14 Kasım 2023 Salı

BERLİN’DE CUMHURİYET BAYRAMI KUTLAMALARI DEVAM EDİYOR

Berlin’de Cumhuriyet Bayramı kutlandı. Hem de birkaç yerde kutlandı. Ben, büyükelçiliğin organize ettiği kutlamaya da katıldım. Kutlanan Cumhuriyet Bayramıydı. Salonda yerini alan sayı 2.000 civarındaydı. Berlin Filarmoni Orkestra Salonu’nda Kültür Bakanlığının gönderdiği Senfoni orkestrası bir konser verdi. Dinledik. T.C.Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen burada bir konuşma yaptı. Konuşmasında, yıkılan bir cihan imparatorluğunun küllerinden, çağdaş ilkelere dayanan modern bir ulus devlet doğduğunu söyledi. Devamla Şen, "Bugün girdiğimiz ikinci yüzyılımız, her alanda küresel düzlemde en ileri seviyeye getirecek bir yol haritasını içermektedir. Bu vizyon, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte yeni nesillere bırakacağımız en büyük mirasımız olacaktır" dedi. Anlamlı bir konuşmaydı. O kutlamayla ilgili olarak daha önce yazmıştım. Bir de Ergün Bey’in organize ettiği kutlama vardı. Ona da katıldım. Ergün Bey güzel bir organize yapmış. Açılışta kısa bir konuşma yaptı. Savaş karşıtlığını da konuşmasının bir yerine iliştiriverdi. Konserde Türk sanat Musikisinden örnekler seçilmiş. Ne güzel. Birbirinden güzel eserler. Performanslar üzerinde kritik yapmanın anlamı yoktur. Sonuçta bu insanlar şartlarını zorlayarak gönüllülük esasına dayalı bir eğitim almışlar. Bu insanlar merak etmişler ve boş zamanlarını Eski Dostlar Musiki Derneği’nde değerlendirmişler. Ne de güzel yapmışlar. Alkışlanacak bir durum. Mutlaka o kişiler evlerinde de musiki ile meşgul oluyorlardır. Kültürümüze sahip çıkmak böyle birşeydir. Fedakarlık isteyen bir şeydir. Sahnede disiplinlerini hiç bozmadılar. Şımarmadılar da. Halka ve sanata saygılıydırlar. Hangi alanda olursa olsun fedakarlık yapamıyorsanız geleceğinizi inşa edemezsiniz. Bedel ödemezseniz; kimlikli bir nesil yetiştiremezsiniz. Kimlikli nesil, bizim olana, bizden olana sahip çıkan nesildir; musikimize sahip çıkan nesildir, dini değerlere örf ve adetlere sahip çıkan nesildir. Camii’ne, minaresine, mezar taşlarına, ebru sanatına, Dede Efendi’ye, Itri’ye, Hafız Burhan’a ...sahip çıkan nesildir. Karadeniz’in horonuna, Ege’nin zeybeğine sahip çıkan nesildir. Reddeden veya küçümseyen değil... Cumhuriyet kutlanacaksa ki; kutlanacak. O zaman o kavramın içi, yani CUMHUR kavramının içi, cumhurun değerleriyle doldurulmalıdır, cumhur’a rağmen doldurulmamalıdır. Ergün Bey, sen bugün sahneye çıktın ve oradan halkımıza bir mesaj verdin. O mesaj umarım muhatapları tarafından alınmıştır. Ben seni ve korodaki bütün arkadaşlarını teker teker kutluyorum. Tabiki sazendeler de dahil. Güzel bir iş yapıyorsunuz, yapmaya da devam ediniz. Berlin’de bir kültür merkezimiz yok. Bu açığı Sivil toplum Kuruluşları(STK’ler) olarak sizler dolduruyorsunuz. Belki ilerde sizlerin mirasçıları o kültür merkezini kuracaklardır. Ancak bir konunun altını çizmem gerekiyor müsadenizle. Sunucu olan beyefendi dersine iyi çalışmamış. Sık Sık takıldı. Belki heyecandandır. Konuşmasının bir yerinde de şöyle bir cümle kurdu: “Diktatörlüğün olduğu bir dönemde Atatürk demokrasiyi seçti.” Bu cümle kurulmasa daha iyi olurdu. Bizim tarihimizde diktatör yoktur, diktatörlük de yoktur. Diktatörlük zulme dayanır, diktatörler zalim yöneticilerdir, halkını köleleştirenlerdir, engizisyonlarda insanların derilerini yüzenlerdir, soykırım uygulayanlardır, çoluk- çocuk demeden, kadın- kız demeden, yaşlı-genç demeden herkesi öldürmekten zevk alanlardır. Türk tarihinde diktatör yoktur. Kastedilen Selçuklu ve Osmanlı dönemi ise orada hiç yoktur. Bu konularda daha hassas davranırsanız 4 milyon nüfusun içinde yaşayan 300 bin Türkün arasındaki kardeşlik bağlarını zedelememiş olursunuz. O zaman arzu ettiğimiz, hepimizin arzu ettiği birlik ve beraberliği çok daha kısa sürede yakalarız. Her oturduğumuz mekânda birlik ve beraberlikten bahsederiz. Dağınıklığımızdan şikayet ederiz. Birbirimizin kutsallarına dokunursak o birliği yakalayamayız. Bizden olmayan insanların algılarıyla hareket edersek, muğlak bilgileri gerçek bilgi sayarak hareket edersek birlik ve beraberliği yakalayamayız. Siz de bilirsiniz ki; geçmişini küçük gören ve geçmişini yok sayan bizden başka bir millet daha yoktur. Bizler birbirimizi kusurlarıyla sevmek zorundayız. Hele bir de gurbetteysek bu konulara iki kere dikkat etmemiz gerekir... Günün mânâ ehemmiyeti konusunda ise Başkonsolos İlker Okan Şanlı açıklamalarda bulundu: “Cumhuriyet, Türk milletinin Büyük Atatürk önderliğinde verdiği mücadelenin, onurlu duruşunun, vatan sevgisinin, egemenlik ve bağımsızlık iradesinin ortaya çıkardığı bir eserdir. Bu eser, “çağdaş medeniyetler seviyesinin üstüne çıkma” vizyonuyla geleceğe özgüvenle, heyecan ve şevkle bakan bir neslin bugünkü nesillere yadigarıdır. Atalarımızın yadigarının kıymetini bilmeliyiz. 100. yılda, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava arkadaşlarını, ülkemizin bağımsızlığı, birlik ve bütünlüğü uğrunda canlarını feda eden tüm aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi, 100 yıllık süre içerisinde Türkiye Cumhuriyeti'nin yücelmesine katkı sağlamış herkesi derin minnetle anıyoruz. Anavatanımızdan binlerce kilometreler uzakta olsak da, burada bizlere düşen Cumhuriyetimizin kuruluş sürecinde yazılan destanı çocuklarımıza, genç nesillerimize layığınca anlatabilmektir. Heyecanımızı paylaşabilmektir. Zira, bu anlayış yeni nesillerde pekiştiği ölçüde gençlerimiz de “muhtaç oldukları kudretin” aslında bizzat kendilerinde olduğunun daha da bilincinde olacak, kendi geleceklerine daha da özgüvenle bakabileceklerdir. Bizdeki içi boş bir özgüven değildir, şovenizm hiç değildir. Bu çerçevede, Almanya Türk toplumunun kültürel kimliğini ve milli benliğini kaybetmeden, birlik ve beraberlik içinde hem Almanya’ya, hem Türkiye’ye hem de Türk-Alman dostluğuna katkılarda bulunmaya devam edeceğinden hiç şüphemiz bulunmamaktadır. Sözlerime burada son verirken, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ü ve silah arkadaşlarını bir kez daha rahmetle anıyor, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.”

31 Ekim 2023 Salı

BERLİN'DE CUMHURİYET'İN YÜZÜNCÜ YILINI KUTLADIK

Rüştü Kam Cumhuriyetin yüzüncü yılını Berlin Philharmonie konser salonunda kutladık. Büyükelçiliğin bütün çalışanları oradaydı. Herkes kendi muhataplarını karşılıyor ve onlara belirli süre eşlik ettiler. Devlet millet kaynaşması… Uzunca bir kuyruk oluştu. Bu kuyruk Büyükelçinin şahsında Cumhuriyet’in yüzüncü yılını kutlama kuyruğu. Büyükelçi Ahmet Başar Şen ve birinci derecede çalışma arkadaşları tebrikleri kabul ettiler. Onlarla fotoğraflar çekildiler. Cumhurun Almanya’daki temsilcileri ve yabancı misyon şefleri oradaydı. Herkes iki dirhem bir çekirdek. Kırmızı beyaz elbiseler giyilmiş, kravatlar takılmış. Kravatklarında ve yakalarında Türk bayraklarıyla salonu renklendirenler de var… Cumhuriyet resepsiyonunda başörtülü kadınlar da var, başörtüsüz kadınlar da. Birbirleriyle sohbet ediyorlar. Büyükelçinin ve askeri ataşenin elini bile sıktılar. Gördüğüm kadarıyla Laiklik elden gitmedi. Cumhuriyet de. “Vusülsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” demişler, doğru demişler. Herşey usulüne uygun olarak yapılırsa kaynaşmak kaçınılmaz oluyormuş. Bunu gördük cumhuriyetin yüzüncü yıl kutlamasında Berlin Philharmonie konser salonunda. Velhasıl davetli portresinden anlaşılan odur ki; Türk Milleti Cumhuriyet’in anlam ve mahiyetini içine sindirmiş. İkramlar ayakta hızlı yemek (fast-food) anlayışına göre hazırlanmış. Amaç karın doyurmak değil. Bir süre mideyi susturmak. Hazır yiyecekler Türk milletinin damak tadına uygun: Yaprak sarması, humus, çemen, havuç salatası, baklava, sütlaç... Türk mutfağının en güzel örnekleri bunlar. Bir anlamda Türk mutfağı da tanıtıldı bu resepsiyonda. Elçi’nin görevlerinden biri de Türk ürünlerini bulunduğu ülkede tanıtmak değil midir? Üzülerek söyleyeceğim Çaykur çayı yine menüde yerini alamamış. İnşallah ikinci yüzyılda o da olur diyelim. İçecek olarak meyve suları ve su servisi yapılıyor. Şerbet de olsaydı iyi olurdu. Mesela Reyhan şerbeti. Belki hazırunun ilgi odağı olacak bir içecek olabilirdi şerbet. Alkol yoktu. Parfüm kokusunu bile bastıran alkol kokusundan bahsediyorum. Yani 20 yıl öncesinden. Tarih olan o alkol kokusundan. Dolayısıyla misafirler arasında sarhoş olan da yoktu. Normal şartlar altında sohbet yapma imkanımız oldu; cumhurdan bahsettik, cumhuriyetten bahsettik. Geçen yüzyıldaki kutlamalardan bahsettik. Evvelkileri, 20 yıl sonra bugün yapılanlarla kıyas ettik. Nereden nereye dedik. Yüce Mevlâm nelere kadir diye de O’na şükranlarımızı sunduk. Gelecek yüzyılda daha neler yapılmalı onları dile getirdik. Türkler, gelecek yüzyıla damgalarını vurabilecekler miydi? Bunları konuştuk. Ümitliydik. Karamsarlık yoktu. 20 yıl gibi kısa bir sürede bu kadar iş yapıldığına göre, gelecek yüzyılda neler yapılmazdı. Yeterki devlet iradesi “yerli olandan, milli olandan” yana tavır koysun. MERHABA dergisinde yayınlanan, “İslâm'da Ruhbanlık Yoktur ki, Laiklik Olsun“ başlığını taşıyan yazım üzerine sorular geldi. Bazı arkadaşlar tarafsız bir yaklaşımla konuyu işlediğim için beni tebrik ederken bazı arkadaşlar cumhuru ve laikliği yanlış anladığımdan bahisle beni eleştirdiler. Dozunda eleştiri her zaman faydalıdır. Teşekkür ettim onlara. Anons yapıldı ve konser salonuna geçildi. Akustik bir salon. Önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın mesajı okundu. Sonrasında da Ahmet Başar Şen kürsüyü teşrif etti. Mesaj yüklü bir konuşma yaptı. Bihassa savunma sanayiindeki gelişmelerin Cumhuriyeti’n yüzakı olduğundan bahisle şunları söyledi: “Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler; Bugün, Cumhuriyetin bir asrını tamamlarken Türkiye Yüzyılı’nın ilk gününü idrak etmenin coşkusu içindeyiz. Heyecanımızı ve mutluluğumuzu paylaştığınız için hepinize teşekkür ediyor; hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Hoş geldiniz! Konuşmama başlarken, ilk önce Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ve dava arkadaşlarını saygı ve minnetle anıyorum. Türk milleti, bundan yüzyıl önce, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, “bağımsızlık ancak milletin azim ve kararlılığıyla mümkündür” ve “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şiarlarıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Böylece, yıkılan bir cihan imparatorluğunun küllerinden, çağdaş ilkelere dayanan modern bir ulus devlet doğmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, tarihin sayfalarına gömülmek istenen bir milletin sergilediği gururlu direnişin sembolü, büyük bedeller ödeyerek kazandığı milli varoluş davasının adıdır. Atatürk ve arkadaşlarının ortaya koyduğu Cumhuriyet ruhu, bağımsızlığı sadece siyasi ve askerî alanlarla sınırlamamış, aynı zamanda ekonomi, eğitim, adalet gibi alanları da tam bağımsızlığımızın ayrılmaz birer parçası olarak görmüştür. Türkiye Cumhuriyeti, işte bu yüzden sadece bir yönetim şekli değil, aynı zamanda kapsamlı bir çağdaşlaşma hamlesidir. Bu hamle sayesinde Türkiye her alanda atılım yapmış, bugünkü dinamizm, kapasite ve potansiyele erişmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, tarımdan sanayiye, sağlıktan ulaşıma, havacılıktan enerjiye, savunma sanayiinden diplomasiye uzanan her alanda, çağdaşlaşma ülküsüdür. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün “Dünya yüzünde gördüğümüz her şeyin kadının eseri olduğunu” vurgulayan, “Bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!” şeklindeki veciz sözlerinin içerdiği, Türk kadınlarının, toplumda eşit haklara sahip, gelişimin ve kalkınmanın öncülüğünü yapan, özgüvenli bireyler olarak yükselmelerinin önünü açan ufkun taşıyıcısıdır. Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda, eski Osmanlı topraklarından göçe zorlanan Müslüman-Türk toplumunun bugünkü anavatanlarında hürriyetine ve hayal kurabilme özgürlüğüne kavuşmasının simgesidir. Değerli Konuklar; Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına girdiğimiz bu yıldönümü, bizim için bir takvim değişikliği olmanın çok ötesinde anlam taşımaktadır. Bugün girdiğimiz ikinci yüzyılımız, Türkiye Yüzyılı, Cumhuriyetimizi siyasi, ekonomik, sosyal, diplomatik, hülasa her alanda küresel düzlemde en ileri seviyeye getirecek bir yol haritasını içermektedir. Bu vizyon, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte yeni nesillere bırakacağımız en büyük mirasımız olacaktır. Türkiye, gelecek yüzyılda; demokrasisi örnek alınan, yeşil ve dijital dönüşümü başarmış, sürdürülebilir bir kalkınma modeli benimsemiş, diplomasisi ilgiyle takip edilen, milli birlik ve kardeşliğini her türlü olumsuzluğa karşı en güçlü şekilde muhafaza eden, Atatürk’ün koyduğu sürekli hedefleri asla göz önünden ayırmayan bir ülke olarak ilerlemeyi sürdürecektir. Bakın Atatürk Cumhuriyetin onuncu yılı konuşmasında bugünlerimize nasıl ışık tutuyor: “Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mâmur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.” Değerli Misafirler, Dış politikamızın temel düsturu olan, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle çevremizde bir barış ve refah kuşağı oluşturma çabalarımız sürecek; Millî gelirine oranla en çok insani yardım yapan, ayrıca dünyada en fazla sığınmacıyı barındıran ülke olarak, nerede bir mazlum, mağdur ve ihtiyaç sahibi varsa, kökenine, inancına, farklılıklarına bakmadan imdadına koşmaya devam edeceğiz. Küresel belirsizliklerin ve çok boyutlu krizlerin arttığı bir dönemde, Sayın Cumhurbaşkanımızın önderliğinde, Balkanlar’dan Orta Doğu’ya, Karadeniz’den Afrika’ya, Akdeniz’den Hazar’a ve Orta Asya’ya kadar uzanan geniş coğrafyadaki çatışma ve krizlerin barışçıl şekilde sonlandırılması ve insani trajedilerin önlenmesi için angajmanımızı milli dış politika anlayışımızla sürdürecek, barış, istikrar ve adaletin her yerde tesisine yönelik gayret göstermeye devam edeceğiz. Keza kendi savunma sanayii ürünlerimizi geliştirerek bu alanda da tam bağımsızlığımızı sağlama yolunda hızla ilerleyeceğiz. Değerli dostlar, Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi olarak, Türk-Alman ilişkilerine değinmemek olmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci asrını, Türkiye Yüzyılını karşılarken, Türkiye ile Almanya arasındaki tarihi ve köklü ilişkilerde de yeniden güçlü bir ivme yakalamak istiyoruz. Dostluk ve Müttefiklik anlayışına dayanan kapsamlı siyasi ve askeri ilişkilerimiz, 50 milyar Avro’yu aşan ikili ticaretimiz ve her alanda yoğun diyalog ve işbirliğimiz bulunan Almanya’yla birçok konuda ortak çıkarlarımız mevcut. Örneğin, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olması, hem bizim, hem Almanya’nın çıkarınadır. Bu stratejik hedefimize ulaşmak için bize destek vermesi esasen rasyonel dış politikanın gereklerindendir. Almanya’da yaşayan 3,5 milyon insanımız, tesis ettikleri kalıcı sosyal ve kültürel bağlarla, ikili ticari, ekonomik ve kültürel ilişkilerde üstlendikleri rollerle, ülkelerimiz arasındaki çok güçlü ve eşsiz insani bağı, ortak hazinemizi oluşturuyor. Almanya Türklerinin siyasetten iş dünyasına, bilimden spora-sanata, farklı alanlarda elde ettikleri başarılar ve Almanya’ya ve Türk-Alman ilişkilerine katkıları bizlere kıvanç veriyor. Beklentimiz Almanya Türk Toplumunun burada huzur ve refah içinde yaşamalarıdır. Bunun için, ırkçılık ve ayrımcılığın bütün tezahürleriyle ortak mücadelemiz önemlidir. Kıymetli misafirler, 2023 yılı aynı zamanda Hariciye teşkilatımızın temellerinin atılmasının 500. yılına tekabül etmektedir. Binlerce yıllık devlet geleneğini zamanın ruhuyla yoğuran Türk diplomasisi, 1523 yılında Osmanlı Döneminde kurulan Reisülküttaplıktan şimdiki Dışişleri Bakanlığına uzanan köklü bir geçmişe sahiptir. Bu eşsiz miras ve birikim, günümüzde, dünya çapındaki 260 misyonumuzda (bu sayı dünyada en büyük 5. Diplomatik ağa işaret etmektedir.) görev yapan meslektaşlarımla beraber ait olmaktan gurur duyduğum Türk diplomasisinin dünyada saygı uyandıran kabiliyet ve gücünün de en önemli yapıtaşlarından biridir. Büyükelçiliğimiz ve Almanya’daki 14 Başkonsolosluğumuzdaki görev arkadaşlarım ile birlikte, Türk vatandaşlığı bulunsun bulunmasın, Almanya Türk Toplumuna hizmet vermeye, iyi gününde, kötü gününde yanında olmaya, dertleriyle dertlenip, sevinçleriyle sevinmeye, sorunlara çözüm, derde deva aramaya ve elbette bulmaya devam edeceğiz. Saygıdeğer konuklar; Hepinizin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı can-ı gönülden tebrik ediyorum. Yaşasın 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız! Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!” Büyükelçi Ahmet Başar Şen, Türkiye sevdalısı bir diplomat. Başkonsolosluğu dönemimde ilklerin altına imza atan Şen, Büyükelçiliği döneminde de ilklere imzalar atıyor. Güzel işler yapıyor. Devlet millet elele anlayışını ısrarla devam ettirmeye çalışıyor. Cumhuriyetin yüzüncü yılını Berlin Philharmonie konser salonunda kutlaması da bir ilkti. Şen burada, cumhurun temsilcilerini senfoni ile tanıştırdı. Kendi deyimiyle, birbuçuk sene uğraş vererek cumhurun temsilcilerine muhteşem bir gece yaşattı. Sayın Şen, gelecek yüzyılda Cumhuriyet Bayramı mutlaka kutlanacaktır. Yaptıklarınız yapacaklarınızın teminatıdır diye düşünüyorum. Hergeçen gün cumhur ile cumhuriyet biraz daha birbirine yaklaşıyor. Siz bu konuda bizlere umut oldunuz. Gördüğümüz kadarıyla bu yakınlaşma Türk Milletini güçlü kılıyor. O kutlamalar için tekliflerim: 1-Artık bu kutlamalara cumhur da katılmaya başlasın. Hep temsilcileri katılıyor. Hep aynı yüzler hep aynı simalar. Büyükçe bir salon tutulsun. Oraya cumhurun kendisi çağrılsın. 2-Bu kutlama bir güne sıkıştırılmasın bir haftaya dağıtılsın. Orada Türk halk musikisinden, sanat musikisinden, folklörümüzden örnekler sunulsun. Zeybeğimiz, horonumuz, halayımız, semahımız, halebimiz olsun…Çalsın davullar, zurnalar, kavallar, sipsiler, tulumlar, sazlar, kemençeler, udlar, tamburlar... 3-Çocuklarımız için karagöz-hacivat olsun. Nasrettin Hocamız olsun. Yunus Emremiz olsun, Mevlânamız olsun... 4-Kadınlarımız el sanatlarımızla, mutfak kültürümüzden örneklerle yer alsınlar orada. 5-Sempozyumlar düzenlensin, konferanslar verilsin, açık oturumlar yapılsın. Velhasıl bir hafta süresince festival havasında bir cumhuriyet kutlaması olsun. Bu kutlamalar bizzat cumhurun kendisiyle yapılsın. Cumhura rağmen değil.

15 Ekim 2023 Pazar

EĞİTİMİN ÖNEMİ

TÜRKÇE’NİN ÖNEMİ; REZİDANS’TAYIZ -Lafla ile peynir gemisi yüzdürülmüyormuş- 18.02.2013 yılında ha-ber.com internet sayfasında Türkçenin önemiyle ilgili bir yazı yazmışım. Önemine binaen o yazımı aşağıda aynen yayınlayacağım. Ancak önce bir konuda bilgilendirme yapmam gerekiyor. 04.10.2023 tarihinde Başkonsolosumuz İlker Okan Şanlı bir toplantı düzenlemiş. Rezidansında düzenlemiş bu toplantıyı. Anlaşılan samimi bir ortam oluşsun istemiş. Güzel de yapmış. Amaçları Eğitim olan sivil toplum kuruluşları da bu toplantıya davet edilmişler. Türk Eğitim Derneği de davet edilenler arasında. Dünya görüşleri farklı olan STK temsilcilerinin o toplantıda hazır olması sevindirici bir tablo oluşturmuştu. Eğitim Ataşesi Erdal Tanas Karagöl de oradaydı. Başkonsolosumuz açılış konuşmasında eğitimin önemine vurgu yaptı. Sonrasında da bizlerin görüşlerini almak için sözü bizlere bıraktı. Herkes yapmakta olduğu işi anlattı. Bu işlerin içinde arzu edilen şekilde bir Türkçe öğretim ve eğitimi yoktu. Herkes kendi işini yaparken Türkçenin ucundan biraz tutmuş. Bu konuda Berlin Eğitim Senatörlüğüyle çalışma yapanlar ve netice alanlar da vardı davetlilerin arasında. Onlar çalışmalarının karşılığını almışlar. Türkçe Anadil eğitimi veren okul bile açmışlar. Avrupa Okulu. Kendilerini tebrik ediyorum. Çalışmalarının devamını diliyorum. Havanda su döğenler de yok değildi o toplantıda. Sık sık birlik ve beraberlik vurgusu yapıldı. Birlik olunursa hepsi yapılacaktı. Ben ne yaptım, bundan sonra neler yapabilirim şeklinde düşünerek ciddi bir şekilde elini taşın altına koyan yoktu. Ben eğitim konusunun masaya yatırılmış ve üzerinde konuşuluyor olmasından oldukça memnun oldum. Herkesin yaptığı gibi ben de yaptığım çalışmaları anlattım. 3 saate yakın süren toplantının sonunda rezidanstan memnun bir şekilde ayrıldık. Büyükelçi Ahmet Başer şen başta olmak üzere Başkonsolos Şanlı ve Eğitim Ataşesi Karagöl vazifelerini yapıyorlar. Gayretliler. Görevlerini tam olarak yerine getirmeyenler var. Başta veliler ve Sivil Toplum Kuruluşları (STK) görevlerini tam olarak yapmayanlardan. Şimdi geldiğimiz noktadan 2013 yılına gidelim ve o gün konuşulanlara bakalım. Sonra da kıyaslama yapalım. Nereden nereye gelmişiz. Yapılanları artı hanemize yazalım, yapılmayanların da eksi. Sonra da niçin yapılamadığının peşine düşelim, eksikliklerimizi üst üste koyarak yeniden kolları sıvayalım. Mazeret üretmeden yeni yollar açarak amaca doğru ilerlemek için irade ortaya koyalım…Önce kendi yapabildiklerimizi yapalım sonra da birlikte neler yapabilirizin peşine düşelim. 18.02.2013 yılında ha-ber.com internet sayfasında Türkçenin önemiyle ilgili yazdığım yazı. “Öğretmenler, birebir öğrencilerle muhatap olan eğitim emekçileri, ben onları anlıyorum, çektikleri sıkıntıları hissediyorum, çocuk eğitmek kolay değil. Ailelerin önem vermediği bir konuda çocuk eğitecekseniz işiniz zor. Bu zor işi bir de yabancı ülkede yapıyorsanız işin daha da zor. Eğitilecek çocuğu öğretmen bulacaksa, eğitimi vereceğiniz fizik mekân da kendinizi diken üstünde hissediyorsanız, önüne Türkçe öğrenmek için gelen öğrencilerin devamlılığını sağlamak da öğretmene düşüyorsa, normal ders saatlerinin dışında çocuk eğitecekseniz işiniz iki kat daha zor. Eğitim emekçilerinin bir gayret içinde olmaları beni sevindirdi. Her bir öğretmen çocuklara bir şeyler öğretmenin gayreti içinde belli ki. Teklifler sunuyorlar, problemleri sıralıyorlar ve çözüm için öneriler getiriyorlar, bu önerileri laf olsun diye getirmedikleri her hallerinden belli. Mutluluk verici bir tablo. Türk Evi'nde yapılan toplantıdan bahsediyorum. Yılmaz Bulut düzenlemiş bu toplantıyı. Yılmaz Bulut Almanya'da Türkçe'nin yaygınlaştırılması ve Türk kültürünün tanıtılmasını hedefleyen Yunus Emre Kültür Merkezleri Başkanı. Sahip çıkılması gereken samimi bir şahsiyet. Samimiyeti yüzüne yansıyor. Bir şeyler yapabilmenin gayreti içinde. Zor bir yolda ilerlemeyi tercih etmiş ama, ben bu zor yolları başarı ile geçeceğine inanıyorum. Bulut, Türkçe ve Türk kültür dersleri veren öğretmenlerle birlikte sivil toplum örgütlerini de çağırmış bu toplantıya. Türkçe öğretmenleri neredeyse tam kadro oradaydı. Sivil toplum örgütlerinden katılanların sayısı her önemli konuda olduğu gibi yine oldukça azdı. Bulut, sivil toplum örgütlerinin bu toplantıdan haberdar olduğunu söyledi. Ben ise bazı sivil toplum temsilcileriyle resmi zevat arasında güven sorunu olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan Türkçe eğitimini halka indirmenin ilk adımının devlet millet kaynaşmasından geçtiğine inanıyorum. Amaç birliğinin tam olarak oluşmadığı bir ortamda, güven sorununun olması doğaldır. Taraflardan birisi başını ağrıtmadan görevini tamamlayıp siciline yeni başarıların eklenmesi için çalışıyorsa, öbürü de resmi zevatla yan yana gelerek fotoğraf çekilme sevdalısı ise, gerçek hizmet sevdalıları bu karede yer almak istemiyor, istemeyecekler de... Konsoloslar tarafından sivil toplum kuruluşlarını ziyaret etmek çok mu zordur? Haftanın bir günü sivil toplum kuruluşlarını ziyarete ayrılsa ve onlar mekânlarında ziyaret edilse, onlarla kucaklaşılsa dertleri dinlenilse, çayları kahveleri içilse bu çok zor bir şey midir? Elinizde malzeme varsa onu işleyebilir, ona şekil verebilirsiniz. Biraz da idealistseniz standardın üzerine çıkmak için değişik arayışların içine girersiniz. Sonunda o malzemeden ortaya bir eser çıkar. Ancak elinizde malzeme yoksa, en üst seviyede ustalar da getirseniz, uzmanlar da getirseniz, ortaya bir eser koymanız mümkün olmaz. Berlin'de hizmet veren sivil toplum örgütlerinin katılıma ilgisizliğinin sebepleri mutlaka vardır. Ancak unutmamak gerekir ki; malzeme bu örgütlerin elindedir. Verilecek eğitimin kaliteli olması, nasıl verileceği, nerede verileceği, uygulanacak metotlar, müfredatların hazırlanması v.b. şeyler elbette Türkçe eğitimi için alınacak önemli tedbirlerdir. Ancak bunlardan önce gerekli olan şey, malzemenin tedarikidir. İstediğiniz kadar müfredat hazırlayın, metot geliştirin uygulama imkânınız yoksa ne işe yarayacak bu tedbirler... Sivil toplum örgütleri gerçekten Türkçe öğrenmenin ve öğretmenin önemine inanıyorlar mı? Önce buna bakmak lazım. Aileler Türkçe öğrenmenin önemine inanıyorlar mı buna bakmak lazım. Bu iki konu hakkında araştırma yapıldığında görülecektir ki, sivil toplum örgütlerinin ve ailelerin çoğu Türkçe dil eğitiminin gereksizliğine inanmaktadırlar: "Benim çocuğum Türkçe biliyor..." "Burada Türkçe 'ye gerek yok Almancası iyi olmalı..." Ailelerin ve sivil tolum örgütlerinin çoğu böyle düşünüyorlar. Resmi toplantılarda, Türkçe eğitimi konusunda oldukça hararetli görünen insanımız ve onların temsilcilerinin görüşünün gerçekten öyle olmadıkları tespit edilecek ve o sivil toplum örgütlerinin çoğunun Türkçe ‘ye mesafeli durdukları böylece görülmüş olacaktır. Bu durumda ikinci adım halkın ve onların temsilcilerinin bu konuda ikna edilmesi için atılmalıdır. Malzeme onların elindedir. Çalışmalar bu yönde yoğunlaştırılmalıdır. Öncelikle sivil toplum örgütlerinin malzeme tedarikinde hevesli olmaları gerekiyor. Bu konuda en büyük görev dini cemaatlere düşer. Bu cemaatlerin hocaları bir araya gelerek bir uzmanla birlikte Türkçe'nin önemine dair ortak hutbeler hazırlayıp ayda bir halkı aydınlatmalıdırlar, Türkçenin önemine aileleri inandırmalıdır. Camilerin ilan panolarına Türkçenin önemini vurgulayan ilanlar asılmalıdır. En büyük dini cemaat DİTİB'tir. Üstelik bu kurum Din Ataşesi 'ne bağlı olarak çalışır. Çevrecilik konusunda DİTİB camilerde hutbe okutabiliyorsa, Türkçe eğitimi gibi çok daha önemli bir konuda en azından ayda bir hutbe okutmaması için bir neden olmamalıdır. Üçüncü atılması gereken adım kaynak teminidir. Türkçe eğitimi için lazım olan araç ve gereçlerin temin edilmesi gerekir. Türkçe öğretim ve eğitim amaçlı: 1- Dede Korkut Hikâyelerinden Nasrettin Hoca'ya kadar hikâye CD' leri hazırlanmalı, 2- Tiyatrolar sahneye konulmalı 3- Türkiye'ye geziler düzenlenmeli 4- Türkçe hikâye ve masal kitaplarından oluşan bir kütüphane kurulmalı 5- Bu konularda çalışacak yeterli donanıma sahip ihtiyaca cevap verecek sayıda personel istihdam edilmeli. 6- Vakıf kurulmalı. Bu vakıf Yunus Emre Enstitüsü ile koordineli bir şekilde çalışabilir. Kaynak olmayınca yapılan bütün çalışmalar güdük kalacaktır. Kaynak temini için de iş adamları dernekleri ile birlikte çalışmak gerekir. Ancak böyle bir çalışma için onların da ikna edilmesi elzemdir. Ancak resmi zevat camiden uzak durdukça, toplumdan uzak durdukça inanan ve inandığı gibi yaşamayı tercih eden mütedeyyin Müslümanlara tepeden baktığı sürece, bu kaynaşmayı başarmak zor olacak ve arzu edilen güven ortamı sağlanamayacaktır. Devlet ile halk el ele vermediği sürece de Türkçe konusunda istenilen netice elde edilemeyecektir. Bu çalışmalara paralel olarak: 1- Resmi çalışmalar da yapılmalı ve Türkçe'nin okullarda yabancı dil olarak okutulabilmesinin yolları açılmaya çalışılmalıdır. 2-Sivil toplum kuruluşlarıyla ve özellikle dini cemaatlerle iş birliği yapılarak Kur'an öğrenimi için camiye gelen çocuklara Türkçe dersi vererek işe başlanmalıdır. 3-Çocuk yuvalarını da projenin içine almak mümkündür. Yılmaz Bey'e başarılar diliyorum. Zor bir görev üstlenmiş, ancak ben onun bu dönemeçten savrulmadan döneceğine inanıyorum.”

Laiklik

Laiklik Rüştü Kam Merhaba Dergisi 2023 Laiklik (laïcisme) Yunanca laikos kelimesinden türetilmiştir. Ruhbanlığa, kilise teşkilâtına, hatta dinî alana ait olmayan, halktan biri olan anlamına gelir. İlk defa XVI. yüzyılda İngiltere’de kullanılmıştır. Amaç, papaz olmayanların da kiliseleri yönetebilmeleridir. Laiklik 1870 yılından itibaren Fransa’da kullanılmaya başlanmıştır. 1937 yılından itibaren de Türkiye’ de. Türkiye, anayasasında laiklik maddesi olan beş ülkeden biridir. Fransa, Japonya, Meksika, Portekiz, Türkiye. Avrupa ülkelerinin anaya-sasında laiklik maddesi yoktur. Laiklik batıda dinsizlik anlamında kullanılmaz. Din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinin özgür bırakılması anlamında kullanılır. Ancak Türkiye'de böyle değildir. Türkiye’de devlet dine müdahale eder. Türkiye’de Diya-net işleri Başkanlığı vardır. Cumhurbaşkanlığına bağlıdır. İmamlar müftüler devlet me-murudur. Oysa Laik Fransa'da birçok okul, hastahane, sosyal dernek ve kuruluş kiliseye bağlıdır. Kilise kendi vergisini kendisi toplar, kendi alanında özerktir. Egemenlik kilise ile paylaşılmıştır. Fransız laiklerin 1780’lerde sokağa dökülmelerinin sebebi, kilisenin devleti yönetmeye kalkmasıdır. Tanrı'nın buyruğu gereği Sezar'a ait olması gereken, servet (Hazine ve araziler), silah (Ordu) ve iktidar (siyasi otorite), haksız bir şekilde ve Tanrı buyruğunun hilafına kilise tarafından ele geçirilmiştir. “Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya, Sezar'ın hakkı Sezar'a” olacaktır. Her ne kadar “Sezar da Tanrı'ya ait” olsa da Tanrı böyle istemektedir.. Türkiye'de din konusunda çok ciddi bir bunalım vardır. Halk dinli ve dinsiz olarak ikiye ayrılmıştır. Cumhuriyet ideallerine bağlı olanlar dinsiz, cumhuriyete karşı olanlar ise dinli gibidir, öyle lanse edilir. Anlayış böyledir. Bu anlayış Türk halkını ikiye bölmüştür. İnan-cından dolayı başını örtenler Cumhuriyet düşmanı olarak görülür ve devlet memuru ola-mazlar(dı). Üniversitelerde okuyamazlar(dı), bunun için geçmişte üniversitelerde ikna odaları bile kurulmuştur. Türkiye’de uygulanan laiklik değildir din düşmanlığıdır. İslâm'da ruhbanlık yoktur ki, la-iklik olsun. Türkiye laik değildir. Hiç olmamıştır. Laikliği dinsizlik olarak algılamak hukuki değildir. Özellikle de bir İslâm ülkesinde, laikliği Müslüman bir halka dayatmak hukuken hiç mümkün değildir. Bu laikliğin şartı da değildir. Selçuklu ve Osmanlı Devletleri; hoşgörü, tolerans, din özgürlüğü gibi değerler üzerine kurulmuştur. Bu şekilde uygulamaya da konulmuştur. Demokrasi, dini özgürlük ya da insan hakları gibi evrensel değerler Selçuklunun ve Osmanlının insan hakları açısından olmazsa olmazlarıdır. Türkiye’de bugün uygulandığı gibi bir laiklik insan hakları açısından şaibelidir. Hiçbir hu-kuka uymaz. Cumhuriyet de aynı şekildedir. Cumhurun değerlerine sahip çıkmayan bir cumhuriyet, halkına zulmeder. Laiklik olmadan cumhuriyet, cumhuriyet olmadan demokrasi olmaz gibi söylemler, sadece boş bir iddiadan öteye geçmez. Sonuç olarak, dinin mi siyasete, siyasetin mi dine bağlı olması gerektiği sorusu anlamsızdır. Doğru olan iki tarafın da birbirine karşı tarafsız kalmalarıdır. Özerk olmala-rıdır. Vesayete ihtiyaç duymamalarıdır. Vesselam.

2 Ekim 2023 Pazartesi

KANDİL GECELERİ NİÇİN ÖNEMLİDİR?

Ben bu yazımda Mevlid kandili özelinde bütün kandillerden bahsedeceğim. Yüzyıllardır Müslümanlar tarafından büyük bir coşku ile kutlanan Kandillerden. Kandil geceleri beş tanedir. “Mevlid Kandili, Regaib Kandili, Mirac Kandili, Berat Kandili ve Kadir Gecesi”dir.1 Mevlid Kandili, sanılanın aksine ne Peygamberimiz ’in (s) sağlığında ne de dört halife devrinde kutlanmıştır. Zaten ilk iki halife zamanında fetihlerin yapılması, son iki halife devrinde de iç karışıklıkların yaşanması hasebiyle böyle bir kutlama yapmak için şartlar da müsait değildi. Bazı İslâm toplumlarında kandillerin kutlanması biat olarak kabul edilse de mevcut kaynaklar, Türklerin Selçuklular döneminden bu yana mübarek gün ve geceleri kutladıkları bilinmektedir.2 Rivayetlere göre tarihte bilinen ilk resmi Mevlid kutlaması, 10. yüzyılda Mısır’da kurulan Şii Fâtımî Devleti tarafından yapılmıştır. Fâtımîler, Rebiülevvel ayının 12. gününde sabahtan öğleye kadar helva dağıtır, öğle namazını müteakip de Kur’an tilaveti ile başlayan bir tören yaparlarmış. Bu törenlere genellikle üst düzey yöneticiler katılırmış. Daha sonra, Eyyûbîler zamanında, Mevlid halk tarafından sadece evlerde kutlanmış. Fakat Selahaddin Eyyûbî’nin kayınbiraderi olan Muzafferüddin Gökbörü, Mevlid’i önceleri üst düzey yöneticilerin kutladığı ve sadece evlerde halkın yaptığı tören olmaktan çıkarmış, büyük halk kitlelerin katılımıyla gerçekleşen törenlerle kutlamaya başlamış. Bu törenlerde ulema ve tasavvuf ehlinin ileri gelenleri de hazır bulunurmuş. Gökbörü onlara hediyeler verirmiş. Ayrıca bu törenlerde zikir ve sema meclisleri de kurulurmuş, Gökbörü de bu meclislere iştirak edermiş. Bu kutlamalarda Mağribli İbn Dıhye’nin İbn Hallikan’dan tasvir ederek, Mevlid törenlerinde okunması için Gökbörü’ye takdim ettiği Kitabü’l Tenvir Fi Mevlidi’l-Beşir-Nezir adlı bir eserden de okumalar yapılırmış. Gökbörü Mevlid şenliklerinde halka büyük büyük ziyafetler verdirirmiş. Halk ise Mevlid kutlamaları yapılan geceyi ibadetle geçirirmiş.3 Rivayet edilir ki, bu kutlamalarda, 100 at, 5.000 koyun, 10.000 tavuk kesilirmiş ve 100.000 tabak yemek ve 30.000 tepsi helva dağıtılırmış.4 Selçuklular döneminde, Anadolu coğrafyasını karış karış dolaşan Arap seyyah İbn Batuta, Anadolu’da yaşayan Türk boylarının cuma günlerine, kandil gecelerine, üç aylara ve özellikle Ramazan orucuna çok önem verdiklerini ve mübarek geceleri ibadetle geçirerek değerlendirdiklerini eserinde anlatmaktadır. 5 Memlükler dönemine gelince, Mevlid Kandili yine büyük bir ihtişam içinde kutlanılırmış. Rebiülevvel ayının girişi ile başlayan kutlamalar Mevlid gününe kadar devam edermiş. Hem devlet görevlileri hem de halkın iştirak ettiği törende Kur’an-ı Kerim, zikir ve dua okunurmuş, sonra da devlet adamları, tasavvuf ehli ve ulemaya çeşitli hediyeler takdim ederlermiş. Ayrıca fakirlere sadakalar dağıtılırmış. Osmanlı İmparatorluğu zamanında ise Mevlid Kandili, ilk defa 1586 da II.Selim zamanında kutlanmaya başlanmış ve 1588’de III. Murad zamanında resmi hele getirilmiş. Kandil gecelerinde, III. Murad, bütün minarelerde kandil yakılmasını ve camilerde Mevlid okunmasını emretmiş. Kuran’ı Kerim’de, geceleri aydınlatmak için yıldızların yaratıldığından ve “gökte asılı kandiller” şeklindeki benzetmenin yapılmasından hareketle mübarek gecelerde kandil yakılması adet haline gelmiş. Kuran’ı Kerim’de yeryüzünün nur ile aydınlatıldığına atıfta bulunulması Müslümanların mübarek gecelerin yeryüzünü nurlandıran kandiller olarak algılamasına katkısı olmuş ve mübarek geceler kandil olarak adlandırıldığı gibi o gecelerde kandillerin yakılmasına da özen gösterilmiş. Ayet şöyledir: “Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık, bir cam içindedir, cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır: Bu yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile, neredeyse yağın kendisi aydınlatacak! Nur üstünde nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. O her şeyi bilir. Allah’ın yüksek tutulmasına ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O’nu tesbih ederler. Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyar. Bunlar, gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar.” 6 İşte, kandil geceleri ismi de buradan gelmektedir. Hem halk hem de devlet nezdinde gelenek haline gelen kutlamalar, evlerde-konaklarda ve selâtin camilerinde kutlanmaya başlanmış. Selâtin camilerindeki kutlamalar, Padişahın mevlid alayı denilen merasim yürüyüşünün ardından başlarmış. Padişahın katıldığı camilerde yapılan merasimlerde Fetih Sûresi ve Süleyman Çelebi’nin meşhur Mevlid’i okunurmuş, devlet büyüklerine hediyeler sunulur, cemaate buhur ve şerbet ikram edilirmiş. Evlerdeki kutlamalar da gayet görkemli olurmuş. Önceden davetiyelerle davet edilen misafirler için mükellef sofralar ve herkese yetecek şekilde külah içinde şekerler hazırlanırmış. Akşam olduğunda avizeler, billur kandiller yakılır; davetlilere yemekler ikram edilirmiş. Yatsı namazından sonra da Mevlidhanların okuduğu Mevlid-i Şerif ve ilahiler dinlenirmiş. Misafirlere gül suyu ve şeker ikramının ardından gece son bulurmuş. Bu gecelerde Kelime-i tevhitler, ilahiler, Kur’an’dan geceye işaret eden ayetler okunurmuş ve dualar edilirmiş. Osmanlı toplumunda XV. yüzyılla birlikte Süleyman Çelebi’ye ait “Mevlid”in okunması adet haline gelmiş. Böylece Mevlid kandili geldiğinde devletin resmi protokolünün katıldığı, padişah, sadrazam ve şeyhülislamın hazır bulunduğu camilerde mevlid icra edile gelmiştir. 7 Kandil Geceleri önemlidir Kandil gecelerinin ve o gecelerde okunan şiirlerin, sûrelerin, ilahilerin, yapılan zikirlerin dağıtılan virdlerin adet haline gelmesi kolay olmamış. Anlaşılan odur ki, tarihi süreçte Kandil gecelerine ihtiyaç duyulmuş. Ümmetin birliği için ihtiyaç duyulmuş. Kandillerin örf haline gelebilmesi için tonlarca et yemeği pişirilmiş, helvalar karılmış, hediyeler verilmiş. Evet yapılan törenler, İslâm’ın özünde olmayan törenlerdir. Bu doğrudur. Bunun doğru olması kutlamaların İslâm dışı olduğu anlamına gelmez. Burada amaç önemlidir. Bu kutlamalar örftür, güzel adetlerdendir. Kur’an, örfü, güzel adetleri onaylar. Örfler İslâm dışı adetlerden değildir, kandiller de örf olmuştur adet olmuştur. Örflerin yaşaması ve yaşatılması gereklidir. Kimliklerin oluşması ve de kaybolmaması için elzemdir. Bu törenler devam etmelidir. Bu törenler sayesinde Müslümanlar bir araya gelmektedir. Bu törenler, paylaşım ve cömertlik duygularını, birlik ve beraberlik duygularını aktif hale getirmektedir. Dinde kandil geceleri yoktur demek kolaydır. Ancak insanları bir araya getirmek oldukça zordur. Bu çığırtkanlar kandilleri ve benzer örfleri kaldırdıklarında yerine neyi koyacaklardır. İnsanları bir araya nasıl toplayacaklardır. Toplasalar bile o da onların bidatı olmayacak mıdır? Ecdadımız Müslümanları camiye toplamıştır. Ne de güzel yapmıştır. O çığırtkanların yapması gereken, kandil kutlaması için camiye gelen o muhterem insanları camiden kovmak değildir, yapabiliyorlarsa ayaklarındaki ayakkabıyı çıkarmaktır. Hodri meydan. Sizin de var mı 100 atınız, 5.000 koyununuz, 10.000 tavuğunuz ve 100.000 tabak yemeğiniz ve 30.000 tepsi helvanız. Öyle sosyal medyadan ahkam kesmekle olmuyor bu işler. Neler Yapılmamalıdır? Şimdi gelelim madalyonun öbür yüzüne; bunca zahmetlerle örf haline getirilen kandillere, kutsiyet atfedilerek, bu gecelerde şu ibadetleri şu kadar yapanların günahları affedilecektir gibi dinde zemini olmayan vaatler yapılarak insanların duygularıyla, akideleriyle de oynanmamalıdır. Kandil geceleri elbette kutlanmalıdır. Peygamber Efendimiz ’in doğumu elbette kutlanmalıdır. Bilhassa peygamberimiz ‘in fiili sünnetleri bu gecede insanlara özellikle anlatılmalıdır. Peygamberimiz Kur’an’ı hayata hâkim kılmak için neler yapmıştır, nasıl yapmıştır, hangi metotları kullanmıştır, ne gibi sıkıntılar çekmiştir? Bunlar Müslümanlara bu gecelerde özellikle anlatılmalıdır. Bu vesileyle Peygamberimiz, insanlara, insan peygamber olarak tanıtılmalıdır. Her yönüyle tanıtılmalıdır. Sadece mevlid okuyarak, salavatlar söyleyerek, ilahiler söyleyerek, içi bomboş hale getirilen kutlamalar yapılmamalıdır. Peygamberimiz bir inkılap gerçekleştirmiştir. Bu inkılabın merkezinde, insan hakları vardır, kadın hakları vardır. Peygamberimiz yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek için gelmiştir. Namaz dinin gereğidir adalet ise dinin direğidir. Peygamberimiz’in gerçekleştirdiği inkılabın eksenini oluşturan temel esas, namaz değildir, adalettir. İşte mevlid kandilinde, Müslümanlara tanıtılacak peygamber böyle bir peygamber olmalıdır. Aksiyon sahibi bir peygamber olmalıdır. Duruşu belli olan bir peygamber, yiğit bir peygamber, cesur bir peygamber, her şeyi Allah’tan beklemeyen planlı ve programlı, iş yapmayı kendine şiar edinen bir peygamber olmalıdır. İşinde istişareye önem veren, istişareden çıkan sonuca da saygı gösteren bir peygamber olmalıdır. İşte benim Peygamberim böyle bir peygamberdir ve ben O’nun bize tanıttığı nurlu yolda yürüyen onun ümmetlerinden biriyim. O’nun doğum gününü de bu anlayışla kutluyorum. Mevlid, "doğum zamanı" demektir. Muhammed'in doğum gününü kutlamak İslâm dışı bir uygulama değildir. Haberci’yi sahiplenmektir. O Haberci’yi sahiplenmekten daha anlamlı bir ibadet olabilir mi? Kendisine inanmadığım zaman iman sahibi olamayacağım bir habercidir O. O bana rehber olan Kur’an’ı getirmiştir. O kılavuzumdur benim. Evet, Hz. Muhammed bir devrimcidir. Büyük bir devrimcidir. Peygamberimize bu gözle bakmak gerekir. O robot değildir. O bulaşıkçı değildir. O kıl tüccarı değildir. O’nun sakalı değildir, şalvarı değildir, fistanı değildir benim örnek alacağım. Benim örnek alacağım O’nun devrimciliğidir. Peygamberimizin devrimciliğini Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Prof. Dr. Mehmet Görmez şu şekilde ifadeye koyar: "Hz. Muhammed’in (s.a.v) doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık almış yürümüş, Allah inancı unutulmuş, insanlık korkunç ve karanlık bir duruma düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmişti. Sevgili Peygamberimiz ‘in (s.a.v) tebliğ ettiği İslâm dini ile dünya aydınlandı, tek Allah inancı ile kalpler nurlandı. Eşitlik, adalet ve kardeşlik geldi. O’na inanan toplumlar gerçek huzura kavuştu. O’nun doğduğu gece, insanlığın kurtuluşu için çok hayırlı ve mübarek bir başlangıç oldu. Bugün Rahmet Peygamber’inin doğumu vesilesiyle, bir kez daha dindarlığımızın ahlak ve hukuk yerine neden tefrika ve gerilim ürettiğini; yüreklerimizdeki peygamber sevgisinin içimizdeki kin, öfke ve nefreti neden bitirmediğini; Müslümanlığımızın kardeşlik ahlakı ve hukukunun gereklerini yerine getirme konusunda neden yetersiz kaldığını kendimize yüksek sesle sormalıyız. Kur'an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz ‘in (s.a.v) çağlar üstü örnekliği ve rehberliği önümüzde dururken, Rabbimiz hak, hakikat, adalet, ahlak, fazilet ve erdem yolunda hizmet etmeyi hepimize emretmişken, Hz. Peygamber, insan-ı kâmil olmanın yollarını sünnet-i seniyyesiyle bizlere en güzel bir biçimde göstermişken, biz Müslümanların kardeşlik ahlakını ve hukukunu hiçe sayması, gönül coğrafyamızda ve dünyanın muhtelif yerlerinde umutlarını bizlere bağlayan nice mağdur ve mazlum kardeşlerimizin ümitlerini, beklentilerini ve hayallerini boşa çıkarmanın anlamı nedir?”8 Böylesine devrimci bir peygamberin ümmeti olan bizler bugün onun devrimciliğini dünyaya ilan etmek yerine kandil gecelerinin meşruluğu veya gayri meşruluğunun peşine düşmüşüz. Mal bulmuş mağribi gibi ağızlarından salyalar akıtarak “İslâm’da kandil Geceleri yoktur” diye bağıran hocalar var. Sosyal medyayı sallıyorlar. Behey gafil, kandil gecesi olsa ne yazar olmasa ne yazar. Bu millet asırlardan beri bir gelenek oluşturmuş, Müslümanları bu vesileyle camilerde bir araya getirmiş, birlik ve dirlik için bir araya getirmiş. İnsanlar bu günlerde yardımlaşma içine girmişler, birbirlerine ikramda bulunuyorlar, dualar ediyorlar, temiz elbiselerini giyerek, güzel kokular sürünerek bir bayram havası yaşıyorlar. Bu kadar derdin sıkıntının içinde kendilerine nefes olacak bir ortam yaratmışlar sen de çıkıyorsun kandil geceleri yoktur diye bağırıyorsun. Erbakan Hocamızın deyimiyle sesleniyorum sana, “Hadi ordan hadi ordan.” Müslümanların bu birlik ve beraberliğini bozmaya çalışan gafiller, sizler kimlere uşaklık yapıyorsunuz onu bilmiyorum ama bir yerlerden fonlandığınız besbelli. Geçti Bor’un pazarı sürün eşeğinizi Niğde’ye. Bu pazarlarda sizlere ekmek yoktur. Peygamberimiz ‘in doğum yıldönümlerinde okunan mevlidleri saygı ile dinlemek, O’nun mübarek ruhuna salât ve selâm okumak hiç şüphesiz büyük milletimizin Sevgili Peygamberimize olan engin sevgi ve bağlılığının bir ifadesidir. O’nun ahlâk ve fazilet dolu hayatını öğrenmek ve kendimize örnek almak başta gelen görevlerimizdendir. Asıl o zaman O’nun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmış oluruz. Bu vesileyle şunu da hatırlatmam gerekiyor; bir birimizle çatışacağımıza, varsa, kandil kutlamalarında Kur’an’a ve sünnete mugayir uygulamalar, onların ıslahı için gayret sarf edelim. Yetkililerle görüşelim ama bunu kırmadan dökmeden yapalım. Bir kez daha hatırlatmak isterim ki bugün ülkemizde yaşanan gerilim ve çekişmeler, İslâm dünyasında yaşanan şiddet ve çatışmalar, biz Müslümanların topyekûn insan yetiştirme düzeneklerimizi, bilgi ve bilinç üreten mekanizmalarımızı bozdu. Dostluklar, yerini çatışmalara bıraktı. Biz bizlere kurulan bu oyunları bozalım, kandiller vesilesiyle kendiliğinden camiye gelen o insanları çatışma havasından uzaklaştıralım. Yaşama sevinçlerini ve ümitlerini artıralım onların. Onlara ümit pompalayalım. Sevgi pompalayalım. Dostluk ve arkadaşlık iksiri içirelim onlara. Ne istiyorsunuz bu insanlardan. Zaten dünyaları kararmış, kandil vesilesiyle camiye gelmiş, Rabbi ’ne sığınmak için gelmiş, toplu ibadetin motivasyonundan istifade etmek için gelmiş. Bu insanı motive edeceğine, bir de sen başlıyorsun oradan. “İslâm’da kandil kutlamaları yoktur.” Ben derim ki; Yeni nesillerin, "Din-i Mübin-i İslam" hakkında yanlış kanaat edinmemeleri için hep birlikte kolları sıvayalım. Her bir kurum ve kuruluş, özgür irade sahibi olan her insan, kadınıyla-erkeğiyle, bu konuda kolları sıvasın. Her şeyi devletten beklemeyelim. Allah her şahsın hesabını diğerinden bağımsız olarak kendisinden soracaktır. Allah yarın huzura çıktığında sana “Sen benim dinim için ne yaptın?” diyecektir. Bu soruya cevap hazırlamak mecburiyetimiz vardır. Gelin hep birlikte söz verelim kendimize ve kandil gecelerini vesile kılarak geziler düzenleyelim. Bu geziler günü birlik geziler de olur, bir haftalık gezilerde olabilir. Gündüzün şehri dolaşalım, o şehrin önemli olan mekanlarını gezelim, akşamına da o şehrin en büyük Camii’ndeki kandil programına katılalım. Bunu yapabiliriz. Bunun için sponsor olacak olan iş adamlarımızı da bulabiliriz. Bu zor bir iş değildir. Sadece irade ortaya koymak gerekir. Ben derim ki; bütün İslâm alemi Sünni’siyle ve Şii’siyle bir araya gelerek bilhassa Mevlid Kandilini birlikte kutlamalıdırlar. Rebiyülevvel ayının 11’inden başlayarak 17’sine kadar olan süreyi ‘Vahdet Haftası’ ilan etmelidirler. Bu anlamlı bir hafta olur. İttifaka sebep olacak olan bir hafta olur. 9 Bu duygu ve düşüncelerle aziz milletimizin, gönül coğrafyamızdaki kardeşlerimizin ve tüm İslam âleminin Kandil gecelerini ve de Mevlid-i Şeriflerini tebrik ederim. Ne mutlu Peygamber’in tanıttığı bu aydınlık yolda yürümeye söz veren Müslümanlara. “Mevlid Kandiliniz” hayırlara vesile olsun. ……… 1-(Nebi Bozkurt, “Kandil”, DİA, C 24, İstanbul 2001, s. 300–301.) 2-(Hacer Aktaş, “Osmanlı’da Mübarek Gün ve Gecelerde Dini Musiki”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2006, s.7.) 3-(Abdullah Ekinci, “Muzafferüddin Gökböri’nin Siyasi ve Sosyal Faaliyetleri”, Türkler, C 4, Ankara 2002, s.856–863.) 4-https://www.google.com/search?q=Rivayet+edilir+ki+bu+kutlamalarda+100+at+5.000+ koyun+10.000+tavuk+kesilirmiş+ve+100.000+tabak+yemek+ve+30.000+tepsi+helva+dagitirmis. 5-(Nesimi Yazıcı, İbn Batuta’yı Şaşırtan Misafirperverlik”, Diyanet Aylık Dergi, Ankara 2001, s.22; Bkz. İbn Batuta, İbn Batuta Seyahatnamamesi’nden Seçmeler, haz. İsmet Parmaksızoğlu, İstanbul 1971, s. 94–100.) 6-(Kuran’ı Kerim, Nur 24/35-37) 7-( 33 BOA. AMKT.NZD. 24/101.) 8- https://www.google.com/search?q=mevlid+kandili+mehmet+görmez 9- Geniş bilgi için bkz. (https://islamansiklopedisi.org.tr/ mevlid) https://www.kastamonur.com/osmanli-devletinde-kandil-kutlamalari/

21 Haziran 2023 Çarşamba

DOĞU ANADOLU GEZİSİ XII-12 : DARENDE

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (XII-12): DARENDE - Ben Darendelilerin gözlerinden öpüyorum. Bütün Türkiye’ye Darende örnek bir ilçe olarak tanıtılabilir. Millet Bahçelerinden sonra bakarsınız sıra Millet Kütüphanelerine gelir. Neden olmasın- Darende Kangaldan ayrıldık. Düştük yine yollara. Malatya’ya gidiyoruz. Kayısısıyla ve pestiliyle meşhur olan doğunun incisi Malatya’ya. Ebû Hüseyn’in Battalgazi’ye dönüştüğü yerdir Malatya’ya. Endülüs'ten Orta Asya'ya kadar bütün Müslüman milletlerin sahip çıktığı Battal Gazi. Rehberimiz de Malatyalı. Malatya son durak. Oradan döneceğiz Berlin’e. Nimet kızımız akşamdan dönecek. Biz Birgün sonra. Önce Darende. Darende 7.000 yıllık tarihi bir geçmişe sahip imiş. Hititlere kadar uzanan tarihleri Perslerle devam etmiş. Darende yüzyıllar boyunca bir kültür ve ticaret merkezi imiş. Stratejik özelliğini de her zaman korumuş. İlçenin sembollerinden Zengibar adıyla anılan Darende kalesi bu özelliğin en köklü şahitlerindenmiş. Üç tarafı suyla çevrili, aşılması güç kayalar üzerine kurulmuş kale. Anadolu’nun muhkem kalelerinden biri imiş. Hititler döneminde yapılmış. Kale, giriş kapısı, burçları, kral köşkleri ve bazı su kanallarının kalıntıları ile günümüze kadar gelebilmiş. Çeşitli medeniyetlerin izlerini taşımaktaymış üzerinde. Tarihi süreç içinde, sırasıyla: Makedonlar, Romalılar ve Bizanslar yöreye egemen olmuşlar. 8. Yüzyılda Araplar tarafından ele geçirilmiş. Bu tarihten itibaren kültür ve ticaret merkezi haline gelmiş. Malazgirt Savaşı (1071)'ndan sonra bölgeye Selçuklular egemen olmuş ve yerleşim Zengibar Kalesi'nin civarına yayılmış. Daha sonra Yavuz Sultan Selim Malatya ve yöresini kesin olarak Osmanlı topraklarına katmış (1515). 17. yüzyılda Darende'ye gelen Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde, o günün Darende'si hakkında şunları yazar; "Kalesi harap olduğundan dizdarı ve neferleri yoktur. Şehir nehir kenarında kerpiç ve taşla yapılmış 1.000 kadar haneli, bağlı ve bahçeli, 7 mihrap camili, hanı, hamamı, çarsısı, pazarı olan şirin bir kasabadır." Darende 1934'te Malatya’nın ilçesi olmuş. İlçenin deniz seviyesinden yüksekliği 1.006 metreymiş. İlçe topraklarına Tohma Çayı hayat vermekteymiş. Nüfusu yaklaşık 30.000 civarında (2022) imiş. Darende’de okuma yazma oranı ise çok yüksek imiş. %95. Okuma yazma oranı yüksek olur da kütüphanesi olmaz mı, hem de istemediğiniz kadar çok. Darende Mehmet Paşa Halk Kütüphanesi, Somuncu Baba Kütüphanesi, Es Seyyid Osman Hulusi Efendi Özel Kütüphanesi, Balaban Şeyh Abdurrahman Erzincanî Kütüphanesi, İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi.” Darende’yi bu şekilde özetledi rehberimiz. Darende bu yönüyle Türkiye’ye örnek olur inşallah. Her sokağında bilgi kokan, ilim kokan, böyle bir ilçe daha var mıdır Türkiye’de bilmiyorum. Rehberimize sordum bu anlattıkların gerçek mi? Diye. Evet dedi. Yoksa niçin anlatayım. Evet haklı adam. Ben Darendelilerin gözlerinden öpüyorum. Bütün Türkiye’ye Darende örnek bir ilçe olarak tanıtılabilir. Millet Bahçelerinden sonra bakarsınız sıra Millet Kütüphanelerine gelir. Neden olmasın. Darende üzerine belgeseller çekilebilir. Televizyon dizileri çekilebilir. Kim çekecek diye de sormak lazımdır elbet. Birbirinin karısını aldatan filmler, cinayet filmleri, alavere dalevere filmlerini çekmek varken, Türk ailesinden uzak onun temeline bomba koymayı amaç edinen filmleri çekmek varken; insanları bilinçlendirecek olan, gerçek Türk ailesini halka arz etmeye ne gerek vardır değil mi? Bu uygulama ağababalarımızı da kızdırır. Pembe dizilerini kimlere satacaklar sonra… Bu ülke kendi kültürüyle, kimliğiyle var olmak için bir gün mutlaka ayağa kalkacaktır. Ben böyle bilir böyle söylerim: “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın, Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın, Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.” (Mehmet Akif Ersoy) “Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak! Bir saman kağıdından, bütün iş kopya almak; Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal. Mavalları bastırdı devrim isimli masal. Yeni çirkine mahkum, eskisi güzellerin; Allah kuluna hakim, kulları heykellerin! Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta; Lafını çok dinledik, şimdi iş inkılapta! Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni! Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni! Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak! Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?” (Necip Fazıl Kısakürek) Somuncu Baba (Hamid-i Veli) (1331-1412) Darende, dini turizm açısından oldukça önemli bir ilçeymiş. Mesela Somuncu Baba Darende’nin sembolü haline gelmiş. Somuncu Baba, Anadolu’nun manevi mimarlarındanmış. Hacı Bayram Veli Hazretleri başta olmak üzere birçok talebe yetiştirerek Osmanlı Devleti’nin manevi anlamda büyümesinde ve gelişmesinde büyük katkısı olmuş. O büyük bir Allah dostuymuş. “Somuncu Baba“ onun lakâbıymış. Asıl ismi Hamid Velî imiş. Şeyh Hamid Velî 1331 yılında, Kayseri’nin Akçakaya köyünde dünyaya gelmiş. Babası Anadolu’ya manevi fetih için gelen Horasan erenlerinden Şemsettin Musa Efendi’ymiş. Osmanlı Padişahlarından Yıldırım Beyazıt Han zamanında yaşayan Hamid Veli, Peygamber Efendimiz’in 24. kuşak soyundan gelirmiş. Seyyid imiş. İlk eğitimini babasından almış. Daha sonra ilim tahsilini Şam, Tebriz, Hoy ve Erdebil’de sürdürmüş. Bayazid Bestâmi’nin ruhâniyetinden istifâde etmiş ve Alaaddîn Erdebilî’den icâzet alarak tekrar Anadolu’ya dönmüş. Somuncu Baba’nın yaptırdığı Bursa Ulu Cami, Osmanlı Devleti’nin ilk selâtin camisiymiş. Bursa’da çilehanesinin yanına yaptığı fırında somun pişirerek çarşı pazar dolaşıp “Mü’minler, Somunlar” nidâlarıyla somun dağıtan Şeyh Hamid Veli Hazretleri Ulu Cami’nin inşası sırasında da işçilere ve halka somun dağıtmış. Bundan dolayı halk arasında “Somuncu Baba” lâkabıyla bilinirmiş. Cami inşaatı tamamlanıp da açılış günü geldiğinde Padişah Yıldırım Beyazıt Han ilk hutbeyi okuması için dönemin tasavvuf büyüklerinden Emir Sultan Hazretleri’ni görevlendirmiş. Şeyh Hamid Veli Hazretlerinin manevi yönünü iyi bilen Emir Sultan Hazretleri; “Padişahım bu beldede benden daha âlim kimseler vardır. Onlar aramızda iken hutbe okumak bize düşmez” diyerek bu görev için Şeyh Hamid Velî Hazretleri’ni işaret etmiş. Padişahın huzurunda görevi reddetmeyen Hamid Veli Hazretleri hutbede Fatiha Suresi’ni 7 farklı şekilde yorumlayarak işârî tefsirini yapmış. Keşf ve ilhamla Kur'an âyetlerinin bir kısmının veya tamamının yorumlandığı tefsirlere işârî tefsir denirmiş. “Sırrımız Fâş Oldu” Bursa’da manevi büyüklüğü ortaya çıkan ve kendi ifadesiyle sırrı fâş olan Hamid Velî bu tarihten sonra talebeleri ile birlikte Bursa’dan ayrılmış. Melâmilik ’in en önemli temsilcilerinden olan Şeyh Hamid Velî halk içinde Hakk ile birlikte olma yolunu seçmiş insanların teveccühünden ziyâde talebe yetiştirmek ve âlem-i İslâm’a hizmet etmekle meşgul olmuş. Bu sebeple Somuncu Baba, Hakk yolculuğunda sırrı nerede fâş olmuş ise oradan hicret etmiş. Şeyh Hamid Veli’nin Bursa’dan ayrılmasını Bursalı İsmail Hakkı Silsilenâme’sinde şu şekilde anlatmış: “Şeyh Hamid ol gece merkebine suvar olup Aksaray tarafına gitmiştir. Ve burada kendisinin Muzaf Mescidi vardır. Ve Aksaray’dan dahi Darende’ye hicret buyurup ve anda intikal-i bekâ kılmıştır. Ve hâlâ türbesi ziyaretgâhtır.” Rehberimiz böyle anlattı Somuncu Baba’yı, güzel anlattı. Hem de çok güzel. Berhudar olasın Cem Bey. Somuncu Baba Bursa’dan ayrılmış ayrılmasına da yine de o dönemde kullandığı fırını. Ve yaşadığı mütevazı hayatı günümüze kadar unutulmamış. Hatta çarşı esnafının her sabah iş başı yaparken Hamid Veli’nin ekmek dağıttığı yerde dua ederek işe başlaması halk üzerindeki tesirinin ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Somuncu Baba Aksaray’da yaşadığı yıllarda talebelerinin meşhurlarından olan halifesi Hacı Bayram Veli Hazretleri’ni dinî ve dünyevî ilimlerde eğiterek irşâd vazifesi ile Ankara’ya göndermiş. Görevi oraları irşad etmekmiş. Bildiğimiz Hacı Bayram Velî. Somuncu Baba böylesine değerli bir Allah dostuymuş. Somuncu Baba Türbesi Anadolu’ya döndükten sonra özellikle Kayseri, Bursa, Aksaray ve Darende olmak üzere birçok merkezde bulunan ve talebe yetiştirerek İslam’a hizmet eden Şeyh Hamid Velî ömrünün son kısmını daha önce de yaşadığı Darende’de geçirmiş. 1412 yılında Darende’de vefat etmiş. Cenaze namazını halifesi Hacı Bayramı Veli kıldırmış ve halvethanesinin bulunduğu mekâna defnedilmiş. Vefatından sonra türbe haline çevrilen bu mekân zamanla cami olarak kullanılmaya başlanmış. Günümüzde Darende’de bulunan ve külliye şeklinde hizmet veren Somuncu Baba Türbesi ve Külliyesi her yıl binlerce misafir tarafından ziyaret edilmekteymiş. Tarihe damga vuran Allah dostları bunlar. Allah dostlarını aradan geçen yüzyıllar halkın kalbinden söküp atamamış. Tekkeler ve zaviyeler kapatılmış. Bütün iletişim kanalları tekkelerin ve türbelerin aleyhinde çalışmış. Camilerde kâr zarar hesabı yapılmadan bilinçsizce Türbe ziyaretleri eleştirilmiş. Bütün bunlara rağmen o Allah dostları ve yaptıkları işler halkın gönlünden sökülüp atılamamış. Anadolu irfanı onlara sahip çıkmış. Bizim gördüğümüz odur. Bir millet geçmişinden aldığı hızla yol alır. Tekkeler, zaviyeler, türbeler, camiler Geçmişimizi ayakta tutan değerlerimizdir bizim. Ben Almanya’da yaşıyorum. Her taraf heykel dolu. Nereye gitseniz önünüze bir heykel çıkar. Adım başı heykel. Onların kültüründe heykelcilik var. Onlar da bu geleneği yaşatıyorlar. Nerede bir tarihi eser var ise oraya sahip çıkıyorlar. Ben alkışlıyorum onları. Biz ise tarihi değerlerimizi yok saymayı marifet sayıyoruz. Hele geçmişimizdeki o değer Allah’ın boyasıyla boyanmışsa onu zinhar yanımıza yaklaştırmıyoruz. Ama Allah’ın nuru balçıkla sıvanmıyor. Birgün geliyor fâş oluveriyor. Onlar istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Evet, Somuncu Baba O güzel insan, Allah dostu, Darende’deki ebedî istirahatgâhında muhibbânın gönlünde yaşamaya devam etmektedir. Darende’den aldığımızı aldık, heybemiz ne kadar aldıysa o kadar doldurduk. Ve sırtımızda heybemizle düştük Malatya yoluna... Devam edecek

14 Haziran 2023 Çarşamba

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (XI-11): DİVRİĞİ -"Methinde diller kısır, kalem kırıktır"-

Sabahın erken saatinde Eğin‘den yola koyulduk. Hedefimizde Divriği var. Yiğidin harman olduğu yerde Divriği. Sivas’ta. Sivas topraklarına ayak basar basmaz; Kaptan Sezgin “Si-vas ellerinde sazım çalınır” türküsünü havalandırıverdi. Koro halinde eşlik ettik türküye. Türkünün arkasından, “Sivas denilince Aşık Veysel akla gelir” hatırlatmasını yapan rehberi-miz Cem, kısa da olsa Aşık Veysel hakkında bilgilendirme yaptı. “Aşık Veysel olarak bilinen Veysel Şatıroğlu 1894 yılında Sivas’ta doğmuştur. Türk Edebiyatı’na, kazandırdığı eserleri ile ölümsüzlük katan Aşık Veysel önemli bir halk ozanıdır. “Uzun ince bir yoldayım/ Benim sadık yârim kara topraktır/ Dostlar beni hatırlasın” gibi büyük eserlerin sahibidir. Ahmet Kutsi Tecer, Aşık Veysel'in eserlerini ilk kaleme alan kişidir. Tecer, halk edebiyatının hak ettiği yerlere gelmesi, eserlerin kaybolmaması ve gelecek nesillere aktarılması için çok ça-lışmıştır.” Koca Ozan unutulur mu? Unutulmaz elbet. Biz de unutmadık zaten. Aşık Veysel’in kabrini ziyaret edemesek de “Uzun ince bir yoldayım/ Gidiyorum gündüz gece türküsünü söyleye-rek Aşığımızı hatırladık ve ruhuna birer Fatiha okuduk. Allah rahmet eylesin. Divriği “Divriği Sivas’ın ilçesidir. İlçenin toplam nüfusu 23.313 (2022). Denizden yüksekliği 1225 metredir. İlçede karasal iklim özellikleri görülür. Kışları çok karlı ve soğuk, yazları sıcak ve kurak geçer. Divriği eski bir tarihe tarihlenir. Hititler zamanına. Eski Bizans şehri olan Teph-rice’nin yerinde kurulmuştur. Tarih içinde birçok devlet tarafından ele geçirilmiştir. Malazgirt Meydan Muharebesinden sonra Türk Egemenliğine girmiş ve yönetim Alpaslan’ın komutanı Mengücek Gazi’ye verilmiştir. Onunla birlikte, Oğuz boylarından Kayı, Bayat, Ka-raevli ve Akevli boyları da Divriği’ye yerleşmiştir. Siyasî olaylara fazla karışmayan, daha ziyade toplum ve sanat hizmetlerine yönelen Divriği Mengücekli beyleri şehrin imarında önemli rol oynamışlardır. Divriği, Yıldırım Bayezid tarafından (1398) Osmanlı topraklarına katılmıştır. XIX. yüzyılın sonlarında Divriği’nin nüfusu, Kāmûsü’l-a‘lâm’ın verdiği bilgilere göre 34.000 dolayındadır. On iki camisi, on beş mescidi, üç medresesi, bir kütüphanesi, bir rüştiye mektebi, dokuz İslâm ve bir Hristiyan sıbyan mektebi, on üç hanı, üç hamamı, 520 dükkânı, beş fırını vardır.” Kemaliye, Divriği arasında yol alırken otobüste verdi bu bilgileri rehberimiz. Zamanı verimli kullanmak için yeri geldiğinde böyle uygulamalar yapılıyor. Otobüs caminin önüne yanaştı. Önce 30 dakika ihtiyaç gidermek için süre verildi. Verilen süre bitince söylenen yere top-landık. Elinde megafonu ile Divriği rehberi Nail Ayan bizi bekliyordu. Cami inşaat halinde. İçeriye giremedik. Dışarısını da tam çıplaklığıyla göremedik. İskele kurulmuştu. Gölgeliyordu cepheyi. Divriği Ulu Camii Nail Ayan hoş geldiniz diyerek başladı söze: “Divriği Ulu Camii, darüşşifası, hamamı, türbesi ve diğer yapı topluklarıyla birlikte bir külliyedir. Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı Mengücek Beyliği döneminde inşa edilmiştir. 1228 yılında başlanıp 1243 tarihinde tamamlanan külliye-nin Baş Mimarı Muğisoğlu Ahlatlı Hürrem Şah'tır. Başta kapılar ve sütunlar olmak üzere, külliyenin birçok yerinde bulunan, Ahlatlı ve Tiflisli ustaların ellerinden çıkan, taş işçiliği; taş işçiliğinin en nadide ve en ince örnekleridir. Hari-kulade motifler tüm dünyanın ilgi ve dikkatini çekmektedir. Bu eseri farklı ve özgün kılan bir diğer özellik de süslemelerde yer alan, on binlerce motifin hiçbirinin bir daha kendini tekrar etmemesidir; kâinattaki farklı varlıkların muhteşem bir ahenk ve denge içerisinde olduklarının taşa nakşedilerek gözler önüne serilmesidir. Bu ya-pının dünyada başka örneği yoktur. Mimari üslubu, süsleme ve örtü sistemlerinin dengeli ve uyumlu tasarımıyla önem kazanan bu şaheser, dünyada, görülmeye değer eserler listesinin başında yer almaktadır. Bu büyüleyici eseri anlatmaya sözlerin yetersiz kalacağını Evliya Çelebi yüzyıllar önce şöyle ifade etmiştir: "Methinde diller kısır, kalem kırıktır." Görenleri kendisine hayran bırakan bu muhteşem abide, sanat tarihçileri tarafından "Divriği mucizesi", "Anadolu’nun Elhamrası" gibi ifadelerle tanımlanmıştır. Bundan dolayı Divriği Ulu Cami için şöyle derlermiş: “Görme-den sakın ölmeyin.” Cami, 1985 yılında "Dünya Kültür Mirası" listesine (UNESCO) İslam mimarisinin başyapıtı olarak girmiştir. Caminin giriş kapısına ikindi güneşi düştüğü zaman gölgelerden oluşmuş, ayakta duran, yandan bir erkek silüeti belirir. Bu silüetin önünde dikdörtgene benzer bir gölge daha var-dır. Bu gölgeler Kur'an okuyan ve namaz kılan bir kişiyi sembolize eder. Kesme Taşlarla Yapılmıştır Ulu Cami, Kuzey-Güney doğrultusunda dikdörtgen plânlı ve tümüyle kesme taşlarla yapıl-mış bir yapıdır. Camiye giriş çıkışı sağlayan kuzey, batı ve doğu yönlerde üç ayrı anıt kapı yer almaktadır. İç mekân, sekizgen payeleri birleştiren çift yönlü sivri kemerlerle farklı genişlikte yirmi beş birime ayrılmıştır. Büyük boyutlu mihrap önü, dilimli, orta bölüm ise oval birer kubbeyle örtülüdür. Sekizgen aydınlatma feneri bulunan orta bölümün kubbesi sekizgen piramidal külâhla kaplıdır. Diğer birimlerin örtü sistemini yıldız, artı ve bileşik to-nozlar oluşturmuştur. Güneydoğudaki şah mahfili de bileşik tonoz örtüsü ile dikkati çek-mektedir. Caminin iç mekânı ise, kapılara nazaran sadelik içermektedir. İbadet eden insanların dikka-tinin dağılmaması ve ibadetteki huşu ve huzurun bozulmaması için sadeliğin tercih edildiğin-den söz etmek mümkündür. Emanet Sandığı ve Sadaka Taşı Caminin iç kısmında, cennet kapısının arka yüzünde tek parça taştan oyulmuş iki adet emanet sandığı bulunmaktadır. İnsanlar bir yere giderken değerli eşyalarını ve ziynetlerini emanet sandığına bırakırlar, döndüklerinde ise bıraktıkları gibi bu-lurlardı. Bir de sadaka taşı bulunmaktadır. Hayırseverler sadakalarını bu taşın içine bırakır, ihtiyaç sahipleri de içinden ihtiyacı kadarını alırdı. Bu uygulama, “Bir elin verdiğini öbür elin bilmemesi” prensibine uygun bir uygulamadır. Yoksulun incitilmemesi ve onurunun korunmasını esas alan bir duyarlılığın yansımasıdır. Cennet kapısının arka yüzünün solunda, demir oksit boyasıyla boyanarak yapılan bir mız-rak, bir de meşale motifi mevcuttur. Mızrak gücü, meşale ise ilmi temsil etmektedir. Cen-net kapısının üzerindeki tonozda yer alan sarkıtlar ise gözyaşı damlaları görünümündedir. Alttan Isıtma Sistemi Yamacın böğrüne yapılan cami alttan ısıtmalıdır. Caminin 100 metre aşağısında bulunan hamamın bacasından çıkan buharla ısıtılır. Yıl 1228. Günümüzden 785 yıl önce. Hamamın şöyle de bir hikayesi vardır; Eserin temellerinin atıldığı sırada işçilerden birinin çalışmadığını fark eden baş mimar Muğisoğlu Ahlatlı Hürrem Şah, işçiye niçin çalışmadığını sorar. “Efen-dim gusül abdesti almam gerekiyor ama hava soğuk, uygun bir yer de bulamadım, bu ha-limle de cami inşaatında çalışamam” cevabını alır. Hürrem Şah, caminin inşaatını anında durdurur ve hemen caminin 100 metre aşağısında bir hamam inşa ettirir. Halen kalıntıları duran bu hamama da o işçinin adını verir. Bekir Çavuş Hamamı. Hamamın bacasından çıkan buharı da değerlendirir, caminin ve darüşşifanın ısıtmasında kullanır. Hamamda ısınan suyun buharını, cami ve şifahanenin altında belli bir plan çerçevesinde dolaştırarak alttan ısıtma sistemini kurar. Plan eserin kuzeyinde yer alan, Cennet kapısının üzerindedir.” Bu harika eser hakkında şaşırtıcı bilgiler alan arkadaşlarımız, başladılar kendi aralarında sohbete. Harareti yüksek sohbetti bunlar. Herkes burnundan soluyordu. Selçuklu ve Os-manlı hakkında yeteri kadar bilgilendirilmediklerinden dolayı kızgındılar. Tarihine düşman bizden başka bir milletin olmadığını dile getiriyorlardı. “Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner” atasözünün boşuna söylenilmediğini, o eski günleri hatırlayacak olan bir nes-lin mutlaka geleceğini söylenerek ayrıldık Anadol’unun El-Hamra sarayından. O harikulade işler yapan insanların ruhlarına birer de Fatiha okuyarak… Hüma Hatun Sokağı Cami ziyaretinden sonra takıldık Cem beyin peşine. Yokuş aşağı yürüyoruz. Öğle yemeği zamanı gelmişti. Divriği’de bir sokak varmış. Hüma Hatun Sokağı. 12 dükkânı varmış bu sokağın. Kadınların işletmeciliğini yaptığı, yöresel yemeklerin, el işlerinin ve kültürel ürünle-rin satıldığı dükkanlarmış bunlar. Meğer bizi oraya götürürmüş rehberimiz. Önceden haber-leşilmiş onlarla, alkışlarla kapıda karşıladılar bizi. Hafif meyilli şirin bir sokak. Yolun her iki tarafında dükkanlar var. Küçük küçük masalar ve sandalyeler konulmuş dükkanların önü-ne. Hüma Hatun Sokağı esnafının temsilcisi Fatma Hanım tanıttı sokağı: "Öncelikle sokağımıza hoş geldiniz. Bizi onurlandırdınız. Hüma Hatun Sokağı'nda 12 kadın esnaf olarak çalışıyoruz. 12 esnaf olması tesadüfi değildir. 12 İmamı simgeler. Buranın esnafları kadınlardan oluşur. Her gün ‘Ahi Andı’ nı koro halinde okuyarak dükkanlarımızı açarız. Sokak, Hüma Hatun Vakfı tarafından Divriği ilçesinin tarihi özelliklerine uygun olarak inşa edilmiştir. Ev hanımıy-dık, patron olduk.” Fatma hanım konuşmasından sonra buyur etti bizi sokağa. Etrafa dağıldık. Dükkan sahibi hanımlar el ayak oldular. Yüzler gülüyor. Hediyelik eşyalar alınıyor, börekler- gözlemeler yeniyor, çaylar içiliyor. Örnek bir uygulama… Kangal Köpekleri Kangalda köpek yetiştirme çiftlikleri varmış. Biz kaymakamlığın çiftliğine gittik. Yetişkinler bir tarafta, yavrular başka bir tarafta. Onlarla ilgilenen görevliler var. Köpekleri tanıtan tanıtım yazıları asmışlar belirli aralıklarla çiftliğe. İstenirse görevliler de tanıtım yapıyorlar. Ancak bu işi zorla yapıyorlarmış gibi isteksiz davranıyorlar. Belki günde kaç kişiye aynı ko-nuşmayı yapıyorlar; yorgun olmuş olabilirler veya ehil değildirler. Türkçesi de bozuktu gö-revlinin. Burası resmi bir çiftliktir. Temsil gücü olan kişilerin tanıtım yapması gerekmez mi? Gerekir elbet ama yok. Bizler tanıtım yazılarından köpekleri tanımaya çalıştık. Rehberimiz Cem Ka-ya’da yardımcı oldu. Kangal Köpeğinin Özellikleri Kangal köpeğini, Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ederken yanlarında getirmişler. Hayvanların korunması için bu köpeklere ihtiyaçları varmış. Hayvanlar başlıca geçim kay-naklarıymış Türklerin. Onların iyi korunması gerekiyormuş. Kangal köpekleri tarih boyunca göçebe Türk halklarının en iyi dostları olmuşlar. Kangal Köpeği; iri, dinç ve yapılı, krem renginde, siyah maskeli, bir, sürü koruma köpe-ğiymiş. En kısa sürede yüksek hıza ulaşabilme yeteneğine sahipmiş. Kangal, orta uzunlukta sert tüylere sahipmiş. Gövdesi dikdörtgen şeklindeymiş. Nedensiz saldırganlık göstermezlermiş. Özgüven sahibi ve sakinlermiş. Doğal olarak ba-ğımsız karakterli zeki, aynı zamanda itaatkârmışlar. Mağrur ve kendilerinden eminlermiş. Sadıklarmış, sahibine karşı sevecen, yabancıya karşı özellikle görev başındayken çok dik-katliymişler. Kangal, avını yakaladığında yere yatırıp, ön ayaklarını üzerine koyar ve beklermiş. Tehdit veya tahrik olmadığı sürece birisi yetişinceye kadar öylece dururmuş. Evliya Çelebi; Kangal köpeklerinin Arslan kadar güçlü ve cüsseli olduğunu yazmaktaymış seyahatnamesinde. Bazen düşünüyorum; Evliya Çelebi de olmasa bizler ne yapacakmışız, diye. Kurt Avı Kur yakalama ve boğma Kangal Köpekleri için kendini ispatlama vesilesiymiş. Kangalların en önemli ve bilinen özelliklerinden biri sürüyü kurttan koruyabilmeleri ve kurdu bazen tek başına da olsa yıkabilmeleriymiş. Çok iyi bir Kangal tek başına bir kurdu boğabilirmiş. An-cak genellikle birkaç Kangal bir olup bir kurdu boğarlarmış. Kurt boğma işinde çok yara alırlar ve bitkin düşerlermiş. Kurtboğanlar birkaç gün halsiz dolaşırlarmış, kendilerine gel-meleri uzun sürermiş. Hızlı bir koşucu olan Kangal, kurda yetişir, sert bir döş vurur ve kurdu yere yıkarmış, ken-disi de yıkılırmış. Kurt önce kalkarsa kovalamaca devam eder; Kangal önce kalkarsa kur-dun boğazına yapışır ve öldürünceye kadar bırakmazmış. Sonra da kurdun vücuduna kula-ğını dayayarak nefes alıp almadığını kontrol edermiş ve en ufak bir harekette yeniden bo-ğazına yapışırmış. Kurdun ölüsünün yanına kimseyi yaklaştırmazmış. Boğuşma esnasında köpeğin boğazına kaçan kurdun kılları köpeği öksürtmeye başlarmış. Kılı boğazdan çıkarmak için kurtboğan köpeklere mükâfat olarak bir koç kesilir ve önce koçun kuyruk kısmı ikram edilirmiş. Köpeğin boğazına kaçan kılların temizlenmesi için böyle yapılırmış. Bu açıklamalar, çiftlik görevlisine ait değil, rehberimiz Cem Kaya’ya aittir. Verilen kısa bir ihtiyaç molasından sonra, yönümüzü Malatya’ya çevirdik. Önce Darende. Otobüste hem Divriği’nin hem de Kangalın değerlendirmesini yaptı arkadaşlarımız. Müthiş bir köpek… Sezgin beyin havalandırdığı türkü yine Aşık Veysel’dendi. Benim sadık yârim kara topraktır: “Dost dost diye nicelerine sarıldım Benim sadık yârim kara topraktır Beyhude dolandım boşa yoruldum Benim sadık yârim kara topraktır Nice güzellere bağlandım kaldım Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum Her türlü isteğim topraktan aldım Benim sadık yârim kara topraktır Koyun verdi kuzu verdi süt verdi Yemek verdi ekmek verdi et verdi Kazma ile döğmeyince kıt verdi Benim sadık yârim kara topraktır Ademden bu deme neslim getirdi Bana türlü türlü meyva yetirdi Her gün beni tepesinde götürdü Benim sadık yârim kara topraktır Karnın yardım kazmayınan belinen Yüzün yırttım tırnağınan elinen Yine beni karşıladı gülünen Benim sadık yârim kara topraktır İşkence yaptıkça bana gülerdi Bunda yalan yoktur herkes de gördü Bir çekirdek verdim dört bostan verdi Benim sadık yârim kara topraktır Havaya bakarsam hava alırım Toprağa bakarsam dua alırım Topraktan ayrılsam nerde kalırım Benim sadık yârim kara topraktır Dileğin var ise Allah'tan Almak için uzak gitme topraktan Comertlik toprağa verilmiş Hak'tan Benim sadık yârim kara topraktır Hakikat ararsan açık bir nokta Allah kula yakın kul Allah’a Hak'kın hazinesi gizli toprakta Benim sadık yârim kara topraktır Bütün kusurlarım toprak gizliyor Merhem çalıp yaralarım düzlüyor Kolun açmış yollarımı gözlüyor Benim sadık yârim kara topraktır Herkim olursa bu sırra mazhar Dünyaya bırakır ölmez bir eser Gün gelir Veysel'i bağrına basar Benim sadık yârim kara topraktır.” Devam edecek

8 Haziran 2023 Perşembe

TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN 13. EĞİTİM KAMPINDAN 08.06.2023 22:16 ...Abone Ol -Fecr Suresi Özelinde Nefsi Mutmeinne ve Tarihsel Metod-

TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN 13. EĞİTİM KAMPINDAN 08.06.2023 22:16 ...Abone Ol -Fecr Suresi Özelinde Nefsi Mutmeinne ve Tarihsel Metod- "Kur'an ayetlerinin eş zamanlı okunmasından dolayı baştaki surelerde anlamı daralan “nefs-i mutmeinne”den yola çıkılarak Fecr suresinde de “nefs-i mutmeinne” imanla huzur bulan anlamında yorumlanmıştır. Yanlıştır. Fecr suresi öldükten sonra dirilmiş veya dirilecek olan ve imanla huzur bulmuş nefse hitap etmemektedir." Eğitim Kampının ilk konuşmasını Humboldt-Universitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.DR. Serdar Kurnaz yaptı. Kurnaz Fecr suresinin Medeni değil Mekki olduğu söyledi ve tarihsel metodun Fecr suresinin 27.-30. ayetlerine nasıl tatbik edileceğini aşamaları ve detaylarıyla aktardı. Özetle şöyle dedi: Bu ayetler genellikle “Ey iman etmiş kişi/imanda huzur bulmuş nefis! Rabbine dön/yönel, böylece has kullarımın arasına sen de katıl, cennetime gir.” şeklinde tercüme edilmektedir. Bu ayetler bugün genel olarak böyle anlaşılsa da erken dönem ve sonraki dönem tefsirlerinin bazıları incelendiğinde farklı bir yorum buluruz. Bunlar içinde Ebu Mansur el-Maturidi’nin (333), Ebul’ Hasan el-Maverdi’nin (450) ve Ebu İshak Es-Sa’lebi’nin (427) tefsirleri zikredilebilir. Bu isimlerin yazdığı eserlerde zikredilen zayıf bir görüşe göre: “Denilir ki: burada kastedilen imanın huzuruna varmış insan değil, kendi durumunu huzurlu bulan, kendi durumundan emin olan insan anlamına gelir. Bu ayetin muhatabı da Müslümanlar değil, müşriklerdir. Dolayısıyla burada müşriklere son defa bir çağrıda ve uyarıda bulunan Kur’an-ı Kerim müşriklere ölmeden önce, son defa “rabbine yönel ve huzura kavuş/ huzura er!” diye bir çağrıda bulunmaktadır. Bu bahiste bir de Ebu'l Hasan en-Nisaburi (553) ismi zikredilmelidir ki, kendisi diğer müfessirlerden farklı olarak daha ziyade bu anlama öncelik verir. Konumuz ise ayetin hangi anlamının daha doğru olduğunun tarihsel metodun tatbikiyle anlaşılmaya çalışılmasıdır. Temel olarak bu sunumun tezi Fecr suresinin 27.-30. ayetlerinin çevirisinin: “Ey kendine ve şuanki bulunduğu duruma çok güvenen insan! Rabbine yönel ki, o senden hoşnut olsun, sen de ondan hoşnut ol. Böylece kullarımın arasında sen de katıl, cennetime gir” şeklinde olması gerektiğidir. Bu çeviri ise ayetin genel anlaşılma çerçevesinin tersine bir okumadır. Peki bu anlama ulaşmamızı sağlayan yol nedir ve nasıl ilerlenmesi gerekir, şimdi bunu anlamaya çalışacağız. Lafza bakıldığı zaman her iki anlam da çıkabiliyor. O nedenle ayetin nasıl çevrildiğinin gerekçelendirilmesi gerekir. İlk etapta hangi bağlamda bu ayetin nazil olduğuna bakılmalı, sonrasında ayetin sure içindeki, sure bütünlüğündeki durumunun incelenmesi gerekir. Bununla birlikte surenin içeriğine bakmamız gerekir. Bunun için bazı aşamalar izlenerek bir sonuca ulaşılmaya çalışılacaktır. İlk etapta Fecr suresinin tarihlendirmesi esbabı nüzul ve Kur’an ilimleri literatürüne bakılarak yapılmaya çalışılacak, ikinci olarak fecir suresinin yapısı ve içeriğine bakılacak, üçüncü etapta itmi’nan kelimesinin Kuran-ı Kerim’de nasıl geçtiğine dair diakronik bir okuması yapılacaktır. Yani kronolojik olarak hangi ayet önce geliyor, hangisi sonra geliyor ve kelimenin anlamında bir daralma veya genişleme var mı, veya hangi şartlarda hangi anlamlara geldiğine dair tespitlerde bulunmamız gerekiyor. Ayrıca nefs kelimesinin de ne anlama geldiği ortaya koyulmalıdır. Çünkü biz nefisle genelde ruh gibi bir anlamı bağdaştırıyoruz. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de nefs kelimesi cisme bürünmüş insan varlığından bahsederken kullanılmaktadır. Fecr suresinin kronolojisine baktığımzda farklı bilgilere rastlarız. Kur’an ilimlerine dayalı listelerden elimize ulaşanları incelediğimizde, Fecr suresi bütün olarak nazil olan ilk on sure arasında zikredilir. Bu ilk on sure arasında nazil olmuş olmasını önemli oryantalistlerden olan Theodor Nöldeke de kabul eder. Aynı şekilde Angelika Neuwirth de kendine has metotlarıyla Kur’an kronolojisi yapmıştır. O da Fecr süresini ilk dönem, erken dönem mekki sureler aslında zikreder. Burada şöyle bir farklılık vardır. Neuwirth Fecr süresinin içerisinde iki yerde boşluk bulunduğunu, buralara sonradan ya mekke'nin orta döneminde veya son dönemine yakın tarihlerde bir ekleme olduğunu, yani Fecr suresinin 21. ve 22., ayriyetten 27.- 30. ayetlerinin sonradan, Mekke’nin örte döneminde eklendiğini söyler. (Buradaki ekleme ibaresi Müslüman ilahiyat literatüründe sonradan inzal olma anlamında kullanılmıştır. Fakat Neuwirth inzale doğrudan inanmadığı için ekleme ibaresini kullanmıştır. Yani “bunu Müslümanlar kendileri yazmışlardır” anlamında değil de “oraya eklenmiştir” anlamında kullanılmıştır.) Dolaysıyla Neuwirth, başıyla sonu aynı tarihte nazil olmamıştır diyerek surenin bütünlüğünü bozar. Geleneksel tefsir literatürü içerisinde bunu destekleyen rivayetler de vardır. Tefsir literatürüne baktığımız zaman Fecr suresinin mekki olduğunu söylemekle birlikte son 3, 4 ayetin farklı nüzul sebeplerinin olduğu görülmektedir. Bunlardan ilki Hz. Osman’ın hicretten sonra, Müslümanlar Medine’ye geldikten sonra bir kuyu satın aldıkları ve bu kuyuyu satın aldıktan sonra da ayetlerin nazil olduğu zikredilir. Bu rivayet şu şekilde sorgulanabilir: Hz. Osman Müslümandı, ona “rabbine yönel” veya “rabbine dön” şeklinde bir çağrının ne kadar mantıklı olduğunu sorgulamak gerekir. Ama literatürde yer alan rivayetler aktarılırken bu konu tartışılmamıştır. Ikincisi daha anlaşılır bir rivayettir. Buna göre ayetlerin Hz. Hamza'nın vefatı üzerine nazil olduğu söylenir. Hz. Hamza vefat ettikten sonra Müslümanların, Hz. Peygamberin kendisinin de çok üzüldüğünü, onlara bir teselli olarak bu ayetlerin nazil olduğu söylenir. Bu rivayetin mantıklı bir açıklaması vardır çünkü Hz. Hamza vefat ettikten sonra imanla huzur bulmuş olarak müjdeleniyor ve onun nefsine bir hitapta bulunuluyor. Rabbine dönüyor, yani Allah’ın cennetine girdiğine dair teselli veren bir ayet olduğuna işaret ediliyor. Bu anlamı destekleyen fakat içerik açısından farklı olan bir kaç rivayet daha vardır. Motif aynıdır: bir Müslümanın şehit edildikten sonra Cennet ile müjdelenmesi. Aslında sonuç olarak Fecr suresinin 610 - 612 yılları arasında nazil olmuş olması gerekir. Rivayetlere baktığımız zaman Angelika Neuwirth 613-614-615 yılları arasında son bölümü tarihlendirse de kendi tefsir kaynaklarımızdaki rivayetler 27., 28., 29. ve 30. ayetleri genellikle Medine’de tarihlendirir. Bu da 624 ile 625 arasına tekabül etmektedir, yani ya hicretten hemen sonra veya Uhud savaşıyla birlikte veya bu savaştan hemen sonra nazil olmuş şeklinde rivayetler vardır. Şimdi burada ortaya çeşitli sorunlar çıkmaktadır. Çünkü ilk etapta surenin bütünlüğüne baktığımız zaman “ya eyyühetennefsül mütmeinne”nin, ölmüş bir insana hitaben nazil olduğuna dair hiçbir işaret yoktur. Rivayetler ne kadar nazil olduğu dönemi açıklıyor, bunun araştırılması gerekir. Bunun için de Fecr suresinin yapısı ve içeriğinin incelenmesi gerekir. Bu açıdan incelendiğinde Fecr suresini 3 bölüme ayırabiliriz. 1-5. ayetler arasında bazı yeminler zikredilir. Bu mekki sureler içerisinde tanınmış bir hitap tarzıdır. Allah dikkat çekmek için böyle bir teknik kullanır ve aya, güneşe, fecre ve başka bazı şeylere yemin eder. Fecir suresinin 6-20 ayetleri arasında hep bir imtihan zikredilir: Ad kavmini imtihan ettik, Semud kavmini imtihan ettik, Firavun’u imtihan ettik. Hiçbiri başarılı olmadı, hepsi helak oldu. Ardından üçüncü bölümde 21-30 ayetler arasında hesaplaşma söz konusudur. Biz onlara nimetlerimizi verdiğimiz zaman bizi unuturlar, nimetlerimizi kıstığımız zaman da “vay Allah bizi unuttu” derler şeklinde ibareler vardır. Sonrasında ise Allah ihtar verir, biz meleklerimizi göndereceğiz ve o gün gelecek ki her şey yok olacak, siz de ne yaptığınızı göreceksiniz. Kötü yaşayanlar da cehenneme girecektir. Sonrasında en son kısma geldiğimizde ise “ya eyyühetennefsül mütmeinne”, doğrudan Müslümanlara hitap ediliyormuş gibi bir düşünce söz konusu. Fakat aslında 1-5 arası yemin, 6-20 arası eski kavimleri imtihan, 21-30 arası aslında doğrudan müşrikleri muhatap alıyor Kur’an-ı Kerim. Tarihlendirmenin bize getirdiği avantaj, surenin muhataplarını belirleme imkanıdır: İlk 10 sure içerisinde yani 610-612 arasında Müslümanlar zaten çok küçük bir gruptu. Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu o dönemde zaten ilk olarak büyük grup olarak müşriklerin imana çağrılması olağan bir durumdur. Bu nedenle burada, eski kavimlerden misal vererek müşriklerin muhatap alınması, onların tutumları tenkid edilip İman’a çağırılması tarihsel açıdan baktığımız zaman daha makul görünmektedir. Geleneksel yoruma gelince; burada şöyle bir sorunun sorulması gerekir: Bütün surede hiç Müslümanlardan bahsedilmezken ve müşrikler ihtar edilirken birdenbire neden Müslümanlardan bahsedildi ve birdenbire neden Allah Müslümanlara “rabbinize dönün, cennete girin” diyor? İslami kaynaklar genelde bu konuda hiçbir şey söylemeyerek rivayete atıfta bulunur. Bir başka husus ise Kur’an’ı Kerim’de genel olarak iyiler ve kötüler karşılaştırırken, karşılaştırma genelde apaçık şekilde yapılmaktadır, felaha erenler ve cezayı hak edenler gibi. Bu sure için herhangi bir iyiler ve kötüler ayrımının söz konusu değildir. Dolayısıyla suredeki anlamın bölünmeden bir bütün halinde doğrudan müşriklere hitap ettiği şeklinde anlaşılması daha isabetli görünmektedir, çünkü surede aksi bir işaret söz konusu değildir. İlk dönem sure olduğu için müşriklerin muhatap alınmasının çok doğal olduğunu söyleyebiliriz. Hz. Osman veya Hz. Hamza hakkında nazil olmuştur rivayetlerini göz önünde bulundurursak aslında Fecr suresinin ilk bölümü 27. ayete kadar erken dönem mekki, 27-30 arası Medine döneminde nazil olması gerekir. Bu da sorunlu bir tarihlendirme değildir. Bu kategoride sureler vardır. Suyuti’nin El-İtkan adlı eserinde buna örnekler vardır. Mekki sureler içerisindeki medeni ayetler, medeni sureler içerisinde mekki ayetler şeklinde kategorilendirilen ayetler vardır. Her ne kadar bazı alimler böyle tarihlendirmelerde bulunsalar da Fecr suresi konu bütünlüğü, içerik ve üslup açılarından değerlendirildiğinde böyle bir farklı tarihlendirme çıkmadığı söylenebilir. Böyle bir farklı tarihlendirmeyi Neuwirth de yapmaktadır. Zira kendisi “nefsül mütmeinne” ifadesinin iman ile huzur bulmuş nefis anlamına geldiğinden çok emin ve bu hitabını ahirette gerçekleşeceğine inanmaktadır. Halbuki Fecr suresini okuduğunuz zaman ahiretten, cezadan ve mükafattan bahsetmekte ama o an dünyada yaşayan insana hitab etmektedir. Yani “başına şu gelecek dikkat et, ayağını denk al” anlamında inzarda bulunmaktadır. Bu yüzden Fecr suresindeki itmi’nan kelimesinin gerçekte ne anlama geldiği tarihsel metotla incelenmelidir. Kuran’da اطمئن kökünden gelen kelimeler 10 farklı yerde geçmektedir. Bunlar İsrâ/17., Yunus/10., Nahl/16., Bakara/2., Enfal/8., Âl-i İmran/3., Nisa/4., Rad/13., Hacc/22., Maide/5. sureleridir. Buradaki en büyük sorun kelimelerin geçtiği ayetlerin nasıl tarihlendirileceğidir çünkü tarihlendirmedeki en büyük sorun da kronolojinin kesin olmamasıdır. Örneğin Bakara suresinin Medine’de indiğini biliyoruz, hatta hicretten sonra inen ilk sure olduğuna dair rivayetler vardır. Ancak surenin içerisinde riba ile ilgili ayetler de vardır, ki bunların en son inen ayetler arasında olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla surenin uzun bir dönemde indiği anlaşılmaktadır. Sonuç olarak da kronolojik sıralamanın incelikli bir şekilde ele alınası gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ancak yine de yaklaşık bir kronoloji bulmak mümkün olabiliyor. Bunun için burada Neuwirth, Nöldeke ve klasik kaynaklardan yola çıkılarak bulunan farklı kronolojiler ele alınmıştır. Ortaya çıkan tabloda İsrâ/17, Yunus/10, Nahl/16’da geçenlerin kesin olarak mekki, Rad/13 ile Hacc/22 biraz tartışmalı; bir kısmı mekki bir kısmı medeni olarak ele alınmaktadır. Buradan da şu anlaşılıyor iki sure Mekke’den Medine’ye geçiş döneminde nazil olmuş sureler arasındadır. Geri kalanlar Bakara/2, Enfal/8, Âl-i İmran/3, Nisa/4, ve Maide/5. Sureler de genellikle medeni olarak geçer. Bu ayetleri sırasıyla incelediğimizde şunlar söylenebilir: İsrâ/17:95: Burada meleklerden bahseder, melekler dünya üzerinde rahatlıkla gezerler anlamında kullanılmıştır. İtmi’nân, Rahatlık ve güven anlamında kullanılmıştır. Nahl/10:7-8: Buradaki ifade ilginçtir. Bazı insanların dünyada kendi halinden memnun bir şekilde yaşadığını söyler. Yani dünya hayatından razıdırlar ve ona güvenirler. Nahls/16:116’da ilk defa imanla mutmain olma hali özellikle geçer. 112’de de imandan bağımsız bir şekilde, öyle bir şehir düşünün ki içerisinde emin ve rahatsınız şeklinde geçer. Mekki-medeni surelerin geçiş döneminde yani Rad/13 ve Hacc22’de; ancak Allah’ı zikreden kalpler güven, sükunet bulurlar diye geçer. Hacc/22:11’de ise yine daha genel bir anlamda bazı insanların Allah’a sadece rahat olduğu dönemlerde ibadet ettikleri belirtilmektedir. Bakara2/260’da artık kalbin itmi’nanından bahsedilir. Kalbin sükunetinden, rahatlığından dolayı rahat ettiğine vurguda bulunulur. Enfal/8:10, Âl-i İmran/3:126, Nisa/4:103 ve Maide/5:113 surelerinde artık itmi’nan kelimesi rahat bulma, huzur bulma, sükunet bulma ile gittikçe imanla iç içe geçmeye başlamıştır. Sonuçta ortaya çıkan resimde itmi’nan kelimesi genel anlamda huzur bulmak, hoşnut olmak, kendini güvende hissetmek anlamına geliyor. Medine döneminde artık Müslümanlar Mekke’deki müşriklerden kurtulduktan sonra kendi problemleriyle uğraşmaya başladıklarında ancak Allah’a inandıktan sonra huzur bulabilirsiniz şeklinde bir tenkit oluşuyor. Yani itminan kelimesi genel anlamda huzur bulmaktan imanla huzur bulmaya doğru daralıyor. Tarihsel metodu kullanmadan okunması halinde ise Fecr suresini okuduğumuz zaman oraya gelene kadar zaten “nefsi mutmainne” ile ilgili zihnimizde belirli bir anlam oluştuğu için burayı da huzura kavuşmuş nefis olarak anlamaya başlıyoruz. Dolayısıyla diyakron okuma yerine senkron okuma yapmanın neticesi olarak anlamı doğru vermemiş oluyoruz. Fecr suresi özelinde, ne surenin kendi içerisinde ne de tarihsel gelişim içerisinde itmi’nan kelimesi doğrudan imanla huzur bulma anlamına gelmemektedir. Bir sonraki aşamada nefs kelimesi incelenecektir. Rivayetlerin zikrettiği şekilde, âyetin Hz. Hamza’ya hitap edebilmesi için bu ayetteki nefsin ruh olarak anlaşılması gerekir. Fakat Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda yine kronolojik bir şekilde okuduğumuz zaman nefs ruh anlamına gelmemektedir. Fakat Fahrettin Razi’de (606), felsefe ve kelam geleneğinde nefs kelimesi genelde ruh şeklinde anlaşılmıştır. Bu durumda kelimenin ruh olarak anlaşılması Müslümanlar ölüp de diriltildikten sonra rablerinin önüne geldiklerinde onlara yapılan bir hitap olarak anlaşılır. Halbuki nefs kelimesine baktığımız zaman Kuran’ı Kerim’de 250 yerde geçmektedir. Bu konuda araştırma yapanlar nefs kelimesinin ruha veya ruhsal bir varlığa tekabül etmediğini tespit etmişlerdir. Nefs kelimesinin geçtiği her yerde insandan, o anda yaşayan insandan bahsedilmektedir. Bu durum bizim kendi kaynaklarımızda da teyit edilmektedir. İbnü’l Cevzi’nin (597) tefsir eserinde bu konuda verdiği bilgiler buna örnek olarak verilebilir. Verilebilecek bir örnek de ayetler arasında yapılacak bir anlam karşılaştırması olabilir. Kıyamet suresi 13. ayette geçen “O gün insana yaptığı ve yapmadığı her şey hakkında bilgi verilecektir.” ifadesi ile benzer bir şekilde yine erken dönem mekki bir sure olan İnfitar suresi beşinci ayette şöyle geçer: “Her nefis/her insan neler yapıp yapmadığını anlayacaktır.” Benzer bilgiler veren bu iki ayette kelime olarak birinde insan geçerken birinde nefs geçiyor. Sırf bu misal bile erken dönem surelerden olması nedeniyle ve Fecr suresi de erken dönem bir sure olduğu için burada bir paralelliğin söz konusu olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, Fecr suresindeki “nefs-i mutmeinne” bulunduğu durumdan memnun olan insan anlamına gelmektedir. Sonuç olarak Fecr suresi müşriklere hitap ettiği için aslında verdiği mesaj: “Ey kendi durumundan hoşnut olan müşrik insan! Geç olmadan, cehenneme girmeden rabbine yönel! Ancak öyle hoşnut olursun, o da senden ancak öyle hoşnut olur. Böylelikle sen de kullarımın arasına girersin. Ancak öyle cennetime girersin.” Burada müşrikler başka tanrılara kulluk ettikleri için tek tanrıya kulluk etmelerine dair bir çağrı yapılmaktadır. Sonuç alarak Kuran ayetlerinin eş zamanlı okunmasından dolayı baştaki surelerde anlamı daralan “nefs-i mutmeinne”den yola çıkılarak Fecr suresinde de “nefs-i mutmeinne” imanla huzur bulan anlamında yorumlanmıştır. Fecr suresi öldükten sonra dirilmiş veya dirilecek olan ve imanla huzur bulmuş nefse hitap etmemektedir. Itmi’nan kelimesi de bu anlama gelmemektedir. O an yaşayan müşriklerin, kendi huzur buldukları ve hoşnut oldukları durumundan vazgeçmeleri gerektiğini söylemektedir. Yine ilk dönem olması hasebiyle zaten o dönemde müşriklerin kendi durumlarından rahatsız olmadıkları ve Müslümanlarla dalga geçtikleri, onları ciddiye almadıkları görülmektedir. Allah bu duruma itiraz ederek peygamberin söylediklerini ciddiye alın, kendinize fazla güvenmeyin şeklinde bir uyarıda bulunmaktadır. Yani Fecr suresinin muhatabı baştan sona kadar müşriklerdir, son parçası Müslümanlara hitap etmemektedir. Müşrikler inzar edilmekte ve Allah’a yönelmeye davet edilmektedirler.

7 Haziran 2023 Çarşamba

DİNİN DEĞER YİTİMİ: ÇÖLLEŞME

20.05.2023 12:10 ...Abone Ol -İster, Yahudilik, Müslümanlık, Hristiyanlık arasında olsun, isterse bir alt başlık olarak Müslümanlar arasında olsun; ortada ciddi bir sorun olduğu gayet açık- Prof. Dr. İlhami Güler, 2022 yılında Berlin Türk Eğitim Derneğin’de Ehlikitap konulu bir konferans verdi. Güler bu konferansta özet olarak şunları söyledi: Dindarlık bir duyarlılık halidir; Allah ile ilişkide, ahiretle veya insanlarla olan ilişkilerde duyarlı olmak, farkında olmak. Kur’an, bu hali takva diye tanımlıyor. Yaşamı, hayatı yaşarken aynı zamanda Allah’la birlikte yaşamak. Yani Allah’ı hesaba katmak, O’nu unutmamak. Kur’an’da zikredildiği gibi Allah’ı sıkça hatırlama hali; işte dindarlığın özü budur aslında. Dinlerin doğduğu tarihlere baktığımız zaman- ki en geç gelen din de bundan 1400 sene önce gelen İslamiyet’tir- hepsi tarım toplumlarında doğmuştur. Yani insanlar doğanın içindeyken, O’nun nimetlerinin içindeyken doğdu bütün dinler. Genelde insanlar tanrıya muhtaç olarak hissediyordu kendilerini. Yani Tanrı'ya muhtaç olduklarını hissetmeleri ile dindarlık arasında veya insanların tanrıya borçluluk hissetmeleri ile dindarlık arasında zorunlu bir ilişki ortaya çıkıyor. İster ilahi dinler olsun ister insani dinler olsun, şu soru önemlidir: Neden yeryüzündeki tüm tarım toplumları dindarlardır? Sanayi devrimine kadar yeryüzü tümüyle dindardı. Endüstri devrimi, aydınlanma ve bilimlerin giderek kesinleşmesi ve artması ile birlikte dinin değer kaybına uğradığını görüyoruz. En genel anlamda, Avrupa’daki adlandırılmasıyla söylüyorum: Bir “ruhtan zekaya geçiş” durumu, sekülerleşme ve modernite; bütün bu süreçler Avrupa’da başladı. İşte bunlar aynı zamanda dinin değer yitimi olarak ifade ediliyor. Dolayısıyla tanrının unutulması veya tanrının yerine insanın ön plana çıkması, yani tanrı ve öte dünya inançlarının giderek zayıflaması ve insanın yeryüzüne saplanması, yeryüzüne kapaklanması, yeryüzüne hapsolması gibi bir durum var özetle. Metafizikten kopuş, tanrıdan kopuş, ahiretten kopuş. Diğer tarafta ise aydınlanmayla birlikte insanın değer kazanması, hümanizm, insana vurgu ve dünyaya vurgu giderek artıyor. “Sekülerleşme = dünyevileşme” şeklinde de ifade edebiliriz. Bu süreci dile getiren farklı filozofların kullandıkları çok çarpıcı kavramlar da mevcut. Bunlardan bazılarına bakalım: Nietzsche: “Tanrının ölümü” “Tanrı öldü, tanrı çürüdü” sözü, Nietzsche’nin bir ateist olarak tanrıya karşı kinini ifade eden bir cümle değildir. Bu ifade esasında Avrupa’daki dönüşümü tasvir etmekte; bir tespittir yani. Martin Buber: “Tanrı tutulması” Tanrının kaybolması. T.S.Eliot: “Çoraklaşma” Max Weber: “Kutsal kubbenin çöküşü” Karl Marx: “Katı olanın/ kutsal olanın buharlaşması” Hölderlin: “Tanrıların göçüp gitmesi” İnsanlık tarihi süreç içerisinde sürekli tanrı ve/veya tanrı imgesi yaratıyordu. Fakat son süreçte (aydınlanma, Rönesans, reform, sanayileşme) tanrılar göçüp gitti ve artık insanlık tanrı imgesi yaratamıyor diyor özetle. Nietzsche: “Çölleşme” Tanrının kaybını, “tanrının ölmesi” olarak ifade ettiği tabiri, başka bir metafor ile dile getiriyor. “Böyle buyurdu Zerdüşt”, çok çarpıcı bir ifadedir. Devamında: “Çöl büyüyor, vay haline çölü görmezden gelenlerin” diyor. Heidegger, Nietzsche’nin “tanrı öldü” sözünün ne anlama geldiğini bir yazısında ele aldı. Orada çölleşme metaforunu da izah ediyor. Çok enteresan bir şey söylüyor, diyor ki: “Çölleşme, maddi anlamda yeryüzünün çölleşmesi gibi değildir. Çünkü o tehlike iklim değişikliği ile veya sulama ile telafi edilebilecek bir olgudur. Fakat zihnin veya düşüncenin çölleşmesi anlamındaki bu tanrı kaybının tekrar geri getirilmesi kolay kolay mümkün olmayacaktır; çok daha derin ve tehlikeli bir metafordur Nietzsche’nin “çöl büyüyor” ifadesi.” Ana hatlarıyla kavramsallaştırmalar bu şekilde. İçinde bulunduğumuz ve aşağı yukarı birbirine paralel süreçler olan bilim, teknoloji ve ekonomi çağlarının gelişimi ile birlikte, insanlık başka bir moda geçti. Artık dinlerin ocağı söndü; zemin gitti. Bu saatten sonra insanların din ve iman yaratması biraz zor gibi. Şu anda ortalıkta bazı ocaklar tütüyor, büsbütün söndü demek doğru olmaz. Fakat bu çölleşme bütün dünyayı etkisi altına almış durumda. İslam toprakları da dahil, tekin yerler değil, bir vaha değil yani. “Biz burada tohumlarımızı ekeriz, dini tekrar yeşertiriz” olmuyor; olay o kadar kolay değil maalesef. Bütün bu metaforlar gezegenin toplamı için söylenmiş laflardır. İster bilim olarak ele alalım ister teknoloji, isterse ekonomi veya kapitalizm; artık dünyada bu gerçeklerden müstağni kalmış olan coğrafya yok denecek kadar azdır. İşte böyle bir vaziyet ile karşı karşıyayız. Şimdi Hadid Suresi (57), 16. ayete bakalım. Bana göre bu ayet antropolojik olarak insanlığın durumunu ifade ediyor. Müminlere yani Müslümanlara hitap ediliyor. Müminlerin Allah’a karşı saygı duymalarının ve O’ndan inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesinin zamanı/vakti gelmedi mi diye soruyor Allah. Dikkat ederseniz hitap Müminlere. Yani o dönemin müminlerine hitap ederek diyor ki, Allaha karşı huşu duyma ve O’ndan inen hakikate karşı saygılı olma zamanı gelmedi mi? Sonraki cümle daha da önemli: “Onlar kendilerinden önce kendilerine kitap verenler gibi olmasınlar.” Yani Yahudiler ve Hristiyanları kastediyor. Ne demek peki onlar gibi olmasınlar? “Onların üzerinden uzun zaman geçti”. Yani kurucu tecrübeden, peygamberlerinden sonra aradan uzun zaman geçti, “kalpleri katılaştı ve çoğu da fasık kimseler oldu” diyor. Müminlere hitap ederek kitap ehlini kastediyor. Onların başına gelenler, sizin de başınıza gelmesin diye uyarıyor. Yani bir insanda gerçekleşebilecek bir durumu ifade ediyor aslında; zaman geçtikçe insanların kalpleri katılaşıyor ve çoğu da yoldan çıkıyor. Şimdi bize uygulayalım: Aradan 1400 sene geçti. Şu anda bizim durumumuz ile ehli kitabın durumu arasında bir fark yok benim gördüğüm kadarıyla. Yani Allah’ın bu uyarısı müminler için de gerçek oldu. Aradan uzun zaman geçince insanların kalpleri katılaşıyor. Şimdi o ayetin devamında, ilginç bir uyarı daha var, 16. ayet ile bağlantılı kanımca, “Allah, öldükten sonra yeryüzünü tekrar diriltiyor” diyor. Bunları birbiriyle bağlantılı olarak düşünürsek tekrar ümitvar olabiliriz aslında. Demek ki çölleşme olsa bile, insanlar istedikleri takdirde tekrar vaha ortaya çıkabilir. Bunu da bir lütuf olarak değerlendirebiliriz. İnsanlık istediği, tanrıya dönmeye kara verdiği takdirde, tanrı da elini uzatarak insanları bu durumdan bir kez daha kurtarabilir. Bunu hesaba katmamız gerekiyor. Bugünkü durum aşağı yukarı ortada. İslam dünyasına baktığımız zaman, dürüst olmak gerekirse, sahici anlamda çok fazla iman aktivitesi göremiyorum. Değişik yerlerde var ama böyle düzgün bir iman ve sağlam bir vicdan göremiyoruz. Bu Hristiyanlar için de, Yahudiler için de böyle. Bunu söylerken çok abartarak, yeryüzünde Hristiyan kalmadı, Yahudi kalmadı, Müslüman kalmadı demiyorum ama hepsinin de durumu ortada; hepsinin durumu biraz zayıf. Vicdanlar dumura uğramış durumda. İmanlarına gelince, onlarda da her üç din için geçerli olan ciddi sorunlar var. Doğru imanın ortadan kalkması Peygamberlerin hepsi aynı şeye çağırmış olmalarına rağmen bugünün gerçeğinde üç farklı din görüyoruz. Halbuki Allah’ın dini bir tanedir; yani peygamberlerin hepsi aynı dini vazettiler. Ama bugün Yahudilerin itikadı farklı, Hristiyanlarınki farklı, Müslümanlarınki farklı. Hadi biz son din olmamızdan ötürü en sahih olanın bizimki olduğunu kabul ediyoruz doğal olarak ama diğer din müntesiplerini ikna edebiliyor muyuz? Herkes kendinin son olduğunu, herkes kendinin en doğru olduğunu söylüyor. Oturup da sağduyuya dayalı bir şekilde konuşamıyoruz maalesef. Oysa Tanrı eğer peygamberlerin hepsini aynı gaye için gönderdiyse, o zaman bir ortak paydada buluşabilmemiz lazım gelmez miydi? “Aramızda ortak bir kelimeye varalım”; Kur’an’ın da çağrısı bu değil miydi (3:64)? Bunu ne Hristiyanlar kabul etmişti ne de Yahudiler. Bugün de başaramıyoruz bunu. Birinci handikap bu. Bu dinlerin mümessilleri bir araya gelip de “biz aslında aynı diniz, fakat işte tarihi süreç içinde bir takım yorum sorunları ortaya çıktı. Gelin bir ortak paydada buluşalım da hiç olmazsa ateistliğe karşı, dinsizliğe karşı, duyarsızlığa karşı bir ortak cephe oluşturalım” diyemiyor maalesef. Demem o ki birinci sorunumuz istikamet sorunu. İnanacağız da neye inanacağız? Sahih itikat, doğru iman nedir, hangisidir? Allah Yahudileri eleştirirken onlara “eğer iman ediyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor.” demişti (2:93). Bu Hristiyanlar için de geçerli. Çuvaldızı kendimize batıralım: Şu anda Sünniler ve Şiiler bir özeleştiri yapıp da “hakikaten Allah’ın Kur’an’da bizden istediği yol üzere miyiz, doğru istikamet üzere miyiz?” diye şüphe edip kendi itikatlarını en azından bir araya getirme gayretine giriyorlar mı? Şiilik ve Sünnilik arasında bir yakınlaşma olsun diye Takrib cemiyeti kurulmuştu bu yüzyılın başında. Epey de gayretli oldu. Ama maalesef şu ana kadar Şiilik ve Sünnilik arasında, dogmalaşmış, katılaşmış, fosilleşmiş olan itikatları sökerek, bunları bir özeleştiriye tabi tutarak, Kur’anı hakem kılıp bir ortak itikat üzerinde mutabık kalınamadı. Sahih bir itikat oluşturma problemi ister geniş anlamda Yahudilik, Müslümanlık, Hristiyanlık arasında olsun, isterse bir alt başlık olarak Müslümanlar arasında olsun; ortada ciddi bir sorun olduğu gayet açık. Ayet bağlamına geri dönecek olursak, zaman geçince imanın ortadan kaybolması ve ölü itikada dönüşmesi söz konu. Yani iman zail oluyor, iman gidiyor, iman yok oluyor. Sadece itikat sahipliği kalıyor. Bugününün İslam dünyasına bakacak olursak da çoğunluğun itikat sahibi olduğunu görüyoruz; iman sahibi insanı ise maalesef aynı oranda göremiyoruz. Çünkü imanın olabilmesi için insanların Tanrı ile olan ilişkilerini sürekli canlı tutmaları gerekiyor. İman artan ve eksilen bir şeydir. Yani bir insan imansız olabilir; imanı sıfıra da iner. Ama imanı arta da bilir. Barometre gibi düşünün; 37’ye çıkar, 40’a çıkar veya 0’a da düşebilir. İman canlıdır. Duygusal derinlik yaşantılarıdır iman. Allaha karşı huşu duyma, kaygı duyma, korku duyma, güven duyma, vs. Allah’a âşık olmayı bunlardan beri tutuyorum şahsen; o tanrının insanlardan istediği bir şey değil. Fakat insanların Allah’a hürmet duymaları duygusal değerin bir yansımasıdır. Demem o ki şu anda dindarlarda bu duygusal yaşantı durumları gerçekleşmiyor. Öyle olunca herkes itikat sahibi oluyor; canlı iman olmayınca da amel ortaya çıkmıyor. Seküler yaşam için geçerli olmasa da dinsel ahlakta, iman ile ahlak arasında canlı bir ilişki vardır. İman ahlakı ortaya koyar; iman amel doğurur. Canlı iman olmayınca sahih amel de olmuyor. İnsanların kodladıkları bazı davranışları var, ibadetler, helaller, haramlar; onları yerine getirerek dindarlıklarını tamamladıklarını sanıyorlar. Oysa akşama kadar, gün boyu ve her ilişkide canlı bir dindarlık gerekmektedir. Tarihin büyük bir bölümüne baktığımızda genelde ilmihal Müslümanlığı ile karşılaşırız. İlmihal Müslümanlığı kitaptan çıkarılan birkaç tane ibadet, birkaç tane de helal haram ile tamamlanmış olur; bunları yerine getirdiğimiz zaman kendimizi müminlerden sayıyoruz. Bir de düşünme daha doğrusu düşünmeme sorunumuz var. Dindarlığın gerçekleşebilmesi için bugün ne yapmalı? Bu çağda imanı tekrardan oluşturabilmek için ne yapmamız gerekiyor? Yani benim Kur’an’dan görebildiğim kadarıyla, önce düşünmenin başlaması lazım. Düşünmeyi öğrenmek lazım Dikkat edersiniz, Kur’an insanları sürekli düşünmeye çağırıyor. Bu, sıradan bir insan için mümkün müdür peki? Evet, mümkündür. Bence bunun en güzel örneği Sokrates’tir. Kimdir Sokrates? Bir filozof değil, bir sokak insanıdır. Esnaftır. Ama düşünmeyi öğrenmiştir. Sürekli soru soruyor ve cevap üretiyor. Sofistler gibi profesyonel değil, tüccar değil, filozof değil. Bilgisini satma peşinde de değil. Sıradan, sokaktan geçen bir adam. Düşünen bir insan. Tanrının istediği de işte tam olarak böyle bir tip olsa gerek: Duyarlı, düşünen bir insan. Yani sokak insanını düşünür hale getirmek. Düşünür derken bilim adamı filozof falan değil; ahlaki anlamda düşünür. Yaşam üzerine düşünen insan. Dini düşünmenin iki kolu vardır: 1) Allah’ı düşünme yetisi: Allah’ın var olduğunu, nimetlerini, insana verdiği nimetleri düşünerek takdir etmek, O’na iman etmek. 2) İnsanlarla olan ilişkilerde düşünme yetisi: “Ben bu eylemi yaparsam, bunun sonucunda ne çıkar?” Her bir insan teki Allah’ın verdiği kabiliyeti kullanarak bu düşünmeyi başarabilir. Düşünmeyi öğrenemediğimiz sürece dine dönebileceğimizi zannetmiyorum. Burada da düşünme derken yine meslek eğitimini, filozof olmayı, bilim adamı olmayı kastetmiyorum. Hayır; her bir bireyin başarabileceği, uhdesinde var olan, muktedir olduğu ve Allah’ın kendisine yaratılışta vermiş olduğu düşünme kapasitesini kullanabilmesinden bahsediyorum. Tanrıyla olan ilişkisini canlı tutma, insanlarla olan ilişkisini istikamet üzere tutma; yani yaptığı eylemin doğurduğu sonuçları hesaba katma becerisi. Yaptığım eylemin sonucu ne olur, maslahat mı çıkar, mazarrat mı çıkar? Zulüm mü çıkar, adalet mi çıkar? Denenme kapasitesini Allah insana vermişse, o halde her bir insan tekinin akil bağlı olduktan sonra, düşünür olma ve davranışlarını buna göre biçimlendirme mecburiyeti ve sorumluluğu vardır. Ata baba dinini Allah reddeder Eğer biz yeniden iman etmek istiyorsak, imanı edinmek istiyorsak, bu bir çaba gerektirir. Dolaysıyla taklit yoluyla atalardan, toplumlardan alınan inanç Kur’an’a göre meşru değildir, olamaz. Bu gayet açık ve nettir. Atalardan, babalardan geçmişten, gelenekten; miras yolu ile alınan itikat ve inançlar Kur’an’a göre zerre değeri olmayan inanç şekilleridir. Bir körün bir rehber ile olan ilişkisine benzer. Rehber eğer iyi niyetliyse, doğru yoldaysa seni bir yere götürür, yok iyi niyetli değilse, gider seni uçurumdan aşağı atar. Dolayısıyla körü körüne taklit etmek bir mazeret değildir. Bu sebeple de her bir insan tekinin kendi imanını kendi düşünerek edinmesi gerekiyor. Bu imanı edinemediğimiz müddetçe, dinin tekrar geri gelebileceğini düşünemiyorum. Vicdan Kapasitemiz Allah’ın insanı denemek için verdiği diğer özellikler de özgür irade ve vicdan kapasitesidir. Her bir insan tekine verilmiş olan bu özelliklerin aktif olması gerekiyor. Vicdanın sürekli işler halde olması gerekiyor ki din tekrar geri gelebilsin. Mesela, şu anda hemen hemen hepimizde olan vicdanın önünde birkaç temel engel sayalım: Gelenek, alışkanlık, tarikat, cemaat, mezhep, partizanlık, aşiret, kabile, kavim, hemşerilik; bunların hepsi, dikkat ederseniz, insanların günlük yaşamlarında eylemlerini ortaya koyarken onları çepeçevre kuşatan şeylerdir. Bizler eylemlerimizi büyük ölçüde bunlara göre şekillendiriyoruz. Bunlara göre yapınca da vicdan ortaya çıkamıyor. Hal böyle olunca da norm yaratamıyoruz, uzlaşamıyoruz. Buralardan çıkamadığımız sürece de diri bir vicdan elde edemeyiz. Doğaya Dönüş Bir başka husus da doğa; tabiata dönmediğimiz sürece dindarlık bana pek mümkün görünmüyor. Almanya’yı ben biraz istisna tutuyorum, burası tabiatın içerisinde. Ama diğer ülkelerin çoğunda şehirlere hapsolmuş durumdayız. Teknoloji bizi bir ipek böceği kozası misali, çepeçevre kuşatmış. Teknolojinin yaratmış olduğu bu örümcek ağından biraz uzaklaşıp da doğaya dönemediğimiz müddetçe dinin ortaya çıkacağını düşünmüyorum. Esasında doğa kelimesi de seküler bir kavram; burada benim maksadım tanrının yaratmış olduğu tüm ayetler, tüm nimetlerin, rızıkların ve emanetin oluşturduğu çevre; işte onların içine dönemediğimiz müddetçe, kendi elimizle yaratmış olduğumuz bu ipek böceği kozalarının içinde, acizane, dinin var olacağına asla ihtimal vermiyorum. Çünkü bizim yarattığımız bu dünyanın kendisine göre bir psikolojisi, bir ruh hali var; buralardan asla din çıkmaz. İnsana Dokunmak Narsizm, çağımızın en önemli hastalıklarından biri; kendi kendine yeterlilik hali tabiri caizse. Aklımızın giderek daha fazla ermesinin yanı sıra teknolojinin ve ekonominin yarattığı imkanlar bütünleşerek bireyselleşmeyi doğurdu. Bireyselleşme bir yanı ile iyi, bir yanı ile ise kötü bir şeydir. Doğu toplumları aşırı derecede birbirine kenetlenmiş durumda, kimse başını kaldıramıyor. Batıda ise aydınlanma, Rönesans, reform, özgürlükler falan derken herkes birer kum tanesine dönmüş vaziyette. Kimse kimseye dokunamıyor. Herkes bir tanrı; herkes kendi burnunun doğrultusunda gidiyor. Bu da doğru değil, bu da insanlık değil. En iyisi kirpi mesafesi; ne dikenlerimiz birbirine batacak kadar yakın duralım ne de nefesimiz birbirimizi ısıtmayacak kadar uzak. Bu denge önemli. Doğru olan mütevazi bir şekilde insanların birbiriyle ilişki kurmalarıdır; bu olmadığı müddetçe dinin mümkün olamayacağı kanaatindeyim. Dinin oluşabilmesi için dostluğun ve sohbetin var olması gerekiyor. Zaten Müslümanlık da kardeşliktir biliyorsunuz; bir yakınlık olması lazım. Bir öteki olması lazım, ötekini hesaba katabiliyor olmak lazım; kendimizi kurarken, ötekiyle birlikte kurmamız lazım. Bu olmadığı zaman Kuran’da istifçilik diye geçen, cimrilik tarzında bir psikoloji insana egemen oluyor. İstifçilik yani tekasür, taaddüt, çoğaltma, biriktirme, arttırma… İnsan bir kere kapıldığı zaman bu psikolojiye, din iman hak getire. Ancak ötekine yönelerek, öteki ile dostluk ilişkisi kurarak ve vererek yani infak, paylaşma, ötekini buyur etme; insan olmanın ve dahi mümin olmanın en temel iki şartı kanımca: Misafirperverlik ve paylaşmak. Ötekini kabul edebilmek, ötekine açık olabilmek, evinin kapısını ötekine açık tutabilmek, ötekinin derdi ile ilgilenebiliyor olmak, sadece kendine kapanık olmamak… Fakat bugün, bütün Avrupa’ya, bütün dünyaya egemen olan insan tipi Spinoza’nın “Conatus Essendi” dediği, yani kendi kendini zincirleme, kendi kendini kapatma tarzıdır. Buradan kurtulmak lazım. Buradan çıkamadığımız müddetçe, bu narsisizmden, bu istifçi karakterden kurtulamadığımız müddetçe, asla dine dönemeyiz. Ne din ne de Tanrı tekrar geri gelmez. Açıkçası, tanrıların göçüp gitmesi veya tanrı tutulması kavramları bana çok yabancı gelmiyor. Yani bunu Kur’an’da da rahatça görebiliyoruz. Bir ayet var, diyor ki, “onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”(59:19). Yani biz tanrıyı unuttuktan sonra, tanrı da kendini bizim gözümüze sokmuyor. Tanrı kendini geri çekiyor. (17:8) “وَاِنْ عُدْتُمْ عُدْنَاۢ” – bu ayet çok temel bir kuraldır. “Siz dönerseniz biz de döneriz. Siz beni unutursanız, ben sizinle hiç ilgilenmem. Hiç de size muhtaç değilim. Beni unuttunuz, bana kulluk etmiyorsunuz, kafirsiniz; tamam, canınız cehenneme.” Diyor. Tanrı kendisini gözümüze sokmaz Bu tamamen bize bağlı, ilk adımı sen atacaksın. Çünkü borçlu olan sensin. Sen tanrıya yönelmedikçe, O’nu aramadıkça, çağırmadıkça, O’na saygı duymadıkça, tanrı sana kendini göstermez. Dolayısıyla “tanrı tutulması” ve “tanrının göçüp gitmesi” günümüzü de çok güzel ifade eden betimlemelerdir. Tanrının geri gelebilmesi için de yukarıda saydığımız maddelerin insanlar tarafından dikkate alınması ve başlatılması gerekiyor. Bunlar yapılmadığı sürece, çölleşmenin giderek artacağını düşünüyorum. İnsanlık ve gezegen toptan gidip bir yere çarpabilir, kendimizi kendi ellerimize bir uçurumdan aşağı atabiliriz. Din veya tanrı kendini geri getirmeyecek; buna insanlık karar verecek. Yunus kavmi ile ilgili Kur’an’da bir ayet var: Allah en son Yunus kavmini helak etmeye karar vermişti hani. Bunun üzerine Yunus kavmi tehlikeye doğru giderken, helakın emarelerini görüp tekrar iman etmişti, Allah da “biz de onlardan helakı kaldırdık” demişti. Kur’an, sadece Yunus kavminin bunu böyle yaptığını belirtiyor. Şimdi bunu biraz önceki ayetle birlikte tekrar düşünürsek: İnsanlık eğer kendisi, kendi iradesiyle karar verip de tekrar geri dönerse, tanrı da insanların elinden tutar ve yardım eder. Böylelikle tekrar kurtuluşa erebiliriz. Ama insanlık buna prim vermeyip de kendi burnunun dikine gitmeye devam ederse, acizane, tanrının buna müdahale edeceğine veya yardım edeceğine inanmıyorum…Vesselam.