10 Ocak 2024 Çarşamba

İNSANLAR TANIMADIKLARI BİLMEDİKLERİ ŞEYİN DÜŞMANIDIRLAR

İNSANLAR TANIMADIKLARI BİLMEDİKLERİ ŞEYİN DÜŞMANIDIRLAR -Gezdim, gördüm, yazdım- Rüştü KAM Ha-ber.com 09.01.2024 Türk Eğitim Derneği dokuzuncu ve son Türkiye gezisini Doğu Anadolu’ya yaptı. Anavatanına yaptı. (2022). Ben de bu gezilerden aldığımız ilhamla memleket sevgisini, Anavatan sevgisini, dilim döndüğünce, nâçizane dile getirmek istedim. Vatan, sınırları yasalarla belirlenmiş toprak parçasıdır. Ama sadece toprak parçası değildir. Kutsal bir toprak parçasıdır. Kutsallığı değerlerimizi orada koruma altına alabildiğimizden gelir. Kültürel zenginliklerimizi o topraklarda koruma altına alabildiğimizden gelir. Bir milleti millet yapan değerlerin, alametlerin o topraklar üzerinde güvende olmasından gelir. Toprak, durduğu yerde vatanlaşmaz. O toprağın vatanlaşması için canla başla mücadele edenler olmuştur. O uğurda can verenler olmuştur. “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” (Mithat Cemal Kuntay şöyle söyler) Vatan evdir, vatan hürriyettir, vatan istiklaldir, vatan bağımsızlıktır, vatan bayraktır, vatan şereftir, vatan namustur ve vatan dildir. "Gerçek vatan aslında dildir. Vatandan en hızlı en kolay uzaklaşma dil yoluyla olur. Ve hatta en sessizce gerçekleşen yolda budur." (Wilhelm Von Humboldt) Bu kutsal değerler için mücadele edenlere kahraman denir, şehid denir. Türkiye’yi vatanlaştıran bu kahramanlardır, şehitlerdir. Alparslan ile birlikte Türkiye topraklarına ayak basmışlardır. Türkiye'nin doğusundan girmişlerdir Anadoluya. Ani’den başlamışlardır iz bırakmaya. Menuçehr Camii, Hasan Harakani Türbesi, Divriği Ulu Camii, İshak Paşa Sarayı, Büyük Ocak Cemevi, Yakutiye Medresesi, Şerafettin Sabûnî Darüşşifası, Sahibiye Medresesi, Buruciye Medresesi, Karatay Medresesi, Mevlana Türbesi, Hacı Bektaş-ı Veli Türbesi, Selimiye Camii…, yüzlerce köprü, kervansaray, han-hamam, bu izlerdendir. Nerede bir türbe varsa, yatır varsa, mezar taşı varsa orası Türk Toprağıdır. Kültür ve medeniyetlerin doğup büyüdüğü topraklardır oralar, oralar kudsiyet kazanmıştır ve her zaman vatan olmuştur. Vatan sevgisi üzerine çok sözler söylenmiş, kitaplar yazılmış, şiirler kaleme alınmıştır. Şöyle ki: “Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı: Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı. (Mehmet Akif Ersoy) “Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel toprak, neler yapmış bu millet, en yakın tarihe bir sor bak. (Süleyman Nazif) “Bu vatan toprağın kara bağrında, sıradağlar gibi duranlarındır. Bir tarih boyunca, onun uğrunda, kendini tarihe verenlerindir…(Orhan Şaik Gökyay) “Ey Türk vur, vatanın bâkirlerine, günahkâr gömleği biçenleri vur; kemikten taslarla şarap yerine, şehidler kanını içenleri vur!” (Mehmet Emin Yurdakul) “Vatan ne Türkiye'dir Türklere ne Türkistan, Vatan , büyük ve müebbet bir ülkedir: TURAN.” (Ziya Gökalp) “Memleketim. Memleketim ne kadar geniş: Dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana. Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum. Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum ve güneye, pamuk işleyenlere gitmek için, Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye utanıyorum.(Nazım Hikmet) “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini; yok mudur kurtaracak baht-ı kara maderini.” (Namık Kemal) “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini; bulunur kurtaracak baht-ı kara maderini.” (Mustafa Kemal Atatürk) Evet, bizler 9 senede, Türkiye’nin önemli yerlerini gezdik, dolaştık. Vatan hasreti giderdik. Çeşmelerinden suyunu içtik, havasını teneffüs ettik, değişik yörelerin yemeklerini yedik, endemik bitkilerini tanıdık, türkülerini-şarkılarını dinledik, hoyratlarını dinledik, sıra gecelerine katıldık, aşıkların atışmalarını dinledik..., insanlarıyla sohbet ettik ve sonunda Türkiye'ye hayran olduk. Allah Türkiye’yi kendi elleriyle sanki özene bezene yaratmış. Kendi bayasıyla boyamış. Dört mevsimin yaşandığı bir ülke Türkiye. İnsanlar meyve ve sebzeleri mevsininde tüketebiliyorlar. Aynı zamanda yarımada. Türkiye toprakları üzerinde yaşayan, ama nerede yaşadığını bilmeyen, bilse de fark etmeyenlere tavsiye ediyorum: Ne olur Türkiye’yi doğudan başlayarak gezin- dolaşın. Türklerden önceki ve sonraki durumuna şahit olun. O zaman anlayacaksınız; ne kadar büyük bir servetin üzerinde oturup da o servetin kıymetini anlamadığınızı ve Batılıların neden Türkiye üzerinde planlar kurduklarını. Ey analar, ey babalar, çocuklarınıza tanıtın vatanınızı. Gençlerinize tanıtınız vatanınızı. Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetenler; Türk halkı vatanını ve üzerindeki değerlerini tanımıyorlarsa eğer, siz de görevinizi yapmıyorsunuz demektir. Alıp öğrencileri; İl İl dolaşarak tanıttınız mı Türkiye'yi, Türk mutfağını, Türk insanını? Türk izlerini sürdünüz mü öğrencilerle birlikte bölge bölge? Atalarımızdan kalan mirasların neler olduğunu bizzat yerinde göstererek hatırlattınız mı gençlerimize? Gençlerimiz Türk büyüklerini ne kadar tanıyorlar? Kars’ın peynirini, Erzurumun cağ kebabını, Eğin’in Lök tatlısını, Karadenizin çayını, fındığını, Antep’in fıstığını, Ege’nin incirini, Arapgir’in reyhan şerbetini ne kadar tanıyor insanımız? Sahil kenarlarına yaptığınız yatırımlar kadar yatırım yaptınız mı diğer bölgelere? Bütün bunları yapmadıysanız, yapmadıysanız şikayet etmeye hakkınız yoktur. Çünkü insanlar tanımadıkları ve bilmedikleri şeylere düşman olurlar. 40 yıldan beri Türkiye halkları arasındaki bu anlamsız düşmanlığı bitirerek kardeşlik bağlarını güçlendirmek biraz da sizin elinizde olsa gerek...

4 Ocak 2024 Perşembe

MUSTAFA ÖZTÜRK'E AÇIK MEKTUP

MUSTAFA ÖZTÜRK’E AÇIK MEKTUP Rüştü Kam Ha-ber.com 4 Ocak 2024 Üstadım diye başlamak istiyorum yazıma. Evet, siz benim Üstadım dediklerimdensiniz. Değer verdiğim bir ilim adamısınız. Müfessirsiniz. Bazı ansiklopedilere makale yazacak kadar değer verilen bir isimsiniz. Sizi Berlin’e davet ettik. Türk Eğitim Derneği’nin organize ettiği seminerlerde sizden istifade ettik. Sizi yaptığımız her oturumda hayırla yad ediyoruz. “Ehlikitap Kimdir, Onlarla İlişkiler Nasıl Olmalıdır?” konusunda yaptığınız açılımlar Ehlikitap bir ülkede Müslüman azınlıklar olarak yaşayan bizlerin önünü açtı. Memnun olduk. Mutlu olduk. “Kur’an’ın Tarihselliğini Nasıl Anlamalıyız?” konusunda verdiğiniz seminerler de ufkumuzu açtı. Kur’an hermenötiğinin nasıl olması gerektiğini anlattınız. Anlamamız gereken kadarını anladık. Arada yaptığımız özel sohbetlerin tadı da bir başkaydı. Esprili bir yönünüz var. O yönünüzle insanlar size yaklaşmakta zorluk çekmiyorlar. Hemen orada, olduğunuz yerde bir sohbet halkası oluşturabiliyorsunuz. Biz bu yönünüze şahit olduk. Sachsenhausen Toplama Kampı’nda çektiğiniz ıstıraba şahitlik etmişliğimiz vardır. Berlin sokaklarında kol kola yürümüşlüğümüz vardır. Arkadaşlarla yaptığımız sohbetlerde yeri gelince sizlere atıfta bulunuyoruz. Bu hasletler güzel hasletlerdir. Geride bırakılan pozitif izlerdir. O seminerler aynı zamanda MOCCA DERGİSİ’nde Almanca ve Türkçe olarak yayınlandı. Ha-ber.com internet sitesinde de yayınlandı. Sosyal Medyada da yayınlandı. Tüm dünyadan güzel geri dönüşümler aldık. Müfessir Mustafa Öztürk’ün bizim kalbimizde özel bir yeri vardır. O orada kalacaktır. İlim Adamı olan, müfessir olan, Mustafa Öztürk. Ancak sevgili üstadım, bir tarafınınız var ki; o tarafınız insanları yaralıyor. Isınan kalpleri soğutuyor. Tahammül sınırlarını zorlayan sıkıntılara sebep oluyorsunuz o tarafınızla. Bizim haddimize değil sizlere akıl vermek elbette ama sevenin sevdiğine bazı gerçekleri de söylemesi lazımdır. Üstadım, siz ilim adamı olarak kalınız, müfessir olarak kalınız. Siyasette taraf olmayınız. Tükiye’de artık siyaset yapılmıyor. Çamur siyaseti var Tükiye’de. Karalama siyaseti var. Bu siyaset sadece A mahallesinin siyaseti değil B mahallesi de aynı şeyi yapıyor. Sizin gibi değerli insanları, bazı uyanık gazeteciler ve siyasetçiler dolgu maddesi olarak kullanıyorlar. Etmeyin eylemeyin, bizlere yazık oluyor. Türkiye’ye yazık oluyor. Bir de Avrupa ile Tükiye’yi kıyaslıyorsunuz konuşmalarınızda. Bu tamamen yanlıştır. Bu kıyas-ı batıldır. Türkiye, Avrupa’nın gözünü diktiği ülkedir. Türkiye 40 yıldır savaş halinde olan bir ülkedir. Böyle bir ülkeyi Avrupa ile kıyaslamak haksızlık olur. Avrupalılar geçmişlerine küfretmezler. Gerekirse yüzleşirler. O onların geçmişidir. Türkiye’de bazı mahfiller var ki, geçmişine küfretmek üzere kurgulanmıştır. Geçmişleriyle de yüzleşmek istemezler. Sevgili Üstadım, hem “Filenin Sultanları”yla ilgili yaptığınız açıklamalar hem “Kızıl Goncalar” dizisiyle ilgili yaptığınız açıklamalar hem de “Galatasaray ile Fenerbahçe arasında Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da oynanması planlanan ancak akim kalan, oynanamayan Süper Kupa” finali ile ilgili yaptığınız açıklamalar hiç de şık durmadı. Açıklamalarınız sadece konu ile ilgili olsa sıkıntı yoktu. Ancak siz konu ile alakasız yerlere girerek yaptığınız açıklamayı Türk- Arap düşmanlığı haline getirdiniz. Şöyle ki: Kendi beyanınıza göre, “Süper Kupa” ile ilgili açıklama yapmanıza vesile olan kişi Ruşen Çakır. Ruşen Çakır bu konuyu size ihale ederek amacına kavuşmuş olabilir. Bu mümkündür. Ruşen Çakır’ı Millî Görüş Teşkilatları’nın Frankfurt’ta yaptığı genel kuruldan tanırım. Yanılmıyorsam 1994 yılında idi. Ben icra kurulu üyesi idim. Bana geldi ve “birkaç dakikanızı alabilir miyim” dedi. Kendisini tanıttı ve şu soruyu sordu. “Fethullah Hoca’nın Almanya’da yapılanması hakkında ne söyleyebilirsiniz?” Alakaya maydanoz bir soru idi. Millî Görüş Teşkilatları’nın genel kurulunda bana sorulan soru idi bu. Sanırım Ruşen Çakır’ı tanımanıza biraz da olsa yardımcı olmuşumdur… Sevgili Üstadım; konu ile ilgili Suudi Arabistan yetkilileriyle yapılan bir anlaşma var. O anlaşmanın tutanakları da var. Tutanaklara sadık kalmayanlar, Galatasaray başkanı ve Fenerbahçe başkanı. Arap yetkililer değil. Araplarla ilgili konularda konuşacaksanız çekersiniz bir video daha, orada anlatırsınız ne anlatmanız gerekiyorsa, hepsini anlatırsınız, sorun yok. Burada konu Araplar değil. Süper Kupa maçı. Bu maçın oynanabilmesi için gerekli olan kurallar kayıt altına alınmış. Kulüp başkanlarıyla yapılmış bu anlaşma. Anlaşmayı bozanlar da Arap yetkililer değil. Türk takımlarının başkanları. Bu konuda haklı olan Araplar. Siz burada anlaşma tutanakları üzerinden hareket ederek tarafsız ve adil bir açıklama yapmanız gerekirken haklı olanı mahkûm ediyorsunuz. Bir müfessir olarak Kur’an’ın anlaşmaya taraf olan insanlarla ilgili buyruklarını merkeze koyarak fevkalade bir açıklama yapabilirdiniz. Ama siz gittiniz Araplara, onların Vehhabiliklerine, Birinci Dünya Savaşı’na ve Lawrenc’e…” Üstadım, Allah aşkına söyler misiniz, ne alakası var konuyla Arapların ve Arap tarihinin. Sonra getirdiniz işi bir de iktidara dayadınız. Üstadım işte bu yaklaşımlarınızdan dolayı gönüllerde yer bulamıyorsunuz. Sonra da kızıyorsunuz insanlar bana niçin küfrediyorlar diye. “Siz onların değerlerine laf etmeyin ki; onlar da sizin değerlerinize laf etmesinler” buyruğuna rağmen. Bu ayeti siz anlatıyorsunuz bizlere. Birinci Dünya Savaşı’nda; İtalyan’ı, Fransız’ı, Rus’u, Yunan’ı, İngiliz’i Yurdumuzu işgal etmişler. Yapmadıkları çirkeflik kalmamış. Sizler kalkıyorsunuz; Araplar bizi arkadan vurdu diyorsunuz…Bu düşmanlık Arap düşmanlığı olmasa gerektir. Bu düşmanlık İslâm Düşmanlığı olsa gerektir. Benim üstadım dediğim, müfessir dediğim, âlim dediğim, önünde ceketimi düğmelediğim kişiler de kalkmışlar ‘Araplar bizi arkadan vurdu’ diyorlar. Haydi onlar arkadan vurdu diyelim; öbürleri senin namusuna varıncaya kadar her türlü değerine el uzatmışlar. O namus düşmanlarıyla can-ciğer kuzu sarması olacaksın, Araplara gelince ağzına geleni söyleyeceksin, bu insafsızlıktır. Adaletsizliktir. Haddi aşmaktır. Hürmetlerimle sevgili üstadım.

23 Aralık 2023 Cumartesi

KIZIL GONCALAR DİZİSİ!

KIZIL GONCALAR DİZİSİ ! -Tabi ki tarikatların içinde Allah rızasını önceleyen çok tarikatlar vardır. Şeyhler vardır. Müridler vardır. Onları istisna ederek yazıyorum yazdıklarımı- Rüştü Kam Dizi FOX TV'de yayınlanıyor. FOX TV, bile isteye seyrettiğim bir kanal değildir. Buna rağmen ben dizinin birinci bölümünü izledim. Oyuncu seçiminde isabet var. Alt yapı çalışması titizlikle yapılmış. Üç tip aile var dizide. Birisi eğitimli modern bir aile. Ama mutlu değil. Mutlu olmak konusunda o kadar da istekli değiller. Hasta bir baba var. Bakıma muhtaç. Bir de mutsuz bir hanım. Doktor. Ama doktorluk yapmıyor. Mesleğine aşık bir de baba ve arada kalmış bir kız çocuğu. Paraya ihtiyaçları yok bu ailenin ama hepsinin sevgiye ihtiyacı var. Aynı zamanda da tarikat üyesi bu aile. Modern bir tarikat. Fetö gibi duruyor. İkinci aile de tarikat mensubu. Ancak aile içinde bütünlük var. Bu aileyi bir arada tutan şey, bir şeyhe mürid olmaları. Dinin buyruklarına çok önem veriyorlar. Şeyhe karşı tavır almayı Allah'a karşı gelmek olarak görüyorlar. Deprem mağduru bir aile. Geçim derdine düşmüşler. Ahmet Hüda-i hazretlerine müntesipler. Taşradan davulun sesi iyi geldiği için ve de geçim sıkıntısından biraz olsun kurtulmak için tekkeye sığınıyorlar. Arzuları çalışarak hayatlarını kazanmak. Kimseye muhtaç olmadan yaşamak. Karın tokluğuna da olsa. Üçüncü bir aile tipi var, tamamen kaybolmuş bir aile, insanlıktan, insani özelliklerden uzak. O ailede kendi kızına tecavüz eden bir baba var. Kız çocuğu bunalımda. O babanın biletini kesmek isteyen DEAŞ üyesi olduğunu sandığım bir de genç var. Sarıklı, sakallı ve cübbeli. Oldukça da yakışıklı. Tekke’de öğretmenlik yapıyor. Çok zeki birisi. Donanımlı. Entelektüel bir yapısı var. Sıradan bir insan değil. Bu tiplemelerin hepsi, tekkeyi merkez üssü olarak kullanıyorlar. Tekke ticaretle iştigal ediyor. Ancak tekke helal-haram konusunda duyarlı değil. Kalitesiz üretim yapılıyor orada, amaç çok para kazanmak. Yaptıkları hileyi anlayanlara o merkezde hayat hakkı tanınmıyor. Tekkenin sahibi görmediğimiz bir şeyh hazretleri. Sürekli adından bahsediliyor. Perdenin önünde oynayan, fırıldağı çeviren, şeyhin vekili. Ağzı laf yapan birisi. Onun kıyafeti de malum kıyafet. Sarık, sakal, şalvar, cübbe. Şeyhin, müridleri üzerinde manevi bir baskısı var. Şeyhin vekili ve orada hizmet eden diğer müridler şebek gibi. Çok iyi fırıldak çeviriyorlar. Şeyhe itiraz etmek Allah'ın gazabına uğramak olarak algılanıyor. Burada, tasavvuf ile tarikatı birbirinden ayırarak konuya yaklaşmak gerekiyor. Müridler saf ve temiz, iyi niyetli insanlar, vefa sahibi, güvenilir, Allah yolunun yolcusu, yani tasavvuf erbabı kişiler. Hak üzre yol almak istiyorlar. Müridleri organize eden kurum, o tekke, tarikatın merkezi. Çıkar amaçlı bir merkez burası. Yöneticileri var. Hiyerarşik bir yapıya sahipler. Sıkıntılı bir yapı. Bu yapıyı tasvip etmek elbette mümkün değil. Mümkün değil ama fiili durum da böyledir. Bu durumda Müslümanların yapması gereken ilk şey diziyi tenkit etmek değil, dinleriyle yüzleşmektir. İnançlarıyla yüzleşmektir. Tarikatlarla yüzleşmektir. Müslümanlar Müslümanlıklarıyla mutlaka yüzleşmelidir. Herkes yüzleşmelidir. Eteklerdeki taşlar dökülmelidir. Bu yüzleşmeden sonra, herhangi bir kanalda yayınlanan dizilerle ilgili söz söyleme hakkımız doğabilir. Hem suçlu olacaksın, hem de hırsız var diye bağıracaksın. O eskidenmiş. O tip fırıldakları çevirmek şimdilerde o kadar kolay olmuyor. FOX TV’deki yayınlanan dizideki şeyh tiplemesi çoğumuza tanıdık gelmektedir. Müridler de tanıdık gelmektedir. Elimizi sallasak değer mutlaka onlardan birine. Tabi ki tarikatların içinde Allah rızasını önceleyen çok tarikatlar vardır. Şeyhler vardır. Müridler vardır. Onları istisna ederek yazıyorum yazdıklarımı. İlk yapılacak olan şey devletin ilgili kurumlarına- kurullarına düşer. Tekkeler ve zaviyeler acil olarak legal hale getirilmelidir. Gizli olan, denetlenemez olan her ideoloji tehlikelidir. Sonrasında, dine ve dince kutsal sayılan değerlere uluorta, pervasızca, düşünce hürriyetinin, basın hürriyetinin gölgesine sığınarak küfredenler, onları aşağılayanlar, karikatürize edenler cezalandırılmalıdır. Düşünce hürriyeti şemsiyesinin altına sığınarak millete mal olmuş din alimlerine, tarihi şahsiyetlere, mekanlara saldıranlar, mutlaka adalete teslim edilmelidir. Mal bulmuş mağribi gibi her defasında Müslümanlara saldırmak haksızlıktır, terbiyesizliktir. Bu saldırganların masum olmadıkları bellidir, mutlaka ilgililer tarafından araştırılmalıdır. Türk milleti Müslümandır. Müslümanlığı sorgulanabilir ancak sahip oldukları değerleri aşağılanamaz, küçük görülemez, itibarsızlaştırılamaz. Bu tür sıkıntıların doğmasına sebep olanların, tarikatları ve tekkeleri yasaklayanlar olduğu da unutulmamalıdır. Tarikatlardaki yozlaşma ıslah edilebilecekken yasaklanmıştır. Kol ve bacak kesilerek vücudun kurtarılması mümkün iken, bu yapılmamıştır: “30 Kasım 1925'te, 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılasına ve Türbedarlıklarla bir Takım Unvanların Yasaklanmasına İlişkin” bir kanun çıkarıldı. 677 sayılı kanun. Bu kanuna göre “cami ve mescit dışındaki”, tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı. Tarikatlar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, muskacılık gibi şan ve sıfatların kullanılması yasaklandı. Bu kanun 13 Aralık 1925'te yürürlüğe girdi. 677 sayılı kanuna göre kapatılan, tekke, zaviye ve türbeleri açanlar, bu yerlerde ayin yapanlar, geçici de olsa izin verenler, 3 aydan az olmamak üzere hapis ve 50 liradan aşağı olmamak üzere para cezasına çarptırılacaktı. Bakanlar Kurulunun 2 Eylül 1925 tarihli talimatnamesi ile 773 tekke ve 905 türbe kapatılarak eğitim kurumu olarak kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı'na devredildi.” Ve bu yasak, tekkelerin tarikatların yer altına girmesine sebep oldu. Haklı olarak yeraltına indiler. Burada büyüdüler, serpildiler. Bugün bunları legal olmadıkları için denetlemek de mümkün olamamaktadır. Günümüzde illegal oluşları kanun ile korundukları için de tarikatlara dokunmaya kimsenin gücü yetmemektedir. Cumhuriyet döneminde yapıldı bu yanlışlıklar. Bilinçli olarak yapıldı. Tamamen Müslümanların inançlarına, değerlerine karşı tavır alındı. Müslümanlar aşağılandı. Mahkemelerde yargılanmadan asıldı ve sonra yargılandı. Kur’an okumak yasaklandı. Ezan türkçeleştirildi. Başörtüsü yasaklandı. İkna odaları kurularak kız çocukları üniversitelere alınmadı, askeri gazinolara başörtülü ziyaretçiler alınmadı, milletin seçtiği başörtülü vekiller meclisten kovuldu. Anneler ve babalar çocuklarını ziyaret edemediler. Devletin bir engizisyonu diyebiliriz bu uygulamaya. Bu uygulamalar yer altında gizlenen tarikatları yer üstüne çıkardı. Mağdur olan annelerin ve babaların elinden bu kimseler tuttu. Halk da bunlara itibar etti. Haklı olarak itibar etti. Sonra da bu insanlar vatandaşı devletine düşman hale getirdi. Bu iş bilinçli olarak yapıldı. Bu durumda tarikat merkezlerinde otomatik olarak çoğalmalar oldu. Çıkar amaçlı tarikatlar da bu çoğalmayı çok iyi bir şekilde lehlerine çevirdiler. Evet ben 'Kızıl Goncalar Dizisi'nin yayınına devam etmesini istiyorum. Belki birilerinin aklını başına getirir de bundan sonra kimse köpeksiz köy bulduğunu zannedip değneksiz dolaşmaya kalkmaz. O köyün sahipleri vardır. Bekliyorlardır. Bakarsınız bir gün olur köşelerden çıkıverirler...

19 Aralık 2023 Salı

SÜRDÜREBİLİRLİK/TABİATI KORUMA

SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK / TABİATI KORUMAK -İslâm İyi İnsan Yetiştirme Projesidir- Sürdürülebilirlik, mevcut kaynakların etkin bir biçimde kullanılması demektir. Bunu yaparken de bir taraftan doğal kaynakların korunmasını sağlar, diğer taraftan bu kaynakların gelecek nesillere aktarılmasını hedefler. Sürdürülebilirlik, çevrenin ve gelecek nesillerin ihmal edilmemesine dikkat çekerek bir farkındalık yaratır. İnsanoğlunun nefes almak için temiz bir havaya, içmek için temiz bir suya, beslenmek için sağlıklı gıda maddelerine, soğuktan korunmak için ısınmaya, günlük işlerini yerine getirebilmek için aydınlanmaya ve enerjiye, ulaşımını sağlamak için taşıtlara ihtiyacı vardır. Peki, bu ihtiyaçların karşılanmasını ve korunmasını nasıl sağlayacağız? İşte bu noktada sürdürülebilirlik kavramı devreye girmektedir. Çevre problemlerinin köklü bir şekilde çözümlenebilmesi için "çevresel ahlâk" diye bir kavramın göz önünde bulundurulması gerekiyor. İslâm’da çevre ahlâkı, tüm hayatı kapsar ve insanın yaratıcısı ile ilişkilerini temellendirir. Başka bir deyişle, İslâm çevre ahlâkı, insanın hem yaratıcısına hem sosyal çevresindeki bireylere hem de kendi benliğine karşı haklarını, bir inanç ve anlayış temelinde ortaya koyan bir kurallar bütünüdür. Dolayısıyla İslâm, çevre sorunlarını, toplumsal ve uluslararası problemleri göz önünde tutarak, inanç ve zihniyet bağlamında ele alır. Çünkü çevre kirliliği ancak, "çevresel ahlâk" şeklinde benimsenirse çözümlenebilir. İslâm, insanlığı olumsuz yönde etkileyen çevresel problemlerin önlenmesinde, Kur’an ve sünnetle mutlak tezini ortaya koyarak, ahlâki yapımızı şekillendirir. Ahlâken kötü olan davranış ve fiiller çevre ve kâinatın düzeni için de kötüdürler. İslâmiyet her safhada güzel ahlâkı emretmekle sağlam temellere dayalı bir ahlâkî çevre oluşturmuştur. Ahlâkî çevreyi oluşturanlar insanlardır. İyi ve güzel ahlâklı insanların yaşadığı bir mânevî çevreye elbette ki iyilik ve güzellik hâkimdir. Böyle bir çevrede zulüm, haset, kıskançlık, riya ve rüşvet yoktur. Burada hayâ, adalet, şefkat, yardımlaşma ve kardeşlik vardır. İslâm, medeniyetlerin kurulmasında ve çevrenin korunmasında her zaman duyarlı olmuştur. İslâm tarihi boyunca, Müslümanlar hangi güzel işin altına imza atmışsa, bunda İslâmın etkisi büyüktür. Çünkü Müslümanın nihâi hedefi yaptıklarıyla Allah’ın rızasını kazanmaktır. Kendi yaşadığımız ve miras olarak gelecek nesillere bırakacağımız dünyayı korumak için çevresel temizliğe önem verilmeli, daha az çöp üretilmeli ve bilinçli birer tüketici olunmalıdır. Atıkların geri dönüşümü ve tekrar kullanımı sağlanmalı ve denetlenmelidir. Aksi durumda küresel ısınma ve iklim değişiklikleri gezegenimizi yaşanmaz hâle getirir. Tarihte nice bozguncu, isyankâr ve hudut tanımaz kavimlerin dünyevi afetlerle helak olup yerle yeksan olduklarını Kur’an’daki kıssalardan öğreniyoruz. Baş döndürücü bir hızla ilerleyen sanayileşmeyle birlikte, insanın ve ekosistemdeki diğer canlıların yaşadığı olumsuzluklar malumdur. Söz konusu olumsuzlukların giderilmemesi halinde üzerinde yaşıdığımız gezegen; “Gayri ben bu kadar gam ve kederi çekemem.” der ve sirenlerini çalmaya başlar. İslâm çevre problemlerine ciddi ve kalıcı çözümler üreterek mensuplarını çaresiz bırakmaz. Bu doğrultuda Kur’an, insanı mutedil ve makul bir yaşam biçimine davet edici tavsiyelerde bulunur. Başta israf ve fesat olmak üzere, tüm aşırılıkları yasaklayarak ekosistemin korunmasını sağlayacak temel ilkeleri ortaya koyar. Şöyle: “Sakın yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmaya çalışma. Çünkü, şüphesiz, Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas 28/77) (Çeviri: Muhammed Esed) “Bakın, Biz her şeyi gerekli ölçü ve nisbette yarattık.” (Kamer 54/49) (Çeviri: Muhammed Esed) "Hiçbir şey yoktur ki onu meydana getiren hazinelerin anahtarları elimizde olmasın. Biz onu ancak belirli bir ölçüde indiririz." (Hicr 15/21) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) “Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.” (Rahman 55/5) (Çeviri: Diyanet Vakfı) “Ve O, gökleri yükseltti ve her şey için bir ölçü koydu ki siz, ey insanlar, asla doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmayasınız. Öyleyse yaptıklarınızı adaletle tartın ve ölçüyü eksik tutmayın.!” (Rahman 55/7-9) (Çeviri: Muhammed Esed) "Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyen aşırı gidenlerin emrine uymayın." (Şuara 26/151-152) (Çeviri: Diyanet Vakfı) "Hatırlayın nasıl olmuştu hani, katından bir güvence olarak, sizi bir iç huzurunun kuşatmasını sağlamış ve gökten üzerinize su indirmişti ki onunla sizi arındırsın, şeytanın kirli vesveselerinden kurtarsın; kalplerinizi güçlendirip adımlarınızı sağlamlaştırsın." (Enfâl 8/11) (Çeviri: Muhammed Esed) İsraf ve fesat haramdır/yasaktır Bugün, bütün çevre kirliliğinin ve tabiî dengenin bozulmasının ana sebeplerinden birisi hiç şüphesiz israftır. İsraf, bugünkü ev ekonomisinde var, üretim ve tüketimde var, sanayi ve teknolojide var. Âdeta insanlık israf için yarışıyor gibi. Fantezi ihtiyaçlar meydana getiriliyor ve tabiî kaynaklar tüketiliyor. Neticede tabiî denge bozuluyor, hava ve su kirletiliyor. İşte bütün bu olumsuzlukların sebebi israftır. Sağlıklı bir çevre için, her türlü israftan kaçınmak gerekir. İnsanlığın, ihtiyaçlarıyla orantılı bir üretim ve tüketim içinde olması gerekir. Onun için Kur’an’da israfla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır: "Ey Ademoğulları! Allah’a kulluk olsun diye yapıp ettiğiniz her işte kendinize çekidüzen verin; serbestçe yiyin için, fakat saçıp savurmayın, çünkü kuşku yok ki, Allah savurganları sevmez. (Araf 7/31) (Çeviri: Muhammed Esed) "Sakın saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleri olurlar. Ve şeytan, kendi Rabbine nankörlük etmiştir." (İsrâ 17/27) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) Görüldüğü gibi israfı yasaklayan; her şeyde ölçülü olmayı emreden, ihtiyaç fazlasını infak ettirerek bencilliği ortadan kaldıran, insanı maddî çıkarların kölesi değil kâinatın efendisi ve en şereflisi sayan, hayvanlara, bitkilere ve bütün kâinat düzenine saygıyı öğreten İslâmî öğreti, bugünkü çöküntüye karşı en güçlü alternatifi oluşturmaktadır. Ayet, meşru olan her türlü yeme ve içmeyi serbest kılmakla birlikte, yeme ve içme fiiline bir limit getiriyor: İsraf denilen tüm aşırılıklar haramdır/yasaktır. İşte Kur'an, israfı yasaklamakla, eko-sistemin temel unsurlarını oluşturan hava, kara ve denizde, sadece biyotik değil, abiyotik çevreyi de tam bir koruma altına almıştır. "Ve onlar ki, başkaları için harcadıkları zaman ne saçıp savururlar ne de cimrilik yaparlar; bu ikisi arasında her zaman bir orta yol bulunduğunu bilirler." (Furkan 25/67) (Çeviri: Muhammed Esed) Kur'an’ın bu mesajı ışığında denebilir ki, Allah'ın sunduğu bunca nimetlerden sağlıklı biçimde yararlanabilmek için, ekosistemin tezahürü olan ilahî dengenin gözetilmesi adına, her tür harcamada ifrat ve tefritten kaçınıp, orta bir yol tutmak gerekecektir. Savurganlığın ve israfın kısmen önlenmesi demek, kirliliğin yanında ekolojik sorunların da azalması demektir. Hoyratça tüketilen gıda maddelerinden tutun da ‘bir defa kullan ve sonra at’ anlayışı ile oluşan yığın yığın atıklar, israfın en açık örneğini teşkil etmektedir. Kur'an, sosyal bünyede ağır tahribatlar meydana getiren müsrifleri “şeytanın kardeşleri” diye nitelendirir. (İsrâ 17/27) Her zerresi Allah’ı tespih ve takdis eden varlıkları koruma ve kollama görevimiz vardır. Anasır-ı Erbaa (dört temel unsur) olarak sayılan su, hava, toprak ve ateş dünya gezegeninin vazgeçilmez ana maddeleridir. Temel unsurların ahenkli bir şekilde oranlarının korunması elzemdir. Suyun, havanın, toprağın ve enerjinin kalitesi, insan hayatının kalitesi demektir. Tüketim azaltılırsa katı, sıvı ve gaz atıklar da azalacaktır. Çevre kirliliğine sebep olan etkenler azaldıkça, sınırlı olan doğal kaynaklarımız daha az zarar görecek ve sürdürülebilirliği kolaylaştıracaktır. Müslüman birey gönüllü çevre koruyucusudur İslâm dini sadece çevre korunmasını teşvik etmekle yetinmez, aynı zamanda Müslüman bireylerin çevrenin koruyucusu, kollayıcısı ve takipçisi olmalarını ister. Marufu (iyiliği) emretmekle ve münkeri (kötülüğü) yasaklamakla görevli olan Müslümanlar haddizatında etkili birer çevre korumacısıdırlar. Kutsal kitabımız Kur'an, kirlenmenin maddi cihetini ele alırken, insanın manevi ve ruhi kısmına ait olan kirlenmelere de bigâne değildir. Allah fıtrata müdahale edilmesine, tabii dengenin bozulmasına ve fesat ortamlarının yeşermesine müsaade etmez. “Bugün, hayatın bütün güzel şeyleri size helâl kılınmıştır. Ve daha önce kendilerine vahiy verilenlerin yiyecekleri de size helâldir, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir ...” (Maide 5/5) (Çeviri: Muhammed Esed) Yüce Allah, kusursuz ve eksiksiz bir şekilde yarattığı kâinâtı, en güzel sûrette var ettiği insanın hizmetine sunmuştur. Öte yandan bu nimetleri bir ölçüye göre verdiğini, onların sonsuz olmadıklarını söyleyerek, Kendisinin öngördüğü şekilde dengeli olarak kullanılmaları gerektiğini bildirmiştir. İnsanoğlu yeryüzüne getirildiği günden beri, ekolojik denge yara almaya başlamıştır. Çünkü Kur’an’da belirtildiği gibi insanoğlu kendisine sunulan nimetleri takdir etmez, nankördür. “Allah, Kendisinden istediğiniz her şeyden size bir parça verdi. Allah’ın nimetini saymaya kalksanız sayıp bitiremezsiniz. Doğrusu şu ki insan gerçekten çok zalim ve çok nankördür.” (İbrahim 14/34) Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) Bu nankörlük gitgide ivme kazanmış, nihayet günümüz teknoloji dünyasında ekosistem ciddi kıyım ve yıkımlara maruz kalmıştır. Bencil çıkarları ön planda tutan materyalist zihniyet, insanların problemlerine, dertlerine çareler bulmaktan çok bunlardan yararlanmayı tercih eder haldedir. Mesela, kazanç gayesiyle birçok zararlı alışkanlıklar teşvik edilmekte ve bu nankörlüğe çoğu kez devletler de katılmaktadır. Başka bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın buyruklarını umursamaz hale gelen şu insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı: Bu şekilde Allah, belki doğru yola geri dönerler diye yaptıklarının bazı kötü sonuçlarını onlara tattıracaktır." (Rum 30/41) (Çeviri: Muhammed Esed) Bu ayette nankörlüğün neticesinde sözü edilen bozulmayı Zemahşeri; kıtlık, yağmurun kesilmesi, tarım mahsullerinde rekolte düşüklüğü, ticaret kazancında azalma, insanlarda ve hayvanlarda toplu ölümlerin yaşanması, yangın ve su baskınlarının artması, (kara ve deniz canlılarının iyice azalması sonucu) avcıların ve dalgıçların avdan eli boş dönmeleri, her şeyden bereketin kalkması, zararların çoğalması olarak yorumlamıştır. (Bk. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224. Vurgu ve ilaveler bize aittir. B k. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224.) Elmalılı Hamdi Yazır bu bozulmayı: "Fıtrî nizam bozuldu gerek doğal gerek toplumsal düzende uygunsuzluk meydan aldı." (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3833.) şeklinde yorumlayarak yine günümüzdeki insan-çevre ilişkisinin olumsuz boyutunu çok güzel ifade etmiştir. Aynı ayeti Tantavi şöyle yorumlamıştır; “Karada ve denizde düzenin bozulması bir başka açıdan değerlendirilmekte olup, buna göre teknolojinin kötüye kullanılmasının olumsuz sonuçlarından biri olarak ordular, savaş uçakları, savaş gemileri, torpidolar, denizaltılar vb. vasıtasıyla hasıl olan mikropların çevreye saçılması ve bunların hastalık, kuraklık ve kıtlığa yol açması, insanlığa reva görülen savaşlar, yağmalamalar, zulmün artması ve yasakların çiğnenmesi söz konusu olmaktadır ki, tüm bu olumsuzlukların müsebbibi ve sorumlusu yine insandır.” şeklinde yorumlamıştır. (Tantavi, Cevheri, el-Cevfihir, Mısır 1931, XV, 77) Nankör insan tarafından çevre kirlenmesiyle sürdürülebilirlik sonlanırken, paralelinde ruhî kirlenmeyle insanlık dejenere edilmektedir. Ruhî kirlenmeyle, aileler dağılmakta, uyuşturucu alışkanlığı yaygınlaşmakta, müstehcen yayınlar çoğalmakta ve haksızlıklar katlanarak artmaktadır. İnsanlığın ve çevrenin korunması yolunda atılacak ilk adım, insanın ihtiraslarından arındırılarak temizlenmesidir. Kur’an’da ekoloji Kur’an, insana kâinatın nasıl yaratıldığı, niçin yaratıldığı, ondaki çeşitli varlıkların yapısı hakkında çok çeşitli genel bilgiler verdiği gibi, insanın onunla nasıl bir münasebet içerisinde olması gerektiği hakkında da bilgi vermektedir. Kur'an’ın kâinatla ilgili olarak ısrarla üzerinde durduğu konulardan birisi de ekolojik denge meselesidir. Kur’an, yaratılmış her şeyin bir ölçü, düzen, adalet ve denge içinde yaratıldığını insana sık sık hatırlatmaktadır: “Bakın, Biz her şeyi gerekli ölçü ve nisbette yarattık.” (Kamer 54/49) (Çeviri: Muhammed Esed) "Hiçbir şey yoktur ki onu meydana getiren hazinelerin anahtarları elimizde olmasın. Biz onu ancak belirli bir ölçüde indiririz." (Hicr 15/21) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) “Ve O, gökleri yükseltti ve her şey için bir ölçü koydu ki siz, ey insanlar, asla doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmayasınız! Öyleyse yaptıklarınızı adaletle tartın ve ölçüyü eksik tutmayın!” (Rahman 55/7-9) (Çeviri: Muhammed Esed) "İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına dâir sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah'ı da şahit gösterir. Hâlbuki gerçekte o düşmanların en yamanıdır. Senin yanından ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır, ürünleri ve nesilleri mahvetmek için uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez." (Bakara 2/204-205). (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) Âyette de açıkça belirtildiği gibi, fesatçı olan kimseler, sadece insan ve toplumlara zarar vermek ve kötülük etmekle kalmazlar, aynı zamanda tabiî çevreye de zarar verirler. İşte bunun için, Allah insanların fesatçı olmalarını yasaklıyor. Onların çevreye karşı olumsuz tesir edebileceklerine dikkatimizi çekiyor. Kur’an, ekolojik dengeyi korumayı ibadetlerin ön şartı olarak koymuştur. Hac ibadeti ekolojik dengeyi korumaya en fazla önem veren ibadetlerden biridir. Çünkü hac ve umre için Mekke’ye çok sayıda insan gelmekte ve bu durum oradaki doğal hayatı tehdit etmekteydi. Bugün bu sayı milyonları aşmaktadır. Hac veya umre için ihrama giren kimselerin, Harem dâhilinde hayvan öldürmesi, ağaçları kesmesi, otları koparması yasaktır. Bu yasak fiillerin İslâm hukukundaki adı cinayettir. Bu cinayetleri işleyen insanlar, mutlaka günahlarının affı için Rablerine yalvarıp yakarmak zorundadırlar. Tevbe, bu günahın affedilmesi için asıl şart iken, bundan başka bir de insanın sadaka vermesi dinî bir hükme bağlanmıştır. “Ey iman sahipleri! İhramda olduğunuz zaman av öldürmeyin. Sizden kim kasten onu öldürürse cezası şudur: Öldürdüğü hayvana denk deve-sığır, davar cinsinden, Kâbe'ye varacak kurbanlık bir hediye ki, içinizden adalet sahibi iki kişi belirleyecektir. Yahut yoksullara yedirme şeklinde bir keffâret, yahut buna denk oruç. Taki yaptığının vebalini tatsın. Allah, geçmişi affetmiştir. Kim bir daha yaparsa, Allah ondan öç alacaktır. Allah çok güçlüdür, öç alıcıdır.” (Maide 5/95) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) Sünnette ekoloji Sünnet; Peygamber Efendimizin fiilî olarak yaptıkları, sözlü olarak anlattıkları ve takrirlerinin hepsidir. "Sünnette ekoloji" derken, Allah Resûlünün, insanın yakın ve uzak çevresiyle, bu çevrenin temiz ve sağlıklı tutulması ve korunmasıyla ilgili fiilen yaptığı ve sözle ifade ettiği şeyler kastedilmektedir. Peygamber Efendimizin kendi devrinde çevreciliği bir ahlâk ve âdet hâline getirdiğini ve bunun için de çevreyle ilgili bizzat faaliyetlerde bulunduğunu görüyoruz. “Allah Mekke’yi haram bölge ilan etmiş ve dokunulmaz kılmıştır. Benden önce kimseye helâl kılınmamış ve benden sonra kimseye de helâl kılınacak değildir. Bundan sonra artık buranın otları biçilmez, ağaçları koparılmaz, av hayvanları ürkütülmez.” (Buhârî, Cenaiz, 77, II, 95.) Peygamberimiz, Medine yakınlarında boş bir araziyi ormanlaştırmış ve: "Kim buradan bir ağaç kesecek olursa, onun karşılığı bir ağaç diksin." diye emretmişlerdir. (el-Belâzurî, Fütûhu'l-Buldân, Beyrut 1958, I,17) Sıtma ve verem hastalıklarının kol gezdiği, belli ölçüde yeşillik olsa da tam dengenin olmadığı Medine'ye hicret eder etmez, "Allah'ım! Hz. İbrahim, Mekke'yi haram bölge ilan etmişti. Ben de Medine'yi haram bölge ilân ediyorum. Otları koparılmaz, ağaçları kesilmez, hayvanları öldürülmez.” (Müslim, Hac 458) buyurmuşlardır. Haram bölgenin bugünkü karşılığı "sit alanı" veya "millî park"tır. Peygamberimizin önerdiği ve uyguladığı mesken tipi, tek katlı ve geniş odalardan oluşan ve odaları geniş bir avlu içinde veya etrafı bahçeli şekildedir. (Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, İstanbul, II,84 vd.) Peygamberimiz “Kim bir ağaç dikerse, Allah Teala o kimseye ağaçtan hâsıl olacak ürün ve fayda miktarınca sevap verir.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned, 5/415.) buyurmaktadır. "Bir Müslüman ağaç diker de bunun meyvesinden insan, evcil veya vahşî hayvan veya kuş yiyecek olsa, yenen şey onun için bir sadaka hükmüne geçer." (Müslim, Müsâkât 7,8-9; Buharî, Edeb 7.) "Her kim boş, kuru ve çorak bir yeri sulamak, ağaçlandırmak ve ekim suretiyle ıslah ve ihyâ edecek olursa, bu amelinden dolayı Allah tarafından mükâfatlandırılır." (el-Münavî, Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Dîn Abdurraûf, Feyzu'l-Kadir, Beyrut 1972, VI,39.) "Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa, mutlaka dikin." (Buhari, el-Edebü'l-Müfred, Kahire,1959, s.168.) buyurmuşlardır. İbn Ömer: "Allah Resûlü, hayvanlara işkence yapanlara lânet etti." (Buhari, Zebâih 25.) demiştir. Peygamber Efendimiz fazla yükten dolayı kalkamayan bir deve görünce: "Allah bu dilsizler (hayvanlar) hakkında hayırlı olmanızı tavsiye etmektedir, onlara güçleri ölçüsünde yük vurun." (el-Askalânî, İbn Hacer, Metâlibü'l-Âliye, Kuveyt 1973, II,156.) buyurmuştur. "Haksız olarak bir serçeyi öldürenden, Allah kıyamet gününde hesap soracaktır." (Dârimî, Sünen, Kahire 1966, II,84.) buyurmuşlardır. Kuşların yuvalarının bozulmamasını, yumurta (Buhari, el-Edebü'l-Müfred, s.139.) ve yavrularının alınmamasını (Ebû Dâvûd Edeb 176.) da emretmiştir. Görüldüğü gibi bu hadisler ve benzerlerinden, Peygamberimizin hayvanlara eziyet edilmemesini, onların temizlik ve bakımlarının yapılmasını, yaratılışlarına uygun işlerde kullanılmalarını, kendilerine fazla yük yüklenmemesini emrettiğini ve av yasağı koyarak insanların eğlence için avlanmalarını yasakladığını açıkça görüyoruz. Bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek için karantina uygulamasını başlatması, (Buhari, Tıb 30.) hasta hayvanların sağlam hayvanların arasına karıştırılmaması gerektiğini bildirmesi, halkın geçeceği yol üzerine veya gölgelenip istifade edeceği yerlere ve durgun sulara abdest bozmayı (tuvalet ihtiyacını görmeyi) kesin olarak yasaklaması, herkese evinin önünü temizlemesini emretmesi, (İbn-i Kayyim, Şemsü’d-din, et-Tıbbu’n-Nebevî, 216, Kahire 1957, s.216.) yollarda insanlara eziyet veren şeyleri kaldırmaya teşvik etmesi, (Müslim, Îman 58.) suların, toprağın, havanın korunmasına ehemmiyet vermesi Peygamber Efendimizin çevre konusuna verdiği önemi anlatır. Ayrıca ısrarla israftan menetmiş, hattâ nehir kenarında abdest alan kimsenin, ibadet için bile olsa suyu israf etmesini yasaklamıştır. (İbn Mâce, Beyrut 1975, II,147; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, I,197.) Temizlik İslâm, temizliğe büyük önem vermiş, onu bir kısım ibâdetlerin vazgeçilmez şartı, öncülü ve anahtarı yapmıştır. İslâm’da temizlik, insanın günahlardan, haramlardan uzak durması ve yaşadığı yeri, bedenini, elbisesini temiz tutması anlamına gelir. Peygamberimiz şöyle buyurur: "Namazın anahtarı tahâret, başlangıcı tekbir, tamamlayıcısı da selamdır." (İbn.Mace Taharet 3) Temizlik bâzı ibâdetlerin ön şartıdır: ”Bugün, hayatın bütün temiz şeyleri size helâl kılınmıştır. Ve daha önce kendilerine vahiy verilenlerin yiyecekleri de size helâldir, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir...” (Maide 5/5) (Çeviri: Muhammed Esed) "Hatırlayın nasıl olmuştu hani, katından bir güvence olarak, sizi bir iç huzurunun kuşatmasını sağlamış ve gökten üzerinize su indirmişti ki onunla sizi arındırsın, şeytanın kirli vesveselerinden kurtarsın; kalplerinizi güçlendirip adımlarınızı sağlamlaştırsın." (Enfâl 8/11) (Çeviri: Muhammed Esed) "Eğer müminlere güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz için misvak (ağız temizliği için kullanılan malzeme) kullanmayı emrederdim." (Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42); "Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir." (Tirmizî, Et'ime, 29) Elbise temizliği “Temizle giysilerini.“ (Müddesir 74/4) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) “Ey ademoğulları! Tüm mescitlerde süslü, güzel giysilerinizi kuşanın. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez. “ (Araf 7/31) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi müminlerin daima temiz ve bakımlı olmaları ve her konuda olduğu gibi en iyisini aramaları Allah’ın beğendiği bir tavırdır. Yaşanan yerlerin temiz tutulması Kendilerini ve giyimlerini temiz tutan Müslümanlar, aynı şekilde yaşadıkları ortamların düzenine de son derece titizlik göstermelidirler. Kur’an'da bu konuda verilen örneklerden birisi Hz. İbrahim ile ilgilidir. Allah Hz. İbrahim'e Kâbe’yi, orada ibadet edecek olan müminler için temiz tutmasını emretmiştir: "Çünkü, İbrahim'e bu İbadet Evi'nin kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman ona demiştik ki: "Bana kimseyi ortak koşma. Ve Benim Mabedimi, onu tavaf edecek olanlar için, onun önünde Rablerini tazim ve tefekkür ederek dikilip duranlar için, saygıyla eğilenler ve yere kapananlar için temiz tut."(Hac 22/26) (Çeviri: Muhammed Esed) Ayetin ifadesinden de anlaşıldığı gibi, Allah bu temizliğin öncelikle o mekânı kullanacak ve orada Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla ibadet edecek olan kimseler için yapılmasını bildirmiştir. Bu nedenle Hz. İbrahim'den sonra gelen tüm müminler de aynı onun uyguladığı gibi, yaşadıkları mekânları temiz, estetik ve göze en hoş gelecek şekilde muhafaza etmek zorundadırlar. Yiyeceklerin Temiz Olması Müminlerin, İslâm ahlâkının bir gereği olarak titizlik gösterdikleri bir başka konu da yiyeceklerin temiz olanlarını seçmeleridir. Bu, Allah'ın Kur’an'da müminler için bildirmiş olduğu bir emridir. Bu konuya dikkat çeken pek çok ayetten birkaçı şöyledir: "Size rızık olarak verdiklerimizin en temizlerinden yiyin, dedik... "(Bakara 2/57) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) "Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır." (Bakara 2/168) (Çeviri: Diyanet Vakfı) Mekân temizliği Müslümanların bulundukları evleri ve işyerlerini temiz tutmaları emredilmiştir. Peygamberimiz şöyle buyururlar: ”Allah güzeldir, güzeli sever. Temizdir, temizi sever. İkram edicidir, ikram edilmesini sever. Cömerttir, cömertliği sever. Evlerinizi, işyerlerinizi ve çevrenizi temiz tutunuz.” (Et-Tıbbün Nebavi s.216) Dinî ölçüler halk sağlığını tehdit eden lâğımları açıkta bırakmanın haramlığını da açıklamaktadır. İnsanın kullandığı her türlü eşyası, evi, sokağı, bahçesi, işyeri, camisi, okulu, hastanesi, umuma ait yerleri tertemiz olmalıdır. Temiz tutmayanlar ikaz edilmelidir. Bilhassa hava, deniz ve toprak kirletilmemeli, kirletene de mâni olunmalıdır. Kur’an’da “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (Bakara 2/195) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) ikazı çevreyi yaşanmaz hale sokanlar kadar buna mâni olmayanlar için de geçerlidir. Dünyamızı kendi bencillikleri sebebiyle kirleterek yaşanmaz hale sokanlar, ilahi adalet günü hesap vereceklerdir. SONUÇ 1. Kur’an her şeyin bir ölçü içerisinde yaratıldığını söyler ve bu ölçünün insanlar tarafından bozulmaması gerektiğini sık sık vurgular. 2. Kur’an israfı ve fesadı yasaklar, doğal kaynakların sorumsuzca tüketilmesi ve tahrip edilmesini israf ve fesat olarak değerlendirir. 3. Doğanın kirletilmemesini, canlıların öldürülmemesini, ekolojik dengenin bozulmamasını tembih eder. 4. Kişisel temizlikten işyeri, sokak ve çevre temizliğine varıncaya kadar her yerin ve her şeyin temiz tutulmasını emreder. 5. Kur’an her türlü temizliği ve canlılara zarar vermemeyi ibadet olarak görmüş ve bazı ibadetlere de ön şart olarak koymuştur. 6. Kur’an; güzel ahlâk kitabıdır, bireysel ve toplumsal ahlâkı geliştirmeyi hedefler. İslâm, iyi insan yetiştirme projesidir. Çevre ahlâkı da Kur’an’ın güzel ahlâk sahibi, iyi insan projesinin içinde yer alır. 7. Peygamberimiz Kur’an’ın bu buyruklarını bizzat uygulayarak sahabesine örnek olmuştur. Kaynakça 1. Bk. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224. Vurgu ve ilaveler bize aittir. B k. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224. 2. Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3833. 3. Tantavi, Cevheri, el-Cevfihir, Mısır 1931, XV, 77; Meniği, Tefsiru'l-Merfiği, XXI, 55. 4. Buhârî, Cenaiz, 77, II, 95. 5. el-Belâzurî, Fütûhu'l-Buldân, Beyrut 1958, I,17 6. Müslim, Hac 458 7. Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, İstanbul, II,84 vd. 8. Ahmet b. Hanbel, Müsned, 5/415. 9. Müslim, Müsâkât 7,8-9; Buharî, Edeb 7. 10. el-Münavî, Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Dîn Abdurraûf, Feyzu'l-Kadir, Beyrut 1972, VI,39. 11. Buhari, el-Edebü'l-Müfred, Kahire,1959, s.168. 12. Buhari, Zebâih 25. 13. el-Askalânî, İbn Hacer, Metâlibü'l-Âliye, Kuveyt 1973, II,156. 14. Dârimî, Sünen, Kahire 1966, II,84. 15. Buhari, el-Edebü'l-Müfred, s.139. 16. Ebû Dâvûd Edeb 176. 17. Buhari, Tıb 30. 18. İbn-i Kayyim, Şemsü'd-din, et-Tıbbu'n-Nebevî, 216, Kahire 1957, s.216. 19. Müslim, Îman 58. 20. İbn Mâce, Beyrut 1975, II,147; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, I,197. 21. İbn.Mace Taharet 3 22. Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42 23. Tirmizî, Et'ime, 29 24. Et-Tıbbün Nebavi s.216

7 Aralık 2023 Perşembe

İSLAM DÜŞMANLIĞI ZEHİRDİR

İslam düşmanlığı zehirdir Ahmet KÜLAHÇI Mocca dergisi 7 Ekim 2023 ten beri Gazze’de devam eden saldırılara sessiz kalamazdı. Ölen ve öldürülen savunmasız insanların cığlıklarına duyarsız kalamazdı. Kalmadı da. Mocca dergisi, 41. sayısında yayınlanmak üzere Hürriyet Gazetesi Avrupa Koordinatörü Duayen Gazeteci Ahmet Külahçı ile bir röportaj yaptı. Röportaj aynen şöyledir. Rüştü KAM: Ahmet Bey, Gazze'de neler oluyor. Bu saldırıların Almanya’ya yansıması nasıl olacaktır? Ahmet KÜLAHÇI: Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’de giriştiği saldırlarla birlikte Almanya’da gözler ülkede yaşayan Müslümanlara çevrildi. Başkent Berlin’de Arap kökenlilerin yoğun olarak yaşadığı Neukölln kesiminde 60-70 kişinin Hamas'ın saldırılarını “kutlaması”, birkaç kişinin sokaklarda “tatlı dağıtması” ve daha sonraki günlerde İsrail’in Gazze’ye bomba yağdırmasını protesto etmek için düzenlenen gösterilere katılanların sayısının artması üzerine, Almanya’da neredeyse tüm Müslümanlara “Hamas sempatizanı”, “Hamas yanlısı” gözüyle bakılmaya başlandı. 84 milyon nüfuslu Almanya’da 2.5 milyondan fazlası Türkiye kökenli olmak üzere 5.6 milyona yakın Müslüman neredeyse “Yahudi düşmanı” ilan edildi. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier, Arap kökenlilere Hamas’la aralarına mesafe koymaları çağrısında bulunurken, tüm Müslümanlara “şüpheli” gözüyle bakılmaması gerektiğini de özellikle vurguladı. Cumhurbaşkanı Steinmeier de, Şansölye Olaf Scholz da, Hamas saldırılarının Almanya sokaklarında “kutlanmasını” kınarken, “Almanya’da Yahudi düşmanlığına yer yok” görüşünü yinelediler. Rüştü KAM: Sayın Külahçı, İçişleri Bakanı Nancy; “Biz insanlara saldıranların, insanların özgürlüklerini gaspedenlerin düşünce ve ifade özgürlüğü kalkanının ardına sığınmalarına kesinlikle izin vermeyiz, vermeyeceğiz de” dedi. Bu çıkışı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Ahmet KÜLAHÇI: Almanya SPD’li Federal İçişleri ve Yurt Bakanı Nancy Faeser, Hamas’ın 7 Ekim’de giriştiği saldırıları “Soykırımdan bu yana Yahudilere girişilen en büyük katliam” olarak niteledi. Hamas’ın saldırılarının Almanya’nın bazı kentlerinde kutlanmasını şiddetle kınarken, Yahudi düşmanlığına karşı kararlı bir biçimde mücadele vermeyi sürdüreceklerini söyledi. Son dönemlerde Almanya'da Yahudi kökenli insanların çocuklarını yuvalara ve okullara göndermekten korktuklarını belirtirken; “Biz devlet olarak, hükümet olarak böyle bir şeye izin veremeyiz, vermeyiz de. Biz bu ülkede yaşayan herkesin, Yahudi kökenli insanlarımızın da güvenliğinden sorumluyuz. Biz insanlara saldıranların, insanların özgürlüklerini gaspedenlerin düşünce ve ifade özgürlüğü kalkanının ardına sığınmalarına kesinlikle izin vermeyiz, vermeyeceğiz de” dedi. Almanya’nın çeşitli kesimlerinde düzenlenen gösterilerde geçerli yasalara aykırı davranışta bulunanların ve suç işleyenlerin hak ettikleri cezalara çarptırılmaları gerektiğini de söyledi. Aynı zamanda, Yahudi düşmanı Hamas ile Samidoun’un faaliyetlerini Almanya’da yasakladıklarını hatırlatırken, “Yahudileri korumak Almanya’da hepimizin görevidir. Toplumun görevidir bu. Biz kin ve nefret kusanlardan daha güçlüyüz. Sesimiz onlarınkinden daha yüksek” açıklamasında da bulundu. Rüştü KAM: Alman politikacılarından, Almanya'da yaşayan Müslümanlara ortak bir çağrı geldi. Hamas’la aranıza mesafe koyun çağrısı. Bu çağrıyı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ahmet KÜLAHÇI: Evet. Hamas’ın saldırılarının ardından Almanya’da her kesimden politikacılar, ülkede yaşayan Müslümanlara, İslam dernek ve cemiyetleri ile çatı kuruluşları temsilcilerine Hamas’la aralarına mesafe koyma, terörü kınama çağrısında bulundular. Almanya’daki Müslümanlar yıllardır bu ülkede barış içinde yaşamaktadırlar. Toplumun her kesiminde olduğu gibi onlar arasından da zaman zaman, “kara koyunlar” çıksa da, bu insanlar özgürlükçü demokratik hukuk devletinin ilkelerine saygılı bir biçimde yaşamaktadırlar. Üstalik bu ülkedeki Müslümanlar, Hamas’ın da, İsrail’in de giriştikleri terörü de, çoluk çocuk, kadın, sivil demeden suçsuz günahsız insanları öldürmelerini de kınamaktadırlar. Rüştü KAM: Antisemitist olanlara vatandaşlık verilmesin çağrısı var. Hatta çifta vatandaş olanlardan vatandaşlığı geri alınsın deniyor. Ahmet KÜLAHÇI: Almanya'da Yahudi düşmanlığı tartışmalarına paralel olarak Yahudi düşmanlarına ve Yahudi düşmanı eğilimli yabancılara Alman vatandaşlığı verilmemesi de gündeme yerleşti. Koalisyon hükümetini oluşturan Sosyal Demokrat Parti (SPD) de, Yeşiller de, Hür Demokrat Parti (FDP) de, ana muhalefet Hristiyan Demokrat/Hristiyan Sosyal Birlik Partileri de (CDU/CSU), sağ popülist Almanya için Alternatif (AfD) de, Sol Parti de bu yöndeki önerilere tam destek verdi. SPD Eş Başkanları Lars Klingbeil ile Saskia Esken de, CDU lideri Friedrich Merz de, CSU Federal Meclis Grup Başkanı Alexander Dobrindt de, FDP’li Federal Meclis Başkan Yardımcısı Wolfgang Kubicki de, Yeşiller Genel Sekreteri Bijan Djir-Sarai de, Yahudi düşmanlarına Alman vatandaşlığı verilmemesini ve bu yönde suç işleyenlerin sınır dışı edilmelerini istediler. Baştan beri Yahudi düşmanı bir tutum sergileyen sağ popülist AfD’liler bile. Hatta çifte vatandaş statüsündeki göçmen kökenlilerin Alman pasaportlarına el konulmasını isteyen Alman politikacılar bile oldu. FDP’li Federal Adalet Bakanı Marco Buschmann, “Biz şu sıralar Almanya’da İkamet İzni ve Alman Vatandaşlık Yasası’nda reform yapıyoruz. Sınır dışı etmeyi kolaylaştırıyoruz. Yahudi düşmanlarına Alman vatandaşlığı verilmemesi için gereken önlemleri alıyoruz” açıklamasında bulundu. Bekleyip göreceğiz. Rüştü KAM: Demokrasinin beşiği bildiğimiz Almanya'da, yabancılara gösteri yasağı da getirildi. Bu yasaklama ne kadar hukukidir? Ahmet KÜLAHÇI: İşte bu mantığı anlamak mümkün değildir. Hele hele yıllarca Federal Adalet Bakanı olarak görev yapmış birinin böyle bir yaklaşım sergilemesini kabullenmek kesinlikle mümkün değildir. Nitekim, Yeşiller’li KRV Adalet Bakanı Benjamin Limbach ise Leutheusser-Schnarrenberger’in bu yöndeki önerisine karşı çıktı. Limbach, Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Yasası’na göre vatandaşlıklarına bakılmaksızın isteyen herkesin barışçıl gösteri yapma, toplanma ve bir araya gelme hakkına sahip olduğunu vurguladı. FDP’li Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Anti Semitizm Sorumlusu Sabine Leutheusser-Schnarrenberger, yabancılar için toplanma özgürlüğünün kısıtlanmasını bile gündeme getirdi. Almanya'nın eski Başbakanları Helmut Kohl ve Angela Merkel kabinesinde Federal Adalet Bakanı olarak görev yapan Leutheusser-Schnarrenberger; “Herhangi bir gösteri düzenlenmek istendiğinde başvuru yapanların vatandaşlıklarına da bakılmalı. Çünkü gösteri düzenleme, bir araya gelerek toplanmak sadece Almanlara özgü temel bir haktır” dedi. Alman Anayasası’nın 8. maddesinde “Bütün Almanlar bildirimde bulunmadan, ya da izin almadan barışçıl ve silahsız olarak toplanma hakkına sahiptir” denildiğine işaret eden Leutheusser-Schnarrenberger, yabancılar için gösteri özgürlüğünde bu maddenin gözardı edilmemesi gerektiğini söyledi. Eski Adalet Bakanı, bu söylemiyle dolaylı da olsa yabancıların gösteri düzenleme özgürlüklerinin kısıtlanmasını önerdi. Resmi verilere göre 7 Ekim’den bu yana Almanya'nın çeşitli kesimlerinde 536 “Filistin’le dayanışma” ve 587 “İsrail’le dayanışma” gösterisi düzenlendi. Almanya genelinde “İsrail karşıtı tutum sergileneceği, halklar arasında kin ve nefretin körükleneceği şüphesiyle” 103 “Filistinle dayanışma” gösterisine izin verilmedi. Bu gösteriler sırasında polise direnç gösterme, halkı kışkırtma, kin ve nefret yayma gibi 3 bin 346 suç işlendiği belirlendi. Gösteriler sırasında “Nehirden denize kadar, Filistin özgür olacak!” (From the river to the sea, Palestine will be free!), “Yahudilere ölüm” gibi sloganlar atılması ve pankartlar taşınması yasaklandı. Yasağa riayet etmeyen birçok gösterici hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Rüştü KAM: Medyanın tutumunu nasıl değerlendirmek gerekiyor? Ahmet KÜLAHÇI: Evet, Almanya Naziler tarafından girişilen ve 6 milyondan fazla Yahudi kökenli insanının yaşamını yitirdiği soykırım (Holokost) nedeniyle İsrail’e “borçludur”. Alman politikacıların İsrail'in saldırılarını açık bir şekilde eleştirmelerini, daha doğrusu “eleştirememelerini” bir yerde anlayışla karşılamak gerekir. Ancak “tarafsız, bağımsız, özgür basının” yaklaşımını da, tutumunu da anlamak mümkün değildir. Alman medyası da tıpkı Alman politikacılar gibi 7 Ekim’den bu yana yaşananlarla ilgili olarak “tek yanlı” bir tutum sergilediler. Yalnız ARD ve ZDF gibi devlet televizyonları değil, özel televizyon kanalları, radyolar, gazeteler ve dergiler, Hamas’ın saldırılarda aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu bin 200’e yakın kişiyi öldürdüğüne, 230’un üzerinde kişiyi rehin aldığına yer verirken, İsrail’in giriştiği operasyonlarda 4 bin 500’den fazlası çocuk olmak üzere 12 binin üzerinde Filistinli’nin öldürülmesini adeta görmezden, duymazdan geldiler. Başka ülkeler söz konusu olduğunda haklı olarak her türlü eleştirel yorumda bulunan Alman medyası, Alman politikacıların, yıllardır burada yaşayan ve çoktan “buralı” olan göçmen kökenlilere yaklaşımlarıyla ilgili olarak, Alman Anayasasının demokrasi, hukuk devleti, özgürlük, eşitlik gibi temel ilkelerini ayaklar altına almalarına sessiz kaldı. Rüştü KAM: INSA(Institut für neue Soziale Antworten) tarafından yapılan son kamuoyu yoklamasına göre Almanya'da İslam düşmanlığının arttığı söyleniyor. Ahmet KÜLAHÇI: Evet, Hamas’ın saldırılarının ardından Almanya’da İslam düşmanlığı artış gösterdi. INSA tarafından yapılan son kamuoyu yoklamasında, Almanların yüzde 71’inin İslam ülkelerinden gelenlerin Almanya için büyük bir güvenlik riski oluşturdukları görüşünü paylaştığı saptandı. Ankete katılanların yüzde 20’si bu görüşe karşı çıkarken, yüzde 9’u görüş belirtmedi. Almanya’da köklü partilere destek verenlerin çok büyük bir bölümü, Müslümanların tehdit ve tehlike olduğu görüşünü paylaşırken, yalnız Yeşiller’lilerin yarıdan fazlasının böyle düşünmediği de kaydedildi. INSA’nın kamuoyu yoklamasında Almanların yüzde 58’inin Almanya’da yaşayan Müslümanlar arasında İsrail’e karşı terörü destekleyenlerin bulunduğu görüşünü paylaştığı, yüzde 18’inin ise buna karşı çıktığı da saptandı. Öte yandan Almanların yüzde 63’ünün Hamas’ın giriştiği saldırıları kutlayanların cezalandırılmasından yana olduğu, yüzde 17’sinin buna karşı çıktığı ve yüzde 20’sinin de görüş belirtmediği de belirlendi. Bu veriler Almanya’da İslam düşmanlığının arttığını göstermektedir. Nitekim Federal İçişleri ve Yurt Bakanı Nancy Faeser da “Almanya’da İslam düşmanlığı var” demektedir. 19 Şubat 2020’de Almanya'nın Hanau kentinde ırkçı bir Alman’nın aralarında Türkiye kökenlilerin de bulunduğu göçmen kökenli 9 kişiyi öldürmesini şiddetle kınayan dönemin Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Irkçılık zehirdir” açıklamasında bulunmuştu. Evet, “Irkçılık zehirdir. Ama Müslüman ve İslam düşmanlığı da zehirdir”. Bu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Rüştü KAM: Tabii Almanya'da Müslüman deyince ilk akla gelen Türkiye kökenliler ile Arap kökenliler oluyor. Son gelişmeler üzerine Türkiye ve Arap kökenlilerin, Almanya’ya uyum sağlamak istemedikleri yönündeki iddialar yine gündeme geldi. Ahmet KÜLAHÇI: Bu tamamen “uyduruk” bir yaklaşımdır. Nitekim Almanya’nın eski Başbakanları Helmut Kohl ve Angela Merkel’in genel başkanlıklarını da yaptıkları CDU güdümlü Konrad Adenauer Vakfı adına 2000'li yılların başlarında yapılan bir araştırma da, zaten bunun böyle olduğunu yıllar önce ortaya koydu. Bu araştırmada, Almanya'da yaşayan Türklerin yüzde 45’inin, Türkiye kökenli Alman vatandaşlarının da yüzde 55’inin Almanya’yı “vatanları’’ olarak gördükleri yer aldı. Hatta Irak ve Libya gibi bir İslam ülkesinin saldırması halinde, Türklerin yüzde 45’inin, Türkiye kökenli Alman vatandaşlarının da yüzde 50’sinin Almanya’yı savunmaya hazır oldukları da. Alman toplumsal düzeni savunmaya hazır Doğu Almanların oranının yüzde 42’de, Batı Almanların oranının yüzde 72’de kaldığını da. Aynı araştırmaya göre, Almanya'da yaşayan Türkler ve Türkiye kökenli Alman vatandaşlarının yüzde 90’ı “Adil bir toplumda yaşıyoruz” derken, bu oran “saf kan” Almanlarda yüzde 50’yi zar zor buluyor. Demokrasiye bakışta da öyle. Almanya’da yaşayan Türklerin yüzde 76’sı, Türkiye kökenli Alman vatandaşlarının da yüzde 84'ü demokrasiye tam destek verirken ve “Demokrasiden memnunuz” derken, bu oran Almanlarda yüzde 72’de kalıyor. Türklerin yüzde 88’i, Türkiye kökenli Alman vatandaşlarının yüzde 87’si “Demokrasi en iyi toplumsal ve politik sistemdir” derken, bu oran Almanlarda yüzde 80'i bile bulmuyor. Rüştü KAM: Sayın Külahçı, Son olarak neler söyleyeceksiniz? Ahmet KÜLAHÇI: Yukarıdaki veriler, Türklerin ve Türkiye kökenlilerin severek, isteyerek, huzurlu bir biçimde, barış içinde Almanya’da yaşadıklarını ve yaşamaya da devam edeceklerini gösteriyor. Her ne kadar bu insanların yüzde 65’i ayrımcılık yaşadıklarını söyleseler de, “Bu Türkler uyum sağlamaz”, “Bu Türkler uyum sağlamak istemiyor” diyenlere söylenecek tek şey var. Daha nasıl sağlanacak bu uyum?

14 Kasım 2023 Salı

BERLİN’DE CUMHURİYET BAYRAMI KUTLAMALARI DEVAM EDİYOR

Berlin’de Cumhuriyet Bayramı kutlandı. Hem de birkaç yerde kutlandı. Ben, büyükelçiliğin organize ettiği kutlamaya da katıldım. Kutlanan Cumhuriyet Bayramıydı. Salonda yerini alan sayı 2.000 civarındaydı. Berlin Filarmoni Orkestra Salonu’nda Kültür Bakanlığının gönderdiği Senfoni orkestrası bir konser verdi. Dinledik. T.C.Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen burada bir konuşma yaptı. Konuşmasında, yıkılan bir cihan imparatorluğunun küllerinden, çağdaş ilkelere dayanan modern bir ulus devlet doğduğunu söyledi. Devamla Şen, "Bugün girdiğimiz ikinci yüzyılımız, her alanda küresel düzlemde en ileri seviyeye getirecek bir yol haritasını içermektedir. Bu vizyon, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte yeni nesillere bırakacağımız en büyük mirasımız olacaktır" dedi. Anlamlı bir konuşmaydı. O kutlamayla ilgili olarak daha önce yazmıştım. Bir de Ergün Bey’in organize ettiği kutlama vardı. Ona da katıldım. Ergün Bey güzel bir organize yapmış. Açılışta kısa bir konuşma yaptı. Savaş karşıtlığını da konuşmasının bir yerine iliştiriverdi. Konserde Türk sanat Musikisinden örnekler seçilmiş. Ne güzel. Birbirinden güzel eserler. Performanslar üzerinde kritik yapmanın anlamı yoktur. Sonuçta bu insanlar şartlarını zorlayarak gönüllülük esasına dayalı bir eğitim almışlar. Bu insanlar merak etmişler ve boş zamanlarını Eski Dostlar Musiki Derneği’nde değerlendirmişler. Ne de güzel yapmışlar. Alkışlanacak bir durum. Mutlaka o kişiler evlerinde de musiki ile meşgul oluyorlardır. Kültürümüze sahip çıkmak böyle birşeydir. Fedakarlık isteyen bir şeydir. Sahnede disiplinlerini hiç bozmadılar. Şımarmadılar da. Halka ve sanata saygılıydırlar. Hangi alanda olursa olsun fedakarlık yapamıyorsanız geleceğinizi inşa edemezsiniz. Bedel ödemezseniz; kimlikli bir nesil yetiştiremezsiniz. Kimlikli nesil, bizim olana, bizden olana sahip çıkan nesildir; musikimize sahip çıkan nesildir, dini değerlere örf ve adetlere sahip çıkan nesildir. Camii’ne, minaresine, mezar taşlarına, ebru sanatına, Dede Efendi’ye, Itri’ye, Hafız Burhan’a ...sahip çıkan nesildir. Karadeniz’in horonuna, Ege’nin zeybeğine sahip çıkan nesildir. Reddeden veya küçümseyen değil... Cumhuriyet kutlanacaksa ki; kutlanacak. O zaman o kavramın içi, yani CUMHUR kavramının içi, cumhurun değerleriyle doldurulmalıdır, cumhur’a rağmen doldurulmamalıdır. Ergün Bey, sen bugün sahneye çıktın ve oradan halkımıza bir mesaj verdin. O mesaj umarım muhatapları tarafından alınmıştır. Ben seni ve korodaki bütün arkadaşlarını teker teker kutluyorum. Tabiki sazendeler de dahil. Güzel bir iş yapıyorsunuz, yapmaya da devam ediniz. Berlin’de bir kültür merkezimiz yok. Bu açığı Sivil toplum Kuruluşları(STK’ler) olarak sizler dolduruyorsunuz. Belki ilerde sizlerin mirasçıları o kültür merkezini kuracaklardır. Ancak bir konunun altını çizmem gerekiyor müsadenizle. Sunucu olan beyefendi dersine iyi çalışmamış. Sık Sık takıldı. Belki heyecandandır. Konuşmasının bir yerinde de şöyle bir cümle kurdu: “Diktatörlüğün olduğu bir dönemde Atatürk demokrasiyi seçti.” Bu cümle kurulmasa daha iyi olurdu. Bizim tarihimizde diktatör yoktur, diktatörlük de yoktur. Diktatörlük zulme dayanır, diktatörler zalim yöneticilerdir, halkını köleleştirenlerdir, engizisyonlarda insanların derilerini yüzenlerdir, soykırım uygulayanlardır, çoluk- çocuk demeden, kadın- kız demeden, yaşlı-genç demeden herkesi öldürmekten zevk alanlardır. Türk tarihinde diktatör yoktur. Kastedilen Selçuklu ve Osmanlı dönemi ise orada hiç yoktur. Bu konularda daha hassas davranırsanız 4 milyon nüfusun içinde yaşayan 300 bin Türkün arasındaki kardeşlik bağlarını zedelememiş olursunuz. O zaman arzu ettiğimiz, hepimizin arzu ettiği birlik ve beraberliği çok daha kısa sürede yakalarız. Her oturduğumuz mekânda birlik ve beraberlikten bahsederiz. Dağınıklığımızdan şikayet ederiz. Birbirimizin kutsallarına dokunursak o birliği yakalayamayız. Bizden olmayan insanların algılarıyla hareket edersek, muğlak bilgileri gerçek bilgi sayarak hareket edersek birlik ve beraberliği yakalayamayız. Siz de bilirsiniz ki; geçmişini küçük gören ve geçmişini yok sayan bizden başka bir millet daha yoktur. Bizler birbirimizi kusurlarıyla sevmek zorundayız. Hele bir de gurbetteysek bu konulara iki kere dikkat etmemiz gerekir... Günün mânâ ehemmiyeti konusunda ise Başkonsolos İlker Okan Şanlı açıklamalarda bulundu: “Cumhuriyet, Türk milletinin Büyük Atatürk önderliğinde verdiği mücadelenin, onurlu duruşunun, vatan sevgisinin, egemenlik ve bağımsızlık iradesinin ortaya çıkardığı bir eserdir. Bu eser, “çağdaş medeniyetler seviyesinin üstüne çıkma” vizyonuyla geleceğe özgüvenle, heyecan ve şevkle bakan bir neslin bugünkü nesillere yadigarıdır. Atalarımızın yadigarının kıymetini bilmeliyiz. 100. yılda, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava arkadaşlarını, ülkemizin bağımsızlığı, birlik ve bütünlüğü uğrunda canlarını feda eden tüm aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi, 100 yıllık süre içerisinde Türkiye Cumhuriyeti'nin yücelmesine katkı sağlamış herkesi derin minnetle anıyoruz. Anavatanımızdan binlerce kilometreler uzakta olsak da, burada bizlere düşen Cumhuriyetimizin kuruluş sürecinde yazılan destanı çocuklarımıza, genç nesillerimize layığınca anlatabilmektir. Heyecanımızı paylaşabilmektir. Zira, bu anlayış yeni nesillerde pekiştiği ölçüde gençlerimiz de “muhtaç oldukları kudretin” aslında bizzat kendilerinde olduğunun daha da bilincinde olacak, kendi geleceklerine daha da özgüvenle bakabileceklerdir. Bizdeki içi boş bir özgüven değildir, şovenizm hiç değildir. Bu çerçevede, Almanya Türk toplumunun kültürel kimliğini ve milli benliğini kaybetmeden, birlik ve beraberlik içinde hem Almanya’ya, hem Türkiye’ye hem de Türk-Alman dostluğuna katkılarda bulunmaya devam edeceğinden hiç şüphemiz bulunmamaktadır. Sözlerime burada son verirken, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ü ve silah arkadaşlarını bir kez daha rahmetle anıyor, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.”

31 Ekim 2023 Salı

BERLİN'DE CUMHURİYET'İN YÜZÜNCÜ YILINI KUTLADIK

Rüştü Kam Cumhuriyetin yüzüncü yılını Berlin Philharmonie konser salonunda kutladık. Büyükelçiliğin bütün çalışanları oradaydı. Herkes kendi muhataplarını karşılıyor ve onlara belirli süre eşlik ettiler. Devlet millet kaynaşması… Uzunca bir kuyruk oluştu. Bu kuyruk Büyükelçinin şahsında Cumhuriyet’in yüzüncü yılını kutlama kuyruğu. Büyükelçi Ahmet Başar Şen ve birinci derecede çalışma arkadaşları tebrikleri kabul ettiler. Onlarla fotoğraflar çekildiler. Cumhurun Almanya’daki temsilcileri ve yabancı misyon şefleri oradaydı. Herkes iki dirhem bir çekirdek. Kırmızı beyaz elbiseler giyilmiş, kravatlar takılmış. Kravatklarında ve yakalarında Türk bayraklarıyla salonu renklendirenler de var… Cumhuriyet resepsiyonunda başörtülü kadınlar da var, başörtüsüz kadınlar da. Birbirleriyle sohbet ediyorlar. Büyükelçinin ve askeri ataşenin elini bile sıktılar. Gördüğüm kadarıyla Laiklik elden gitmedi. Cumhuriyet de. “Vusülsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” demişler, doğru demişler. Herşey usulüne uygun olarak yapılırsa kaynaşmak kaçınılmaz oluyormuş. Bunu gördük cumhuriyetin yüzüncü yıl kutlamasında Berlin Philharmonie konser salonunda. Velhasıl davetli portresinden anlaşılan odur ki; Türk Milleti Cumhuriyet’in anlam ve mahiyetini içine sindirmiş. İkramlar ayakta hızlı yemek (fast-food) anlayışına göre hazırlanmış. Amaç karın doyurmak değil. Bir süre mideyi susturmak. Hazır yiyecekler Türk milletinin damak tadına uygun: Yaprak sarması, humus, çemen, havuç salatası, baklava, sütlaç... Türk mutfağının en güzel örnekleri bunlar. Bir anlamda Türk mutfağı da tanıtıldı bu resepsiyonda. Elçi’nin görevlerinden biri de Türk ürünlerini bulunduğu ülkede tanıtmak değil midir? Üzülerek söyleyeceğim Çaykur çayı yine menüde yerini alamamış. İnşallah ikinci yüzyılda o da olur diyelim. İçecek olarak meyve suları ve su servisi yapılıyor. Şerbet de olsaydı iyi olurdu. Mesela Reyhan şerbeti. Belki hazırunun ilgi odağı olacak bir içecek olabilirdi şerbet. Alkol yoktu. Parfüm kokusunu bile bastıran alkol kokusundan bahsediyorum. Yani 20 yıl öncesinden. Tarih olan o alkol kokusundan. Dolayısıyla misafirler arasında sarhoş olan da yoktu. Normal şartlar altında sohbet yapma imkanımız oldu; cumhurdan bahsettik, cumhuriyetten bahsettik. Geçen yüzyıldaki kutlamalardan bahsettik. Evvelkileri, 20 yıl sonra bugün yapılanlarla kıyas ettik. Nereden nereye dedik. Yüce Mevlâm nelere kadir diye de O’na şükranlarımızı sunduk. Gelecek yüzyılda daha neler yapılmalı onları dile getirdik. Türkler, gelecek yüzyıla damgalarını vurabilecekler miydi? Bunları konuştuk. Ümitliydik. Karamsarlık yoktu. 20 yıl gibi kısa bir sürede bu kadar iş yapıldığına göre, gelecek yüzyılda neler yapılmazdı. Yeterki devlet iradesi “yerli olandan, milli olandan” yana tavır koysun. MERHABA dergisinde yayınlanan, “İslâm'da Ruhbanlık Yoktur ki, Laiklik Olsun“ başlığını taşıyan yazım üzerine sorular geldi. Bazı arkadaşlar tarafsız bir yaklaşımla konuyu işlediğim için beni tebrik ederken bazı arkadaşlar cumhuru ve laikliği yanlış anladığımdan bahisle beni eleştirdiler. Dozunda eleştiri her zaman faydalıdır. Teşekkür ettim onlara. Anons yapıldı ve konser salonuna geçildi. Akustik bir salon. Önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın mesajı okundu. Sonrasında da Ahmet Başar Şen kürsüyü teşrif etti. Mesaj yüklü bir konuşma yaptı. Bihassa savunma sanayiindeki gelişmelerin Cumhuriyeti’n yüzakı olduğundan bahisle şunları söyledi: “Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler; Bugün, Cumhuriyetin bir asrını tamamlarken Türkiye Yüzyılı’nın ilk gününü idrak etmenin coşkusu içindeyiz. Heyecanımızı ve mutluluğumuzu paylaştığınız için hepinize teşekkür ediyor; hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Hoş geldiniz! Konuşmama başlarken, ilk önce Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ve dava arkadaşlarını saygı ve minnetle anıyorum. Türk milleti, bundan yüzyıl önce, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, “bağımsızlık ancak milletin azim ve kararlılığıyla mümkündür” ve “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şiarlarıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Böylece, yıkılan bir cihan imparatorluğunun küllerinden, çağdaş ilkelere dayanan modern bir ulus devlet doğmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, tarihin sayfalarına gömülmek istenen bir milletin sergilediği gururlu direnişin sembolü, büyük bedeller ödeyerek kazandığı milli varoluş davasının adıdır. Atatürk ve arkadaşlarının ortaya koyduğu Cumhuriyet ruhu, bağımsızlığı sadece siyasi ve askerî alanlarla sınırlamamış, aynı zamanda ekonomi, eğitim, adalet gibi alanları da tam bağımsızlığımızın ayrılmaz birer parçası olarak görmüştür. Türkiye Cumhuriyeti, işte bu yüzden sadece bir yönetim şekli değil, aynı zamanda kapsamlı bir çağdaşlaşma hamlesidir. Bu hamle sayesinde Türkiye her alanda atılım yapmış, bugünkü dinamizm, kapasite ve potansiyele erişmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, tarımdan sanayiye, sağlıktan ulaşıma, havacılıktan enerjiye, savunma sanayiinden diplomasiye uzanan her alanda, çağdaşlaşma ülküsüdür. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün “Dünya yüzünde gördüğümüz her şeyin kadının eseri olduğunu” vurgulayan, “Bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!” şeklindeki veciz sözlerinin içerdiği, Türk kadınlarının, toplumda eşit haklara sahip, gelişimin ve kalkınmanın öncülüğünü yapan, özgüvenli bireyler olarak yükselmelerinin önünü açan ufkun taşıyıcısıdır. Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda, eski Osmanlı topraklarından göçe zorlanan Müslüman-Türk toplumunun bugünkü anavatanlarında hürriyetine ve hayal kurabilme özgürlüğüne kavuşmasının simgesidir. Değerli Konuklar; Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına girdiğimiz bu yıldönümü, bizim için bir takvim değişikliği olmanın çok ötesinde anlam taşımaktadır. Bugün girdiğimiz ikinci yüzyılımız, Türkiye Yüzyılı, Cumhuriyetimizi siyasi, ekonomik, sosyal, diplomatik, hülasa her alanda küresel düzlemde en ileri seviyeye getirecek bir yol haritasını içermektedir. Bu vizyon, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte yeni nesillere bırakacağımız en büyük mirasımız olacaktır. Türkiye, gelecek yüzyılda; demokrasisi örnek alınan, yeşil ve dijital dönüşümü başarmış, sürdürülebilir bir kalkınma modeli benimsemiş, diplomasisi ilgiyle takip edilen, milli birlik ve kardeşliğini her türlü olumsuzluğa karşı en güçlü şekilde muhafaza eden, Atatürk’ün koyduğu sürekli hedefleri asla göz önünden ayırmayan bir ülke olarak ilerlemeyi sürdürecektir. Bakın Atatürk Cumhuriyetin onuncu yılı konuşmasında bugünlerimize nasıl ışık tutuyor: “Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mâmur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.” Değerli Misafirler, Dış politikamızın temel düsturu olan, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle çevremizde bir barış ve refah kuşağı oluşturma çabalarımız sürecek; Millî gelirine oranla en çok insani yardım yapan, ayrıca dünyada en fazla sığınmacıyı barındıran ülke olarak, nerede bir mazlum, mağdur ve ihtiyaç sahibi varsa, kökenine, inancına, farklılıklarına bakmadan imdadına koşmaya devam edeceğiz. Küresel belirsizliklerin ve çok boyutlu krizlerin arttığı bir dönemde, Sayın Cumhurbaşkanımızın önderliğinde, Balkanlar’dan Orta Doğu’ya, Karadeniz’den Afrika’ya, Akdeniz’den Hazar’a ve Orta Asya’ya kadar uzanan geniş coğrafyadaki çatışma ve krizlerin barışçıl şekilde sonlandırılması ve insani trajedilerin önlenmesi için angajmanımızı milli dış politika anlayışımızla sürdürecek, barış, istikrar ve adaletin her yerde tesisine yönelik gayret göstermeye devam edeceğiz. Keza kendi savunma sanayii ürünlerimizi geliştirerek bu alanda da tam bağımsızlığımızı sağlama yolunda hızla ilerleyeceğiz. Değerli dostlar, Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi olarak, Türk-Alman ilişkilerine değinmemek olmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci asrını, Türkiye Yüzyılını karşılarken, Türkiye ile Almanya arasındaki tarihi ve köklü ilişkilerde de yeniden güçlü bir ivme yakalamak istiyoruz. Dostluk ve Müttefiklik anlayışına dayanan kapsamlı siyasi ve askeri ilişkilerimiz, 50 milyar Avro’yu aşan ikili ticaretimiz ve her alanda yoğun diyalog ve işbirliğimiz bulunan Almanya’yla birçok konuda ortak çıkarlarımız mevcut. Örneğin, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olması, hem bizim, hem Almanya’nın çıkarınadır. Bu stratejik hedefimize ulaşmak için bize destek vermesi esasen rasyonel dış politikanın gereklerindendir. Almanya’da yaşayan 3,5 milyon insanımız, tesis ettikleri kalıcı sosyal ve kültürel bağlarla, ikili ticari, ekonomik ve kültürel ilişkilerde üstlendikleri rollerle, ülkelerimiz arasındaki çok güçlü ve eşsiz insani bağı, ortak hazinemizi oluşturuyor. Almanya Türklerinin siyasetten iş dünyasına, bilimden spora-sanata, farklı alanlarda elde ettikleri başarılar ve Almanya’ya ve Türk-Alman ilişkilerine katkıları bizlere kıvanç veriyor. Beklentimiz Almanya Türk Toplumunun burada huzur ve refah içinde yaşamalarıdır. Bunun için, ırkçılık ve ayrımcılığın bütün tezahürleriyle ortak mücadelemiz önemlidir. Kıymetli misafirler, 2023 yılı aynı zamanda Hariciye teşkilatımızın temellerinin atılmasının 500. yılına tekabül etmektedir. Binlerce yıllık devlet geleneğini zamanın ruhuyla yoğuran Türk diplomasisi, 1523 yılında Osmanlı Döneminde kurulan Reisülküttaplıktan şimdiki Dışişleri Bakanlığına uzanan köklü bir geçmişe sahiptir. Bu eşsiz miras ve birikim, günümüzde, dünya çapındaki 260 misyonumuzda (bu sayı dünyada en büyük 5. Diplomatik ağa işaret etmektedir.) görev yapan meslektaşlarımla beraber ait olmaktan gurur duyduğum Türk diplomasisinin dünyada saygı uyandıran kabiliyet ve gücünün de en önemli yapıtaşlarından biridir. Büyükelçiliğimiz ve Almanya’daki 14 Başkonsolosluğumuzdaki görev arkadaşlarım ile birlikte, Türk vatandaşlığı bulunsun bulunmasın, Almanya Türk Toplumuna hizmet vermeye, iyi gününde, kötü gününde yanında olmaya, dertleriyle dertlenip, sevinçleriyle sevinmeye, sorunlara çözüm, derde deva aramaya ve elbette bulmaya devam edeceğiz. Saygıdeğer konuklar; Hepinizin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı can-ı gönülden tebrik ediyorum. Yaşasın 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız! Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!” Büyükelçi Ahmet Başar Şen, Türkiye sevdalısı bir diplomat. Başkonsolosluğu dönemimde ilklerin altına imza atan Şen, Büyükelçiliği döneminde de ilklere imzalar atıyor. Güzel işler yapıyor. Devlet millet elele anlayışını ısrarla devam ettirmeye çalışıyor. Cumhuriyetin yüzüncü yılını Berlin Philharmonie konser salonunda kutlaması da bir ilkti. Şen burada, cumhurun temsilcilerini senfoni ile tanıştırdı. Kendi deyimiyle, birbuçuk sene uğraş vererek cumhurun temsilcilerine muhteşem bir gece yaşattı. Sayın Şen, gelecek yüzyılda Cumhuriyet Bayramı mutlaka kutlanacaktır. Yaptıklarınız yapacaklarınızın teminatıdır diye düşünüyorum. Hergeçen gün cumhur ile cumhuriyet biraz daha birbirine yaklaşıyor. Siz bu konuda bizlere umut oldunuz. Gördüğümüz kadarıyla bu yakınlaşma Türk Milletini güçlü kılıyor. O kutlamalar için tekliflerim: 1-Artık bu kutlamalara cumhur da katılmaya başlasın. Hep temsilcileri katılıyor. Hep aynı yüzler hep aynı simalar. Büyükçe bir salon tutulsun. Oraya cumhurun kendisi çağrılsın. 2-Bu kutlama bir güne sıkıştırılmasın bir haftaya dağıtılsın. Orada Türk halk musikisinden, sanat musikisinden, folklörümüzden örnekler sunulsun. Zeybeğimiz, horonumuz, halayımız, semahımız, halebimiz olsun…Çalsın davullar, zurnalar, kavallar, sipsiler, tulumlar, sazlar, kemençeler, udlar, tamburlar... 3-Çocuklarımız için karagöz-hacivat olsun. Nasrettin Hocamız olsun. Yunus Emremiz olsun, Mevlânamız olsun... 4-Kadınlarımız el sanatlarımızla, mutfak kültürümüzden örneklerle yer alsınlar orada. 5-Sempozyumlar düzenlensin, konferanslar verilsin, açık oturumlar yapılsın. Velhasıl bir hafta süresince festival havasında bir cumhuriyet kutlaması olsun. Bu kutlamalar bizzat cumhurun kendisiyle yapılsın. Cumhura rağmen değil.

15 Ekim 2023 Pazar

EĞİTİMİN ÖNEMİ

TÜRKÇE’NİN ÖNEMİ; REZİDANS’TAYIZ -Lafla ile peynir gemisi yüzdürülmüyormuş- 18.02.2013 yılında ha-ber.com internet sayfasında Türkçenin önemiyle ilgili bir yazı yazmışım. Önemine binaen o yazımı aşağıda aynen yayınlayacağım. Ancak önce bir konuda bilgilendirme yapmam gerekiyor. 04.10.2023 tarihinde Başkonsolosumuz İlker Okan Şanlı bir toplantı düzenlemiş. Rezidansında düzenlemiş bu toplantıyı. Anlaşılan samimi bir ortam oluşsun istemiş. Güzel de yapmış. Amaçları Eğitim olan sivil toplum kuruluşları da bu toplantıya davet edilmişler. Türk Eğitim Derneği de davet edilenler arasında. Dünya görüşleri farklı olan STK temsilcilerinin o toplantıda hazır olması sevindirici bir tablo oluşturmuştu. Eğitim Ataşesi Erdal Tanas Karagöl de oradaydı. Başkonsolosumuz açılış konuşmasında eğitimin önemine vurgu yaptı. Sonrasında da bizlerin görüşlerini almak için sözü bizlere bıraktı. Herkes yapmakta olduğu işi anlattı. Bu işlerin içinde arzu edilen şekilde bir Türkçe öğretim ve eğitimi yoktu. Herkes kendi işini yaparken Türkçenin ucundan biraz tutmuş. Bu konuda Berlin Eğitim Senatörlüğüyle çalışma yapanlar ve netice alanlar da vardı davetlilerin arasında. Onlar çalışmalarının karşılığını almışlar. Türkçe Anadil eğitimi veren okul bile açmışlar. Avrupa Okulu. Kendilerini tebrik ediyorum. Çalışmalarının devamını diliyorum. Havanda su döğenler de yok değildi o toplantıda. Sık sık birlik ve beraberlik vurgusu yapıldı. Birlik olunursa hepsi yapılacaktı. Ben ne yaptım, bundan sonra neler yapabilirim şeklinde düşünerek ciddi bir şekilde elini taşın altına koyan yoktu. Ben eğitim konusunun masaya yatırılmış ve üzerinde konuşuluyor olmasından oldukça memnun oldum. Herkesin yaptığı gibi ben de yaptığım çalışmaları anlattım. 3 saate yakın süren toplantının sonunda rezidanstan memnun bir şekilde ayrıldık. Büyükelçi Ahmet Başer şen başta olmak üzere Başkonsolos Şanlı ve Eğitim Ataşesi Karagöl vazifelerini yapıyorlar. Gayretliler. Görevlerini tam olarak yerine getirmeyenler var. Başta veliler ve Sivil Toplum Kuruluşları (STK) görevlerini tam olarak yapmayanlardan. Şimdi geldiğimiz noktadan 2013 yılına gidelim ve o gün konuşulanlara bakalım. Sonra da kıyaslama yapalım. Nereden nereye gelmişiz. Yapılanları artı hanemize yazalım, yapılmayanların da eksi. Sonra da niçin yapılamadığının peşine düşelim, eksikliklerimizi üst üste koyarak yeniden kolları sıvayalım. Mazeret üretmeden yeni yollar açarak amaca doğru ilerlemek için irade ortaya koyalım…Önce kendi yapabildiklerimizi yapalım sonra da birlikte neler yapabilirizin peşine düşelim. 18.02.2013 yılında ha-ber.com internet sayfasında Türkçenin önemiyle ilgili yazdığım yazı. “Öğretmenler, birebir öğrencilerle muhatap olan eğitim emekçileri, ben onları anlıyorum, çektikleri sıkıntıları hissediyorum, çocuk eğitmek kolay değil. Ailelerin önem vermediği bir konuda çocuk eğitecekseniz işiniz zor. Bu zor işi bir de yabancı ülkede yapıyorsanız işin daha da zor. Eğitilecek çocuğu öğretmen bulacaksa, eğitimi vereceğiniz fizik mekân da kendinizi diken üstünde hissediyorsanız, önüne Türkçe öğrenmek için gelen öğrencilerin devamlılığını sağlamak da öğretmene düşüyorsa, normal ders saatlerinin dışında çocuk eğitecekseniz işiniz iki kat daha zor. Eğitim emekçilerinin bir gayret içinde olmaları beni sevindirdi. Her bir öğretmen çocuklara bir şeyler öğretmenin gayreti içinde belli ki. Teklifler sunuyorlar, problemleri sıralıyorlar ve çözüm için öneriler getiriyorlar, bu önerileri laf olsun diye getirmedikleri her hallerinden belli. Mutluluk verici bir tablo. Türk Evi'nde yapılan toplantıdan bahsediyorum. Yılmaz Bulut düzenlemiş bu toplantıyı. Yılmaz Bulut Almanya'da Türkçe'nin yaygınlaştırılması ve Türk kültürünün tanıtılmasını hedefleyen Yunus Emre Kültür Merkezleri Başkanı. Sahip çıkılması gereken samimi bir şahsiyet. Samimiyeti yüzüne yansıyor. Bir şeyler yapabilmenin gayreti içinde. Zor bir yolda ilerlemeyi tercih etmiş ama, ben bu zor yolları başarı ile geçeceğine inanıyorum. Bulut, Türkçe ve Türk kültür dersleri veren öğretmenlerle birlikte sivil toplum örgütlerini de çağırmış bu toplantıya. Türkçe öğretmenleri neredeyse tam kadro oradaydı. Sivil toplum örgütlerinden katılanların sayısı her önemli konuda olduğu gibi yine oldukça azdı. Bulut, sivil toplum örgütlerinin bu toplantıdan haberdar olduğunu söyledi. Ben ise bazı sivil toplum temsilcileriyle resmi zevat arasında güven sorunu olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan Türkçe eğitimini halka indirmenin ilk adımının devlet millet kaynaşmasından geçtiğine inanıyorum. Amaç birliğinin tam olarak oluşmadığı bir ortamda, güven sorununun olması doğaldır. Taraflardan birisi başını ağrıtmadan görevini tamamlayıp siciline yeni başarıların eklenmesi için çalışıyorsa, öbürü de resmi zevatla yan yana gelerek fotoğraf çekilme sevdalısı ise, gerçek hizmet sevdalıları bu karede yer almak istemiyor, istemeyecekler de... Konsoloslar tarafından sivil toplum kuruluşlarını ziyaret etmek çok mu zordur? Haftanın bir günü sivil toplum kuruluşlarını ziyarete ayrılsa ve onlar mekânlarında ziyaret edilse, onlarla kucaklaşılsa dertleri dinlenilse, çayları kahveleri içilse bu çok zor bir şey midir? Elinizde malzeme varsa onu işleyebilir, ona şekil verebilirsiniz. Biraz da idealistseniz standardın üzerine çıkmak için değişik arayışların içine girersiniz. Sonunda o malzemeden ortaya bir eser çıkar. Ancak elinizde malzeme yoksa, en üst seviyede ustalar da getirseniz, uzmanlar da getirseniz, ortaya bir eser koymanız mümkün olmaz. Berlin'de hizmet veren sivil toplum örgütlerinin katılıma ilgisizliğinin sebepleri mutlaka vardır. Ancak unutmamak gerekir ki; malzeme bu örgütlerin elindedir. Verilecek eğitimin kaliteli olması, nasıl verileceği, nerede verileceği, uygulanacak metotlar, müfredatların hazırlanması v.b. şeyler elbette Türkçe eğitimi için alınacak önemli tedbirlerdir. Ancak bunlardan önce gerekli olan şey, malzemenin tedarikidir. İstediğiniz kadar müfredat hazırlayın, metot geliştirin uygulama imkânınız yoksa ne işe yarayacak bu tedbirler... Sivil toplum örgütleri gerçekten Türkçe öğrenmenin ve öğretmenin önemine inanıyorlar mı? Önce buna bakmak lazım. Aileler Türkçe öğrenmenin önemine inanıyorlar mı buna bakmak lazım. Bu iki konu hakkında araştırma yapıldığında görülecektir ki, sivil toplum örgütlerinin ve ailelerin çoğu Türkçe dil eğitiminin gereksizliğine inanmaktadırlar: "Benim çocuğum Türkçe biliyor..." "Burada Türkçe 'ye gerek yok Almancası iyi olmalı..." Ailelerin ve sivil tolum örgütlerinin çoğu böyle düşünüyorlar. Resmi toplantılarda, Türkçe eğitimi konusunda oldukça hararetli görünen insanımız ve onların temsilcilerinin görüşünün gerçekten öyle olmadıkları tespit edilecek ve o sivil toplum örgütlerinin çoğunun Türkçe ‘ye mesafeli durdukları böylece görülmüş olacaktır. Bu durumda ikinci adım halkın ve onların temsilcilerinin bu konuda ikna edilmesi için atılmalıdır. Malzeme onların elindedir. Çalışmalar bu yönde yoğunlaştırılmalıdır. Öncelikle sivil toplum örgütlerinin malzeme tedarikinde hevesli olmaları gerekiyor. Bu konuda en büyük görev dini cemaatlere düşer. Bu cemaatlerin hocaları bir araya gelerek bir uzmanla birlikte Türkçe'nin önemine dair ortak hutbeler hazırlayıp ayda bir halkı aydınlatmalıdırlar, Türkçenin önemine aileleri inandırmalıdır. Camilerin ilan panolarına Türkçenin önemini vurgulayan ilanlar asılmalıdır. En büyük dini cemaat DİTİB'tir. Üstelik bu kurum Din Ataşesi 'ne bağlı olarak çalışır. Çevrecilik konusunda DİTİB camilerde hutbe okutabiliyorsa, Türkçe eğitimi gibi çok daha önemli bir konuda en azından ayda bir hutbe okutmaması için bir neden olmamalıdır. Üçüncü atılması gereken adım kaynak teminidir. Türkçe eğitimi için lazım olan araç ve gereçlerin temin edilmesi gerekir. Türkçe öğretim ve eğitim amaçlı: 1- Dede Korkut Hikâyelerinden Nasrettin Hoca'ya kadar hikâye CD' leri hazırlanmalı, 2- Tiyatrolar sahneye konulmalı 3- Türkiye'ye geziler düzenlenmeli 4- Türkçe hikâye ve masal kitaplarından oluşan bir kütüphane kurulmalı 5- Bu konularda çalışacak yeterli donanıma sahip ihtiyaca cevap verecek sayıda personel istihdam edilmeli. 6- Vakıf kurulmalı. Bu vakıf Yunus Emre Enstitüsü ile koordineli bir şekilde çalışabilir. Kaynak olmayınca yapılan bütün çalışmalar güdük kalacaktır. Kaynak temini için de iş adamları dernekleri ile birlikte çalışmak gerekir. Ancak böyle bir çalışma için onların da ikna edilmesi elzemdir. Ancak resmi zevat camiden uzak durdukça, toplumdan uzak durdukça inanan ve inandığı gibi yaşamayı tercih eden mütedeyyin Müslümanlara tepeden baktığı sürece, bu kaynaşmayı başarmak zor olacak ve arzu edilen güven ortamı sağlanamayacaktır. Devlet ile halk el ele vermediği sürece de Türkçe konusunda istenilen netice elde edilemeyecektir. Bu çalışmalara paralel olarak: 1- Resmi çalışmalar da yapılmalı ve Türkçe'nin okullarda yabancı dil olarak okutulabilmesinin yolları açılmaya çalışılmalıdır. 2-Sivil toplum kuruluşlarıyla ve özellikle dini cemaatlerle iş birliği yapılarak Kur'an öğrenimi için camiye gelen çocuklara Türkçe dersi vererek işe başlanmalıdır. 3-Çocuk yuvalarını da projenin içine almak mümkündür. Yılmaz Bey'e başarılar diliyorum. Zor bir görev üstlenmiş, ancak ben onun bu dönemeçten savrulmadan döneceğine inanıyorum.”

Laiklik

Laiklik Rüştü Kam Merhaba Dergisi 2023 Laiklik (laïcisme) Yunanca laikos kelimesinden türetilmiştir. Ruhbanlığa, kilise teşkilâtına, hatta dinî alana ait olmayan, halktan biri olan anlamına gelir. İlk defa XVI. yüzyılda İngiltere’de kullanılmıştır. Amaç, papaz olmayanların da kiliseleri yönetebilmeleridir. Laiklik 1870 yılından itibaren Fransa’da kullanılmaya başlanmıştır. 1937 yılından itibaren de Türkiye’ de. Türkiye, anayasasında laiklik maddesi olan beş ülkeden biridir. Fransa, Japonya, Meksika, Portekiz, Türkiye. Avrupa ülkelerinin anaya-sasında laiklik maddesi yoktur. Laiklik batıda dinsizlik anlamında kullanılmaz. Din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinin özgür bırakılması anlamında kullanılır. Ancak Türkiye'de böyle değildir. Türkiye’de devlet dine müdahale eder. Türkiye’de Diya-net işleri Başkanlığı vardır. Cumhurbaşkanlığına bağlıdır. İmamlar müftüler devlet me-murudur. Oysa Laik Fransa'da birçok okul, hastahane, sosyal dernek ve kuruluş kiliseye bağlıdır. Kilise kendi vergisini kendisi toplar, kendi alanında özerktir. Egemenlik kilise ile paylaşılmıştır. Fransız laiklerin 1780’lerde sokağa dökülmelerinin sebebi, kilisenin devleti yönetmeye kalkmasıdır. Tanrı'nın buyruğu gereği Sezar'a ait olması gereken, servet (Hazine ve araziler), silah (Ordu) ve iktidar (siyasi otorite), haksız bir şekilde ve Tanrı buyruğunun hilafına kilise tarafından ele geçirilmiştir. “Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya, Sezar'ın hakkı Sezar'a” olacaktır. Her ne kadar “Sezar da Tanrı'ya ait” olsa da Tanrı böyle istemektedir.. Türkiye'de din konusunda çok ciddi bir bunalım vardır. Halk dinli ve dinsiz olarak ikiye ayrılmıştır. Cumhuriyet ideallerine bağlı olanlar dinsiz, cumhuriyete karşı olanlar ise dinli gibidir, öyle lanse edilir. Anlayış böyledir. Bu anlayış Türk halkını ikiye bölmüştür. İnan-cından dolayı başını örtenler Cumhuriyet düşmanı olarak görülür ve devlet memuru ola-mazlar(dı). Üniversitelerde okuyamazlar(dı), bunun için geçmişte üniversitelerde ikna odaları bile kurulmuştur. Türkiye’de uygulanan laiklik değildir din düşmanlığıdır. İslâm'da ruhbanlık yoktur ki, la-iklik olsun. Türkiye laik değildir. Hiç olmamıştır. Laikliği dinsizlik olarak algılamak hukuki değildir. Özellikle de bir İslâm ülkesinde, laikliği Müslüman bir halka dayatmak hukuken hiç mümkün değildir. Bu laikliğin şartı da değildir. Selçuklu ve Osmanlı Devletleri; hoşgörü, tolerans, din özgürlüğü gibi değerler üzerine kurulmuştur. Bu şekilde uygulamaya da konulmuştur. Demokrasi, dini özgürlük ya da insan hakları gibi evrensel değerler Selçuklunun ve Osmanlının insan hakları açısından olmazsa olmazlarıdır. Türkiye’de bugün uygulandığı gibi bir laiklik insan hakları açısından şaibelidir. Hiçbir hu-kuka uymaz. Cumhuriyet de aynı şekildedir. Cumhurun değerlerine sahip çıkmayan bir cumhuriyet, halkına zulmeder. Laiklik olmadan cumhuriyet, cumhuriyet olmadan demokrasi olmaz gibi söylemler, sadece boş bir iddiadan öteye geçmez. Sonuç olarak, dinin mi siyasete, siyasetin mi dine bağlı olması gerektiği sorusu anlamsızdır. Doğru olan iki tarafın da birbirine karşı tarafsız kalmalarıdır. Özerk olmala-rıdır. Vesayete ihtiyaç duymamalarıdır. Vesselam.

2 Ekim 2023 Pazartesi

KANDİL GECELERİ NİÇİN ÖNEMLİDİR?

Ben bu yazımda Mevlid kandili özelinde bütün kandillerden bahsedeceğim. Yüzyıllardır Müslümanlar tarafından büyük bir coşku ile kutlanan Kandillerden. Kandil geceleri beş tanedir. “Mevlid Kandili, Regaib Kandili, Mirac Kandili, Berat Kandili ve Kadir Gecesi”dir.1 Mevlid Kandili, sanılanın aksine ne Peygamberimiz ’in (s) sağlığında ne de dört halife devrinde kutlanmıştır. Zaten ilk iki halife zamanında fetihlerin yapılması, son iki halife devrinde de iç karışıklıkların yaşanması hasebiyle böyle bir kutlama yapmak için şartlar da müsait değildi. Bazı İslâm toplumlarında kandillerin kutlanması biat olarak kabul edilse de mevcut kaynaklar, Türklerin Selçuklular döneminden bu yana mübarek gün ve geceleri kutladıkları bilinmektedir.2 Rivayetlere göre tarihte bilinen ilk resmi Mevlid kutlaması, 10. yüzyılda Mısır’da kurulan Şii Fâtımî Devleti tarafından yapılmıştır. Fâtımîler, Rebiülevvel ayının 12. gününde sabahtan öğleye kadar helva dağıtır, öğle namazını müteakip de Kur’an tilaveti ile başlayan bir tören yaparlarmış. Bu törenlere genellikle üst düzey yöneticiler katılırmış. Daha sonra, Eyyûbîler zamanında, Mevlid halk tarafından sadece evlerde kutlanmış. Fakat Selahaddin Eyyûbî’nin kayınbiraderi olan Muzafferüddin Gökbörü, Mevlid’i önceleri üst düzey yöneticilerin kutladığı ve sadece evlerde halkın yaptığı tören olmaktan çıkarmış, büyük halk kitlelerin katılımıyla gerçekleşen törenlerle kutlamaya başlamış. Bu törenlerde ulema ve tasavvuf ehlinin ileri gelenleri de hazır bulunurmuş. Gökbörü onlara hediyeler verirmiş. Ayrıca bu törenlerde zikir ve sema meclisleri de kurulurmuş, Gökbörü de bu meclislere iştirak edermiş. Bu kutlamalarda Mağribli İbn Dıhye’nin İbn Hallikan’dan tasvir ederek, Mevlid törenlerinde okunması için Gökbörü’ye takdim ettiği Kitabü’l Tenvir Fi Mevlidi’l-Beşir-Nezir adlı bir eserden de okumalar yapılırmış. Gökbörü Mevlid şenliklerinde halka büyük büyük ziyafetler verdirirmiş. Halk ise Mevlid kutlamaları yapılan geceyi ibadetle geçirirmiş.3 Rivayet edilir ki, bu kutlamalarda, 100 at, 5.000 koyun, 10.000 tavuk kesilirmiş ve 100.000 tabak yemek ve 30.000 tepsi helva dağıtılırmış.4 Selçuklular döneminde, Anadolu coğrafyasını karış karış dolaşan Arap seyyah İbn Batuta, Anadolu’da yaşayan Türk boylarının cuma günlerine, kandil gecelerine, üç aylara ve özellikle Ramazan orucuna çok önem verdiklerini ve mübarek geceleri ibadetle geçirerek değerlendirdiklerini eserinde anlatmaktadır. 5 Memlükler dönemine gelince, Mevlid Kandili yine büyük bir ihtişam içinde kutlanılırmış. Rebiülevvel ayının girişi ile başlayan kutlamalar Mevlid gününe kadar devam edermiş. Hem devlet görevlileri hem de halkın iştirak ettiği törende Kur’an-ı Kerim, zikir ve dua okunurmuş, sonra da devlet adamları, tasavvuf ehli ve ulemaya çeşitli hediyeler takdim ederlermiş. Ayrıca fakirlere sadakalar dağıtılırmış. Osmanlı İmparatorluğu zamanında ise Mevlid Kandili, ilk defa 1586 da II.Selim zamanında kutlanmaya başlanmış ve 1588’de III. Murad zamanında resmi hele getirilmiş. Kandil gecelerinde, III. Murad, bütün minarelerde kandil yakılmasını ve camilerde Mevlid okunmasını emretmiş. Kuran’ı Kerim’de, geceleri aydınlatmak için yıldızların yaratıldığından ve “gökte asılı kandiller” şeklindeki benzetmenin yapılmasından hareketle mübarek gecelerde kandil yakılması adet haline gelmiş. Kuran’ı Kerim’de yeryüzünün nur ile aydınlatıldığına atıfta bulunulması Müslümanların mübarek gecelerin yeryüzünü nurlandıran kandiller olarak algılamasına katkısı olmuş ve mübarek geceler kandil olarak adlandırıldığı gibi o gecelerde kandillerin yakılmasına da özen gösterilmiş. Ayet şöyledir: “Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık, bir cam içindedir, cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır: Bu yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile, neredeyse yağın kendisi aydınlatacak! Nur üstünde nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. O her şeyi bilir. Allah’ın yüksek tutulmasına ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O’nu tesbih ederler. Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyar. Bunlar, gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar.” 6 İşte, kandil geceleri ismi de buradan gelmektedir. Hem halk hem de devlet nezdinde gelenek haline gelen kutlamalar, evlerde-konaklarda ve selâtin camilerinde kutlanmaya başlanmış. Selâtin camilerindeki kutlamalar, Padişahın mevlid alayı denilen merasim yürüyüşünün ardından başlarmış. Padişahın katıldığı camilerde yapılan merasimlerde Fetih Sûresi ve Süleyman Çelebi’nin meşhur Mevlid’i okunurmuş, devlet büyüklerine hediyeler sunulur, cemaate buhur ve şerbet ikram edilirmiş. Evlerdeki kutlamalar da gayet görkemli olurmuş. Önceden davetiyelerle davet edilen misafirler için mükellef sofralar ve herkese yetecek şekilde külah içinde şekerler hazırlanırmış. Akşam olduğunda avizeler, billur kandiller yakılır; davetlilere yemekler ikram edilirmiş. Yatsı namazından sonra da Mevlidhanların okuduğu Mevlid-i Şerif ve ilahiler dinlenirmiş. Misafirlere gül suyu ve şeker ikramının ardından gece son bulurmuş. Bu gecelerde Kelime-i tevhitler, ilahiler, Kur’an’dan geceye işaret eden ayetler okunurmuş ve dualar edilirmiş. Osmanlı toplumunda XV. yüzyılla birlikte Süleyman Çelebi’ye ait “Mevlid”in okunması adet haline gelmiş. Böylece Mevlid kandili geldiğinde devletin resmi protokolünün katıldığı, padişah, sadrazam ve şeyhülislamın hazır bulunduğu camilerde mevlid icra edile gelmiştir. 7 Kandil Geceleri önemlidir Kandil gecelerinin ve o gecelerde okunan şiirlerin, sûrelerin, ilahilerin, yapılan zikirlerin dağıtılan virdlerin adet haline gelmesi kolay olmamış. Anlaşılan odur ki, tarihi süreçte Kandil gecelerine ihtiyaç duyulmuş. Ümmetin birliği için ihtiyaç duyulmuş. Kandillerin örf haline gelebilmesi için tonlarca et yemeği pişirilmiş, helvalar karılmış, hediyeler verilmiş. Evet yapılan törenler, İslâm’ın özünde olmayan törenlerdir. Bu doğrudur. Bunun doğru olması kutlamaların İslâm dışı olduğu anlamına gelmez. Burada amaç önemlidir. Bu kutlamalar örftür, güzel adetlerdendir. Kur’an, örfü, güzel adetleri onaylar. Örfler İslâm dışı adetlerden değildir, kandiller de örf olmuştur adet olmuştur. Örflerin yaşaması ve yaşatılması gereklidir. Kimliklerin oluşması ve de kaybolmaması için elzemdir. Bu törenler devam etmelidir. Bu törenler sayesinde Müslümanlar bir araya gelmektedir. Bu törenler, paylaşım ve cömertlik duygularını, birlik ve beraberlik duygularını aktif hale getirmektedir. Dinde kandil geceleri yoktur demek kolaydır. Ancak insanları bir araya getirmek oldukça zordur. Bu çığırtkanlar kandilleri ve benzer örfleri kaldırdıklarında yerine neyi koyacaklardır. İnsanları bir araya nasıl toplayacaklardır. Toplasalar bile o da onların bidatı olmayacak mıdır? Ecdadımız Müslümanları camiye toplamıştır. Ne de güzel yapmıştır. O çığırtkanların yapması gereken, kandil kutlaması için camiye gelen o muhterem insanları camiden kovmak değildir, yapabiliyorlarsa ayaklarındaki ayakkabıyı çıkarmaktır. Hodri meydan. Sizin de var mı 100 atınız, 5.000 koyununuz, 10.000 tavuğunuz ve 100.000 tabak yemeğiniz ve 30.000 tepsi helvanız. Öyle sosyal medyadan ahkam kesmekle olmuyor bu işler. Neler Yapılmamalıdır? Şimdi gelelim madalyonun öbür yüzüne; bunca zahmetlerle örf haline getirilen kandillere, kutsiyet atfedilerek, bu gecelerde şu ibadetleri şu kadar yapanların günahları affedilecektir gibi dinde zemini olmayan vaatler yapılarak insanların duygularıyla, akideleriyle de oynanmamalıdır. Kandil geceleri elbette kutlanmalıdır. Peygamber Efendimiz ’in doğumu elbette kutlanmalıdır. Bilhassa peygamberimiz ‘in fiili sünnetleri bu gecede insanlara özellikle anlatılmalıdır. Peygamberimiz Kur’an’ı hayata hâkim kılmak için neler yapmıştır, nasıl yapmıştır, hangi metotları kullanmıştır, ne gibi sıkıntılar çekmiştir? Bunlar Müslümanlara bu gecelerde özellikle anlatılmalıdır. Bu vesileyle Peygamberimiz, insanlara, insan peygamber olarak tanıtılmalıdır. Her yönüyle tanıtılmalıdır. Sadece mevlid okuyarak, salavatlar söyleyerek, ilahiler söyleyerek, içi bomboş hale getirilen kutlamalar yapılmamalıdır. Peygamberimiz bir inkılap gerçekleştirmiştir. Bu inkılabın merkezinde, insan hakları vardır, kadın hakları vardır. Peygamberimiz yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek için gelmiştir. Namaz dinin gereğidir adalet ise dinin direğidir. Peygamberimiz’in gerçekleştirdiği inkılabın eksenini oluşturan temel esas, namaz değildir, adalettir. İşte mevlid kandilinde, Müslümanlara tanıtılacak peygamber böyle bir peygamber olmalıdır. Aksiyon sahibi bir peygamber olmalıdır. Duruşu belli olan bir peygamber, yiğit bir peygamber, cesur bir peygamber, her şeyi Allah’tan beklemeyen planlı ve programlı, iş yapmayı kendine şiar edinen bir peygamber olmalıdır. İşinde istişareye önem veren, istişareden çıkan sonuca da saygı gösteren bir peygamber olmalıdır. İşte benim Peygamberim böyle bir peygamberdir ve ben O’nun bize tanıttığı nurlu yolda yürüyen onun ümmetlerinden biriyim. O’nun doğum gününü de bu anlayışla kutluyorum. Mevlid, "doğum zamanı" demektir. Muhammed'in doğum gününü kutlamak İslâm dışı bir uygulama değildir. Haberci’yi sahiplenmektir. O Haberci’yi sahiplenmekten daha anlamlı bir ibadet olabilir mi? Kendisine inanmadığım zaman iman sahibi olamayacağım bir habercidir O. O bana rehber olan Kur’an’ı getirmiştir. O kılavuzumdur benim. Evet, Hz. Muhammed bir devrimcidir. Büyük bir devrimcidir. Peygamberimize bu gözle bakmak gerekir. O robot değildir. O bulaşıkçı değildir. O kıl tüccarı değildir. O’nun sakalı değildir, şalvarı değildir, fistanı değildir benim örnek alacağım. Benim örnek alacağım O’nun devrimciliğidir. Peygamberimizin devrimciliğini Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Prof. Dr. Mehmet Görmez şu şekilde ifadeye koyar: "Hz. Muhammed’in (s.a.v) doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık almış yürümüş, Allah inancı unutulmuş, insanlık korkunç ve karanlık bir duruma düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmişti. Sevgili Peygamberimiz ‘in (s.a.v) tebliğ ettiği İslâm dini ile dünya aydınlandı, tek Allah inancı ile kalpler nurlandı. Eşitlik, adalet ve kardeşlik geldi. O’na inanan toplumlar gerçek huzura kavuştu. O’nun doğduğu gece, insanlığın kurtuluşu için çok hayırlı ve mübarek bir başlangıç oldu. Bugün Rahmet Peygamber’inin doğumu vesilesiyle, bir kez daha dindarlığımızın ahlak ve hukuk yerine neden tefrika ve gerilim ürettiğini; yüreklerimizdeki peygamber sevgisinin içimizdeki kin, öfke ve nefreti neden bitirmediğini; Müslümanlığımızın kardeşlik ahlakı ve hukukunun gereklerini yerine getirme konusunda neden yetersiz kaldığını kendimize yüksek sesle sormalıyız. Kur'an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz ‘in (s.a.v) çağlar üstü örnekliği ve rehberliği önümüzde dururken, Rabbimiz hak, hakikat, adalet, ahlak, fazilet ve erdem yolunda hizmet etmeyi hepimize emretmişken, Hz. Peygamber, insan-ı kâmil olmanın yollarını sünnet-i seniyyesiyle bizlere en güzel bir biçimde göstermişken, biz Müslümanların kardeşlik ahlakını ve hukukunu hiçe sayması, gönül coğrafyamızda ve dünyanın muhtelif yerlerinde umutlarını bizlere bağlayan nice mağdur ve mazlum kardeşlerimizin ümitlerini, beklentilerini ve hayallerini boşa çıkarmanın anlamı nedir?”8 Böylesine devrimci bir peygamberin ümmeti olan bizler bugün onun devrimciliğini dünyaya ilan etmek yerine kandil gecelerinin meşruluğu veya gayri meşruluğunun peşine düşmüşüz. Mal bulmuş mağribi gibi ağızlarından salyalar akıtarak “İslâm’da kandil Geceleri yoktur” diye bağıran hocalar var. Sosyal medyayı sallıyorlar. Behey gafil, kandil gecesi olsa ne yazar olmasa ne yazar. Bu millet asırlardan beri bir gelenek oluşturmuş, Müslümanları bu vesileyle camilerde bir araya getirmiş, birlik ve dirlik için bir araya getirmiş. İnsanlar bu günlerde yardımlaşma içine girmişler, birbirlerine ikramda bulunuyorlar, dualar ediyorlar, temiz elbiselerini giyerek, güzel kokular sürünerek bir bayram havası yaşıyorlar. Bu kadar derdin sıkıntının içinde kendilerine nefes olacak bir ortam yaratmışlar sen de çıkıyorsun kandil geceleri yoktur diye bağırıyorsun. Erbakan Hocamızın deyimiyle sesleniyorum sana, “Hadi ordan hadi ordan.” Müslümanların bu birlik ve beraberliğini bozmaya çalışan gafiller, sizler kimlere uşaklık yapıyorsunuz onu bilmiyorum ama bir yerlerden fonlandığınız besbelli. Geçti Bor’un pazarı sürün eşeğinizi Niğde’ye. Bu pazarlarda sizlere ekmek yoktur. Peygamberimiz ‘in doğum yıldönümlerinde okunan mevlidleri saygı ile dinlemek, O’nun mübarek ruhuna salât ve selâm okumak hiç şüphesiz büyük milletimizin Sevgili Peygamberimize olan engin sevgi ve bağlılığının bir ifadesidir. O’nun ahlâk ve fazilet dolu hayatını öğrenmek ve kendimize örnek almak başta gelen görevlerimizdendir. Asıl o zaman O’nun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmış oluruz. Bu vesileyle şunu da hatırlatmam gerekiyor; bir birimizle çatışacağımıza, varsa, kandil kutlamalarında Kur’an’a ve sünnete mugayir uygulamalar, onların ıslahı için gayret sarf edelim. Yetkililerle görüşelim ama bunu kırmadan dökmeden yapalım. Bir kez daha hatırlatmak isterim ki bugün ülkemizde yaşanan gerilim ve çekişmeler, İslâm dünyasında yaşanan şiddet ve çatışmalar, biz Müslümanların topyekûn insan yetiştirme düzeneklerimizi, bilgi ve bilinç üreten mekanizmalarımızı bozdu. Dostluklar, yerini çatışmalara bıraktı. Biz bizlere kurulan bu oyunları bozalım, kandiller vesilesiyle kendiliğinden camiye gelen o insanları çatışma havasından uzaklaştıralım. Yaşama sevinçlerini ve ümitlerini artıralım onların. Onlara ümit pompalayalım. Sevgi pompalayalım. Dostluk ve arkadaşlık iksiri içirelim onlara. Ne istiyorsunuz bu insanlardan. Zaten dünyaları kararmış, kandil vesilesiyle camiye gelmiş, Rabbi ’ne sığınmak için gelmiş, toplu ibadetin motivasyonundan istifade etmek için gelmiş. Bu insanı motive edeceğine, bir de sen başlıyorsun oradan. “İslâm’da kandil kutlamaları yoktur.” Ben derim ki; Yeni nesillerin, "Din-i Mübin-i İslam" hakkında yanlış kanaat edinmemeleri için hep birlikte kolları sıvayalım. Her bir kurum ve kuruluş, özgür irade sahibi olan her insan, kadınıyla-erkeğiyle, bu konuda kolları sıvasın. Her şeyi devletten beklemeyelim. Allah her şahsın hesabını diğerinden bağımsız olarak kendisinden soracaktır. Allah yarın huzura çıktığında sana “Sen benim dinim için ne yaptın?” diyecektir. Bu soruya cevap hazırlamak mecburiyetimiz vardır. Gelin hep birlikte söz verelim kendimize ve kandil gecelerini vesile kılarak geziler düzenleyelim. Bu geziler günü birlik geziler de olur, bir haftalık gezilerde olabilir. Gündüzün şehri dolaşalım, o şehrin önemli olan mekanlarını gezelim, akşamına da o şehrin en büyük Camii’ndeki kandil programına katılalım. Bunu yapabiliriz. Bunun için sponsor olacak olan iş adamlarımızı da bulabiliriz. Bu zor bir iş değildir. Sadece irade ortaya koymak gerekir. Ben derim ki; bütün İslâm alemi Sünni’siyle ve Şii’siyle bir araya gelerek bilhassa Mevlid Kandilini birlikte kutlamalıdırlar. Rebiyülevvel ayının 11’inden başlayarak 17’sine kadar olan süreyi ‘Vahdet Haftası’ ilan etmelidirler. Bu anlamlı bir hafta olur. İttifaka sebep olacak olan bir hafta olur. 9 Bu duygu ve düşüncelerle aziz milletimizin, gönül coğrafyamızdaki kardeşlerimizin ve tüm İslam âleminin Kandil gecelerini ve de Mevlid-i Şeriflerini tebrik ederim. Ne mutlu Peygamber’in tanıttığı bu aydınlık yolda yürümeye söz veren Müslümanlara. “Mevlid Kandiliniz” hayırlara vesile olsun. ……… 1-(Nebi Bozkurt, “Kandil”, DİA, C 24, İstanbul 2001, s. 300–301.) 2-(Hacer Aktaş, “Osmanlı’da Mübarek Gün ve Gecelerde Dini Musiki”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2006, s.7.) 3-(Abdullah Ekinci, “Muzafferüddin Gökböri’nin Siyasi ve Sosyal Faaliyetleri”, Türkler, C 4, Ankara 2002, s.856–863.) 4-https://www.google.com/search?q=Rivayet+edilir+ki+bu+kutlamalarda+100+at+5.000+ koyun+10.000+tavuk+kesilirmiş+ve+100.000+tabak+yemek+ve+30.000+tepsi+helva+dagitirmis. 5-(Nesimi Yazıcı, İbn Batuta’yı Şaşırtan Misafirperverlik”, Diyanet Aylık Dergi, Ankara 2001, s.22; Bkz. İbn Batuta, İbn Batuta Seyahatnamamesi’nden Seçmeler, haz. İsmet Parmaksızoğlu, İstanbul 1971, s. 94–100.) 6-(Kuran’ı Kerim, Nur 24/35-37) 7-( 33 BOA. AMKT.NZD. 24/101.) 8- https://www.google.com/search?q=mevlid+kandili+mehmet+görmez 9- Geniş bilgi için bkz. (https://islamansiklopedisi.org.tr/ mevlid) https://www.kastamonur.com/osmanli-devletinde-kandil-kutlamalari/