken bir yasadır. Allah, her şeyi bilendir; sonsuz ilim ve hikmetiyle en mükemmel kanunları koyan bir hakîmdir. O hâlde, gücünüz yettiğince bu yasaları uygulamalı, birtakım çıkar hesaplarıyla buna engel olmaya çalışan ikiyüzlüleri iyi tanımalısınız.” 9/60 Tevbe Suresi, çeviri; Mahmut Kısa). Zekât tek maddeye indirilmiştir Ancak Müslümanlar bugün zekât verilecek yerleri tek maddeye indirmişlerdir. Birinci ve ikinci maddeyi birleştirerek yapmışlardır bunu. Diğer 6 madde sanki gizli bir el tarafından sansürlenmiştir. Kur’an’ın detaylandırarak anlattığı zekât, mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına da çıkarılmamalıdır. Müslüman önce bulunduğu çevredeki insanlardan sorumludur. Buyruk şöyledir: “Başkaları için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: “İyilik/hayır umarak yapacağınız harcama, önce ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir.” (2/Bakara Suresi 215, çeviri; Muhammed Esed) Dolayısıyla yardımlarınızı yaşadığımız yerin dışına çıkarmak için kapımıza gelenlere sakın itibar etmeyelim. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyelim. Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Her gün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. Sorumluluk bilinci Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Onların kimliklerini korumak için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edelim. Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz. Bu yardımların ne kadarı yerine ulaşıyor onu da bilmiyoruz. Yıllardır yardım kuruluşlarına sadakalarımızı veriyoruz. Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bugüne kadar onlara verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiyeliler üzerinden yapalım. 4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alarak hesabımızı yapalım. ALMANYA’DA TAHMİNİ OLARAK YILDA BİR MİLYAR EURO TOPLANIYOR Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor. Şimdi sonuca bakalım; Filistin’i ayağının üzerine kaldırabildik mi, kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtardık, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalktı, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözdü? Yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke daha katılıyor… Emperyalistler Müslümanların yumuşak karnını iyi biliyorlar Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini onlara Birleşmiş Milletler (BM) zaten yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize. Yarın bir başkası çıkacak. Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce oradaki insanları silahlandırıyorlar, sonra da iç savaş çıkarıyorlar ve bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere o paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor, mühimmat alınıyor. Silahları satan emperyalistler, silah üreten ülkeler, alanlar ise genelde Müslüman ülkeler, gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsünler (!) diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. Avrupalı Türkler sahipsizdir Filistin’e, yıllardan beri yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar. Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Avrupa’da yaşayan bizlere ne Türkiye, ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor, ne de içinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri. Oysa aynı Türkiye Somali’ye ve dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizlere ise sahip çıkan yok. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz! O ateşin başında, acımasız/sert, güçlü, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen, emrolunduklarını yerine getiren melekler vardır. ”(66/ 6 Tahrîm Suresi, çeviri; Bayraktar Bayraklı) Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki: ”Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocuklarımızı yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredâtının hazırlanmasında dahlimizin olabileceği bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil. Kültür merkezleri kurmalıyız. ÖLÜM HAKTIR, DÜNYA FANİDİR İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını vermiştir ALLAH elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir. Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 62 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. Biz güzel olmak istemiyoruz, güzeli görmek istiyoruz. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır. AFRİKA ÜLKELERİNİ MÜSLÜMANLAR FAKİRLEŞTİRMEDİ Afrika ülkelerini Müslümanlar, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim…” diye tafralarından yanlarına yaklaşılmıyor. Çocuklarınızın durumu nasıldır diye sormaya gerek bile yoktur. Nasıl olduğu bellidir. BİZİM ÇOCUKLARIMIZA KİM SAHİP ÇIKACAK Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar/putlar olan Cehennem azabı (66/6 Tahrim Suresi, çeviri Mustafa Öztürk)” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar vahimken, göz önündeyken, bu vurdumduymazlık niyedir. Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Almanya İçin Alternatif (AFD) Partisi ve Sarrazin gibiler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Allah, pisliği, aklını kullanmayanların üzerine bırakır.”(10/100 Yunus Suresi, çeviri; Yaşar Nuri Öztürk) PİSLİK; -kaos demektir, -anarşi demektir, -aşağılanma demektir, -tepelenme demektir, -kölelik demektir, -açlık demektir, -sefalet demektir, -gözyaşı demektir, -kan demektir… Halkı Müslüman olan ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. BU PARALARLA ALMANYA’DA NELER YAPILABİLİRDİ -Bu paralarla vakıflar kurulurdu. -Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi. -Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, -Hastaneler yapılırdı. Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi, Yahudi hastanesi gibi, -İslâm’ın tanıtımını amaçlayan, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. -Ehl-i Kitap’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. -Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. -Çocuk yuvaları açılırdı. -Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. -Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almanca ’ya çevrilirdi. Almanca’dan da Türkçe’ye. -Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek kültür ve araştırma gezileri düzenlenirdi. -Türkçe dil kursları açılırdı, -Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. -Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da, yine bu fondan karşılanırdı. -Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu, televizyon kanalları kurulurdu, radyo yayın merkezleri kurulurdu vb. Böylelikle zekât ayetinden sansürlenen o 6 madde de işlerlik kazanırdı. SONUÇ: 1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcının elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister ve Ehl-i Kitap’a da çok önem verir. Miskin onların fakirlerine denir. 2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Allah onlara yeraltı ve yer üstü zenginlikleriyle donattı. Onlar kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar/çıkamadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk da kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan şey, kuraklık gibi doğal afetler değil. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister bizden. Ancak onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini öncelikle ister. 3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyuruyor. 100 Euro zekâtımızın olduğundan hareket edelim. 100:8= % 12,50 eder. “1-Fakire % 12,5 düşer. 2-Miskine de % 12,5= % 25 eder. Yani fakirin ve miskini direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekâtımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. ANCAK, KALAN %75’DEN DİREK OLARAK FAKİRİN HAKKI/PAYI YOKTUR. DOLAYLI OLARAK VARDIR: 1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumların payıdır. 2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların, Müslümanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerin, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır. 3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır (zekât memurları). Zekâtı, Müslümanlardan oluşan bir konseyin kurduğu kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de o kurum yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır. 4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların payıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin) 5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak için bir paydır. İçine her türlü faaliyet girer. (Fi sebilillah) 6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(9/Tevbe Suresi 60) Ve bu payların yaşanılan yerin/ Berlin’in dışına çıkarılmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek kendi evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım. Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afgan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir. Unutmayalım; bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. Yazımı Mustafa İslamoğlu’nun şu tespitiyle sonlandırmak isterim: “Davası olanın, destekçisi Allah’tır. Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur. Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur. Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. En etkili davet temsildir. Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır. Gerçek davetçi, ‘Bize gel diyen değil, kendine gel diyendir.’

28 Mart 2023 Salı

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (Vlll-8): TUNCELİ/DERSİM

Tunceli Sabah saat 08’de grup üyeleri otobüste yerlerini aldılar. Emel kızımız tekmilini verdi. Eksik yoktu. Hedefimizde Tunceli var. Elazığ gezisini, Tunceli dönüşü yapacağız. Keban Barajı’nın oluşturduğu suni göl kenarından gidiyoruz. Sabah erken olduğu için otobüste bir sessizlik var. Arkadaşlar hâlâ uyuyorlar. Rehberimiz Cem, uyuyanları uyandırmaya çalışsa da faydası yok. Daha kendisini tanımadığımız için de Cem beyle senli benli olamıyoruz. Çekincelerimiz var. Vereceği tepki belli değil. Emin devreye girdi ve başladı düdük eşliğinde otobüsün içinde kültür fizik hareketlerine. Birdenbire herkes canlandı. Ondan sonra da her sabah bu hareketleri yapmaya devam ettik. “Eller yukarı; bir, iki, üç…” Murat nehri üzerinden feribotla Pertek’e geçiyoruz. Biz Niğmet kızımız ile sohbete dalmışız. 15 dakika sonra iniyoruz komutuyla sohbetimizi sonlandırdık. Pertek Tunceli’nin bir ilçesi. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Pertek ile ilgili şu bilgileri veriyor: “Pertek ismi Moğolca’dan gelmektedir. Karakuş demektir. Pertek kalesi üzerinde tunçtan bir karakuş heykeli vardır. Her yıl Nevruz gününde, kanat çırpıp bütün Ekrad (Kürtler) ve Mığdisi kavimlerini bu şehrin pazarına toplamak için işaret verirmiş. Bunun için de bu şehre Pertek denirmiş, Halid Bin Velid bu şehri ele geçirince bu heykeli yıkmış ancak kalenin üzerinde heykelin yeri hâlâ belli olmakta" diye bahsetmiştir.” (Seyahatname 3. cilt sayfa 1439) Murat Irmağı’nın kıyısındaki bir tepenin üzerinde inşa edilen Pertek Kalesi, Keban Baraj Gölü (1965) suları altında kalmış. Bizim gezinin adı; “Kültür ve Araştırma Gezisi.” Kültür varlıkları bizim için önemli. Oradaki tarihi eserlerin suyun altında kalmaları bizi üzdü. Keşke bu baraj buraya tutulmasaydı da o şehirler capcanlı dursaydı yerlerinde… Bu keşkeler anlamlı elbet ama bir de çağın gerçeği var. O baraj oraya kurulmasaydı enerji ihtiyacımızı nasıl karşılayacaktık? Tunceli sarp dağların arasına saklanmış gerçek bir Anadolu hazinesi. Tepeden seyri bambaşka. Tıpkı kabuğundaki inci gibi. Tunceli’ye doğru inerken durup fotoğraf çekme imkanını yakalayamadık. İşte şurası daha güzeldir, fotoğraf oradan daha güzel çekilir, şu virajı dö-nünce duralım derken Tunceli’ye inivermişiz. Güvenlik kontrol noktasındayız. Görevliler tek tek kontrollerini yaptılar ve sonra da iyi günler dilediler. Güzelim memleketimizi ne hale getirdiler ayrılıkçılar. Neredeyse elli yıldan beri güzel yurdumuz terör yurdu olmuş. Kars’tan bu tarafa şehir girişlerinde ve bazen de yol üzerlerinde güvenlik kontrol noktaları var. Yazıktır günahtır. Sözüm Türkiye üzerinde çıkarları olan ve o çıkarlarının peşinde ko-şan dış mihraklara değildir; onların içerideki işbirlikçilerinedir. Bu güzelim vatan topraklarını yabancılara peşkeş çekerek menfaat devşirmenin bir gün sonu gelecek ve hepiniz hak ettiğiniz sona kavuşacaksınız. Birgün güneş ufuktan doğacaktır. “Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın…” Rehberimizin anlattığına göre: Tuncel’inin içinden iki ırmak geçermiş. Munzur Çayı ve Murat Nehri. Öyle bir kentmiş ki Tunceli; ur kekliğinden, çengel boynuzlu dağ keçisine, tek dişli doğal sarımsağından, ışkınına kadar birçok açıdan özel bir coğrafyaymış. Nüfusu 85.000 kadarmış. Topraklarının % 70’i dağlarla, % 25’i platolarla kaplıymış. Tunceli’yi Doğu Toroslar ve Munzur Dağları çevrelemekteymiş. Munzur Dağları’nın doruklarında rakım 3.000 metrenin üzerindeymiş. Tunceli ovasında ise Keban Barajı’nın tutulmasıyla birlikte çok büyük bir göl oluşmuş. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde, Munzur Çayı için şunları yazmış: “Munzur çayı, Ovacık Nahiyesinde, Munzur Baba Aziz’in dağından çıkan küçük bir kaynak olup Murat Nehri’ne karışır. Bu nehir her sene Ağustos’tan başlayıp kırk gün acı ve kırk gün tatlı akar. Nehrin lezzetli alabalığı olur. Bu pınarın kuzeyinde bir dağ vardır. Orada Munzur Baba’nın diktiği bir ağaç vardır ki, gayet siyahtır. Bu ağacı kim keserse zarar çeker...” Munzur Dağları’nda, başka hiçbir yerde bulunmayan endemik bitkiler varmış: Çan Çiçeği, Erzincan Kirazı, Bindebir Keklik Otu, Munzur Kekiği, Munzur Düğün Çiçeği, Dağ Çayı, Munzur Dağı Oltu Otu ve Menekşe bu bitkilerdenmiş. Bir de Tunceli Yaban Sarımsağı varmış. Dağların zirvesinde yetişirmiş. 1.500-2.000 metre yüksekte. Yalnızca Tunceli’nin Ovacık ilçesinde yetişirmiş bu sarımsak. 1980 yılında keşfedilen Tunceli sarımsağının başları tek dişli olurmuş. Kabuklarının arasında çok sayıda küçük dişçikler bulunurmuş. Çengel Boynuzlu Dağ Keçisi de Tunceli’de yetişirmiş. Kayaların usta tırmanıcısı. Kafatasından dik olarak çıkıp uç kısmına doğru çengel gibi içe bükülen boynuzlarından dolayı bu adı almış. İki bin metreden yüksek alanlarda yaşarmış. Rengi kışın siyah, yazın ise açık soluk veya turuncuya yakın kahverengi olurmuş. Sırtında omuz başından kuyruğa kadar siyah bir şerit uzanırmış. Keçiler, sabahın erken saatlerinde ve akşam serinliğinde beslenirlermiş; diğer zamanlarda dinlenirlermiş. Su ihtiyacını ise yediği besinlerden karşılarmış. Tunceli yemekleriyle de meşhurmuş; Buğday döğmesinden yapılan ‘döğme pilavı’, ‘keşkek, 12 imam çorbası, tarhana, erişte ve haşıl, yörenin yaygın yemeklerindenmiş. Ayrıca, siron, babiko ve Keledoş da önemli yemekler arasındaymış. 12 İmam çorbası, Muharrem’de tutulan 12 gün orucun sonrasında pişirilen bir çorba imiş ve içinde on iki çeşit yiyecek maddesi bulunurmuş. Çorbaya, malzemeleri atarken 12 İmamın adı anılırmış. Genel olarak Muharrem’de 12 İmam’ı anmak için yapılan bu çorba; cenazelerde, kurbanlarda ya da düğünlerde de yapılmaktaymış. Munzur Munzur’la ilgili şöyle de bir hikâye varmış; “Munzur, daha yedi yaşındayken, Ovacık’ın Koyungölü Köyü’nden bir ağanın koyunlarına çoban olur. Yaşı yirmiye yaklaşmıştır. Çobanlıkta uzunca bir yol katetmiştir, ehildir. Ağa hacca gidecektir. Koyunlarını arkasına bile bakmadan Munzur’a emanet eder. Ağa hacdayken, Munzur, ağanın eşinin yanına gelir ve “Hanım’ım, ağamın canı sıcak helva istiyormuş, sen yapıver de ben kendisine götüreyim”, der. Ağanın hanımı önce şaşırır; sonra da “herhalde zavallı çobanın canı helva yemek istiyor, ama utandığı için ağasını bahane ediyor” diye helvayı yapar ve Munzur’a verir. O sırada Hacda namaz kılmakta olan ağa, sağ tarafında Munzur’u görünce şaşırır. Niye geldiğini sorar. Munzur da “Canın çekmiştir diye hanımım sana helva gönderdi; onu getirdim” diye-rek, elindeki bohçayı ağasına uzatır. Helvanın hâlâ sıcak olduğunu gören ağa, bunun nasıl olduğunu sormak için başını çevirdiğinde Munzur’un sırra kadem bastığını farkeder. Hacdan veya savaştan döndüğü gün, herkes, elinde bir hediyeyle, ağayı karşılamaya gelir. Karşılayanlar arasında, kovasındaki sütüyle Munzur’u gören ağa, yanındakilere, “öpülecek el varsa benim değil Munzur’un elidir” der ve Munzur’a doğru hamle yapar. Bunun üzerine Munzur, “aman ağam Allah aşkına. Ben yıllarca senin ekmeğini yedim. Ben sana elimi öptürmem”, der ve kaçmaya başlar. Bugünkü su gözelerin bulunduğu yere gelindiğinde, sendeleyen Munzur’un elindeki süt dökülür. Sütün her döküldüğü yerde, süt gibi bembeyaz bir su fışkırır. Munzur kırk adım daha atar. Fışkıran bu sulardan bir ırmak meydana gelir. Munzur’un arkasından koşanlar bu ırmaktan öteye geçemezler. Munzur da kayanın içinden fışkıran gözede kaybolur gider. Bugün, gösterdiği kerametten sonra Munzur’un sırra kadem bastığı yerden çıkan çaya ve çayın çıktığı yerin arkasında uzayıp giden dağa, adını veren Munzur, bölgenin de sembolik isimlerinden biri haline gelir. Munzur Çayı’nın kaynağının kırk göze olması da ‘Kırklar’ı simgelemektedir. Günümüzde önemli ziyaret yerlerinin başında gelen Munzur adına her yıl, kurbanlar kesilip, lokmalar dağıtılmaktadır.” Anadolu Alevîliğini Naki Dede’den dinliyoruz Bize verilen saatte Cemevinin ana kapısından içeriye girdik. Ziyaretçisi çok fazla olduğu için randevu ile içeriye alıyorlar. Mütevazi bir Cemevi. Naki Dede bizden önceki grubun son üyelerini uğurlamakla meşgul. Dede deyince aksakallı başında sarığı olan elinde bastonuyla ve cübbesiyle yaşını başını almış, başında fötrü ile bir pîrifani hayal ediyorduk. Hayal kırıklığına uğradık. Genç birisini tanıttı rehberimiz. Naki DEDE. Kot pantolonlu. Başı açık, modern birisi. Elinde bir de kitap var. Naki Dede yüzündeki tebessümüyle saygılı bir şekilde “Hoş geldiniz.” dedi. Kendimizi tanıttık. Hal ve hatır sordu. Sonra da kendisinden ne öğrenmek istediğimizi. “Benden ne öğrenmek istiyorsunuz?” - Tunceli deyince Alevîlik akla gelir. Hazır bir Dede bulmuşken ilk ağızdan, Alevîlik hakkında bilgilenmek isteriz. Alevîlik nedir, nasıl bir inançtır? Naki Dede, kim bilir günde kaç gruba anlatıyor Alevîliği. Onun işi de zor. Aynı şeyleri anlatıp durmak sıkıcı olmalı. Yarım ay şeklinde önüne dizildik. Bizden sonra başka grupların varlığından bahisle kısa bilgiler verebileceğini söyleyerek söze başladı: “Alevî”, Hz. Ali ailesinin adıdır. Hz. Ali’ye bağlı olan, O’nu seven, Hz. Ali’nin yolundan giden, Hz. Ali’nin taraftarı olan Müslümanlara Alevî denir. Alevîlik; İslami bir dinsel inanç sistemidir. Alevîlik, İslam kökenli bir mezheptir. Kitabı Kur’an’dır. Allah’a kul, Hz. Muhammed’e bağlı, Hz. Ali’ye talip, Hz. Hüseyin’in yolunu süren, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ‘eline, diline, beline sahip’ olmayı ilke edinen, iyi düşünce, iyi söz ve iyi davranışta kendini bulan inançtır. Alevîlik; “Tanrı korkusu” yerine “Tanrı sevgisini benimseyen, “Zâhir’i bâtın’la, bâtın’ı Zahir’le birleştiren”, “Şeriat kapısını aşıp, marifet yoluyla hakikat dünyasına ulaşan”, Kur’an’ın şekline değil, özüne inen, akıl ve gönül ile ruhsal olgunlaşma yoludur. Alevîlik; İslam’ın özüdür, anasıdır. Alevîlik; Ehlibeyt ’in yoludur. Kur’an ve İslâm’ı, Hz. Ali’nin anlattığı gibi anlamaktır. Alevîlik, Muhammed’le Hz. Ali’yi birbirinden ayırmamaktır. Alevîler Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in Resul olduğuna ve Hz. Ali’nin Velayet makamına sahip olduğuna inanır. Bu nedenlerden dolayı Alevîlik İslam’ın içindedir. Alevîlik; Allah-Muhammed-Ali üçlüsünün sürekli öncelendiği bir inanç biçimidir. Kendine özgü ibadetleri, ritüelleri ve duaları vardır. Alevîler Müslüman olduğuna göre, ibadetlerinde Sünnilerle farklılıkların olmaması gerekir değil mi? “Alevîlikte, Müslümanın insani değerleri, günlük yaşamına ne kadar yansıtabildiği önemlidir. Müslümanın (Can)’ın insanlarla ilişkilerindeki dürüstlüğü, nefsini kontrol altında tutma feraseti, yalan söylememesi, hak yememesi, adaletli olması, kendini kibirden arındırması, içindeki Allah, Muhammed ve Ehl-i Beyt bağlılığını sürekli canlı tutması ve onlara duyduğu sevgiyi içinde büyütmesi önemlidir. Alevîliğin inançsal ve sosyal düzeni; mürşit-pîr-rehber-talip sistemi üzerine kurulmuş dört mertebe oluşturmaktadır. Birinci mertebede bulunan mürşit; pîrin pîridir. Her talibin bir pîri olduğu gibi her pîrin de bir pîri vardır. Pîr, inancın yayıcısı, cemdeki on iki hizmetin yürütülmesinde rehberlik eden, yol bilgilerini taliplerine aktaran dini otoritedir. Evlad-ı resuldendir. Bu yolda her talip bir pîre, rehbere ve mürşide bağlıdır. Hiyerarşik bakımdan her talip mürşit, pîr ve rehber tarafından denetlenir. Talibin suçsuz yere eşini boşama, başkasının namusuna yan gözle bakma, yalancı şahitlik yapma, faizle borç para verme, başkasına iftira atma gibi suçları varsa talip “düşkün” ilan edilir. Toplumdan tecrid edilir. Lokması alınmaz ve ona lokma verilmez. Talibin girdiği yolda kalbi ile ikrar vermesi ve bu ikrarı dili ile onaylaması gerekmektedir. Talip, kibirden, insanları hor görmekten ve incitmekten, hak yemekten, iftira atmaktan, yalan söylemekten uzak durmalıdır. Hakka varmak isteyen talip pîrin eteğini tutar, aynı yolda yürüyen kardeşleriyle bir can olur. Kısaca talibin biricik hedefi bütün ömrü boyunca eline, beline, diline sahip olmaktır. Bu yolda ilerleme süreci, dört kapıyı kırk makamı birer birer geçerek gerçekleşir. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat olarak adlandırılan bu dört kapıdan şeriat zahir, diğerleri batındır. Kırk makam ise bu dört kapının ara basamaklarını oluşturmaktadır. Her makamın on esası vardır. İnsan-ı kâmil olma, edep, erkâna uyma, yedi ulu ozanın inançları, kırklar meclisi, tevella ve teberra, miraçlar, düşkünlük, dâr, barış, esenlik, kar-deşlik, eşitlik, toplumsal dayanışma hoşgörü, kul hakkını yememe, iyiliği emretme, kötülükten uzak durma, yalan ve riyadan sakınma, zina vb. çirkinliklerden kaçınma, haksız kazanç edinmeme, zulme karşı çıkma gibi, ahlaksal ilkeleri yaşama egemen kılan tüm değerler Alevî İslâm inancında olduğu içindir ki, Alevîlik İslâm’ın özüdür. Aslında cem törenlerini yürüten her pîrin Alevî şiiriyle ilgili, geniş bir repertuara sahip olması gerekmektedir. Pîr cem törenlerinde, saz eşliğinde özellikle Kerbela zulmünü, On İki İmam’ın ve diğer velilerin kerametlerini konu alan deyiş ve semahlar söylemek zorundadır. Alevîlikte her yıl Muharrem ayında tutulan on iki günlük oruçta da canlar nefislerini köreltmek, dünyevi olandan elini çekmek, yokluğu daha iyi anlayabilmek ve hakla yakınlaşmak için su içmezler, et gibi içinde can barındıran gıdalar tüketmezler, iftarlarını çok basit yiye-ceklerle çok az yiyerek açarlar. Alevî inancında çok eski anaerkil toplumların bazı izleri de görülmektedir. Mesela kavga sırasında bir kadının başörtüsünü çıkarıp ortaya atmasıyla kavga sona erer. Aralarında bü-yük husumetler bulunan ailelerden suçlu olan taraf eşini alıp düşmanının evine giderse bağışlanır ve düşmanlık son bulur. Ayrıca evin en yaşlı hanımı evin her şeyinden sorumludur, onun rızası olmadan önemli kararlar alınmaz. Kadına, Fatma Ana’nın yüzü suyu hürmetine büyük bir saygı duyulur.” Arkadaşların sorularına da uzun uzun cevap verilince sohbet uzadıkça uzadı. Yarım saatlik randevu bir buçuk saat sürdü. Ogün, Cemevi’nde taziye yemeği varmış. Sohbetten sonra, Naki Dede bizi de davet etti yemeğe. Canlarla birlikte taziye yemeği yedik. Cenaze sahipleri bize izzet ikram ettiler. Pilav üstü, et kavurma. Yanında ayran. Tabağını bitirenler bir tabak daha aldı. Müthiş bir lezzet. Yemekten sonra Naki Dede bizi dış kapıya kadar uğurladı. Tunceli Belediyesi Cemevi’nden sonra Tunceli Belediyesi’ne gittik. Türkiye Komünist Partisi (TKP)’ne mensup bir belediye başkanı. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde seçilmiş. Öncesinde Ovacık belediye Başkanı imiş. Türkiye onu Komünist Başkan lakabıyla tanıyormuş. Fatih Mehmet Maçoğlu. Türkiye'nin ilk TKP’li İl Belediye Başkanı. Bir ay öncesinden randevu almıştık. Kendisinin Almanya’da olacağından bahisle bizleri, yardımcısı karşılayacaktı. Öyle de oldu. Bizi salona aldılar. Çay ikram ettiler. Biraz sonra başkan yardımcısı da geldi. Biz kendimizi tanıttık. Başkan yardımcısı da kendisini tanıttı. Belediyede yaptıkları hizmetleri anlattı. Mocca dergimizi ve hediyelerimizi kendisine takdim ettik. Çaylarımızı içtikten sonra vedalaştık. Askıda kitap hizmeti İçeriye girerken salondaki kitaplar dikkatimizi çekmişti. Sorduk; bu kitaplardan vatandaş nasıl istifade ediyor? “Kitap okumak isteyen raflardaki kitaplardan istediğini alır evine götürür. Kayıt falan da alınmaz. Vatandaş isterse geriye getirir kitabı. Getirmeyebilir de. İsteyen vatandaş da evindeki kitabı başkaları da okusun diye bu raflara bırakır. Çark böyle işler.” Örnek alına-cak çok önemli bir hizmet. Askıda kitap hizmeti... Munzur Dağları Munzur Dağları’nın eteğindeyiz. Munzur Dağları senelerce terör korkusundan kimse yaklaşamayınca yalnızlığa terkedilmiş. Şimdi eteğine kadar geldik. Yükseklerde aynı terör tehlikesi hâlâ var mıdır, tam emin değiliz. Ama teröristlerin belinin kırıldığı belli. Dağın eteğinde Munzur Çayı varmış. Belediyeden ayrıldıktan sonra Munzur Çayı’nın kaynağına gittik. Manzara müthiş, şırıl şırıl sular akıyor. Su sesine kuş sesleri eşlik ediyor. Arkadaşlar cıvıl cıvıl. Kimisi çayın kenarına oturmuş ayağını suyun içine daldırmış, kimisi sıvamış pantolonunun paçasını yürüyor suyun içinde. Ellerini yüzlerini yıkayanlar da var. Avuçlarıyla su içenler de. Bir kısım arkadaşımız da deklanşöre basıyor. Sırt üstü yatarak dinlenmeye çalışanlara ne demeli… Arkadaşların sesi de su ve kuş sesine karışınca olağanüstü bir harmoni meydana geliyor. Mevla’m, özene bezene yaratmış sanki bu dağları. Üzerinde envaı çeşit endemik hayvanı ve bitkisiyle, suyuyla, şelalesiyle... Yemekten sonra Munzur Çayı iyi geldi. Doğrusunu söylemek gerekirse yemeği biraz fazla kaçırmışız. Et kavurma ve pilav o kadar lezzetli olunca yeniyor işte. Biz de yedik zaten. Zaman, ne zaman geçtiyse geçmiş. Birden geçmiş. Hem de çok geçmiş. Herkes mutlu. Ah, şu Emin’in düdüğü de olmasaydı, … Organik Dondurma Tunceli Ocak Köyü sapağında bir dondurmacı varmış. Fikret Usta. Tavsiye ettiler. Biz de tavsiyeye uyduk. Onun dondurmasını yemeden geçip gitmek olmazmış. Fikret Usta Yıllarca Ankara’da dondurmacılık yapmış. Emekli olunca köyüne gelmiş. Ocak köyüne yakın bir köyde yaşarmış. Rahat bırakmamışlar Fikret Usta’yı. Yeniden dondurmacılığa başlatmışlar. Amacı para kazanmak değilmiş Ustanın. O güne kadar kazanacağını kazanmış zaten. Dostlar alışverişte görsün anlamında yapıyormuş bu işi. Orada Eğin Belediye Başkanı ve Arapgir Belediye Başkan yardımcısı ile tanıştık. Ayaküstü sohbet ettik. İlçelerine davet ettiler bizleri ama zamanımız bu davete icabet etmeye müsait değildi. Teşekkür ettik kendilerine. Sıcak kanlı insanlar…Dondurmalarımızı yedik. Aroması harika. Fikret Usta dondurma malzemelerini kendisi hazırlarmış. Hepsi organikmiş. Ocak Köyü Vedalaştık Fikret Usta ile. Oradan Ocak Köyü’ne çıktık. Tırmanarak çıktı otobüs köye. Alevî Köyü. Cami de var köyde. Rehberimiz caminin ziyarete gelenlerin namaz kılması için yapılmış olduğunu söyledi. Ancak o köyde mukim olan Süleyman amca bu bilgiyi doğrulamadı; “Bina okul olarak yapılmıştır, hâlâ aynı amaçla kullanılır. Minare de öylesine yapılmıştır.” Dedi. Öyle veya böyle minare çok yakışmış o köye. Hıdır Abdal Ocak Köyüne köy dememek lazım. Adeta minyatür bir şehir. Hıdır Abdal Türbesi’nin yanı sıra; çeşmeler, hamamlar, köy odası, cemevi, köy fırını, kütüphane, müze, kültür merkezi, okul ve yeni konuk evi gibi sosyal amaca yönelik yapılar ve yapıtlar köyün ortak kültür varlıklarından. Köyün sokakları tertemiz. Sokakları köy halkı temizliyormuş. Arkadaşlar köye katkı olsun diye orada satılan hediyelik eşyalardan aldılar. Hem de pazarlık yapmadan. Anadolu’da bir köy var, Ovacık Köyü, o köy dağın tepesinde. Tarihin içinden geliyor. Tertemiz sokakları var. Temizleyen de köy halkı. Burada bir de müze var. Ancak pazartesi günleri kapalıymış. Biz müzeye giremedik. Müzenin önünde elinde sazıyla, yıllardan beri ziyaretçilerini bekleyen Hızır Abdal’ın Heykeli var. Selamlaştık kendisiyle. Bizlere lisan-ı hal ile “Hoş geldiniz canlar” diye cevap verdi. Sonra-sında sohbete daldık. O anlattı biz dinledik; Hıdır Abdal Seyyit imiş. "Yeşil sarık sarma" hakkına sahip bir Seyyit. Ocak Köyü, Hıdır Abdal’ın türbesi etrafında kurulmuş. Hıdır Abdal’ın bize anlattığına göre köy 13’üncü Yüzyılda kurulmuş. Hıdır Abdal’ın ceddi, Hz. Hüseyin'in oğlu Zeynel Abidin'e dayanırmış. Köy Osmanlı devrinde yoldan gelip geçene yemek veren bir vakıf niteliğindeymiş. Bu nedenle de o devirde her türlü vergiden muaf tutulmuş. Selçuklularla başlayan tekke ve zaviye şeyhlerinin korunması ve kurumlarının tamamen vakıflara bağlanmış olması geleneği, Osmanlılar döneminde de süre gelmiş. Cumhuriyet dönemine gelince de tekke ve zaviyeler kapatılmış. Böylece yüzyıllar boyu devam edip gelen bu güzelim gelenek kaybolmuş gitmiş. Sadece o gelenek değil o geleneğin oluşturduğu kültür de yok olmuş. Hıdır Abdal hoş sohbet birisi. Onu dinleyebilmek için onun dünyasını biraz da olsa tanımak gerek… Milli şairimiz Mehmed Akif Ersoy, ne de güzel söylemiş anlayanlar için: “Bir canlı izin varsa şu toprakta silinmez Ölsen seni sırtında taşır toprağın altı Ey gölgeden ümmid-i vefa eyleyen insan!...” Başbağlar Köyü Katliamı Ocak Köyünün tam karşısındaki dağda Başbağlar köyü varmış. Parmağıyla gösterdi rehberimiz. Karşıdan seçebiliyoruz. 5 Temmuz 1993'te, 33 sivilin katledildiği Başbağlar Köyü. Ezanın okunduğu sırada camiye giren teröristler cemaati zorla dışarı çıkarmış ve kur-şuna dizmişler. Burada 29 kişi katledilmiş. Daha sonra köy ateşe verilmiş ve 214 ev, köy okulu, köy camii, halkevi yakılmış. Yakılan evlerde saklanan 1'i kadın 4 kişi de yanarak can vermiş. 2 Temmuz 1993’te de Sivas’ta Madımak otelinde 33 Alevi yakılarak katledilmiş. Başbağlar katliamından 3 gün önce. Başbağlar güya, Madımak’ın rövanşıymış. Kim inanır bu masala. Türkiye’de öteden beri iç savaş provası yapılır. Bazen Alevilerle Sünniler vuruşsun istenir, bazen Kürtlerle Türkler, Bazen Ermeniler üzerinden toplum gerilir, bazen de tarikatçılar üzerinden, bazen de şeriatçılar üzerinden. Bazen de üniversitelerde başörtülü kızlar için ikna odaları kurularak, bazen de başörtülü anneleri ordu evine almayarak toplum gerilmek istenir. Maraş olayları da Alevî Sünnî gerginliği yaratmak için tezgahlanmıştır. (19 Aralık 1978). Bu işlerin gizli bir el tarafından yapıldığı söylenir. Ama o gizli el kime veya kimlere aittir bilinmez. Bilinse bile aşikâr edilmez. Yapılan suikastlar ve faili meçhul cinayetler de aynı amaçla işlenir. Alevî’siyle Sünnî’siyle, Kürdü ile Türkü ile, Ermeni’siyle Rum’uyla; Türk halkının vatanseverliği ve Müslümanlığı bu tezgâhları boşa çıkarmıştır. Bundan sonra da boşa çıkaracaktır. Dünyanın ilk cemevi Dünyada bilinen en eski Cemevi Onar Köyü’nde bulunuyormuş. Onar Köyü Malatya’nın Arapgir ilçesine bağlı. Gittik oraya. Ziyaret ettik Cemevini. Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat döneminde (1221-1237) Sultan Keykubat'tan alınan belge ile kurulmuş. Türkmen şeyhlerinden Hasan Onar tarafından inşa edilmiş. 796 seneden beri ayakta duran Cemevi hakkında Rehberimiz Cem Kaya şu bilgileri verdi: "Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'ın bölgeye yaptığı bir ziyaret sonrası Türkmen Şeyhlerinden Hasan Onar'a verdiği ‘Zaviye Yerleşim Birimi Belgesi’ ile Türkmen Şeyhlerinden Hasan Onar tarafından inşa edilen Cemevinin girişinde dört kapı bulunur. İlk kapı şeriat, ikinci kapı tarikat, üçüncü kapı marifet, dördüncü kapı hakikat kapısıdır. Dört Kapı, normal bir insanın başlangıçta ham olan ruhunun ve benliğinin dört aşamadan geçerek, ergin olgun hale gelmesini, ilahi sırra ulaşmasını ifade etmektedir. Ağaçlardan yapılan Cemevinin çatı sistemi yedi katlı olup yedi kat göğü simgeler. Tepedeki üçgen şeklindeki havalandırma boşluğuna 'sır lokma' derler. Yani bu boşluktan lokma atılır, kimsenin ne getirdiği ne götürdüğü bilinmez. Lokma, her canın kendi olanakları ve isteği doğrultusunda ceme sunduğu yiyecek, içecek ve diğer yardımlardan oluşur. Cemevine yapılan bağışlar, bu bağlamda birer lokmadır ve bunların da cemi yürüten kişi tarafından tek tek ya da lokma sahiplerinin adları topluca anılarak dualanması gerekir. Bu katkılar, cemin 12 hizmetlisinden lokmacı ve diğer görevliler tarafından ikram edilir.” Devam edecek

18 Mart 2023 Cumartesi

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ DEDİK; GEÇİRMEDİK...

Rüştü KAM Ha-ber.com 1915 yılının temmuz ayı. Ramazan ayı. Mehmetçik Çanakkale Cephesi’ndedir. Oruçludur. Kurşun yağmurunun altında arkadaşının şehadetine tanıklık eden, sıranın her an kendisine gelebileceğinin hesabını yapmadan siperden sipere koşan o Mehmetçik, Çanakkale’de orucundan taviz vermemiştir. Bir Ramazan boyu hoşafla, bir dilim ekmekle tutmuştur orucunu. Siperinden de hiç ayrılmamıştır. Ramazan Bayramı Ramazan Bayramı yaklaşmıştır. Mehmetçik bayram namazının kılınıp kılınmayacağını merak etmektedir. Herkes birbirine sorar, “Acaba bayram namazı kılınacak mıdır? Kılınacaksa nerede kılınacaktır?” Olayı anlatan bir Çanakkale Gazisidir: “Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydolmuştum. Gelibolu’da siperimdeyim. Hafız olduğum için bir taraftan da devamlı Kur’an okuyordum, dua ediyordum. Savaşın süresi uzadıkça, kayıplar da çoğalmaya başlamıştı, cephedeki din görevlileriyle irtibatlarımız da kopmuştu, herkes ayrı bir siperdeydi. Onlarla konuşup istişare edemiyorduk, savaş tüm hızıyla devam ediyordu, ana-baba günüydü, dehşetli çarpışmalar oluyordu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- cephede savaşırken, yaşlılar geri hizmetlerde ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben, savaş bitinceye kadar Seddülbahir Cephesi’nden hiç ayrılmadım. Arefe günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı yanına. “Hafız, askerlerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Askerlerin toplu halde bir yerde bulunmaları çok tehlikeli ve bu düşman için bulunmaz bir fırsattır. Ben tekliflerini kabul etmedim. Sen de münasip bir lisan ile anlatırsın onlara” dedi. Paşa’nın yanından ayrılmıştım ki; zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yüküyle kitap okumuştu o. Sohbet sırasında onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçmazlardı, şimdi karşımda duruyordu, tanıyordum onu. O zat o gün orada idi, evet oradaydı… Gerçek miydi Allah’ım bu gördüklerim diye düşünürken, o zat bana yaklaştı ve dedi ki: “Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!” Sabahı bekle… Bayram Namazı 12 Ağustos 1915 Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını eda etmek istiyorlardı. Aynı göle dökülen sular gibi, Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık, hevenk hevenk beyaz bulutlar gördük. Biraz sonra da bu bulutlar olduğu gibi yere çöküverdi. Bu olağanüstü olay karşısında herkes kendinden geçti ve hep birlikte “Allahü Ekber!” deyip secdeye kapandık. İçimizde ince bir huzur çiçeklenmişti ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. O, arafe günü konuştuğumuz ulu kişi de oradaydı. Askerle birlikteydi. “Dokuz tekbirle vacip bayram namazı için durun divana uyun imama, Allahü Ekber.” Kısa bir sessizlikten sonra, o arif kişi, tatlı ve yanık sesiyle, Fetih Sûresi’nin 1. ayetinden 9. ayetine kadar okudu. Sonra ikinci rekât, tekbirler alındı, secdeye gidildi ve selam verildi, bayram namazı eda edilmişti. Koro halinde yüksek sesle Kelime-i Tevhidi tekrarlıyorduk. O kadar gür sesle okuyorduk ki Kelime-i Tevhidi, dağ taş inliyordu, “La ilahe İllallah”. Seslerimiz yankılanarak geri geliyor gibiydi, ilk başta bize öyle gelmişti. İyice dikkat edince anladık ki bu ses bizim sesimizin yankısı değildi, kulaklarımıza inanamadık, bir yerlerden daha Kelime-i Tevhid okunuyordu, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah” diyordu. Hepimizin beti benzi soldu, kül gibi oldu, herkesin yüreği ağzındaydı. Kimdi bunlar, bu sesler nereden geliyordu. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi dayanacak yoksa anlatanlar mı dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki hep birlikte kanatlanıp göklerde uçmaya başlamıştık. O barut ve kan kokusundan bıkmış olan askerler, Allah ile bütünleşmenin ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. Allahü Ekber… Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllallah” sesleri, onların kalbini kâh varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu… “La ilahe İllallah...” Sonradan anladık ki bu sesler İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerin sesleriymiş… Bayram namazında okunan duaları ve tekrarlanan şehadet kelimesini duyunca, anlamışlar ki Müslüman Türk Askeri'yle savaşıyorlar, çılgına dönmüşler, kandırıldıklarını anlamışlar ve isyan etmişler. Hemen geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlar. Hepsi de infaz edilmiş. ”(M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75) Seyit Onbaşı “İngiliz’i, Fransız’ı, Avustralyalısı dünyada ne kadar güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı’na. Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya’ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile kendi aralarında Osmanlı Toprağını. Güya, bizimle müttefik(!) olan Almanya, Anadolu haritasının üzerine Almanya (Deutschland) yazarak gelmiş Çanakkale'ye. Savaştan sonra onun payına Anadolu düşecekmiş, böyle anlaşmış olmalılar işgalcilerle. Çanakkale komutanı Liman von Sanders’in çıkarmayı 24 saat geciktirmesinin ve askeri yanlış yerde, Saroz Körfezi’nde mevzilendirmesinin sebebi bu olsa gerektir. İşgalciler, birkaç bomba atarak Çanakkale’yi geçip sabah kahvelerini Marmara Denizi’nde yudumlamak istemekteymişler. Balkan Savaşları’nda yorgun düşen ve hırpalanan Osmanlı’nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünmekteymişler. Osmanlı’nın Boğaz’a döşedikleri mayınları, mayın temizleme gemileriyle temizlemek zor olmamış onlar için, sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19 Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. Yer yerinden oynamış, neredeyse taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış. Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı’yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi varmış. Biri subay, biri er ve bir de Seyit Onbaşı. Yapabilecekleri fazla bir şey yokmuş. Oraya buraya bakınıp neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı “Ya Allah bismillah” diyerek almış yerde duran 250 kiloluk o son top mermisini, sürmüş topun ağzına ve yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak, başlamışlar birer birer denize gömülmeye. “Gerçekten inanıyorsanız ve sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm”. Seyit Onbaşı Allah’ın bu yardımına mazhar olmuş. Çanakkale Boğazı’ndan geçememiş düşman ve 19 Şubat sabahı, yudumlayamamışlar kahvelerini Marmara’da. Arkalarına bile bakmadan başlamışlar kaçmaya ve deniz savaşı böylece Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanmış. Yahya Çavuş Sahne Alıyor Deniz savaşı böyle sonuçlanmış sonuçlanmasına da düşmanın gayesi Türkleri geldikleri yere göndermek olduğu için pes etmemişler ve karadan boğaza inmek istemişler. Arıburnu’ndan çıkarma yapmışlar Gelibolu’ya. Bu sefer de Yahya Çavuş çıkmış karşılarına, 63 askerle. Gerçek bir destan yazmışlar orada, müttefik ordularını karaya çıkarmamak için direnmişler ve neticede 63 asker hepsi orada şehit olmuşlar. Beklenmedik bir olay da burada gerçekleşmiş. Müttefikler, nihayet 63 askeri şehit edip karaya ayak basınca, Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler, Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark etmişler, subaylarından ikna edici bir cevap alamayınca da silahlarını çevirmişler Fransız askerlerine, Allah ne verdiyse… Sonra da kalan Fransız askerleri tarafından hepsi şehit edilmişler... Conk Bayırı 63 kişiye karşı kazandıkları bu mevzi başarılarından cesaret alan düşman askeri, Conk Bayırı’na doğru başlamış ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa Kemal çıkmış bu sefer karşılarına. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Paşa ile birlikte yapmışlar planı. 57’inci Alay’ın komutanıymış Hüseyin Avni Paşa. Anzaklarla girişilen çatışmada hepsi şehit düşmüş. Önlerine çıkan engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı kazanmak, böyle düşünmeye başlamışlar. Allah’ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal’e ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Conk Bayırında. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi gören Mustafa Kemal birden askerlere, “asker yat” komutunu vermiş. Bu komutla askerlerimiz yatarken, birdenbire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale savaşının kırılma noktası bu komut olmuş. Hemen sonra, “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah’ nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtmüşler Anzakları. Kara savaşında zafere doğru gidilen yolda ilk adım işte böyle atılmış.” Metrekareye 8.000 merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250 bini şehit olmak üzere tamamı 316 bin kayıpla 29 Ağustos 1915’te zaferle sonuçlanmış. Bu savaşı en iyi anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy’dur. Kendisi savaş esnasında gönüllü asker toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın en kızgın yerinde savaşıyormuş gibi yazmıştır bu destanı. Mehmet Akif olmak işte böyle bir şey… Bu destanı mutlaka okuyunuz, sadece okuyunuz, anlamaya çalışmayınız, inanın, bitirdiğinizde anlamış olacaksınız. Çanakkale Destanı “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “ ... Ben derim ki, Çanakkale anlatılmaz ancak yaşanır. Avrupa ülkelerinde yaşayan ve izinlerini Türkiye’de geçirmek isteyenler, sizlere tavsiyem; Çanakkale’yi mutlaka yaşamanızdır.

13 Mart 2023 Pazartesi

ORUC 2023

Rüştü Kam Ramazan ayı yaklaşıyor. Esnaf, dernekler, dini kuruluşlar imsakiye dağıtmaya başlayacaklardır. İmsakiyeler bu sene de birbirini tutmayacaktır. Her cemaat farklılığını ortaya koyacak ve kendi imsakiyesinde belirtilen zamanların doğru zamanlar olduğunu hararetle savunacaktır. Müslümanlar da tabiatıyla bu tartışmanın dışında kalmayacaktır. İftar sofralarında dünya Müslümanlarının durumları değil de; kimin imsakiyesinin doğru olduğu tartışılacaktır. Sinekli seccade… Ben bu yazımda Almanya’da oruç tutacak olan Müslümanların elinden tutmaya çalışacağım. Oruç tutmak için sağlıklı olduğu halde hasta olduğunu doktoruna söyleyerek hiçbir Müslümanın rapor almaması gerektiğinin altını çizeceğim. Oruç tutmak için yalan söyleyerek rapor almanın kul hakkı olduğuna vurgu yapacağım. İbadetlerin sağlıklı olmasının, bireylerin kendilerini ikna etmeleriyle doğru orantılı olacağını yazacağım. Oruç ayı gelmeden önce Müslümanlara ulaşmaya çalışmamın sebebi budur. Yazdıklarımı sakin bir şekilde düşünenler olacaktır elbet. Ben onları selamlıyorum. Yazdıklarımdan dolayı bana kızanlar da olacaktır. Geçtiğimiz senelerde olduğu gibi beni itham edenler de olacaktır. Ben onları da selamlıyorum. UZUN GÜNLERİ OLAN COĞRAFYALARDA ORUÇ Allah her şeyi bir ölçü dâhilinde yaratmıştır. "Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık" (Kamer suresi, 49) Allah kurduğu bu düzenin bozulmasını istemiyor. Bunun için yaratıklarının içinden insanoğluna farklı bir statü veriyor. İnsanoğlu akıllıdır, zekidir, yetkileri ve sorumlulukları vardır. Yaratıcı insanoğluna bir de yol haritası vermiştir (Kur’an). Allah, insanoğlu Kendisiyle devamlı irtibat halinde olsun ki, ölçü bozulmasın istemektedir. Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerle insan Yaratıcısıyla istenilen irtibatı kuracaktır. Bu ibadetler eğitim amaçlıdır. Müslüman bu ibadetleri yaparak kendisini eğitecektir. Bu ibadetleri yaptı diye Müslüman Cennet’e konulmaz. Müslümanı bildiğimiz günlük ibadetler değil, dünyanın imarı ve insanlığın barışı için yaptıkları Cennet’e taşıyacaktır. Bu ibadetlerin genel çerçevesi yol haritasında çizilmiştir. Ancak, yol haritasını tam olarak anlayabilmek için haritanın çizildiği o bölge; o bölge insanının kültürü, anlayışı, yaşam şartları, coğrafi konumları, yaşam standartları iyice analiz edilmelidir, anlaşılmalıdır. Müslüman birey, bu çerçeve içinde kalarak kendi hareket kabiliyetlerini geliştirecektir. Herkes gücü nispetinde görevlerini yerine getirecektir, kimseye gücünün üstünde yük yüklenmeyecektir ve bireyler kendileriyle ilgili kararları kendileri verecektir. Buyruk böyledir. Allah aklını kiraya verenleri sevmez. "Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden öte yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. " (Bakara Sûresi 2/286) Oruç ibadeti de eğitim amaçlı ibadetlerden biridir. Nasıl icra edileceği ile ilgili çerçeve bilgiler, yol haritasında mevcuttur: Hitap Kur’an’ın indiği zamandaki bölge insanınadır, bölge insanının anlayabileceği şekilde kolay bir hitaptır. Bu açıklama Kur’an’ın açıklamasıdır. Oruç ibadetinin zamanı ve süresi yol haritasında açıklanmıştır, bu süre içinde nelerin yapılamayacağı da açıklanmıştır. Oruç ibadetinin ifadeye konulduğu bölgede (Hicaz) yaşayan insanlar yol haritasında çizildiği gibi oruçlarını tutacaklardır. Çizgiler oldukça belirgindir, nettir: Evin dışındaki varlıklar çıplak gözle birbirlerinden seçilinceye kadar yenilecek ve içilecek, cinsel ilişkiye girilebilecek (sahur), varlıkların seçilmesinin zorlaşmaya başlandığı zaman gelince de yeme içme ve cinsel ilişki yasağı kalkacaktır (iftar). Kur’an’ın bölge insanına verdiği teknik bilgi aynen böyledir. Hicaz bölgesinin dışında kalan Müslümanlar, bilhassa gece ve gündüzü birbirine eşit olmayan bölgede yaşayan Müslümanlar, kendi şartlarını göz önünde bulundurarak oruca başlama zamanlarını kendileri belirleyeceklerdir. Süre zaten bellidir. Bu çalışmaya içtihad denir: Yol haritası Müslümanların elindedir. Nereye gidileceği de bellidir. Allah’ın rızası kazanılacaktır. Hicaz bölgesini esas alarak kendilerinin yaşadıkları bölgelerle ilgili kararları verebilecek bilgiler ve donanımlar Müslümanların fıtratlarında mevcuttur. UZUN GÜNLERDE ORUÇ NASIL TUTULUR Kur’an’ın indiği yerde gece ile gündüz arasındaki fark oldukça azdır. Orası Ekvator bölgesidir. Kur’an o bölgede inmiş ve o bölge insanına hitap etmiştir. O insanların zaman birimi güneş ve aydır. Kur’an buna rağmen o insanlara, oruca başlama zamanı(imsak) olarak güneşin doğuşunu, bitiş zamanı(iftar) olarak da güneşin batışını esas alacaksınız dememiştir. Güneşle ilişkili ifadeler yoruma açık ifadelerdir. Eski ilmihal kitaplarında zaman tespiti için, ağaçların gölgesi iki misliyken gibi ibareler kullanılırdı. Bu ifadeler yöre insanlarının günlük yaşamları ile ilgili ifadelerdir. Müslümanların kolayca konuya hakimiyeti sağlanmak istenmiştir. Güneşin doğmadığı, geç battığı veya hiç doğmadığı-batmadığı yerlerle ise Allah detay vermemiştir. Ölçüyü koymuş ve o bölgelerdeki kararları Müslümanlara bırakmıştır. Bu belirsizlikten dolayı, Allah oraları unutmuştur diyemeyiz. Allah o insanlara zulmetmek için detay vermemiştir de diyemeyiz. O coğrafyada yaşayan Müslümanlara oruç farz değildir de diyemeyiz. Allah zulmetmekten beridir. Allah, o bölge insanlarının hür iradeleriyle karar vermelerini (içtihad) uygun görmüştür diyebiliriz: Çünkü, Allah insan sağlığına zararlı olan bir ibadeti farz kılmaz. Böyle yapması zulüm olur. Allah kullarının üzerine gücü yetmeyeceği bir yükü de yüklemez. Çerçeve bellidir. Müslüman akıl, bu çerçevenin içinde kalarak o bölge insanının ihtiyacı olan çözümü üretecektir (içtihad). Akıl böyle zamanlarda gereklidir. “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 10/100) Almanya Müslümanları ne yapacaklardır Almanya'nın coğrafi şartları ve iş durumunu göz önünde bulundurarak Almanya’da yaşayan Müslüman bireyler oruç ibadetlerinin zamanını ve süresini kendileri tespit edeceklerdir. Bu yönteme takdir yöntemi denir. Bu konuda; Süleyman Ateş, Mehmet Said Hatipoğlu, Muhammed Hamidullah, Hayrettin Karaman gibi İslâm âlimleri görüş belirtmişlerdir: “Gece ile gündüz arasındaki farkın fazla olduğu bölgelerde “takdir yöntemi” ile oruç tutulabilir demişlerdir. Müslümanların takdir ederek oruç tutacakları bölgelerden biri de Almanya‘dır. Bilhassa yaz aylarında Almanya ‘da oruç zamanı yaklaşık 20 saate kadar uzayabilmektedir. İnsan sağlığı açısından, bu zaman çok uzundur. Oruç ibadetinin farz kılınma sebeplerinden biri de insan sağlığını düzene koymaktır, bozmak değildir. Oruç tutsun diye, Müslümanlar telafisi mümkün olmayan hastalıklara maruz bırakılmamalıdır. Takdir konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetvası şöyledir “Normal vakitlerin oluşmadığı dönemlerde namaz ve oruç vakitleri hususunda takdir yöntemine başvurulması kaçınılmazdır. Bazı hadislerde de ifade edildiği gibi vakitlerin oluşmadığı yerlerde "takdir yöntemi" ile ibadet edilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Fakat İslam Dini’nin birlik beraberlik ve kardeşliğe verdiği önem gereği bu bölgelerde uygulanacak olan takdir yönteminde belli bir birliğin sağlanması gerekmektedir. Bu birlik de ancak ilgili tarafların bir araya gelerek meseleyi görüşmeleri ve ortak bir karara varmalarıyla mümkün olacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu birliğin sağlanabilmesi için öteden beri gayretlerini sürdürmektedir.“ (Tarih: 10-11/06/2009 Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı) Kur’an Mekke’de inmeye başlamış ve Medine’de tamamlanmıştır. Arapların anlayacağı dille inmiştir. Oruç Medine’de farz kılınmıştır ve Medine’nin coğrafi şartları ibadet zamanlarında esas alınmıştır. Dünyanın diğer bölgelerinde aynı coğrafi şartlar geçerli değildir. Altı ay gece altı ay gündüz olan yerler var. Bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar var. Onlar “Takdir” ederek oruçlarını tutabilirler, namazlarını kılabilirler. Güneş batmıyor diye 20 saat oruca mahkûm edilemeyecekleri gibi, vakit girmiyor diye namazı ve orucu terk etmeleri de istenemez. Takdir ederek ibadet zamanlarını belirleyebilirler. Takdir edecekleri zaman biriminin Medine’nin zaman birimi olması daha uygundur. Oruca başlama zamanı Orucu farz kılan Allah, oruca ne zaman başlanması ve ne zaman sonlandırılması gerektiğini de açıklamıştır. Bu bilgiler yol haritasında mevcuttur. Kur'an'ın buyruğu açıktır: ''Fecir vakti sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın.'' (5) Ayetten anlaşılacağı üzere, güneşin doğmasına yakın zamana kadar yiyip içilebilir, yani 30 dakika, 45 dakika öncesine kadar. Bu uygulama ayetin ruhuna uygundur. Bu konuda Peygamberimiz ’in uygulaması da var. Hz. Ömer, Huzeyfe, İb. Abbas, Talk İb. Ali, Ata İb. Ebî Rabah, Ameş, Ali İb. Ebû Talip gibi sahâbelerden gelen rivayetler de var: Huzeyfe şöyle der: ''Sabah oluncaya kadar Resûlullah ile beraber yiyip içtik ki, güneş henüz doğmamıştı.'' (4) Bu hadise göre, oruca başlama vakti, sabahleyin yolların dağların, tepelerin belli olacağı zamandır. Yani çıplak gözle eşyaların birbirinden seçildiği zamandır. Zirr b. Hubeyş’ten: "Sahur yemeğini yiyip mescide gittim. Giderken, Huzeyfe'nin evine uğradım. Bir deve sağmamı emretti, sağdım. Sütü pişirmemi emretti, pişirdim, sonra; "iç" dedi. Ben oruç. tutmak istiyorum" dedim. "Ben de istiyorum." dedi. Yedik, içtik sonra mescide geldik, hemen namaza başlanıldı.” Zir b. Hubeyş devam ediyor:“Huzeyfe’ye bu durumu sordum. O da bana "Resûlullah bana böyle yap dedi" veya "ben Resûlullah'la böyle yaptım" dedi. "Sabahtan sonra mı?" dedim. "Evet, sabahtan sonra, ancak güneş henüz doğmamıştı" dedi. (Ateş c.1. s.312- 315) Ebû Davud'un hadîsi de bu görüşün delilleri arasındadır: "Biriniz su ve yemek kabı elinde iken ezanı işitirse ihtiyacı kadar yiyip içsin" (Musned: II-423- Ebu Davud c. 2, s.258, h. 2350) İbnü'l-Münzîr'in rivayetine göre; Hz. Ali sabah namazını kıldıktan sonra; "Şu an beyaz ipliğin siyah iplikten ayrıldığı andır" demiştir.( Ateş . c.1s. 312- 315) İçtihad yapmak farzdır Oruç ibadetinin zamanının tespiti ve süresi ile ilgili çalışmalar yapılmasını Kur’an teşvik etmiştir. Gece ile gündüzün eşit olmadığı yerlerde Müslümanlar şartları göz önüne alarak ve çerçeve içinde kalarak içtihadlar yapma serbestisine sahiptir: “Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan O’dur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır. (Yunus 10/67) “Görmediler mi; dinlensinler diye geceyi yarattık. Gündüzü de aydınlatıcı yaptık. İnanan bir toplum için bunda göstergeler vardır.” (Neml 27/86) “Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan Allah’tır. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Allah insanlara gerçekten çok ikram eder ama insanların çoğu şükretmezler.” (Mü’min 40/61) Gece, dinlenme; gündüz ise çalışıp kazanma zamanıdır. İlgili âyetlerden biri şöyledir: Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan odur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır. (Yunus 10/67) Gündüz, yaşama zamanıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Gündüzü yaşama zamanı yaptık.” (Nebe’ 78/11) Güneşe ve duhâsına, onu takip ettiğinde aya, güneşin duhâsını gösterdiğinde gündüze, güneşin duhâsını örttüğünde geceye, (yemin olsun) (Şems 91/1-4) Ayetlerden anlaşıldığına göre. Gece istirahat zamanı, gündüz çalışma zamanıdır. Gece ile gündüz arasındaki fazlalıktan dolayı iş zamanı ile ibadet zamanını, istirahat zamanını saatle tespit etmek gerekiyor. Prof.Dr.Abdulaziz Bayındır bu ayetleri şu şekilde açıklamıştır „Duhâ ile ışık arasındaki temel fark ısıdır. Bu sebeple gece ile gündüz arasında ısı farkı olur. Beyaz gecelerde gökyüzünde dolaşan güneş ışık verir ama ısısı gündüz gibi hissedilmez. Aydınlatan şeyin güneş değil de gündüzün kendisi olması, güneşi gündüzün göstergesi olmaktan çıkarır ve güneşsiz gündüzlerin olabileceğini gösterir. Nitekim Arapçada gündüze nehar denir ve aydınlığın yayıldığı vakit, diye tanımlanır. İnsanların yaşadığı en kuzey yer olan Tromso’da güneşin doğmadığı günlerde, güneşten gelen ışınlarla çevre aydınlanmakta ve gündüz oluşmaktadır. Güneşin hiç batmadığı Haziran ayında Tromso’da gündüz kısa kollu gömlekle dolaşırken gece, pantolonun altına içlik, kalın çorap, yün kazak, ceket, kaban ve başlık giyilir. Ekvatorda güneş ışınları, dünyanın eksenine sürekli 90 derecelik bir açıyla geldiği için o bölgede gece ile gündüz hemen hemen eşit olur. Yazın gece ile gündüz kutup noktalarında da eşittir. Buralarda aydınlığın sürekli olması ve gecenin göstergesinin kaldırılmış bulunması sebebiyle gece ile gündüzden birini diğerinden uzun saymanın delili olmaz. Bu eşitlik, güneşin batmadığı salât dönencesi boyunca devam eder. Diğer enlemlerde güneş ışınlarının geliş açısı gece ve gündüzün uzunluklarını değiştirir. Kışın salât dönencesinden sonra günün uzunluğu, ışığın o bölgeye gelişine bağlı olarak değişir.“( www.suleymaniyevakfi.org) Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, “Norveç’te yaptığı tespit ve gözlemlerle, insanların burada 13 saatten fazla oruç tutamayacaklarını tespit ettiklerini söylüyor. Molla Hüsrev’in de fetvası böyledir: Gündüzleri 24 saatten daha uzun yerlerde, mesela altı ay gündüz olan yerlerde, oruca saat ile başlanır ve saat ile bozulur. Gündüzü böyle uzun olmayan, vakitleri normal teşekkül eden, yani gündüzleri 24 saatten az olan bir şehirdeki Müslümanların zamanına uyularak oruç tutulur. (Dürer*) Prof.Dr. Mehmet Said Hatipoğlu, bu konuda şöyle der: “Bu gibi bölgelerde Mekke’nin ve Medine’nin zaman ölçüleri esas alınarak, ibadet zamanları belirlenmelidir.” Prof.Dr.Hayri Kırbaşoğlu da bu tespite katılır.** Sonuç Bu açıklamalardan sonra biz de deriz ki, Almanya’da oruç; Mekke ve Medine’deki (Hicaz) oruca başlama ve orucu açma zamanları esas alınarak tutulmalıdır. Almanya gece ve gündüzün 12 saat olmadığı coğrafyadaki ülkelerdendir. Gündüzü 20 saate kadar uzanır. Yukarıda yapılan açıklamaları göz önüne alırsak, Almanya’da sahur ve iftar zamanı güneşin doğuşu ve batışıyla değil, saatle tespit edilmelidir. 13 saat uygun olan süredir. Bu tespit hem Bayındır ve hem de Hatipoğlu ve Kırbaşoğlu’nun görüşlerine uygundur. Dürer sahibi Molla Hüsrev de aynı kanaattedir. 20 saate yaklaşan bir süre oruçlu olmak, oruç ibadetinin ruhuna uygun değildir. Oruç ibadetinin süresi 20 saat olduğu zaman, oruç faydalı değil, zararlı olmaya başlar. Günde en az iki litre su alması gereken vücut 20 saat susuz kalırsa sağlık sorunları başlayabilir. Bu durum beyin kanamalarına, kalp krizlerine sebep olabilir. Dini cemaatlerimiz, Ramazan ayında toplayacakları zekât ve fitre konusunda harcadıkları mesai kadar, veya o çalışmaların yarısı kadar üyelerinin ibadetleriyle ilgili kolaylıklar üzerinde de mesai harcasalar, hem cemaatin sıkıntısını giderecekler, hem de istedikleri meblağı yine de toplamış olacaklardır. “Allah, her kimi doğru yola erdirmek isterse, onun gönlünü İslâm’a açar…” (Enam;6/125) ………………………………………………………… (1) Bakara suresi 3 (2) Bakara suresi / 184-185 (3) Bakara suresi / 187 (4) Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul,1988.1. cilt 312- 315. (5) Bakara 187 * Dürer, Molla Hüsrev’in eseridir. Hanefi Fıkhına göre yazılmıştır. 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından şeyhülislamlığa tayin edilmiştir. Molla Hüsrev, yirmi sene boyuncu bu görevi yürütmüştür. Fatih Sultan Mehmet Molla Hüsrev için ‘Zamanımızın Ebu Hanife'sidir.’ diyerek sevgisini belirtmiştir. Eserinin tam adı: Dürerü’l-Hukkâm Fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm, Musannıfı : Muhammed Bin Ferâmûz. **Daha geniş bilgi için, Uzun günlerde oruç; Musa Carullah Bigiyev, İz Yayıncılık, İst.2009).

9 Mart 2023 Perşembe

DEİZM III

DEİZM KUR’AN İLE SAVUNULABİLİR Mİ? (III) -Deizm gibi, dağarcığımıza yeni yeni düşen kavramlar hakkında negatif açıklamalar yapmadan evvel, Müslümanlar kendi eteklerindeki taşları dökmelidir. Deiste deist demeden evvel, ateist demeden evvel, kafir demeden evvel, dinsiz demeden evvel; Deizm ile ilişki kurulabilecek Kur’an buyruklarının, hadislerin kendi zamanlarındaki anlamlarının; şartlar, bölge, örf ve adetler göz önünde bulundurularak çok iyi yorumlanması gerekir- Rüştü KAM İman amelden bir cüz müdür, değil midir? Tartışmalı bir konu. Tarihte de çok tartışılmış. Sonunda bu tartışmalar âlimleri gruplara ayırmış. Birbirlerini tekfir derecesine bir gruplaşmadan bahsediyorum. Tekfir eden de tekfir edilen de Allah adına, Müslüman olarak birbirlerini tekfir etmişler. Her bir grubun İslâm anlayışında diğeri İslâm’ın dışında kalmış. Önce, amel ve iman ilişkisine Kur’an ne diyor ona bakalım: “Ey iman edenler! Cuma günü salat için seslenildiği zaman, alışverişi bırakıp, hemen Allah'ın öğüdüne koşun. Eğer bilirseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma 62/9. Erhan Aktaş Meali) -“Ey iman edenler ! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a itaatsizlikten sakının ki kurtu-luşa eresiniz.” (Âl-i İmran 3/130. Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Meali) -“İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlar için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır.” (Hac 22/50. Yaşar Nuri Öztürk Kur’an Meali) -“İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlar müstesnadır. Onlar için kesintisiz bir ödül vardır.” (İnşikak 84/25. Yaşar Nuri Öztürk Kur’an Meali) -“İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlara gelince onlar için, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Büyük başarı işte budur.” (Bürûc 85/11. Yaşar Nuri Öztürk Kur’an Meali) Bu âyetlerden anladığımıza göre iman başkadır, amel başkadır. İman ile amel aynı şey değildir. İkinci sırada rivayetler var, bir de o rivayetlere bakalım: Ebû Hureyre’den rivayet edilen bir hadise göre Peygamberimiz; *“ Ey Ebû Hreyre! Bu duvarın arkasında, gönülden inanarak “Lâ ilâhe illallah” diyen kime rastlarsan, onu Cennet’le müjdele!” (Müslim, Îmân 52) *“Dünyadan son sözü ‘lâ ilâhe illallah’ olan Cennet’e girer!” (Ebû Dâvûd, Cenâiz 15, 16; Hâkim, Müstedrek 1/503, 678) *“Sadece O’nun rıza ve hoşnutluğunu düşünerek kim ‘lâ ilâhe illallah’ derse Allah (c.c) ona Cehennem’i haram kılar.” (Buhârî, Salât 46, Teheccüd 36, Et’ıme 15; Müslim, Mesâcid 47; Tayâlisî, Müsned 2/357) *“Kim ‘lâ ilâhe illallah’ derse, bu sözünden dolayı Allah ona Cennet’i vacib kılar ve yine bu sözü sebebiyle onu Cehennem’den kurtarır!” (Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 25/164) *“Ölmek üzere olanlarınıza ‘lâ ilâhe illallah’ı telkin edin; zira dünyadan ayrılırken son sözü bu olan Müslüman bir kimseye Allah (c.c), Cehennem’i haram kılar.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef 2/447) Bu rivayetlere göre de iman ile amelin ayrı ayrı olduğu anlaşılıyor. Amel yoksa iman yok olmuyor, devam ediyor. Üçüncü sırada mezhepler var. Önce İtikadî Mezhepler: Hâricîler; “iman’a” öznesi cihetinden baktıkları için yaklaşım tarzları hep olumsuz olmuş. Yani onlar sorgulamaya “kâfir kimdir?” sorusu ile başlamışlar. Bundan dolayı Hâricîler İslâm toplumunu oluşturan bireyleri tespit etmek ve mümini tanımlamak yerine, Müslüman toplumdan kovulacak olanları belirlemeye çalışıp İslâm toplumunu sürekli olarak kâfirlerden temizlemekle meşgul olmuşlardır. Mürcie; “mümin kimdir” sorusuna cevap vermeye çalışmış. Ahlâki davranışın önemini inkâr etmiş, bunun yerine imanı veya toplumun üyeliğini önermiş, bunu ifade etmenin en güzel yolunun da “imanla birlikte günahın zarar vermeyeceğini” söylemek olduğunu ileri sürmüş. Mu’tezîle; Hicri III. asrın başında bir itikat mezhebi olarak zuhur etmiş. Kebîre (büyük günah) işleyen kimselerin ne Hâriciler’in iddia ettiği gibi kâfir, ne de Mürcie’nin iddia ettiği gibi mümin olduğunu iddia etmiş. Böyle birinin iman ile küfür arasında “fısk” denilen üçüncü bir mertebede olacağını savunarak farklı bir izah getirmiş. Her iki görüş arasında orta bir yerde duran Mu’tezîle, “Kebîre işleyen kimse imandan çıkar ama küfre de girmez. Küfür ile iman arasında bir yerde bulunur.” şeklinde bir izah getirmiş. Eş’arî; kebîre işleyeni kâfir değil, günahkâr mümin kabul etmişler. (Eş’ârî, İlk Dönem İslâm Mezhepleri, s. 238‐239) İmam Mâturîdî ise; yalnız kalp ile tasdik etmeyi, iman etmek için yeterli görmüş. (Şerhu’t-Tahaviye, 2/275-Şamile) Cebriye; bu fırka, bize imanı veren de ibadet ettiren de Allah’tır. Allah her işi zorla yaptırır. İnsan kaderine mahkûmdur. Hiç kimse, işlediği günahtan mesul değildir diyerek şu mealdeki âyetleri delil olarak gösteri:” Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini dalalette bırakır.” (İbrahim 14/4. Muhammed Esed Meali) “Sizi de yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.” (Saffat 37/96. Diyanet İşleri Meali(yeni) Cebriye’nin dışındaki mezhepler iman eden kimse büyük günah işlese bile dinden çıkmaz. Yani iman ile amel aynı şey değildir. Günah işleyen Mü’minin imanı devam eder demişler. Cebriye’de ise sıkıntı yok. Günahı da sevabı da Allah işletmiştir. Dolayısıyla Allah kendi kendine sevap veya ceza verecek değildir. Yani kişi zaten günahsızdır. Kişi Deist olmuşsa Allah istediği için olmuştur. Konu ile ilgili bazı yorumlar da şöyledir: Amel, insanın, dînin emrettiklerini yerine getirmesi, yasakladığı şeylerden de kaçınması demektir. Amelin îman ile alâkası vardır. İnsan önce bir şey`i benimser, doğruluğuna inanır, sonra da o inandığı şey`i yaparak yaşar. Bununla beraber amel, îmanın bir parçası değildir. Yani, insan dînin emirlerini yerine getirmese ve ibâdetini yapmasa dahi, îmandan çıkmış olmaz, inancını inkâr etmiş sayılmaz; sadece günahkâr olmuş olur. Amel imandan bir cüz değil, imanın kemâlinden bir cüz'dür. (Taftezani, Saduddin, Şerhu'l- Akaid, Salah Bilici Kit. İst. 1973, V, 197; Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 183) Eğer iman amelden bir parça (cüz) olsaydı, amelin düştüğü hallerde, imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir.” (Aliyyü’l Kari, Fıkh-ı Ekber, İst:1981, sh. 216. Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 206) Amelî Mezhepler: Hanefi mezhebine göre Kelime-i Tevhidi söyleyen herkes cennete girecektir. Amel imandan bir cüz değildir. Malikî, Şafii ve Hanbelîlere göre, amel imandan bir cüz değildir ama amel etmeyen de kâfir olmaz. Çünkü, amel imanın asıl parçası değil, onu kuvvetlendiren tamamlayıcı bir unsurudur. Amelin imanı güçlendiren, onu tamamlayan bir unsur olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, aynı kişinin Allah’a ibadet etmekle meşgul olduğu zaman dilimindeki durumu, Allah’a karşı hissettiği sevgi ve saygı ile gaflet içerisinde olduğu zamandaki durumundan çok farklı olduğu tecrübe ile sabittir. (Gazalî, el-İktisad fi’l-İtikad-Şamile-1/73). İslâm alimlerinin büyük çoğunluğuna göre, iman; dil ile ikrar, kalp ile tasdikten ibarettir. Böyle bir iman kişiyi Allah katında mümin yapar. Nitekim Peygamberimiz (s) bazı münafıklara hitaben “Ey kalplerine iman girmeyen, yalnız dilleriyle iman eden topluluk!” diye hitap etmiştir. (Bakıllanî, el-İnsaf, 1/18-Şamile). Bu kadar açıklamadan sonra şunu diyebiliriz: Sadece Allah’a iman etmek kurtuluş için tek başına yeterlidir. Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerden, rivayetlerden ve İslâm alimlerinin açıklamalarından anladığımız budur. Deistin dediği de budur. “Bana Allah yeter. Bir başkası gerekmez. Ben de zaten O’na inanıyorum.” Deist böyle diyor. Sonuç Deizm gibi, dağarcığımıza yeni yeni düşen kavramlar hakkında açıklama yapmadan evvel, Müslümanlar eteklerindeki taşları dökmek zorundadır. Deiste; ateist demeden evvel, kafir demeden evvel, dinsiz demeden evvel dini literatürümüzdeki Deizm ile ilişkisi kurulabilecek bazı yerleşik kavramların izahının ya-pılması veya anlaşılır biçimde içinin doldurması gerekir. Yukarıda yaptığımız açıklamalardan anlaşılan budur. Sâbiîlerin kimliği konusunda dini literatürdeki bilgilerimiz net değildir. Literatürümüzde; Yıldıza tapanlar, Mecusiler, Harranlılar, Iraklılar v.s gibi kimliği net olarak belli olmayan gruplar Sabiî olarak açıklanmıştır. Oysa Sabiî Kur’an’ın kurtuluş müjdesine muhatap olan kişidir. Kur’an’ın ifadesi böyledir. Yukarıdaki tanımlara baktığımızda bizim onlara Müşrik dememiz gerekir. Çünkü Mekke Müşrikleri de onlar gibi Allah’a inanıyorlardı. Hatta bir olduğuna da inanıyorlardı. Şirkle mücadeleyi esas alan Allah, Sâbiîleri Ehl-i Kitap’ın içinde zikrediyorsa Ehl-i Kitab’ın yelpazesi oldukça geniş demektir. Bu durumda deizme yeşil ışık yakılmaması için bir sebep yoktur. Zorlama yorumlarla, bizim gibi inanmayanları, sadece kıskançlığımızdan dolayı, Allah’a ve ahiret gününe inanan ve iyi işler yapanları İslâm’ın dışında bırakmanın kimseye fazdası olmaz. Bütün bunlar, Allah’ın gözüne girmek için yapılıyorsa, yapılmakta olandan vazgeçilmesi gerekir. Çünkü Allah herkesin niçin inandığını, neye inandığını gayet iyi bilir. Bize düşen, insanları İslâm dairesinin içinde tutmaya çalışmaktır. Mümkün olduğunca toleranslı olmaya çalışmaktır. Bırakalım sonrasını Allah düşünsün. Din de O’nun kul da O’nun. O zaman şöyle diyelim: 1-Allah inancının yanında, Ahiret inancı ve amel-i sâlih olursa kurtuluş için kapı aralanmıştır. Sadece Allah’a inanmak ve amel-i sâlih işlemek kurtuluş için yeterli olabilecektir. Çünkü ahiret inancı oradaki cezadan korkarak, kişinin salih amel işlemesi için olmalıdır. Çünkü, vurgu ahiret inancına değil, salih ameledir. 3-Sadece Allah’a inanıp da bu benim için yeterlidir, amal-i salih işle-meye gerek yoktur demek kurtuluş için yeterli olmayabilir. En iyisini Allah bilir. 4-Deizm, Allah’a inanıp da Allah’tan gelenleri inkâr üzerine bina edilirse orada deist için bir kurtuluş olmasa gerektir. 5-Toplumdaki yanlış olarak yaşanan, ekranlarda sarık ve cübbe içine sığdırılan din anlayışına, Kur’an’a rağmen yaşanan o din anlayışına, din hizmetlilerinin yaptıkları haksızlıklara, kutsal kitaplarda, rivayetlerde, rivayet külliyatında peygamberleri aşağılayan rivayetlere karşı, tavır koyarak, baş kaldırarak, isyan ederek Tek Allah inancı bana yeter deniliyorsa, Allah’tan gelenler inkâr edilmiyorsa; o zaman deistler için bir kurtuluş yolu vardır denilebilir. Bu şekildeki inaç sahibine, Kur’an yol verecektir. Allah’ın işine karışmamak lazımdır. Geniş bilgi için bakılacak kaynaklar: -19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. Sayı: 39 Samsun – 2015 -Kur’an mealleri ve tefsirleri -https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/188828 -Soruvecevaplar@suleyman-ates.com, -Doç.Dr. Muammer Esen, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 51:1(2010), ss. 93-110, -Sâbiilik-TDV İslâm Ansiklopedisi, -Gündüz Şinasi İslâm ve Sabiilik. İstanbul hikav yayınları 2018, -Dr. İsmail Cerrahoğlu https://dspace.ankara.edu.tr/ BİTTİ