15 Temmuz 2020 Çarşamba

15 TEMMUZ KALKIŞMASI 4 YIL SONRA KANÇILARYA’DA ANILDI 2020


Rüştü Kam

 

Milli Görüş Teşkilatlarının Frankfurt’ta yapılan Genel Kurulu’nda (1994) gazeteci olduğunu söyleyen bir şahıs bana yaklaştı ve Müslüman cemaatlerin Almanya’daki gücünü sordu. Fethullah Gülen cemaatini de ayrıca sordu. İsminin Ruşen Çakır olduğunu söyleyen bu gazetecinin bana, Fethullah Gülen cemaatinin gücünü sorması garibime gitmişti. Ben o zaman Millî Görüş Teşkilatlarının İcra Kurulu üyesi idim. Sene 1994. 26 yıl önce.  

 

Ben Fethullah Gülen cemaatini İmam-Hatip-Lisesi’nden beri tanıyordum. Kendi içlerine kapalı bir cemaat görünümündeydi. Ne zaman çoğaldılar, ne zaman dallanıp budaklandılar da Ruşen Çakır bana böyle bir soru yöneltti. Şaşırdım.

 

Öğrenciliğimiz zamanında onlara, Milli Türk Talebe Birliği’nin (M.T.T.B) çatısı altında birlikte çalışmayı teklif ederdim; onlar ”şimdi iman kurtarma zamanıdır, nefis terbiyesi zamanıdır” diyerek birlikte çalışma teklifimizi reddederlerdi.  Ellerinde Cevşenleri vardı. Cevşen, Farsça kökenli bir kelimedir. “Bir tür zırh, savaş elbisesi” manasına gelmektedir. Şii kaynaklıdır. Musa el-Kazım-Cafer es-Sadık-Muhammed el-Bakır-Zeynelabidin-Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarikiyle Hz. Peygamber’e isnat edilir.
Küçük, büyük, yaşlı, genç, birçok insanın boynunda taşıdığı bu duayı Türkiye Müslümanlarına Said Nursi tanıtmış ve talebelerine de tavsiye etmiştir. 

Cevşen’i okuyan veya üzerinde taşıyan kimseye kuşun geçmeyecek, yangın, sel, deprem gibi afetler zarar veremeyecektir. 

 

İnançlarına göre, bu dua Peygamber Efendimize, Uhud Harbi esnasında Cebrail tarafından getirilmiştir. Cebrail Hz. Muhammed’e (s): “Üzerindeki zırhı çıkar ve bu duâyı oku. Bu duâyı üzerinde taşır ve okursan zırhtan daha büyük tesiri vardır” demiştir. Peygamber Efendimiz duânın tesirinin sadece kendine mi mahsus, yoksa ümmete de şamil mi olduğunu sorunca, Cebrail (s) şöyle buyurmuştur: “Ya Resulullah, bu duâ Cenab-ı Allah’ın sana ve ümmetine bir hediyesidir. Bunun sevabını Allah’tan başka kimse takdir edemez.” (Ahmed Ziyaeddin Efendi, Mecmuatü’l Ahzab, İstanbul 1298 R, s. 231-261.) demiştir.

 

Nedense bu dua Peygamberimizin Uhud’da yaralanmasına mani olamamıştır. İzmir Yüksek İslâm Enstitüsünde de Fethullah Gülen’in öğrencilerinin, tartaklanmasına, dövülmesine mâni olamadı.

 

1977 yılında İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü’nün Fakülte olması için mücadele verdik. Enstitü öğrencileri olarak bütün Türkiye’de boykot kararı alındı. Biz İzmir’de, Fethullah Gülen yolumuza taş koymasın diye evine gittik ve kendisiyle konuşup, anlaştık. Bizi destekleyeceğini söyledi. Hatta bizleri tebrik etti. Bizlere, verilmeyen hakkın zorla alınabileceğini söyleyerek bizleri teşvik bile etti.

 

Hep birlikte boykota başladık, Ülkücüler, MTTB’ liler, Nurcular olarak hep birlikte omuz omuza hak aramanın haklı mutluluğunu yaşıyorduk. Ne yazık ki, Fethullah Gülen grubu üçüncü günde boykotu kırdı. Fethullah Gülen Enstitünün karşısındaki yamaca kadar gelip öğrencilerine destek verdi. Bize söz verdiği halde sözünde durmadı. Peşi sıra koştuk, yakalayamadık. Çatışma çıktı ve birçok öğrenci yaralandı.

Öğretmenliğim döneminde de onlara karşı mücadeleler verdim. Hiçbir zaman güven vermezlerdi. Takiyye yaparlardı. Takiyye; bir kimsenin kendisini tehlikelerden korumak için yaptıklarını ve yapacaklarını gizlemesi demektir. Asıl niyetlerini 40 yıl gizleyen Fethullah Gülen ve öğrencileri, bu süre içinde imanlarını kurtarmış ve nefislerini terbiye etmiş(!) olmalılar ki; 15 temmuzda 251 Müsümanı şehit ettiler. Kardeşi kardeşe, anayı-babayı birbirlerine ve çocuklarına düşman ettiler. 15 Temmuz sonrasında başarı elde edemeyince de mağdur edebiyatı yaparak halkın duygularını sömürüyorlar.

 

Kendilerini "Yurtta Sulh Konseyi" olarak adlandıran Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) mensubu askerler yurtta sulh(!) yapmak için 251 Müslümanı, şehit ettiler. Binlerce Müslümanı da yaraladılar. Alnı secdeli, başı örtülü kişiler... 40 sene maddi ve manevi yardımlarımızla desteklediğimiz kişiler, yani camide bizimle beraber saf tutanlar… Peki Ruşen Çakır nereden biliyordu bunları 1994 yılında derseniz... Bu bir projeydi ve bu projeyi bilenler biliyor ve onların güçlerini zaman zaman test ediyorlardı, dememiz gerekmez mi?

 

Darbeden 4 yıl sonra, 15 Temmuz 2020 yılında Berlin’de şehitlerimiz anıldı. Büyükelçi Ali Kemal Aydın çok anlamlı bir konuşma yaptı Kançılarya’da. Önemine binaen tarihe not düşmek için aynen Aktarıyorum. (15 Temmuz 2020)

 

“FETÖ tarafından planlanan, örgütün ordumuz içine sızdırılmış mensupları tarafından gerçekleştirilen, 251 vatandaşımızın şehit olmasına ve 2.193 vatandaşımızın da yaralanmasına neden olan 15 Temmuz hain darbe girişiminin üzerinden geçen dört yıllık süreçte FETÖ’yle mücadele, yurtiçi ve yurt dışında devletimizin temel önceliklerinden birini oluşturmaya devam etmektedir.

Bu dört yıllık süre zarfında yurt içinde 15 Temmuz sorumlularının hukukun üstünlüğü ilkesi temelinde adalet önünde hesap vermeleri sağlanmış, FETÖ’nün devlet kurumları içerisindeki örgütsel yapılanması deşifre edilmiş, mensupları hakkında idari ve adli süreçler başlatılmıştır.

Elbette 40 yıl boyunca devlete sızan sinsi bir yapıyı 4 yılda tamamen temizlemek mümkün değildir. Nitekim güvenlik ve yargı birimlerimiz, her gün yeni bir bulguya ulaşarak, örgütün kripto yapılanmasını açığa çıkarmaya devam etmektedir.

 

Gelinen aşamada, örgütün “paralel devlet yapılanmasının” omurgası çökertilmiş, FETÖ’nün devlet kurumları dışında kalan, eğitimden medyaya ve ticaretten bankacılığa uzanan paravan oluşumları da bertaraf edilmiştir.

Karşı karşıya bulunduğumuz olağanüstü tehdit ve güvenlik sınamalarına rağmen bu illegal yapıyla mücadelemiz yasal düzenlemeler içerisinde ve hukukun üstünlüğü temelinde yürütülmüştür.

Bu çerçevede, Türkiye genelinde açılan 289 fiili darbe davasından bugüne kadar 275’inin ilk derece yargılamaları sonuçlandırılmış ve 7 bin 376 kişi hakkında karar verilmiştir.

Bunların arasında 1315 sanığa ağırlaştırılmış müebbet, 1217 sanığa müebbet, 1598 sanığa süreli hapis cezası verilmiştir. 2 bin 692 sanık ise beraat etmiştir. 554 sanık hakkında ise ceza verilmesine yer olmadığına hükmedilmiştir.

 

Devam eden 14 darbe davasında ise 1369 sanık olup bunlardan 605’i tutuklu yargılanmaktadır.

FETÖ’ye ilişkin halihazırda 132 bin 954 kişi hakkında 66 bin 261 soruşturma dosyası bulunmaktadır. 58 bin 409 kişi hakkında ise hazırlanan 42 bin 270 mahkeme dosyası kapsamında yargılama devam etmektedir. 

 

Öte yandan, yurtiçi ve yurtdışında çeşitli kaynaklarca meydana geldiği ileri sürülen mağduriyetlerin incelenmesi ve çözümlenmesi için yeni mekanizmalar oluşturulmuştur.

Bu çerçevede kurulan OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu, KHK ile meslekten ihraç edilenler, kapatılan kurum ve kuruluşlara ilişkin yapılan 126 bin 300 başvurunun 108 bin 200’ünü karara bağlamıştır.

Başvuruların 96 binini reddeden ve 12 bin 200'ünü ise kabul eden Komisyonda, 18 bin 100 müracaatın incelemesi ise sürmektedir. Böylece Komisyon, başvuruların yüzde 85'ini sonuçlandırmıştır.

Yapılan kararlı mücadele sonucu Türkiye’deki yapılanması çökertilen örgüt, strateji değişikliğine giderek yurtdışı faaliyetlerine daha fazla ağırlık vermeye başlamıştır.

 

FETÖ’nün yurt dışı yapılanmasıyla mücadele dış politikamızın en öncelikli gündem maddelerinden biridir. FETÖ’nün yurtdışındaki hareket alanının daraltılması, mensuplarının adalet önünde hesap vermelerinin sağlanması ve örgütün para transferlerinin engellenmesi amacıyla idari tedbirler ve adli süreçler devreye konulmuştur. FETÖ’nün yurtdışı yapılanmasının önde gelen elebaşlarına yönelik olarak Türkiye’de açılan soruşturmalar kapsamında, şahısların bulunduğu ülkelerden ülkemize iadeleri için gerekli girişimler yapılmaktadır.

Öte yandan, yurtdışındaki FETÖ iltisaklı eğitim kurumlarının kapatılması, FETÖ unsurlarından arındırılması ve Türkiye Maarif Vakfı’na devredilmesine yönelik çalışmalar da devam etmektedir.

 

Bu kapsamda sürdürülen yoğun çabaların neticesinde;

Bugüne kadar 38 ülkede FETÖ iltisaklı okul ve dil kurslarının faaliyetleri kısmen ya da tamamen sonlandırılmış, bunların 20’sinde okullar Türkiye Maarif Vakfına devredilmiştir. Bunun yansıra, Türkiye Maarif Vakfı 22 ülkede yeni okullar açmıştır.

 

Çeşitli ülkeler ve uluslararası örgütler, FETÖ’yü terör örgütü olarak ilan etmişlerdir. Bu çerçevede; 19 Ekim 2016 tarihinde düzenlenen İİT Dışişleri Bakanları 43. Toplantısında FETÖ terör örgütü olarak ilan edilmiş; benzer bir karar 1 Aralık 2016 tarihinde Asya Parlamenterler Asamblesi tarafından alınmış; 27 Ocak 2017 tarihinde ise İİT Parlamenterler Birliği’nin 12. Konferansında teyit edilmiştir. Ayrıca KKTC’ye ilaveten, Pakistan Yüksek Mahkemesi, 28 Aralık 2018 tarihinde aldığı kararla, FETÖ’yü terör örgütü olarak tanımlamıştır.

 

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki dört siyasi Parti Grubu tarafından, FETÖ’ye ilişkin mücadele kapsamında 9 Ağustos 2019 tarihinde FETÖ hakkında ortak bir açıklama yayımlanmıştır. Başta terör örgütünün lideri Fethullah Gülen olmak üzere FETÖ mensuplarının en yakın zamanda ülkemize iade edilmelerinin beklendiğini vurgulayan açıklama, FETÖ ile mücadele alanındaki çalışmalarımıza güç kazandırmıştır.

 

Bugüne kadar 20’den fazla ülkeden 120’den fazla FETÖ mensubunun Türkiye’ye sınırdışı edilmesi sağlanmıştır.

FETÖ yapılanmasının en güçlü olduğu ülkelerin başlıcalarından biri bildiğiniz gibi maalesef Almanya’dır.

Türkiye’den sonra en fazla Türk kökenli insanın yaşadığı ülke olan Almanya, FETÖ için başından beri cazip bir hedef olmuş ve örgüt burada güçlü ve geniş bir ağ kurabilmiştir.

 

Örgüt, buradaki yapılanmasını uzun süre önce kurmuş, sinsi çalışmalarını genişleterek sürdürmüştür.

Bugün itibariyle Almanya’da FETÖ iltisaklı okul, dershane, dil okulu, etüt merkezi, öğrenci yurdu, eğitim-kültür derneği ve benzeri isimler altında 110’dan fazla sözde eğitim kurumunun faaliyet gösterdiği tahmin edilmektedir. Bunun yanı sıra çok sayıda ışık evi bulunduğu bilinmektedir.

FETÖ iltisaklı olan ve kapanan eğitim kurumlarının sayısı ise 8’dir. Bu eğitim kurumlarının bazılarının velilerin çocuklarını alması sonucu kapatıldığı ve genel olarak FETÖ okullarındaki Türk öğrenci sayılarının azaldığı bilinmektedir. Bu da bize, Almanya'daki Türk toplumunun ezici çoğunluğunun FETÖ iltisaklı kuruluşlarla ve kişilerle arasına mesafe koymasının etkisiyle terör örgütünün Almanya'da zemin kaybına uğramaya devam ettiğini göstermektedir.

 

Mutlak bir gizlilikle hareket eden bu yapılanmanın, Alman makamlarından aldığı desteklerle işletmeye devam ettiği okulları aracılığıyla örgüte hem insan kaynağı hem de mali kaynak sağladığı sır değildir.

Örgüt gerçek yüzünü saklayarak Alman kamuoyuna kendisini diyalog yanlısı, seküler, barışcıl ve demokratik bir STK gibi tanıtmaya devam etmektedir.

Örgüt mensupları Türkiye’ye düşman çevrelerle işbirliği içinde propaganda ve lobi imkânlarını kullanarak asılsız haberler üzerinden mağduriyet hikâyeleri uydurmaya, Alman medyasında görünür olmaya çalışmaktadır.  

Maalesef Almanya, bu dönemde dünyanın her yanından kaçarak sığınacak yer arayan örgüt imamlarının yanı sıra asker, hâkim ve savcı, diplomat, işadamı, sanatçı, gazeteci, öğretmen, akademisyen gibi farklı mesleklerden binlerce FETÖ’cü için güvenli bir liman haline gelmiştir.

 

Aralarında bizzat darbe girişimine katılanlar da olmak üzere bir kısmı lider kadrosuna mensup çok sayıda FETÖ’cünün adalet önünde hesap vermeden ellerini kollarını sallayarak bu ülkede gezmeleri köklü bağlarımız ve dostluğumuz açısından büyük talihsizliktir.

 

Federal Göç ve Mülteciler Dairesinin (BAMF) açıkladığı verilere göre ülkemizden son 4 yılda Almanya’ya sığınma başvurusunda bulunduğu belirtilen 34.354 kişinin önemli bir kısmının bu örgütün üyeleri ve iltisaklılarından oluştuğu tahmin edilmektedir.

 

2015 yılında 1.500 olan bu rakamın, darbe girişiminin gerçekleştiği 2016 yılından itibaren katlanarak 2019’da 10.784’e ulaşması, bu şahısların ağırlıklı olarak FETÖ bağlantılı olduğuna işaret etmektedir.   

 

İltica başvuruları kabul edilenlere oturum ve çalışma izni verilerek, adalet önünde hesap vermeden burada rahat şekilde yaşamalarına imkân tanınması adil ve kabul edilebilir bir durum değildir.

Alman makamları kişisel verilerin korunması mevzuatı ve 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi hükümlerini öne sürerek bu konularda tarafımızla bilgi paylaşımında bulunmamaktadır.

 

Türk halkı darbecilerin adalet önüne çıkarılarak, kurdukları kumpasların ve işledikleri suçların hesabını vermelerini beklerken, suçluları himaye etmenin suça iştirak anlamına geldiği unutulmamalıdır.

 

Bugüne kadar Almanya’dan iadelerini talep ettiğimiz, bir kısmı lider kadrosuna mensup 77 FETÖ’cü hakkında olumlu bir geri dönüş olmamıştır.

 

Diğer yandan, örgütün para transferlerinin engellenmesi amacıyla malvarlığının dondurulmasını talep ettiğimiz FETÖ ile bağlantılı toplam 91 şahıs (2017: 72; 2020: 19) hakkında Alman makamlarının, FETÖ’nün Almanya’da terör örgütü olarak kabul edilmediği gerekçesiyle, herhangi bir işlem yapmadıklarını da burada paylaşmak istiyorum.  

 

FETÖ bağlamında dikkatinizi çekmek istediğim bir diğer gelişme ise üç dini biraraya getirme iddiasıyla gerçekleştirilmekte olan "House of One" adlı ibadet evi projesidir.

Bütün girişimlerimize rağmen, Müslümanları temsilen FETÖ iltisaklı Kültürlerarası Diyalog Forumu adlı oluşumun katıldığı ve Berlin Eyaleti'ne ilave olarak Federal Hükümet tarafından da 10 milyon Avro mali destek sağlanan projenin temel atma çalışmaları başlatılmıştır.

 

FETÖ’nün çıkarılması halinde projeye katılımı değerlendirebileceğimiz yönündeki teklifimiz de maalesef karşılıksız bırakılmıştır.

FETÖ’ye kendince meşruiyet ve haketmediği bir temsil iddiası sağlayan bu projenin özel finansörlerinden biri dahi desteğini çekmişken Alman devletinin projeye destek vermeyi sürdürmesinin izahı yoktur.  

 

Geçtiğimiz dört yılda Alman muhataplarımızla her düzeyde yaptığımız tüm temaslarda, FETÖ’nün bir terör ve suç örgütü olduğunu,

15 Temmuz’un, FETÖ’nün işlediği en hain ve kanlı cürüm olmakla birlikte, buzdağının görünen yüzü olduğunu,

FETÖ’nün kendisini lanse etmeye çalıştığı gibi sadece eğitim ve hayır işleriyle uğraşan toplumsal bir hareketten ibaret olmadığını, gizlediği gerçek yüzünün farklı olduğunu,

Aksine, bu gibi faaliyetleri paravan olarak kullanan sinsi bir örgüt olduğunu,

Eğitim kisvesi altında terör faaliyetleri için eleman devşirmeye çalıştığını,

Esasen Almanya için de bir güvenlik tehdidi oluşturduğunu, somut örnekleriyle ayrıntılı olarak anlatmaya izah etmeye çalıştık, çalışıyoruz.

 

Bu yapının içyüzünün görülebilmesi için muhakkak Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından izlenmeye alınması gerektiğini dile getirmeye devam ediyoruz.

 

Aynı şekilde Almanya’nın, dünyanın her yanından kaçarak sığınacak yer arayan FETÖ mensubu kişiler için korunaklı sığınak haline gelmesinde duyduğumuz rahatsızlığı ısrarla dile getiriyoruz, getirmeye devam edeceğiz.  

 

Alman muhataplarımızın bu konuda müttefiklik ruhuna yakışan bir dürüstlük ve samimiyet içerisinde hareket etmelerini talep ediyoruz. 

 

Almanya’nın FETÖ konusunda atacağı adımların karşılıklı güven ve ikili ilişkilerimiz bakımından da oldukça önemli olduğunu burada vurgulamak istiyorum.

 

Bu vesileyle Almanya’daki Türk toplumunun Türkiye’deki kardeşleriyle birlikte FETÖ’yle mücadelede sergilediği yakın dayanışma, birlik ve beraberlik ruhunun bizlere güç ve moral verdiğini ayrıca belirtmek istiyorum. Teşekkür ederim."

 

8 Temmuz 2020 Çarşamba

EHL-İ KİTAP İLE EVLİLİK


20:59 - 05/11/2002
Ehl-i Kitap, kendisine kitap gönderilen toplum demektir. Yahudi ve Hristiyan gibi vahyin muhatabı olan din mensuplarına “Ehl-i Kitap” denir. Kur’an-ı Kerim, Ehl-i Kitaba bazı konularda, ayrıcalıklar tanır. Mesela, onlardan kız almak ve onlara kız vermek caizdir ve kestiklerini yemek helaldir. (Maide, 5/5)

Kur’an, onlara şöyle seslenir: “Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızdaki müşterek bir kelimeye gelin!…” (Âl-i İmran, 3/64)

Başka bir ayette ise şöyle dedenir: “Onlardan zalim olanlar dışında, Ehl-i Kitapla en güzel bir şekilde mücadele edin. Ve şöyle deyin: Biz, hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de İlahımız birdir. Ve biz, yalnız O’na teslim olmuş kimseleriz.” (Ankebut, 29/46)

Bu ayette, Ehl-i kitap, iki kısımda mütaala edilmektedir:
1. Zalim olanlar.
2. İnsaflı olanlar.

Bu ayırıma Müslümanlar da dahildir. Onlar da Ehl-i Kitaptır ve onların da zalimi ve insaflı olanı vardır. Allah, insaflı olan Ehl-i Kitapla en güzel bir şekilde ilişki içine girilmesini istiyor. Kur’an bir tespit daha yaparak, Hristiyanların Yahudilere nispetle İslam’a daha yakın olduğunu bildiriyor: “Yahudi ve müşrikleri mü’minlere en çok düşmanlık yapan kimseler olarak bulacaksın. ‘Biz Hristiyanız.’ diyenleri de, mü’minlere sevgide en yakın kişiler olarak bulacaksın. Çünkü, onların içinde bilgin keşişler ve ruhbanlar var ve bir de onlar büyüklenmezler.” (Maide, 5/82)

Günümüzde, Hristiyan ülkelerde Müslümanların daha rahat bir şekilde yaşadığı bir gerçektir. Müslümanlar bu ülkelerde dinlerini yaşayabiliyorlar, İslamî faaliyetlerini sürdürebiliyorlar. İnsaflı olan Ehl-i Kitapla en güzel mücadeleyi emreden Cenab-ı Hak, şu ayetle de onların zalim kısmıyla ilgili hükmünü bildiriyor: “Ehl-i Kitabın hepsi bir değildir.” (Âl-i İmran, 3/113) der.

Bu açıdan bakılınca Onların hepsini aynı kategoriye koymak yanlış olur. Böyle bir anlayış Kur’an’a ve tarihi realiteye de uygun düşmez. Nitekim, Ehl-i Kitaptan kız almak ve Ehl-i Kitaba kız vermek, onlarla insani ilişkilerde, sosyal faaliyetlerde bulunmak, birlikte yemek-içmek, Kur’an’ın buyruğudur.

Hz. Peygamber (s), İslam’ın Mekke döneminde bazı Müslümanları Hristiyan bir ülke olan Habeşistan’a göndermiş ve orada rahat edeceklerini söylemiştir. Medine döneminde ise, hem Yahudi hem de Hristiyanlarla diyaloğa girmiştir.

1961 yılında Avrupa’ya işçi olarak ayak bastık. Aradan 57 yıl geçti. Çocuklarımız büyüdü, meslek sahibi oldular. Onlar artık Avrupalıdır. Alman arkadaşları var, birbirlerine aşık da oluyorlar. Müslüman bir erkek Hristiyan bir kıza aşık olabildiği gibi, Hristiyan bir erkek de Müslüman bir kıza aşık olabiliyor. Evleniyorlar.

Kız, nikahının Papaz tarafından kıyılmasını isterken, erkek de nikahının İmam tarafından kıyılmasını isteyebiliyor. Tarafların istekleri insan hakkı açısından değerlendirildiğinde gayet normaldir. Aksi düşünülemez. Ehl-i Kitapla evliliklerde din değiştirme şartı yoktur. Kur’an böyle bir şart bildirmemiştir. Böyle bir şart yoksa nikahı da taraflar kime kıydırmak istiyorsa ona kıydırabilirler.

Buraya kadar tamam. Ancak bu evlilikten doğacak çocuk kimin dinine göre yetiştirilecek denilirse cevabım şöyle olur: Hristiyan olan Hristiyan kültürüne göre Müslüman olan da Müslüman kültürüne göre çocuklarını yetiştirmelidirler. Çocuk 18 yaşına gelince de kendisi seçimini yapmalıdır.

Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için, bundan sonrasında bu türden istekler çok olacaktır. Almanya’daki dini cemaatler gelecekte sıkıntı doğuracak olan bu sorunları masaya yatırıp şimdiden çözüm üretmelidirler.


MÜSLÜMANLIĞIMIZDA SAMİMİ OLURSAK ÇÖZÜLEMEYECEK HİÇBİR SORUNUMUZ YOKTUR


  • Sevgili Selami Balkan ve sevgili Şinasi hoca ve de sevgili Mustafa İnan;

    hislerinizle hareket ediyorsunuz, aklınızı kullanmıyorsunuz ve delilsiz yazıyorsunuz. Hisleriniz aklınızı perdeliyor.

    1-Mümtehine suresi 10 ve Bakara 221 müşriklerle ilgilidir ve hem kadına hem de erkeğe yasaklamalar getirmektedir. Bu ayetler Ehl-i Kitap ile evliliğe yasak getirmemektedir. Yani, iki taraflı olarak Müşrikler ile evliliğe yasak getirmektedir.
    Mümtehine suresinin 10. ayeti Hudeybiye anlaşmasından sonra inmiştir. Ayeti anlayarak okursanız bu tarihten sonra Mekke'den Medine'ye gelen ve Müslüman olduğunu söyleyen kadının test edilmesi ve Müslüman olduğuna kanaat getirilirse geriye Mekke'ye gönderilmemesi gerektiği anlatılmaktadır. Çünkü eski kocasıyla evliliği haramdır artık. Müslüman olduğu kesindir.

    2-Bakara suresinin 221. ayeti de Müşriklerle evliliği yasaklamaktadır. Hem kadına hem de erkeğedir bu yasak. Müşrik; ilahların ortaklığına inanan kişi demektir. Allah'ın yanına yardımcı ilahlar koyan kişi. Kafir Allah'ın varlığını bildiği halde yokmuş gibi davranarak o varlığı gizleyen o varlığın üstünü örten, bilgi karartması yapan kişilere denir.
    Bilgi karartması yapan, delilleri karartan kişiler Müslümanların içinde de vardır.
    Şinası hocanın dediği gibi kürsüden halka hitap eder, öne geçer namaz kıldırır, şeyhtir, alimdir, makam sahibidir, işte Allah'ın buyruklarının üstünü örten, hakikatları söylemeyen, gizleyen bu Müslümanlara da, makam ve mevki sahibi kişilere de kafir denir. Bugün, Namaz kılan ve kıldıran kafirler oldukça fazladır. Bu durumda inandığı varlığın buyruklarını gizleyerek yaşam alanından kaldıran Müslüman adıyla anılan erkek veya kadın da birbiriyle evlenemezler. İnanıyorum demek yetmez. İnancın ispat edilmesi gerekir.

    "Ehl-i kitap (Ehlü’l-kitâb) tamlaması “ilâhî bir kitaba inananlar” anlamına gelir. Buna göre müslümanlara da Ehl-i kitap denilebilir. Ancak Kur’an dışındaki ilâhî kitaplarda yer almayan bu terkip, terim olarak müslümanlar dışındaki kutsal kitap sahibi din mensupları için kullanılır.

    Ehl-i kitap tabiri Kur’ân-ı Kerîm’de, hepsi de Mekke döneminin sonları ile Medine döneminde inen âyetlerde olmak üzere otuz bir defa geçmektedir. Daha önce nâzil olan iki âyette ise (en-Nahl 16/43; el-Enbiyâ 21/7) aynı anlamda “ehlü’z-zikr” tabiri kullanılmış ve bununla, Tevrat ile İncil hakkında doğru ve yeterli bilgisi olan Ehl-i kitap âlimleri kastedilmiştir. Ayrıca Kur’an’da yahudiler için “yehûd”, hıristiyanlar için “nasârâ” kelimeleri çokça kullanılmakta (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “Yehûd”, “Nasârâ” md.leri), sadece hıristiyanları ifade eden “ehlü’l-İncîl” terkibi de yer almaktadır (el-Mâide 5/47). Diğer taraftan Kur’an’da Ehl-i kitap “kendilerine kitap verilenler” (el-Bakara 2/101, 144, 145; Âl-i İmrân 3/19, 20, 100, 186), “kendilerine kitap verdiklerimiz” (el-Bakara 2/121, 146) ve “kendilerine kitaptan bir pay verilenler” (Âl-i İmrân 3/23; en-Nisâ 4/44) şeklinde de ifade edilmektedir. “Kendilerine ilim verilenler” (el-İsrâ 17/107; el-Hac 22/54; Sebe’ 34/6) ifadesiyle de Ehl-i kitabın kastedildiği rivayet edilmiştir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XV, 120; XXII, 44). İslâm literatüründe ayrıca Ehl-i kitap yerine “kitâbî” kelimesinin kullanıldığı görülmektedir." (TDV İslam Ansiklopedisi, ilgili madde)

    3- Nisa suresinin 3. ayeti, zina eden erkekle zina eden kadının ancak birbirleriyle evlenebileceklerini düzenler. "Zina eden erkek ancak zinakâr veya müşrik bir kadınla evlenir, zina eden kadınla da ancak zinakâr veya müşrik bir erkek evlenir. Bu müminlere haram kılınmıştır."

    Ehl-i Kitap erkek ile evliliğe karşı çıkanlar bu ayet hakkında suskundurlar. Zina eden erkekler alkışlanmaktadır bugün Müslüman toplumda, "erkektir yapar" denir. Kadının zina yapanına da"orospu" denir. Müslümanlar konuya böyle yaklaşırlar. Zina yapan oğullarını evereceklerinde erkek eli değmemiş kız ararlar. "Temiz aile kızı". Temiz olmayan aile oğluna temiz aile kızı arar. Paradokstur. Müslümanlar bu konuda suskundurlar. Nedendir dersiniz? Müslümanların söylediklerinde ve uygulamalarında samimi olmaları gerekir.

    4-Maide suresinin 5. ayeti Ehl-i Kitap ile ilgili münasebetleri düzenlemektedir. Birlikte yenilip içilecek, oturup kalkılacak, insani ilişkiler devam ettirilecektir. Karşılıklı evlilik de yapılabilecektir. Ehl-i Kitap kadınlar ile evlenilebileceğinin altı çizilirken, Ehl-i Kitap bir erkekle evlenilemeyeceği hakkında bir hüküm yoktur. Yani Müslüman bir kız Ehl-i Kitap bir erkekle evlenebilir. Kur'an'da bu evliliğe mani bir hüküm yoktur. Eğer olsaydı bu ayette de yukardaki ayetler gibi, hem kadına hem de erkeğe yasak getirilirdi.

    Mustafa İnan kardeşimiz de işi Türklüğe getirip dayamaktadır. Türk örf ve adetleriyle veya bir ırkın sahip olduğu örf ile dinin buyruklarını karıştırmamak lazımdır. Benim örfüm böyle bir evliliğe onay vermez diyebilirsiniz, bu sizin kabulünüzdür, ancak din bu evliliğe manidir diyemezsiniz. Dinin sahibi Allahtır. Ya kabul edersiniz ya da reddedersiniz. Ancak ayetleri manipüle edemezsiniz. Nahl suresi 116 ve benzeri ayetler böyle bir deforme manidir.

    Bugün, Müslümanların başına gelenler Allah'ın buyruklarını manipüle etmelerindendir. Dünyanın her yerinde akan kan Müslümanın kanı. Irzına geçilen kadın Müslüman kadınlar. Allah'ın Müslümanlara garezi mi vardır. Yoksa Allah kullarına niçin yardım elini uzatmasın ki. Bu buyruk Allah'ın buyruğu değil midir. "....Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa inkâr edenlerden iki yüz kişiyi yener, sizden yüz kişi olursa bin kişiyi yener; çünkü onlar yaptıklarının bilincinde olmayan bir topluluktur."(Enfal 65)

    Demekki bugün Allah Müslümanlara yardım etmiyor. Neden yardım etmiyor üzerinde düşünmek gerekmez mi?
    İslam ülkelerinin içinde bulunduğu hal bilgimiz dahilindedir. Olup bitenler gözümüzün önünde olup bitmektedir. Kendi kabahatimizi örtmek için suçluyu Müslümanların dışında aramak yanlış olur. Ben derim ki; lütfen Kur'an'ın buyruklarına sarılalım, örf ve adetlerimizi dinin buyruklarının yerine koymayalım.

    İşe zina eden erkeklerle zina etmeyen kızlarımızı evlendirmeyerek başlayalım...Erkeklerin kaçamaklarını görmezden gelmeyelim, samimi olalım. Öz eleştiri yapalım...Delikanlı olalım...Kendimizle yüzleşelim...İnanın o zaman her şey yoluna girecek...İşte o zaman Allah bizden memnun olacak ve yardım etmeye başlayacaktır.
    Allah'a emanet olunuz
    Rüştü Kam

28 Haziran 2020 Pazar

TANRIYI KIYAMETE ZORLAMAK / MELHAME-İ KÜBRA 2020


“Müslümanlar tıpkı Hıristiyan Evanjelistler gibi bir an önce Mesih’in gelmesini ve Mehdinin zuhur etmesini istemekle Tanrıyı kıyamete mi zorlamak istiyorlar?”

Grace Hallsell’in “Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak” isimli eserini okursanız, Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmek isteyenlerin asıl amacını anlarsınız. Kutsal kitap metinleri de bu anlayışı güçlendirecektir.
Kitapta, ‘Hristiyan Evanjelistlerin Amerikan Yahudileri ve İsrail sağı ile aralarında nasıl bir ittifak kurulduğu, Hristiyanlar için Kudüs’ün ve İsrail’in önemi, kıyamete doğru İsa’nın (Mesih) yeryüzüne dönerek kendilerini nasıl kurtaracağı, Kudüs’ün başkent ilan edilmesiyle, Süleyman Mâbedi’nin Mescid-i Aksa’nın yerine yeniden inşa edileceği anlatılmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanlarının veya önemli devlet kademelerinde bulunmuş olan bürokratların konuyla ilgili dikkat çekici açıklamaları yer almaktadır.’
Bugün Kudüs, ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak ilan edilmiştir. Süleyman Mâbedi için çalışmalar ise hızlı bir şekilde devam etmektedir.
Kitapta; Amerika’daki fanatik Hristiyanların kıyamete yakın bir zamanda, tanrı olduğuna inandıkları İsa’nın yeniden yeryüzüne geleceği, bu sürecin hızlandırılması için de dünyanın kaos içine sokulması gerektiği tezi savunulmaktadır. Evanjelistlerin inançlarına göre İsa, Ortadoğu’da zuhur edeceği için bu coğrafyanın bir an önce kaosa sürüklenmesi gerekmektedir.
Kaos ve kargaşa sonrasında Tanrı İsa yeniden dünyayı teşrif edecek ve kendisine inanan Hristiyan Evanjelistleri kurtaracaktır.
Hristiyan Evanjelistlerin amaçları ile Yahudi Fundamentalistlerin amaçları bu noktada örtüştüğü için birbirleriyle geçici olarak iş birliği yapmaktadırlar.
Evanjelistlere göre Kudüs, Evanjelizmin merkezi haline getirilecektir. Bu Tanrı’nın isteğidir. Tanrı’nın bu isteği gerçekleştikten sonra, İsa Mesih gelecek ve içinde Müslümanların da olduğu büyük bir ordu ona karşı savaşacaktır. Bu savaşta İsa Mesih onları “Megido Dağı”nda yani Armegedon’da yenecektir.”
Müslümanların inancına göre bu savaşı Müslümanlar kazanacaktır. Çünkü İsa Müslümanlarla birlikte olacaktır.
Mehdi ve Mesih’in geleceği inancı, İslam’ın ilk yüz yılı hariç sonraki yıllarda Müslümanların başına musallat olan bir inanç haline gelmiştir. Mehdî kelimesi Literatüre, “Kıyamete yakın geleceği ve Müslümanları kurtaracağına inanılan kişi” olarak geçmiştir. Ne yazık ki, hem Şia mezhebi ve hem Ehl-i Sünnet mezhepleri, Evanjelistlerin tesirinde kalarak Mehdi ve Mesih’in gelmesini inanç esası haline getirmişlerdir.
Ancak hepsinin Mehdi anlayışı farklıdır. Kimi Müslümanlar mehdilerini Şam’a indirirken, kimi Müslümanlar İstanbul’a kimisi de Roma’ya indirmektedir. Yani muhal farz bir mehdi gelse diğerleri bu mehdinin kendi bekledikleri Mehdi olmadığını ileri sürerek asla ona itaat etmeyeceklerdir.
Tarih boyunca ortaya çıkan mehdiler hep bu akıbetle karşılaşmışlardır. Kütüb-i Sitte’de Geçen uydurma Mehdi hadislerinden bazı örnekler:
... Ümmü Seleme şöyle demiştir: Resulullah (s)'i şöyle buyururken işittim: "Mehdi benim ailemden, Fatıma'nın oğullarındandır." (Sünen-i Ebu Davud, Cilt No. 14, Sayfa No. 402, 4284)
... Nihayet Meryem oğlu İsa iner ve Müslümanların emiri (Mehdi) ona:” Gel, bize namaz kıldır.” der. Bunun üzerine İsa: “Hayır, Allah'ın bu ümmete bir ikramı olarak sizin bir kısmınız diğer bir kısım üzerine emirlersiniz” der. (Sahih-i Müslim, c. 1, s. 209)
... Ali b. Ebi Talib, Rasulullah (s) in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir. Dünyanın ömründen sadece bir gün kalsa bile, Allah benim Ehl-i Beyt’imden bir adam (Mehdi) gönderecektir. O dünyayı, (daha önce) zulümle olduğu gibi adaletle dolduracaktır. (Sünen-i Ebu Davud, cilt no. 14, sayfa no. 402, 4283)
Ebu Hureyre şöyle demiştir: Resulullah (s) buyurdu ki: "Hayatım yed'inde olan Allah'a yemin ederim ki, Meryem oğlu İsan'ın adil bir hakim olarak sizin içinize inmesi muhakkak yakındır. O, salibi (haçı) kıracak, domuzu ödürecek, cizyeyi kaldıracaktır. (O zaman) mal o kadar çoğalıp taşacak ki, hiç kimse mal kabul etmez olacaktır. (Sahih-i Müslim ve Tercemesi, Mütercim: Mehmed Sofuoğlu, İrfan Yayınevi, İstanbul 1972, c. 1, s. 206)
Ebu Said El-Hudri’den rivayet edilmiştir; dedi ki: "Peygamberimiz’den sonra bir hadise baş göstermesinden korktuk ve Resulullah'a sorduk, buyurdu ki: “Ümmetimde Mehdi vardır; çıkacak ve beş veya yedi veya dokuz yaşayacaktır."
Ebu Said diyor ki: "Bu müddet nedir?" diye sorduk ve Rasul- i Ekrem "senedir!" buyurdu ve şöyle devam etti: "İnsan ona gelecek ve "ey Mehdi! bana da ver, bana da ver!" diyecek; Mehdi de onun esvabını taşıyabildiği kadar dolduracaktır." (Sünen-i Tırmizi Tercemesi, Hadis No: 2333, Mütercim: Osman Zeki Mollamahmutoğlu, Yunus Emre Yayınları, c. 4, s. 92-93)
Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Mehdi benim neslim dendir. O açık alınlı ve ince burunludur. Dünyayı zulümle dolduğu gün adaletle dolduracak ve yedi sene hüküm sürecektir." (Ahmed, b. Hanbel II-291, III-17) (Süneni Ebu Davud Terceme ve şerhi cilt. 14, Şamil yayıncılık, K. el-Mehdi (35), s. 404)
İslam tarihi boyunca gelen mehdilere ve mesihlere baktığımızda çok farklı mehdi tipolojileri ortaya çıkmaktadır. Bu hususla alakalı “Mehdi Tipolojileri” isimli geniş bir makale kaleme alan Prof. Dr. Sönmez Kutlu, tarihi süreçte kurtarıcı bekleme inanışının, Hristiyan Evanjelistler yanında İslam mezhepleri ve alt grupları, Sufi oluşumlar, çağdaş dinî hareketler ve siyasi İslamcılar arasında farklı şekillerde kendine yer edindiğini ortaya koymuş ve özetle bugüne kadar gelen Mehdi ve Mesih tipolojilerini beş başlık altında incelemiştir.
Kutlu, Kabileci ve Asabiyetçi Mehdi Tipolojisi başlığı altında Haşimiler, Emevîler, Süfyanî ve Abbasî Mehdilerini örnek göstermiş, Mitolojik Mehdi Tipolojisi çerçevesinde ise Gulat-ı Şia, İsmaililik, Dürzilik örnekliğinde meseleyi izah etmiştir.
Vahdet-i Vücudçu (Sufî) Mehdi Tipolojisinin ise İbni Arabi ile temsil edildiğini dile getiren Kutlu, bu tipolojinin kendinden sonra gelen bütün tasavvuf akımlarını tesiri altına aldığını ileri sürmüştür. Sembolik Mehdi Tipolojisi altında ise Hindistan’da zuhur eden Mirza Gulam Ahmet ve Kadiyanilik ile birlikte ülkemizde Said Nursi ve Nurculuğu ve onların açılımını yapan Fethullah Gülen ve Gülencilik akımını örnek göstermiştir.
Islahatçı Mehdi tipolojisi altında ise Afrika’daki Senusilik, Cemalettin Afgani ve Pakistan’da Mevdudi örnekliğini anlatmıştır.
Kutlu’ya göre, Tarihte hangi tipoloji ile ortaya çıkarsa çıksın bütün Mehdi ve Mesih hareketleri, Müslümanların sorunlarını asla çözememiş aksine problem üzerine problem oluşturarak Müslümanların kan ve gözyaşı dökmelerine sebep olmuşlardır.
Mesih ve Mehdi’nin kıyamete yakın yeniden gelmesi, Kur’an ve sahih Sünnet’ten asla referans alamayacak bir meseledir. Bu mesele, İslam kültürüne Kur’an’ın inzalinden iki asır sonra sokulan bir hezeyandır.
Kur’an gibi bir Mehdi ortada durur iken, süper Mehdi ve Mesih arayışına giren Müslüman, gündüz güneş varken, gece olduğu vehmine kapılıp mum ışığıyla aydınlanmaya veya yol bulmaya çalışan zavallıya benzer.
Mehdî inancı, Aliya İzzet Begoviç’in deyimi ile “atılım, üretim, gelişim ruhunu felce uğratan büyük bir tembelliğin” adıdır. Bu hurafeye destek olarak ortada dolaştırılan “hadis patentli” sözlerin bütünü ise asla Resulullah’a ait değildir ve uydurmadır.”
Tarihte, Kral Davud soyundan gelen Yahudilerin “beklediği Mesih”, Evanjelist Hristyanların “beklediği İsa Mesih”, Şii Müslümanların “beklediği” kayıp 12. imam olan Mehdi, Sünni Müslüman cemaatlerin “beklediği” Mehdi şaşılacak derecede birbirine benzemektedir.
Yeni Zelanda’da iki camiye saldıran cani, Hristiyanlığın kutsal saydığı birçok göstergeye atıf yaparken en önemli göndermeyi İsa Mesih anlayışına yapmıştı.
Hristiyan teolojisinde Mesihçi öğretileri ön plana çıkaran en önemli mezhep Evanjelistlerdir. Evanjelistler, dünya politikalarının dinlerden ve kültürlerden ayrı düşünülemeyeceğinin, uluslararası ilişkilerde en az ekonomi kadar önemli olduğuna inanırlar. Dünya siyasetinde bu derece önemli olan bu inanç grubunun ne olduğunu ve hangi dinamikler üzerinde yükseldiğine baktığımızda karşımıza ilginç bilgiler çıkıyor.
Evanjelistler kimdir?
Evanjelistler, Hz. İsa’nın ilk havarilerine verdikleri ‘gidin’ ve ‘deyin ki’ ifadelerini referans alan bir mezhebin üyeleridir. Hristiyanlığın misyonerci yüzünü temsil ederler. Evanjelistler, kendilerini Tanrı’nın askerleri, O’nun Krallığı’nın kurucu öncüleri olarak görürler. Evanjelistlerin temel düşüncesi, İsa Mesih’in ikinci gelişine dünyayı hazırlamak ve bu gelişi hızlandırmaktır. Bu hususta hiçbir katliamdan kaçınmazlar. Bu katliamlar “Tanrıyı kıyamete zorlamak” hedefine kilitlidir. Evanjelistler, Eski ve Yeni Ahit’e tümüyle inanırlar.
Evanjelistler, ABD’nin hangi şartta olursa olsun,
İsrail’i desteklemesi gerektiğini savunurlar.
Evanjelistler’in Amerika Birleşik Devletleri’nin varlığı ile doğrudan ilgisi vardır. ABD’nin varlığını ‘kutsal şehir’ inancıyla açıklayan Evanjelistler, “Tanrı” tarafından çizilen kaderin dışına çıkılamayacağına inanırlar. Bu kaderi hızlandırmak için Hristiyanların ellerinden geleni yapması gerektiğini savunurlar. “İyi” ile “kötü” arasındaki büyük savaşla gelecek olan kıyameti ve Mesih’in gelişini hızlandırmak için tüm dünyanın hızla Hristiyanlaştırılması gerektiğine inanırlar. Seçilmiş insanlar olduklarına inandıkları Yahudilerin, vaad edilmiş bir son hikayesinde ana görevli olacaklarına inandıklarından onların desteklenmeleri gerektiğini düşünürler. Evanjelistler, ABD’nin hangi şartta olursa olsun İsrail’i desteklemesi gerektiğini savunurlar. Onlara göre “Tanrı’nın Krallığı” Yahudilerin Hristiyan olması ve Mesih’in Kudüs’e inmesiyle olacaktır. Yahudiler ancak böylece Arz-ı Mev’ud’a kavuşabileceklerdir. Bu ise sıkı bir Evanjelist olmakla yakından ilişkilidir.
ABD başkanları Ortadoğu bölgesi başta olmak üzere çatışmaları politik bir tavır içinde yönlendirir. Bu politik tavrın zemininde dinsel kıyamet hazırlığı senaryosu yatar. 1985 yılında ABD başkanı seçilen George W. Bush sıkı bir Evanjelisttir. Beyaz Saray’a çıktıktan sonra “Tanrı ve Başkan bize İsa’yı Ortadoğu’ya getirme şansı doğurdu. Bu bana verilen bir emirdir!” ifadelerini kullanmıştır.
ABD'nin son başkanı D. Trump'ın da sıkı bir Evanjelist olduğu hemen herkesin malumudur. Kudüs'ün başkent ilanı projesinde tören öncesi Evanjelist yemin töreni ve ritüellerinin yapılmış olması ve bu törende baş aktörün Trump olması dikkat çekicidir. Bugün sadece ABD’de 70 milyonu aşkın Evanjelistin varlığından söz edilir. İkinci sırada 50 milyon civarında Evanjelist ile Brezilya gelir. Evanjelistlerin Amaçları Irak’ı Ortadoğu’da Evanjelizmin merkezi yapmaktır ve İncil’de sözü edildiği gibi dünyanın bütün kavimlerini burada toplamaktır.
Armageddon Savaşı
Bugün Evanjelist Hristiyanlar, Yahudi fundamentalistlerle el ele vererek ‘öldürmeyeceksin!’ emrine muhalefet etmişler ve kutsal kaynaklarından aldıkları referansa dayanarak öldürmeyi seçmişlerdir. Ancak öldürürlerse, Arz-ı Mev’ud hayalleri gerçekleşecektir. Amaç, kıyameti çabuklaştırarak bütün bir dünyayı -Yahudiler dahil- Hristiyanlaştırmaktır.
Yeni Zelanda (2019) olayını bu bilgiler üzerinden okuduğumuzda Evanjelistlerin sadece Müslümanlar için değil, bütün dünya için nasıl bir tehdit oldukları görülebilir.
Evanjelistlere göre, dünyadaki ama özellikle Ortadoğu'daki büyük karışıklıklar sonucu 'Kurtarıcı Mesih' gelecek ve tüm kâfirlere galebe çalacaktır ki buna Hristiyanlığı kabul etmeyen şimdiki (şimdilik) Yahudi dostları da dahildir. Bu anlamda ABD'de Trump'ı, "Tanrı'nın gönderdiği ve görevlendirdiği" bir Başkan olarak gören insan sayısı oldukça fazladır.
Evanjelistler, Kudüs kararıyla Mescid-i Aksa ve çevresinin yıkılıp yerine "Süleyman Mâbedi" nin inşasını hızlandırmak istemektedirler. Mesih ancak bu mâbed inşa edildikten sonra gelecektir. İsrail de aynı inanca sahiptir. Eğer Mescid-i Aksa yıkılıp yerine Süleyman Mâbedi inşa edilmez ise, ülke yok olacaktır. Görüldüğü gibi bu iki dinin takipçileri bekledikleri sonuçlar farklı da olsa bu ortaklıkta birleşiyorlar. Yandaş Müslümanlar da bu ortaklığa destek vererek Evanjelistlerin amacına bizzat hizmet ediyorlar.
Günümüzde, ABD ve İsrail'in önderliğinde, topyekûn Batılılar, İslâm dünyasına savaş açmış durumdadırlar. Müslümanların en büyük zaafı, bölünmüşlüğü, dağınıklığı ve yöneticilerinin birçoğunun Batılıları dost bellemeleri ve onlarla iş birliği yapmalarıdır. İslâm dünyasına karşı, Batılıların asırlardan beri, değişmeyen bir politikası vardır. Bu politika, zamana ve şartlara göre güncellenmekte, fakat esas aynen korunmaktadır. Esası gözden kaçıranlar, güncelleşmeyi değişme olarak algılamakta ve yanılmaktadır. Söz konusu politikanın kaynağı, Batılıların dini inancıdır. Bu inancın gereği olarak Batılılar, sürekli Müslümanlara karşı Haçlı Seferleri düzenlemişlerdir.
Haçlı Seferleri’nin sonu kabul edilen, Armageddon Savaşı’nın, Haçlı Seferleri içerisinde ise özel bir yeri vardır. Batılılar, günümüzde bu savaşın başladığına inanmaktadırlar. Onun için İslâm dünyasında meydana gelen terör, isyan, iç çatışma ve savaşları, Armageddon Savaşı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Aksi halde yaşanan gerçekleri görmek ve doğru okumak imkânsızlaşır.
Rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü bu savaş için 'Melhame' demiştir. Melhame kelimesi 'et' anlamına gelen 'Lahm' kelimesinden türetilmiştir. Savaşın şiddetinden insanlar et misali birbirlerine karışacak ya da öldürülen insanların etleri etrafa dağılacaktır. (En-Nihaye fi'l Ğaribi'l Hadis ve'l Eser, 4/239.)
Melhame-i Kübra, tarihin seyrini değiştirecek, yeryüzü zülüm ve haksızlıkla dolduktan sonra orayı adalet ve hukukla imar edecek, Allah'ın yarattıkları arasında en hayırlı olanlar ile şerlileri birbirinden ayıracak, kıyametin kopmasından önce vuku bulacak büyük alametlerin başlamasına sebep olacak büyük bir hâdisedir/ savaştır.
Armageddon Savaşı’nın başladığını (Melhame-i Kübra), bizzat o savaşı başlatanlar söylüyorlar. ABD başkanları, 1980'li yıllardan itibaren, Armageddon Savaşı için şartların olgunlaştığı inancındadırlar. Örnek olarak eski başkanlardan Ronald Reagan'ın 1981 yılında söylediği şu sözlerini gösterebiliriz; "Dünya tarihinde ilk kez Armageddon Savaşı’nın başlaması ve Mesih'in ikinci gelişi için her şey yerinde. Eski Ahit'teki antik peygamberlere ve Armageddon işaretlerine dönüp baktığımda, savaşın gerçekleştiğini görecek kuşağın biz olup olmadığımızı merak etmekten kendimi alamıyorum. "Armageddon Savaşı, Yahudilerin de dünya egemenliğine ulaşmak için yapacaklarına inandıkları son kutsal savaştır. Bir başka deyişle, Hıristiyan ve Yahudiler, Armageddon Savaşı’nda ortak bir inanca sahiptirler.”
Yahudilere göre, bu savaşta Müslümanlar yok edilecek, Yahudiler Arz-ı Mev'ud'a sahip olacaklardır. Hıristiyanlara göre de, Mesih'in yeryüzüne gelmesi için şu günlerde Armageddon adı verilen nihai savaşı, Müslümanlara karşı Yahudilerin kazanması gerekir. Bundan dolayı Müslümanlara karşı Yahudilerin desteklenmesi, Hıristiyanlar için dini bir emirdir. Jerry Falwel, bu emri şöyle ifade eder: "Teolojik açıdan her Hıristiyan, İsrail'i desteklemek zorundadır. Şayet İsrail'i koruyamazsak, Tanrı nezdinde itibarımızı kaybederiz." (Geniş bilgi için Bkz. Grace Hallsell, Tanrı'yı Kıyamete Zorlamak, s. 144).
Sözün özü, Müslümanlara karşı, geçmişten günümüze süregelen Haçlı Seferleri, yeni bir boyut kazanmıştır. Bununla amaç, 'Tek Dünya Devleti'ni kurmaktır. ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi CFR üyesi James Wanburg, Tek Dünya Devleti konusunda şöyle der: "Hoşunuza gitse de, gitmese de tüm dünyayı yönetecek Tek Dünya Devleti'ni kuracağız." (ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi raporu (1950). Birleşmiş Milletler Şartı'nın Gözden Geçirilmesi: Dış İlişkiler Komitesi Alt Komitesinden Önceki Duruşmalar, Seksen Birinci Kongre. Birleşik Devletler Hükümet Matbaası. s. 494.)
Anthur Schlesinger de, "Tek Dünya Devleti'ni gerek yayınlarla bilinçlere işleyerek, gerek para harcayarak, gerekse kan dökerek kuracağız, başka seçenek yok." ABD'nin dış politikasını, işte bu inanç ve düşünceler şekillendirmektedir. Bu gerçeği, 1995'den 2001'e kadar Birleşik Devletler Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu Başkanlığı yapan Jesse Helms'in şu sözleri de teyit etmektedir: "Merkezdeyiz ve orada kalacağız. Birleşik Devletler, dünyayı yönetmek ve diğer halklara örnek olmak zorundadır."
Bu görüşlerin din kaynaklı olduğunu Noam Chomsky şu sözlerle ifade eder: "Başlangıçtan günümüze dek Amerika tarihinde takdir-i ilâhi ilkesi geçerlidir, her şeyde Tanrı'nın iradesi söz konusudur. Birleşik Devletler, Tanrı'nın iradesinin yönettiği kutsal bir ülkedir. Bu bakış açısı geçmişten bugüne dek uzanır." (M.Hilmi Yıldırım/Yeni Mesaj)
ABD'nin, demokrasi, özgürlük ve insan hakları kavramlarına aldanıp, onunla iş birliği yapan İslâm dünyasındaki idareciler, bu gerçekler ışığında bir daha düşünmeli, konum ve politikalarını yeniden gözden geçirmelidirler. Yoksa bilerek veya bilmeyerek, Armageddon ordusunda asker olurlar. Ne yazık ki, bugün birçok Müslüman ve halkları Müslüman olan ülkeler bu durumdadır.
Ortadoğu’da olup bitenler bilinçli olarak bir dini öğretinin sonuçlarıdır. Sadece petrol ile izah edilmesi çok basit bir yaklaşım olur. Suriye özelinde, Irak özelinde olup bitenler tesadüfü değildir.

14 Haziran 2020 Pazar

TARİHSELCİLİĞİN SAVUNUSU VE NAMUSU


Kur’an’ın tarihselliği konusu, konunun uzmanları tarafından yazıldı çizildi, konferanslar ve seminerler verildi. Geleneksel düşünceye sahip olan akademisyenler de her ortamda tarihselcileri tenkit ettiler. Tenkitten de öte küfürle itham ettiler. Prof. Dr. İlhami Güler  tartışmalara son noktayı koymak istemiş olmalı ki, konuyu enine boyuna tekrar gündeme getirmiş. (Karar dergisi, 11.06.2020). Ben de konuyu önemli bulduğum için iktibas ederek köşeme taşıdım. Yazı aynen şöyle:

“Uzun süreden beri Türkiye’nin teolojik entelektüel ortamı muhafazakâr tarikat ve cemaatlerin hegemonyasına geçmiş olmasından dolayı, medyada ve akademyada bu alanla ilgili özgür tartışmalar yapılamıyor. Dogmatik olmayan ilahiyatçılar ve farklı düşünen kişiler, medyadan ve bilumum konferans, sempozyum, panellerden kovulmuş- sürülmüş durumdalar. Meydanı epey bir süredir boş bulmuş gelenekçi bazı ilahiyatçılar ve kimi sosyolog-sosyal bilimciler, elde ettikleri köşelerde ve mahfillerde Türkiye ilahiyatında entelektüel bir iz açmış olan “Tarihselciler” hakkında hilaf-ı hakikat şeyler ve ağızlarına geleni söylüyorlar. Aşağıda, yapılan bu ithamlara karşı kısa bir savunma yapacağım.

1-Teorik Çerçeve
Mutedil Tarihselcilik, üç ilke üzerine bina edilmiştir:

1- 610-632 arasında vuku bulan ilahi Kur’an hitabı (vahiy),yaşayan canlı Araplara yöneltilmiştir. Yani Kur’an hitabının “Kızım (Araplar), sana söylüyorum; gelinim (Arap olmayanlar), sen işit” tarzında bir hitap olmadığı; direkt kıza/Araplara hitap edildiği; dolayısıyla Arap olmayan kavimlerin, kendi kendilerine –sanki kendilerine de “canlı/bizzat” hitap ediliyormuş/muhatap alınıyorlarmış gibi- “gelin-güveyi olmamaları” gerektiği;
ancak, “kızlık/insanlık” ortak paydasında ona (Araplara) söylenenlerin bir kısmının, kendilerini de bağlayabileceği gerçeği (6/92, 19/97, 36/6, 42/7, 41/44, 12/42, 43/3, 46/12).

2- “Tarihsellik” tezi, -Hegel’e-Marx’a veya Hermenötiğe daha gelmeden-, geleneksel Kur’an ilimlerinden: “Nasih-Mensuh”, “Esbab-ı Nüzul” ve “Mekki-Medeni” ve Hz. Ömer’in içtihatları üzerine rahatça bina edilebilir. Çünkü mevzunun özü, Tanrı’nın hüküm koymasının ve kaldırmasının, toplumsal yapının değişmesine ve insanların ahlaki vüsatına bağlı olması gerçeğidir (2/106, 16/101). Bu yetkinin, sadece Tanrı’ya has olduğu, insanlara verilmediği iddiası, tarihen/olgusal olarak doğru olmadığı gibi; sanki toplumsal ve bireysel tekâmülün, son vahiy ile sona erdiği vehmine dayandığı için de geçersizdir.

3-Hitabın tarihselliği, mesajın geriye doğru (Kıssalar) ve ileriye doğru (Kâffeten linnas-34/28, ve Rahmeten lilalemin-21/107) evrenselliğini ve bu ileriye doğru taşıma umut-niyet ve beklentisinin, Hz. Muhammed ve Araplar aracılığı ile gerçekleştirilmesi gerektiğini (227/8, 6/19, 62/3) engellemez. Dolayısıyla “Evrensellik”, İlahi hitabın (Ya Eyyühellezine Âmenu, Ya Eyyühennas…) insan veya inanmış herkese yönelmiş olduğu vehminden değil; mesajın metanetinden, haber verilmiş (taşınmış/ihbar edilmiş) olmasından ve ulaşan kişilerin âkil-bâliğ olmasından doğar. Bu yaklaşım, İlahi hitabın mevzularının bir bölümünün salt Arapları/kızları ilgilendirdiği; gelinleri/diğer kavimleri ilgilendirmediği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu teorik çerçeveye 1- Hasbi olmak, 2- Muhasibi (eleştirel-gerekçeci) olmak ilkeleri ışığında, mutedil Tarihselcilere yapılan ithamlara aşağıda cevap vermeye çalışacağım. Tarihselciliğin özü “Kıssa”ların anlattığı sabit/evrensel din (iman-ibadet-ahlak) ve “Nesh”in anlattığı dinamik şeriattır(5/48).

2- İthamlar ve İzahlar
1- Tarihselcilerin, -hâşâ- Allah’ın zihnini okuduğu veya Allah’a psikanaliz yaptıkları ithamı yapılmaktadır. Mutedil tarihselcilerin üstadı sayılan Fazlurrahman, “yorum” konusunda şöyle diyor: “Bir insan, davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de, hiçbir zaman doğruyu seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi tekbaşına yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “aşkın” olana (Allah’a) ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte “takva”, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim olsa da; yapıp etmelerimiz hakkındaki nihai ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir. Kur’an’a göre insanın en büyük düşmanı, yani en büyük şeytan, onun kendi kendini kandırması ya da kendi nefsini aldatmasıdır.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı-Makaleler-I. çev: A. Çiftçi. Ank. 1997. S. 14.) Yorum hakkında bu sözlerden sonra, yukardakiithamlar “iftira” olmaktan başka nedir?

2- Allah’ın, Rahmeti ve Hikmeti gereği yedinci yüz yıldaki Mekke-Medine- Taif ve çölün (sokağın) psikolojisini, antropolojisini, karakterini, seciyesini,
coğrafyasını, iktisadını… hesaba katarak konuşmasını, O’nun ezeli ilmi ve mutlaklığı ile –dogmatik olarak- zıtlığa düşürerek inkâr etmek, haysiyetli bir “kulluk” göstergesi midir?

3- Mübin, fasih, beliğ, açık, tek anlamlı ve sokağın anlaması için özel bir itina gösterilerek basitleştirildiği ve kolaylaştırıldığı dört kez tekrar ve itiraf edilen (45/17,22,32, 40) bir söylemi, gaybi konuları (Allah-Ahiret-Melek) insan zihnine yaklaştırmak, anlaşılır kılmak için başvurulan “Teşbih” ve mecazı vesile yaparak müphem, kapalı, gizemli, sırlı, zipli, dumanlı hale getirmek hangi “dindarlığa” ve dürüstlüğe sığan bir şeydir? Aristo’nun dediği gibi: “Bir cümle, birden çok anlama geliyorsa; hiçbir anlama gelmiyordur.”

4- Söylemin-söylevin (hitabın-hutbelerin), canlı/yaşayan muhataplarına “ne dediği”ni dilsel ve tarihsel/olgusal delillere/gerekçelere dayanarak anlama dürüstlüğü, cesareti ve çabasını, “Tanrı’nın zihnini okuma” veya “Tanrı’ya psikanaliz uygulama” olarak yaftalayıp; müphemliğe, papaz kurnazlığına, göze girmeye, çok anlamlılığa, metaforlara, tevile başvurmak ne kadar sahiciliktir?

5- Bazı olguların ve hükümlerin tarihselliğini kabul etmeyip, insanlığın (Arapların da) zamanla ahlaken bazı alanlarda tekâmül edebileceğini inkâr ederek, vicdanını bastırmak için ibarelere sentaksın, gramerin kaldıramayacağı akla-hayale gelmedik taklalar attırmak ne kadar dürüstlüktür? Veya dindarlıktır?

6- “Ahkemu’l-hâkimin=Hâkimlerin en iyisi” (95/8) olan Allah,- Musa Carullah’ın dediği gibi- Hz. Muhammed ve arkadaşlarının bazı içtihatları ile belirledikleri hükümleri ayetlerin/farzların mesnedi yaparken; hatta Hz. Ömer ‘in içtihatlarını dahi “ayet”- leştirirken (muvafakât-ı Ömer); yani hüküm koymada bunların kendine“şerik” olmasından gocunmazken; mümin insanın kapasitesizliğinden,hüküm koyamayışından, zayıflığından, çocukluğundan kıvanç duyan mü’minlik/müslümanlık nasıl bir
şeydir?

7- “Onlara karşı gücünüzün yettiği oranda kuvvet ve savaş atları hazırlayın.” (8/60) ifadesindeki “savaş atları” ibaresini anlarken rahatça/otomatikman “tarihselci” olup hemen: “tabii ki bugün bu tank, top, füze, uçak, denizaltı… demektir” diyenler; sıra toplumsal, ahlaki, politik, hukuki, iktisadi bir mevzuya gelince nasıl oluyor
da birden 1400 sene öncesi Arap toplumunun o günkü toplumsal psikolojisi, seciyesi, seviyesine göre ileri doğru atılmış bazı adımları, her alanda bütün tarihlerin ve insanlığın nihai ölçüsü, mihengi, kriteri, mizanı yapabiliyorlar?

8- Allah’ın meramını, maksadını, muradını, derdini, davasını Arap dilinin kelime dağarcığı, gramer kuralları ve belagat üslubu ile muhataplarına doğrudan anlatma ve kabul ettirme imkânı varken; -“müteşabih” ifadeler de aleni olarak bunun bir unsuru iken (3/7)-; şairlerin yaptığı gibi sözünü alengirli, kapalı, çok anlamlı, katlı, derin, sırlı, zipli ifade edip muhatapların kafasını karıştırıp anarşi yaratarak sonra da, buna “zenginlik” demek, hangi hikmete uyar? Bu konuda vahyi ilahi bir “pedagoji” olarak gören Abraham Lessing, şöyle diyor: “Her (ilahi) ilk okuma kitabı belli bir çağ içindir. Onu geride bırakmış olan bir çocuk (çağ/ nesil) için tasarlandığından daha uzun bir süre kullanmayı sürdürmek zararlıdır. Çünkü bunu herhalde yararlı bir şekilde sürdürmek için kitaba onda olandan daha fazlasını yüklemek ve kitaptan içerebildiğinden daha fazlasını çıkarmak gerekir. Mecaz ve kinayelere (müteşabihlere) çok fazla bakmak ve onlardan çok fazla şey çıkarmak, mecazlara çok şey söyletmek, misalleri çok tafsilatlı yorumlamak ve sözcükleri çok fazla zorlamak gerekir. Bu tutum, çocuğa (yeni kuşağa) dar, çarpık, kılı kırkyaran/safsatacı (sofist) bir anlayış verir. Çocuğu ketum, batıl itikatlı hale getirir ve onun zihnini açık ve anlaşılır olan her şeye karşı küçümseme ile doldurur.”(G. Ephraim Lessing. İnsan Soyunun Eğitimi. Çev: Ahmet Aydoğan. İst. 2011. S. 110). Müslümanların büyük bir bölümü, bugün bu halde değiller mi?

9- Hitap evrensel ise (Ya eyyühennas),16/80-81. ayetlerde sayılan “deridenevl”, ”sıcaktan koruyan elbise”, “mağaradan /dağdan-taştan evl”… nimetlerinden
hangileri bugünün bütün insanlığına verilmiştir?
10- Levinas’ın vurguladığı gibi, “söylenmiş söze (vahye)” ittiba/itaat etmenin yanında onun fehvasınca yeni “söz söyleme” yani sorumluluk üstlenme (içtihat/tecdit) yerine, söylenmiş sözü köpürtmek ve sömürmek ne kadar ahlakidir? Dogmanın yaşlı-yaygın ve sert zırhına bürünerek anı, durumu, hali, gerçekliği namusluca “yorumlayanları (racon kesenleri-hüküm koyanları)” tekfir etmek, mertlik ve dürüstlüğe, dine-imana sığar mı? Teslimiyeti, itaati ve imanı vazeden Kur’an söylem/söylevi, bunun on katı ve beş ayrı düşünme formu (tafakkuh, taakkul, tezekkür, tefekkür ve tedebbür) ile düşünmeyi emretmiyor mu? Hüküm vermeyecek isek; düşünmenin ahlaki nesnesi ne ola ki?

11- İnanç sahibi olmak ve samimiyet bir metni doğru anlamayı garanti etmediği gibi; onu köpürtmeyi ve onda olmayan şeyleri ona söyletmeyi de engellemez. Metnin bütünlüğüne olan vukufiyetin artması, tarihsel bağlam hakkındaki bilginin artması, sentaks (kullanım) ve gramer-edebiyat bilgisi, sözün kastına bizi daha fazla yaklaştırır.

12- Bir de “tarihselci” yaftası yememek için onların söylediklerini “durumsallık”, “tedricilik”, “te’vil”, “yorum”, “makasıt” kavramları ile ifade edenler var. Bunları anlamak, mümkün.

13- Kur’an, yedinci yüzyılın Mekke, Medine, Taif ve çölün (Bedevi) ufku ile Allah’ın ufkunun kaynaşmasıdır. Şeriatların veya -cumhur ulemanın kabul ettiği gibi-ayetlerin birbirini “Nesh” etmesi, bu ufuk kaynaşması sürecinin canlı-dinamik, değişken olduğunu gösterir (2/106, 8/65-66,

16/101…). Kur’an’ın inzalinden sonra, bin dört yüz sene boyunca Arapların veya insanlığın ufkunda herhangi bir değişme olmamış mıdır? En azından Kur’an’da kesin olarak sonlandırılmış olmayan kölelik ve cariyelik hakkında –kıvırmadan- ne diyeceğiz? Saraylardaki padişahlar ve İŞİD gibi, uygulamaya devam mı diyeceğiz?

14- 610-632 arasında aynı zamanda toplumsal-politik bir hareketin yürüyüşüne eşlik eden bir ideoloji-kritik söylemin/söylevlerin toplamı olarak dosya (Mushaf) haline getirilen Kur’an’ın, “Kutsal Kitap”a dönüştürülüp dondurularak dogmatik olarak sürekli salt “ezberden” okunması, tarihin, ileri doğru değil; geriye doğru (gerici) bir çekilme çabasıdır.

15- Tarihselcilik, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Arap (Emevi-Abbasi) tarihine musallat olan kabilecilik, şiddet-iç savaş ve Kur’an’ın “Cihat” veya “Fütühat” kavramlarını ülke işgal etmek, gasp-yağma ve çapulculuklarının maskesi yapmanın, İslam’ın evrensel mesajı ve onun “barışçıl tebliğ edilmesi talebi (16/125)” ile ilişkisi olmadığını anlamaya fırsat verir.

16- Tarihselcilik, Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinden birinin (Prof.Dr. Cafer Karadaş), bu günlerde itiraf ettiği gibi, Türkiye’de Kur’an’ı Türkçe Meal’inden okuyan gençlerin epey bir bölümünün Ateist ve Deist olmalarının bir nedeni, eğer zihinlerinin modern eğitim tarafından şekillenmesi ise; diğer nedeninin de, “Bu kitap, size doğrudan hitap ediyor” dogmatik yalanının çocuklarda doğurduğu hayal kırıklığı olduğunu anlamamıza imkân verir. Ben on sene önce bu gerçeği söylediğimden dolayı, sosyal medyada yemediğim küfür kalmamıştı.