30 Temmuz 2025 Çarşamba
LOZAN: KAZANAN OSMANLI, İMZALAYAN BAŞKASI (1)
Rüştü Kam | 29 Temmuz 2025
Tarih sadece savaşların değil, zaferlerin de çalındığı bir alandır. Ve bazı zaferler vardır ki, kazananı bellidir ama imzası başkasının olur. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, işte böyle bir siyasi operasyonun adıdır: Savaş meydanlarında galip gelen bir imparatorluğun, masada tasfiye edildiği bir kumpasın kod adıdır Lozan.
“Kurtuluş” dedikleri savaşı kim kazandı?
Sorarım size: 1918’de “teslim” olan bir imparatorluk, nasıl olur da 1920’lerin başında Anadolu’da emperyalizme diz çöktürür? Dumlupınar’a kim karar verdi? Sakarya’yı kim yönetti? Cephaneyi kim taşıdı? Bu topraklardaki bin yıllık devlet aklı mıydı o mücadeleyi yürüten, yoksa masa başında devlet kurma hayaline kapılan kadrolar mı?
Kurtuluş Savaşı’nı kazanan ordu, fiilen hâlâ Osmanlı ordusuydu. Üniformasıyla, komutanlarıyla, cephanesiyle… Başkomutanlık yetkisi resmen hâlâ Padişah’ta, Meclis hâlâ Osmanlı’nın devamıydı. İstanbul işgal altındaydı, evet; ama devlet ortadan kalkmış değildi. Saltanat kaldırılmamıştı. Sevr resmen imzalanmamıştı. Ve en önemlisi: Hiçbir hukukî metinle Osmanlı İmparatorluğu sona erdirilmemişti.
Sevr yoktu, dolayısıyla “alternatif barış” da yoktu
Lozan’ı meşrulaştırmak isteyenler, hâlâ aynı ezberi tekrar ederler: “Sevr yerine Lozan geldi.” Peki Sevr geçerli miydi? Hayır! Ne Meclis’ten geçti ne Padişah tarafından onaylandı. Bir avuç işbirlikçinin Paris’te attığı imzanın, milletin iradesini bağlamadığını herkes biliyordu. O hâlde ortada geçerli bir “eski anlaşma” yoksa, Lozan neyin yerine imzalandı?
Gerçek şu: Lozan, Sevr’in alternatifi değil; bir başka tür Sevr’in, bir başka aktörle kotarılmış versiyonudur. Kıyafeti değişmiş, dili makyajlanmış, imzası değiştirilmiş ama özü itibarıyla Anadolu’yu daraltan, Türk milletini içeride sıkıştıran ve İslam dünyasından koparan bir senaryodur. Bunu anlamak için haritaya bakmak yeterlidir.
Galip bir devlet, mağlup ettiğiyle masaya oturmaz
Buradaki asıl garabet şudur: Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nda İngiltere’yi, Fransa’yı, İtalya’yı, Yunanistan’ı Anadolu’dan söküp atmıştır. Üstelik bu devletler sadece Anadolu’da değil, tüm İslam coğrafyasında karşılaştıkları en sert direnişi Osmanlı’dan görmüşlerdir. Mesela Kutü’l-Amâre’de, Osmanlı 12 bin İngiliz askerini esir alarak 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere’ye karşı açık bir zafer kazanmıştır.
Hal böyleyken, bu galip millet neden mağlup ettiği devletlerle bir masaya oturur? Üstelik onların dayattığı şartları konuşmak için? Bu akıl tutulması değilse nedir? Bu mandacı zihniyetin, emperyalizme boyun eğmiş kadroların yaptığı bir diplomatik teslimiyettir. Lozan, sadece bir antlaşma değil; Osmanlı’yı masa başında devreden çıkarma planının adıdır. Açık söylüyorum: Bu, bir hezimettir.
Osmanlı’yı kazandığı savaştan sonra tasfiye ettiler
Türk milleti, 1919-1922 arasında verdiği mücadeleyi kazandıktan sonra normalde ne yapardı? Egemenliğini ilan eder, zaferini tescil eder, devlet yapısını koruyarak reformlara yönelirdi. Ama olan bu olmadı. Lozan’a oturan heyet, zaferin sahibi değil, yeni bir rejimin taşeronlarıydı. Masada Osmanlı yoktu. Kazanan devleti yok sayarak, onun yerine başka bir uyduruk devlet kurdular. Kazanan taraf olmamıza rağmen antlaşmaya mağluplar gibi imza attık.
Üstelik bu yapılırken de Osmanlı hukuku adım adım baypas edildi. Padişah yurtdışına kaçmış gibi gösterildi. Meclis işlevsizleştirildi. Milletin gerçek temsilcileri değil, Lozan’a “mandacı kafayla” bakan yeni kadrolar devreye sokuldu. Lozan'da imza atanlar, masa başında zafer değil; Osmanlı'nın cenaze belgesini imzaladılar.
Sonuç: Lozan bir hiledir, hukuk dışı bir tasfiye metnidir, hezimettir
Bugün hâlâ Ege’de nefes alamıyorsak, Batı Trakya’daki soydaşlarımızın hakları yok sayılıyorsa, Irak’ta üs kurmak zorunda kalıyorsak, Musul’u yeniden konuşuyorsak bunun sebebi şudur: Lozan’da yapılan bir hukuk darbesiyle, bu milletin bin yıllık devlet hafızası silinmeye çalışılmıştır. Zafer masa başında gasp edilmiştir.
Bu bir teslimiyet değil, bir hiledir. Bu bir antlaşma değil, bir operasyonun sonucudur. Hukuken geçersiz bir sürecin meşrulaştırılmasıdır. Kazananın Osmanlı olduğu bir savaştan sonra, imzayı atan kadroların kurduğu düzenin adıdır Lozan.
Unutulmamalıdır ki:
Zaferi inkâr ederek barış yapılmaz.
Devlet, savaşla değil; masa başında tasfiye edildiyse, ortada antlaşma değil, kumpas vardır.
Ve tarih, bu kumpaslarla yüzleşmeyen milletleri, o kumpasın içine yeniden düşürecektir.
Allah büyüktür, kumpasçılar bu günlerde yeniden hortlamaya başlasa da; o Türk Milletini kumpasçılardan koruyacaktır, bu yaşananlar doğum sancılarıdır, nur topu gibi bir çocuğun doğma zamanı gelmiştir… "İntikam alanların en hayırlısı Allah'tır." (İbrahim Suresi 47)
23 Temmuz 2025 Çarşamba
BİR KADININ ELLERİNDEN DOĞAN MEDENİYET: FATIMA EL-FİHRİYYE VE DÜNYANIN İLK ÜNİVERSİTESİ
BİR KADININ ELLERİNDEN DOĞAN MEDENİYET: FATIMA EL-FİHRİYYE VE DÜNYANIN İLK ÜNİVERSİTESİ
-Erkeklerin Çağında Kadınca Bir Devrim-
Berlin- Rüştü KAM
Sosyal Medya’da bir bilgilendirme yazsı okudum. “Dünyanın ilk ünüversitesi bir kadın tarafından kurulmuştur” yazıyordu. Ankara Okulu tarafından servise konmuş. Dikkatimi çekti ve araştırdım ve de yazdım. Sonucu sizlerle paylaşmak istedim. Buyurun okuyalım:
Tarih dediğimiz şey, maalesef çoğu zaman güçlülerin kaleminden çıkar. Bu yüzden nice hakikat, sessizliğin içinde kaybolur gider; nice büyük insan, gölgede kalır. Ama bazı isimler vardır ki, çağları aşarak gelir ve insanlığın alnına mühür gibi vurulur. İşte onlardan biri: Fatıma el-Fihriyye’dir.
Bugün dünyanın en prestijli üniversiteleri olarak anılan kurumların temelleri zannedildiği gibi Oxford, Bologna ya da Paris’te, Berlin’de atılmadı. Tarihî kayıtlar ve UNESCO’nun da doğruladığı üzere, dünyanın hâlâ faaliyette olan en eski üniversitesi, 859 yılında bir kadın tarafından, hem de bir Müslüman kadın tarafından kuruldu: El-Karaviyyin Üniversitesi.
Bu bilgi tek başına bile insanı sarsmaya yeter. Neden mi?
Çünkü o dönem Avrupa’da kadınlar insan yerine konulmuyordu. 586 yılında Fransa’daki kilise konseyinde kadınların ruhu olup olmadığı tartışılıyordu. Kadınlar okula gidemez, mülk sahibi olamaz, fikir beyan edemezdi. Çünkü o insan bile değildi. Eğitim, sadece erkeklerin tekelindeydi. Bilgiye ulaşmak, ancak seçilmiş azınlığın hakkıydı. Evet doğru okudunuz, aynen böyleydi.
Ama aynı çağda, Orta Çağ karanlığında kıvranan Batıdan çok uzakta, 7. yüzyılda çölün tam ortasında bir ışık parladı. Bu öyle bir ışıktı ki sadece bir kavmi değil, çağları aydınlatacak kadar güçlüydü. O ışığın adı Hz. Muhammed’di.
O’nun getirdiği mesajla, kadın yeniden insan oldu; kız çocukları toprağa değil, okula gönderilmeye başlandı; ilim aramak her Müslümana farz kılındı.
İşte Fatıma el-Fihriyye, o ışığın izini süren bir kadındı. Çölün ortasında yanan o nur, Fes’te bir üniversiteye dönüştü.
Ama ne hazindir ki bugün, dünya yeniden karanlığı organize ediyor.
İlimle ve hikmetle yoğrulmuş bu medeniyetin kökleri kazınmak isteniyor.
Batı, Orta Çağ karanlığının içinden kurtulurken İslam’ın ışığından beslendiğini unutmuş gibi davranıyor.
Ve daha da acısı, günümüzde batılılar ve bazı yandaş Müslümanlar o karanlığın içine Hz. Muhammed’i de katarak Müslümanları “yok edilmesi gereken bir tehdit” gibi göstermek istiyorlar.
Oysa yanlış olan budur.
İlim, şeffaf olmalı.
Hakikat kimden doğduysa, nereden yükseldiyse, hakkı teslim edilmeli.
Yapılan saklanmamalı, bastırılmamalı.
Kim yaptıysa, alkışlanmalı.
Fatıma el-Fihriyye bunu yaparken hiçbir gösterişe, ünvan peşine düşmedi. Ne bir saraya yaslandı ne bir sultanın gölgesine sığındı. Tek sermayesi imanı, iradesi ve ilme olan aşkıydı.
Bugün eğitim sisteminden şikâyet ettiğimizde, gençlerin idealleri olmadığından yakındığımızda, toplumda kadınların yeterince yer bulamadığından bahsettiğimizde, Fatıma el-Fihriyye’yi yeniden hatırlamamız gerekir.
Çünkü o, bin yıl öncesinden sesleniyor bize:
“Eğer niyetin hakikîyse, yol açılır.”
O, ne Batı'dan ödünç alınmış bir fikre yaslandı ne zamana boyun eğdi. Kendi medeniyetinin değerleriyle bir şey inşa etti. Üstelik bunu erkek egemen bir dönemde, tüm zorluklara rağmen yaptı.
İşte bugün bu hikâye bize şunu hatırlatmalı:
Kadın, bu ümmetin sadece namusu değil, aynı zamanda aklı, vicdanı ve ilminin teminatıdır.
Ve bir kadın isterse, sadece bir ev değil, bir medeniyet de kurabilir.
Fatıma el-Fihriyye, çağları aşan bir ışık gibi hâlâ parlıyor.
Onun izinden yürüyen kadınlar yetiştirmek, bugün en büyük ihtiyacımız.
Unutmayalım:
Bir milletin gerçek yükselişi, kadınlarının yükselişiyle başlar.
Ve bazen, dünyayı değiştirmek için yalnızca bir kadının duası, dirayeti ve davası yeterlidir.
Batı'nın ve Batı hayranlarının, muasır medeniyet hayranlarının yazdığı tarih kitaplarında İslam, karanlıkla anılıyor; oysa gerçek karanlık, kadının varlığının tartışma konusu olduğu mahkeme salonlarında saklıydı Orta Öağ Avrupası’nda. Bizim medeniyetimiz, ilmi farz bilen bir Peygamber’in izinden giden, üniversite kuran kadınlarla yükseldi. Bugün İslam’ı Orta Çağ karanlığına mahkûm etmeye çalışanlar bilsin ki, hakikat susturulmaz; sadece geciktirilir. Hakikatin bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır...
19 Temmuz 2025 Cumartesi
ÇAYKUR ÇAYI
BANA BİR KARADENİZLİ ARKADAŞIM ANLATTI KARAENİZ ÇAYI ORGANİKMİŞ
“Her Türk, bulunduğu yerde Türkiye’nin fahri elçisidir.”
Rüştü KAM – Berlin
Bir dost meclisinden, bir çay hikâyesi…
Memleket meseleleriyle başlayan bir sohbette, laf döndü dolaştı, Çaykur çayına geldi. O çaydan, Karadeniz’in ekonomisine, oradan da Türkiye’nin dünyadaki varlığına uzanan içten bir sohbet haline dönüşüverdi…
Ne olacak bu dünyanın hâli?
Dostlarla oturuyorduk, dünya hâllerini konuşuyorduk. O meşhur soru bu meclise de geldi:
“Ne olacak bu dünyanın hâli?”
Derdi insan olan her insanın olduğu her yerde bu soru sorulur. Bizim mecliste de eksik olmadı. Önce dünyayı konuştuk. Siyasetten girdik, ekonomiye uğradık, eğitim dedik, Türkiye'nin komşularını da andık sırasıyla. Sonra bir baktık ki, laf dönmüş dolaşmış, Çaykur çayına gelivermiş.
Çayın sıcaklığı, memleketin hatırası
Masada içtiğimiz çay Çaykur’du. Rizeli dostum Yavuz Pederlioğlu sordu:
— Hocam, sen Denizlilisin. Sana bu Çaykur çayı sevgisi nereden geliyor? Her yerde yazıyorsun, çiziyorsun, konuşuyorsun…
Gülümsedim.
— Sevgili Yavuz, Çaykur çayını sevmek için Rizeli olmaya gerek yok. Karadenizli olmaya da gerek yok. Türkiye’yi seven, Türkiye sevdalısı olan herkesin çayıdır ÇAYKUR çayı.
Ben derim ki; Almanya’da 4 milyon Türk yaşıyor. Bunların yalnızca 1 milyonu düzenli olarak çay içiyor olsa ki; fazlası vardır ve kişi başı ayda 1 kilo çay tüketseler ki; tüketirler. A yda 1 milyon kilo çay yapar, yılda 12 milyon kilo çay demektir. Yani 12 milyon ton. Düşünün, sadece Almanya’daki tüketim bile Karadeniz’e takla attırır. Karadeniz’in kalkınması, Türkiye’nin kalkınmasıdır.
Yirmi yıldır anlatıyorum
Evet, ben 20 yıldır bu meseleyi kendime dert ediniyorum. Yazıyorum, konuşuyorum. Gittiğim toplantılarda, konferanslarda, çay varsa masada; soruyorum Türk çayı mıdır? Evet diyorlar. Oysa o çay Türk çayı değil markası Türkçe olan bir çay. Sonra da başlıyorum anlatmaya; çay sadece içecek değildir, kültürdür, bilinçtir ve ekonomidir diyorum.
Az önce Yavuz söyledi: 15 Temmuz anma programına katılmış Berlin Büyükelçilik salonunda. Çaykur çayı ikram edilmiş orada. Eğer bu konudaki çabamın oraya bir damla katkısı olduysa, kendimi bahtiyar sayarım. Çünkü ben inanıyorum ki: Her Türk, bulunduğu yerde Türkiye’nin fahri elçisidir.
BİO yaz, Avrupa’yı kazan
Bak Yavuz, sana bir şey daha söyleyeyim. Eğer Çaykur'da bir tanıdığın varsa, selamımı söyle. Bir de şu teklifimi ilet ona:
Avrupa’da her geçen gün organik ürünlere olan ilgi artıyor. BİO marketler çoğalıyor. Duyduğuma göre, Çaykur çayına ilaç atılmıyormuş. Yani çay doğalmış, organikmiş, “BİO” imiş. Bak, sen de bunu onayladın.
O hâlde ne bekliyorsunuz? Çay paketlerinin üstüne büyük harflerle “BİO ÇAY” yazılsın. Avrupa’daki organik marketlerde yerini alsın. Pazar açık. Fırsat büyük. Fikir babası da burada: Rüştü KAM.
Çaykur yöneticilerine sesleniyorum:
Eğer bu toprakların çayını, gurbet elde yudumlayan bir Türk'ün yüzünde memleket tebessümüne dönüştürmek istiyorsanız, şimdi tam zamanı; organik çayla önce Avrupa pazarlarına, oradan da gönüllere girin.
14 Temmuz 2025 Pazartesi
15 TEMMUZ
TÜRKİYE'NİN DARBELERLE İMTİHANI
"Bu ülkede darbeler sadece yönetimi devirmedi; milletin hafızasını, inancını, iradesini de yaraladı."
Berlin – Rüştü KAM
14 Temmuz 2025
Türkiye’de darbeler tarihi 15 Temmuz ile başlamaz. Aksine, 15 Temmuz bir finaldir; belki de “darbelerin son çırpınışı”dır. 15 Temmuz’u diri tutmak ve diğerlerini unutturmak ise maksat yanlış bir yaklaşımdır. Aynı hassasiyet yapılan diğer darbeler konusunda da gösterilmelidir. Her darbenin mağduru vardır. Onlar da vatan evladıdır.
Bu ülkede “boru”yu eline geçiren herkes darbe yapmıştır. Bu bir metafor değil, gerçekliğin ta kendisidir. Askerin gölgesi, yıllarca siyasetin, hukukun ve toplumun üzerine düşmüştür. Demokrasiye her on yılda bir “ayar” verilmiş; sandığın üstüne postal izi bırakılmıştır. Eğer Türkseniz, üstüne üstlük bir de Müslümansanız, yetmezmiş gibi bir de başbakanınız veya cumhurbaşkanınızın İslamî hassasiyetleri varsa, darbe bu topraklarda kaçınılmaz olur.
Mesela;
27 Mayıs 1960 sabahı ordu yönetime el koydu. Başbakan Adnan Menderes, bakanlarıyla birlikte tutuklandı. Yassıada’da kurulan mahkemelerde yargılandı ve sonunda idam edildi. Ülkenin seçilmiş lideri darağacında sallandırıldı. Bu, Türkiye'nin askerî vesayete teslimiyetinin resmî başlangıcıydı.
12 Mart 1971’de bu kez meclis feshedilmeden bir muhtıra verildi. “Ya istifa ya tank” denilerek hükümet baskıyla görevden alındı. Bu “postalsız darbe”, askerin siyaset üzerindeki etkisinin nasıl sinsice sürdüğünün bir göstergesiydi.
12 Eylül 1980 sabahı ülke yeniden tank sesleriyle uyandı. Generaller yönetime el koydu. TBMM feshedildi, siyasi partiler kapatıldı. Binlerce insan gözaltına alındı, işkencelerden geçirildi. 5.000 genç yaşamını yitirdi, idamlar yapıldı. Kenan Evren hem darbenin mimarı oldu hem de cumhurbaşkanı. 1982 Anayasası’yla darbe, hukuki zemine taşındı.
28 Şubat 1997'de “postmodern darbe” yaşandı. Bu sefer tanklar sokakta değil, medyada ve MGK salonundaydı. Refah-Yol Hükümeti hedef alındı. Başbakan Erbakan istifa etmek zorunda kaldı. İmam hatipler kapatıldı, üniversitelerde ve devlet dairelerinde başörtüsü yasaklandı. İslamî kimliği olan ne varsa baskı altına alındı. “İrtica” bahanesiyle halkın değerleri kriminalize edildi. Binlerce Müslüman vatan evladı mağdur edildi, üniversite okuma hakları ellerinden alındı.
27 Nisan 2007'de ordunun internet sitesinde yayınladığı “e-muhtıra” ile AK Parti hükümetine aba altından sopa gösterildi. Gerekçe aynıydı: Laiklik tehlikede! Aslında tehlikede olan, halkın kendi seçtiğini iktidarda tutma kararlılığıydı. Ama bu kez hükümet geri adım atmadı. Bu direniş, askerî vesayetin çözülmeye başladığı dönüm noktası oldu.
15 Temmuz 2016'da ise bu kez FETÖ adlı bir yapı, askerî üniformanın içine sızarak darbeye kalkıştı. Meclis bombalandı, insanlar sokakta vuruldu. 253 kişi şehit oldu. Halk, ilk kez tankların önüne bedenini siper ederek bir darbeyi püskürttü. Bu, Türkiye'nin darbeler tarihindeki en kanlı ama en onurlu direnişi olarak kayıtlara geçti.
Darbelerin bu ülkeye kazandırdığı hiçbir şey yoktur. Ne demokrasi, ne adalet, ne kalkınma… Her seferinde milletin iradesi çiğnendi, korku düzeni kuruldu. Ama artık ezber bozulmuştur. Darbeyle başbakanı bile asılmış olan bir millet, o gün kendisine yönelen namluyu tutmasını bilmiştir.
Kemalizm üzerinden, demokrasi üzerinden ve din üzerinden menfaat devşirmeye çalışanlar dün olduğu gibi bundan sonra da olacaktır. Farklı dönemlerde, farklı ideolojik görünümler altında; değişik isimlerle kendilerini halka tanıtan kişi ve kurumlar, legal ya da illegal yollarla kamuoyunu etkilemeye çalışacaktır. Bu nedenle devlet aklı, yalnızca geçmişin hatıralarına değil; geleceğin ihtimallerine karşı da her zaman uyanık olmak zorundadır. Zira modern dünyada tehdit yalnızca askerî değil; aynı zamanda kültürel, ekonomik, dinî ve ideolojik biçimlerde de tezahür etmektedir.
Bütün bunlardan dolayıdır ki; bugün sadece 15 Temmuz’un değil, bütün darbelerin lanetlenmesi gerekir. Yalnızca 15 Temmuz’u gündeme alarak diğerlerini unutmak ise maksat bu yanlıştır. Bu yanlışın ilerleyen zamanlarda ağır bedelleri olabilir. 15 Temmuz unutulmamalıdır elbette; ama 28 Şubat da unutulmamalıdır, Adnan Menderes ve arkadaşları da unutturulmamalıdır…
Sadece 15 Temmuz’a odaklanarak diğer darbelerin mağdur ettiği vatan evlatları da unutulmamalıdır.
15 Temmuz önemlidir; çünkü Türkiye’nin o gece verdiği mücadele, darbelerin finali olması hasebiyle önemlidir. Bu kalkışmaya direnen halk, aynı zamanda emperyal aklın vesayet projelerine, vekâlet örgütlerine ve içeriden çökertme girişimlerine direnmiştir. Bu gerçeklik, uluslararası ilişkiler bağlamında Türkiye’nin güvenlik ve dış politika stratejilerini yeniden tanımlamasına neden olmuştur.
15 Temmuz bize bir kez daha şunu göstermiştir: Modern zamanlarda savaşlar sadece cephelerde değil; eğitim kurumlarında, medya ağlarında, yargı salonlarında ve dijital platformlarda verilmektedir. Devletler artık yalnızca tankla değil, algıyla da kuşatılmaktadır. Evet, Türkiye bu yeni nesil kuşatmayı görmüş ve kendi öz gücüyle yarmayı başarmıştır.
Sonuç olarak, 15 Temmuz gecesi Müslüman Türk milleti, vatanına ve bağımsızlığına olan bağlılığını sadece sözle değil, canı pahasına ortaya koymuştur. Bu kalkışma, ihanetin coğrafyası ve dini olmadığını; ancak direnişin bir millete karakter kazandırdığını göstermiştir. Artık bu millet, sadece darbeye direnen bir halk değil; aynı zamanda küresel vesayet sistemine “dur” diyebilen bir iradenin de sahibidir.
Hiçbir darbeyi unutmadık, asla da unutturmayacağız.
Bitirirken:
Her darbe, halkın devlete güvenini zedeledi. Umutla oy verdiği yöneticilerin asker postalıyla devrilmesi, demokrasinin meşruiyetini sorgulanır hale getirdi. Toplum sindirildi. Gözaltılar, işkenceler, fişlemeler sıradanlaştı. Darbelerle birlikte korku kültürü yayıldı. Konuşan değil, susan bir toplum üretildi. İnsanlar devletle arasına mesafe koydu, sivil inisiyatifler güçsüz hale geldi. Özellikle genç kuşaklar siyasetten soğutuldu, “ülkeyi konuşmak” bile tehlikeli sayıldı.
Darbeler siyaseti resetlemedi; çürüttü. Seçilmişler görevlerinden edildi, partiler kapatıldı, liderler yasaklandı. Meclis devre dışı bırakıldı. Her darbenin ardından yeni bir anayasa yapıldı; ama bu metinlerin hiçbiri halkı değil, devleti koruyan metinlerdi. Seçimler ertelendi, sivil yönetim askıya alındı. Bürokrasiye “vesayet aklı” yerleşti. Askerî müdahaleler, siyaseti halka değil merkeze karşı sorumlu hale getirdi. Millî irade değil, “binlerce yıllık devlet aklının yerine geçen darbe aklı” kazandı. Bu da çoğulculuğu ve demokratik gelişimi engelledi.
Darbelerin ve darbecilerin vazgeçilmez hedefi ise her zaman dindar halk kesimleri oldu. İslamî hassasiyetleri olan liderler, partiler, kurumlar hep “irtica” yaftasıyla bastırıldı. 28 Şubat’ta başörtüsü yasağı eğitim hakkını gasbetti. İmam hatipler kapatıldı, Kur’an kurslarına sınırlamalar getirildi. Camiler fişlendi, vaazlar kontrol altına alındı. İslamî dernekler, yayınlar, fikirler baskılandı. Bu durum din ile devlet arasına derin bir mesafe koydu. Müslüman kimlik, potansiyel tehdit gibi muamele gördü. Oysa toplumun büyük çoğunluğu Müslümandı; baskılanan halkın ta kendisiydi.
Ben derim ki; asıl yapılması gereken şey, her yıl sadece 15 Temmuz’u anmak olmamalıdır. Önümüzü kapatan ne kadar köhnemiş benzer kafa yapısı varsa, onlar da tahlil edilmeli ve onlara karşı da çözümler üreterek Türk Milletinin geleceği inşa edilmelidir.
12 Temmuz 2025 Cumartesi
Terörsüz Tükiye
TERÖRSÜZ TÜRKİYE
Rüştü KAM
13 Temmuz 2025
“Terörsüz bir Türkiye”...
Kulağa ne kadar hoş geliyor, değil mi?
Yıllardır nice analar gözyaşı döktü. Nice çocuklar, daha dünyaya doyamadan gözlerini yumdu. Nice babalar, çaresizlikten ellerini böğrüne bağlayıp sustu; sustukça içine kapandı, sustukça büyüdü acısı. Sokaklarda mahcubiyetle boynu bükük dolaştılar.
Tam 46 yıl.
Dile kolay. Koca bir ömür.
Kürt'üyle Türk'üyle bu halk aynı sofraya oturmuş, aynı cephede can vermiş, aynı bayrağın altında gölgelenmiş bir milletti. İnsan insandır; adı ne olursa olsun, doğusu batısı fark etmez. Hak herkese lazımdır. Hürriyet herkesin hakkıdır. İnsan gibi yaşamak herkesin onurudur.
O hâlde neydi bu kavganın sebebi?
Cennet gibi bir ülkeyi cehenneme çevirmek, kime ne kazandıracaktı?
Şimdi soruyorum:
O “Cehennem Vadisi” dediğiniz yerler bile cennet gibiyken, siz orayı cehenneme çevirdiniz. O güzelim coğrafyada büyüyen çocuklar, hangi vaadin peşinden koştu da sizlere kandı? Ne kazandınız?
Madem 46 yılın sonunda silah bırakacaktınız, bunca kanı niye döktünüz?
Binlerce masumun canına hangi haklı sebeple kıydınız?
Aç mıydınız? Açık mıydınız?
Öyle bile olsa, bir yolu bulunamaz mıydı?
Binlerce yıl aynı çorbaya kaşık sallayan insanlar değil miydiniz siz?
Aynı sıkıntıları, aynı sevinçleri paylaşmadık mı?
Çanakkale’yi birlikte geçilmez kılmadık mı?
Türkiye’yi birlikte yurt edinmedik mi?
Peki ne oldu da Cennet gibi bir ülkeyi cehenneme çevirdiniz?
Ne kazandınız şimdi? Ne geçti elinize?
Binlerce masumun kanına girdiniz. Evlatları yetim, anaları yaslı, ocakları viran bıraktınız.
Sonra?
46 yıl sonra “silah bırakıyoruz” dediniz ve geldiniz. Eğer sonunda bu noktaya gelecektiyseniz, o kadar kan, o kadar ölüm, o kadar ihanetiş neden yaptınız?
Bu devlet sana üniversite kapılarını açmadı mı?
Devlet dairelerinde çalışmana engel mi oldu?
Milletvekili olmak istedin de yapmadı mı?
Bakan olmak istedin de önünü mü kesti?
Cumhurbaşkanı, başbakan olmak istedin de mani mi oldu?
İş kurmak istedin de “hayır” mı dedi bu devlet sana?
O hâlde söylesene; niye çıktın dağa?
Niye kardeşlerini katlettin?
Niye bu milletin evlatlarını birbirine kırdırdın?
Birlikte kıtlık görmüş, birlikte sevinç yaşamış insanlar değil miydik biz?
Size dostuz diyenler, sizi dağın başında yapayalnız bırakırken, sizi evinize çağıran bu devlet, bu millet değil miydi?
Ve şimdi... 46 yıl sonra, evin yaramaz çocuğu gibi geri döndünüz.
Ama bilin ki: Ne siz 46 yıl önceki hayırsız evlatsınız, ne de karşınızda diz çöktüğünüz baba, o eski babanız…
Bir bakın çevrenize:
Ailenizin her bir yanı yara bere içinde. Beli bükülmüş, gözlerinin feri sönmüş, dizleri dermansız, elleri titriyor.
Kolay değil. Elde yokken, avuçta yokken sen bu ülkeye trilyonlarca dolar zarar verdin. Fakir fukaranın rızkından kesildi o paralar.
Ama...
Bu millet, seni sokağa atmadı. Atmaz da.
Yine de evine aldı.
Çünkü bu topraklar affetmeyi de bilir, sahip çıkmayı da.
Madem hatanı kabul ettin, o hâlde gel. Ama bu kez adam gibi gel.
Bir daha yaramazlık yapma.
Öyle elinde bir muz sallayanın peşine takılıp gitme.
Baksana sana “dostuz” diyenler, dağ başında seni yapayalnız bırakıp gittiler.
İşte bu yüzden, atalarımız boşuna dememiş:
“Domuzdan post, gâvurdan dost olmaz.”
Bak, unutma:
Bu topraklar bir tanedir. Başka Türkiye yok.
Toprağı başka güzel, havası ayrı güzel, iklimi bambaşka güzel.
Alımlı ve çalımlı bir ülkedir burası; herkesin gözü onun üzerindedir.
Sakın seni kandırarak bu ülkeyi ele geçirmek isteyenlere bir daha göz kırpma!
Gölgesi dahi yaklaşmasın sana.
Bugün olanlar oldu, evet...
Ama yarın ne olacağının garantisi yok.
Hani derler ya:
“Bir kere ihanet eden, bir daha eder.”
Bu söz boşuna söylenmemiştir.
Ve şunu da iyi bil:
Her ne kadar affedilmiş olsan da, devletin gözü hep senin üzerinde olacak.
Çünkü güven, kolay kazanılan bir şey değildir.
Ve bu millet artık hiçbir ihaneti sineye çekmeyecektir.
Gözün aydın Türkiye!
Kavuştun evladına.
Şimdi sıra sende:
Sana sığınanlara şefkat kanadını indir.
Bak ne hale gelmişler, dertleri derdin, acıları acın olsun.
Merhametle yaklaş onlara. Sar yaralarını onların şefkatli ellerinle.
Sen devletsin. Büyüklüğünü göster onlara. Bir daha kurda kuşa yem olmasına müsaade etme onların.
Tut ellerinden, doğruyu öğret. Yanlışı anlat.
İkna et. Sahip çık. Sakın zulmetme.
Çünkü sen sahip çıkmazsan, yine başkaları sahip çıkacaktır; o zaman onları bir daha onları ikna edemezsin.
Ve bu ülke, bir 46 yılı daha kaldıramaz.
11 Temmuz 2025 Cuma
UYGUR TÜRKLERİ 2025
ÇÖLÜN SESSİZ ÇIĞLIĞI: DOĞU TÜRKİSTAN’DAN YÜKSELEN BİR FERYAT
Rüştü Kam
10 Temmuz 2025
Türk Eğitim Derneği/ Berlin
Bazen haritalarda yer alan coğrafyalar, insanlığın vicdanında çok daha geniş bir yer kaplar. Doğu Türkistan da öyle bir yer. Adı, Çin yönetimindeki Sincan Uygur Özerk Bölgesi olarak yazılsa da, orası bizim için hâlâ Doğu Türkistan’dır. Çünkü orada hâlâ ezanların susturulduğu, mezar taşlarının söküldüğü, çocuklara “Ayşe” adını vermenin yasaklandığı bir toprak var. Ve o toprak, yalnızca Uygurların çile çektiği bir toprak değil, insanlığın ortak vicdanı olmalıydı.
Bana Muzaffer Türk kardeşim haber verdi. “Hocam Dünya Uygur Kurultayı Başkanı Turgunyan Alawdun ve eski başkan Dolkun İsa buradalar. Yanlarında başkan yardımcısı Zümret Ay ve berlin Bölge başkanı Gheyyur Qurban da var. Federal Alman Parlementosu’nda Srepzenitza soykırımını anma münasebetiyle buradalar. İlgini çeker mi” dedi.
10 Temmuz günü Türk Eğitim Derneği’nde bir tantım toplantısı yapmaya karar verdik ve bir gün içinde organize olduk. 40 kişi kadar ilgili katılımcıya ulaştık. Canlı yayın da yaparak daha fazla insanımıza ulaşmaya çalıştık.
Amacımız yapabildiğimiz kadarıyla çölün sessiz çığlığı insanlarımıza duyurmaktı. Elhamdülüllah duyurduk da.
Dünya Uygur Kurultayı Başkanı Turgunyan Alawdun ve eski başkan Dolkun İsa, Doğu Türkistan’da yaşananları kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir dille anlattılar. Seslerinde ne kin vardı, ne öfke; yalnızca içleri yanmış bir milletin çaresizliği vardı. İçleri yanıyordu. Bizlerin içini de yaktırlar. Konuşulanlarda bir özet ayne şöyle:
Turgunyan Alawdun:
“Biz Uygurlar, İslam’la 720 yılında tanıştık. Sizler Karahanlılardan sonra batıya, Anadolu’ya yürüdünüz; biz ise o topraklarda kaldık. Bugün elimizde 1 milyon 800 bin kilometrekarelik bir vatan toprağı var. Üzerinde özgürce tasarruf edemediğimiz, yaşayamadığımız topraklar bunlar.
Toprağımızın yalnızca yüzde beşi yaşamaya müsaittir. Diğerleri çöldür; kocaman ve sessiz bir çöl. Ve o sessizlik bugün, bizim mezarlıklarımızda, camilerimizde yankılanıyor. Bizim ne talihsiz başımız varmış meğer. Ne bedeller ödedik hâlâ da ödüyoruz. 18 bin caminin yerle bir edildiği topraklar oralar.
Camilerimizin yerinde bugün oteller var, spor salonları var, hastaneler var... Hatta tuvaletler var. Ne kadar acı değil mi? Kutsal olanın yerine dünyevî olanı diktiler. Gözümüzün önünde, dünyanın, İslâm âleminin gözünün önünde yaptılar bunu. Bizim gücümüz yetmedi mani olmaya, gücü yetenler de omuz vermediler. Bugün Çin’de yalnızca bedenlerimizi değil, ruhumuzu da öldürmek istiyorlar. Biz bugün Berlin’de Federal Alman parlamentosunda Sreprenitsa soykırımının 30. Yılı münesabetiyle konuştuk. Derdimizi orada anlattık. Arkadaşlar, Bizim için soykırım yalnızca öldürülmek değildir; bizim için soykırım dilimizi, inancımızı, kimliğimizi silmektir, yok etmektir, namusumuzn çiğnenmesidir. Ayakta kalan beden neye yarar ruhu öldürüldükten sonra?” Öldüğün zaman bir kere ölürsen, gözünün önünde hergün aynı şeylere maruz kalırsan hergün yeniden bir daha ölürsün. Bu soykırım değildir de nedir?
Dolkun İsa:
Arkadaşlar; bugün Doğu Türkistan’da “Selamün aleyküm” demek yasaktır.
Evinde Kur’an bulundurmak yasaktır.
Oruç tutmak, namaz kılmak, Uygurca konuşmak yasaktır.
Çocuklarımıza “Hatice”, “Ahmet”, “Fatma”, “Ali” adını koymak yasaktır.
Kimin mezarı nerede bilinmez olmuştur. Ben Almanya’da yaşıyorum. Ülkeme giremiyorum. Annem babam öldüler ama ben onların cenazesinde bulunamadım, mezarlarını nerededir var mıdır yok mudur onu dahi bilemiyorum.
Mezarlıklar düzlenmiş, yerlerine binalar dikilmiş. Tarih yok edilmiş. Hafıza silinmiş.
Arkadaşlar bir milletin ruhu, gökyüzünden silinmiş.
Ve daha beterini söyleyeyim:
Çinli birine organ nakli mi lazım? Uygur tutsaklardan uygun biri bulunur; organı alınır, hesap sorulmaz.
Daha ne diyeyim ne anlatayım ben size?
Bu çağda Uygur Türkü’nün organının köle pazarında satılıyor olmasından daha vahimi ne oalabilir. Bir Çinliyi yaşatmak için sağlıklı bir Uygur’un böbreğini almanın suç sayılmadığı bir ülke tahayyül edebiliyor musunuz? İşte orası benim ülkem. Doğu Türkistan. Daha ne diyeyim ben size. Bu soykırım değildir de nedir? Bizler Uygur Türkü’nün sesini duyurmak için buralarda bedel ödüyoruz, annemiz babamız ve 40 milyon uygur halkı da Doğu Türkistan’da bedel ödüyor.
Arkadaşlar biz Müslümanız, Müslüman, gel gör ki, İslam ülkelerinden cılız da olsa bir ses yükselmiyor. Biliyor musunuz, ben Türkiye’ye de giremiyorum.
Dünya sessiz.
Birleşmiş Milletler raporlar yayınlıyor, ama Türkiye ve diğer İslam ülkeleri susuyor. Raporları Avrupa ve Afrika’nın bazı ülkeleri onaylıyor; biz yine susuyoruz.
Ey Anadolu halkı,
Siz Anadolu’da huzur içinde büyük bir iştahla sahur yaparken, Doğu Türkistan’da iftar sofrası kuramayan kardeşlerimiz var.
Biz burada Ayşe derken, oradaki insanlar Ayşe’nin ismini akıllarından bile geçiremiyorlar.
Biz burada Kur’an okurken, orada Kur’an’ı evinde bile saklayamıyorlar. İşte bunlar Uygur halkı. Korkudan tiril tiril titriyorlar.
Çin’in “eğitim kampı” dediği kamplarda 3 milyon Uygur tutuluyor. Eğitimin konusu zulüm, diploması ise sessizlik.
Turgunyan Alawdun sözlerini şöyle bitirdi:
“Evet arkadaşlar biz bu bedeli ödüyoruz. Ödemeye de devam edeceğiz, taki özgürlüğümüze kavuşuncaya kadar. Ben Türkiye’ye bile giremiyorum, olsun belki bir gün onlar da anlayacaktır beni. Çünkü onlar korkuyorlar. Bir Uygur’un Çin soykırımının ülkelerinde anlatılmasından korkuyorlar.
Soruyorum size; bir halkın ruhu kaybolduktan sonfra, geriye ne kalır? Sadece boş bir beden kalır. Ne işe yarar o beden? Hiç?
Ne gariptir ki dünyada bazı acılar yalnız yaşanıyormuş. Biz bu acıyı yaşıyoruz.
Doğu Türkistan yalnız. Hem de çok yalnız.
Ama unutmayalım: Bazı yalnızlıklar insanlığın utanç defterine kazınarak yazılır. Ve bir gün o defter açıldığında, kim nerede durduysa, adı da oraya yazılır. Allah’a emanet olunuz.”
7 Temmuz 2025 Pazartesi
SEVGİLİYE MEKTUP
SEVGİLİYE MEKTUP 2025
-Altıncı ölüm yıl dönümü münasebetiyle-
Rüştü KAM
31 Mayıs 2025
Canım Sevgilim…
Sana hâlâ mektuplar yazıyorum. içimi döküyorum.
Çünkü ben inanıyorum ki: Sen bir yerlerdesin, ve duyuyorsun beni. Hissediyorum.
Güzelim ben seni hiç eksiltmedim. Bahçedesin… çaydasın… çocuklardasın… kitapların satır aralarındasın… Ellerimi açıp dua ettiğim her anımdasın…
Velhasıl her yerdesin.
Kalbime emanet ettiğin o büyük sevdayla beraberim…Ama çok özledim seni be güzelim.
Gülüm,
Bizlere veda edip gidişinin üzerinden ne kadar yıl geçti, bilmiyorum.
Sen yoksun ve hayat devam ediyor.
Zaman tutmayı bıraktım.
Takvimlerin ne anlamı var ki, sen yokken?
Yıllar geçip gidiyor işte…
Ama bazı anlar var ki, unutulmuyor.
Bazı günler, takvimden silinmiyor.
Bak işte…
Sen gideli tam altı yıl olmuş.
8 Temmuz 2019.
O sabah benim için hayat ikiye ayrıldı:
Seninle olan ve sensiz kalan…
İnsan başta anlamıyor, zamanın, birini değil, kendini götürdüğünü...
Sesin azalmaya başlıyor önce, sonra adımların unutuluyor evin içinde.
Kahvaltı sessizleşiyor.
Perdeler bile farklı dalgalanıyor.
Ama yine de alışılmıyor be gülüm.
Ne adını unutturuyor zaman, ne varlığını silebiliyor.
Sen gittin ama bir yanım hâlâ senin yanında duruyor.
Gün geliyor gülüşün, bey deyişin düşüyor aklıma, içim ısınıyor.
Gün geliyor sessizce bir dua oluyorsun dudaklarımda, yüzüm düşüyor.
Ama her hâlükârda, varsın be Gölüm.
Bu hayattan çekilmiş olabilirsin ama benden çekilmedin.
Sen benim tamamlayamadığım cümlemsin.
Yarım kalan şiirimsin.
Eksik ama güzel kalan her şeyde seni görüyorum.
Unutulmadın.
Unutulmayacaksın da.
Güzelim ruhun şâd olsun.
Dışarıdan bakıldığında her şey sorunsuz gibi görünüyor …
İşler, sorumluluklar, dernekler, belgeler, oradan oraya koşturmalar…
Ama içinde Sen olmayınca, hiçbir şey tam olmuyor.
Bir yanım hep eksik. Hep suskun.
Zaman buldukça, senin çok sevdiğin o bahçeye gidiyorum;
Hani, birlikte çimenlerin üzerine oturup, çay içmeyi hayal ettiğimiz o bahçeye.
Evet evet, lavanta kokulu o yeşil bahçemize…
Orada sessizliğe gömülüyorum.
Adımlarımı dikkatle atıyorum.
Seni incitmekten korkuyorum.
Sanki toprağın her karışında senin izlerin var.
Rüzgâr bile senden bir parça taşıyor. Alıyorum rayihanı.
Bugün de oraya gideceğim, bugün 8 Temmuz, Senin hatırana hayır dağıtacağım komşulara.
Her sene yapıyorum bunu. Biliyorum ki; haberdarsındır. Onların duası ulaşıyordur sana.
Ama, Zülfikâr’ımızı her zaman götüremiyorum bahçeye.
“Orası bana iyi gelmiyor” diyor.
Senden sonra iyice içine kapandı. Çok suskun…
“Annemin hatıraları var orada, ağır geliyor bana…” diyor.
Ben de sadece başımı sallayabiliyorum.
Ne diyebilirim ki?
Ne desem eksik kalıyor zaten…
Sen bilirsin onu; her şeyi içine atar.
Senin eksikliğinin ecel ile ilgili olduğunu…O, benden daha iyi biliyor bunu sen de biliyorsun.
Ama ben ona eceli anlatacak kelime bulamıyorum.
Yok ki bulayım…
Güzelim,
Hani yıllardır bir kenara iliştirdiğim o hatıralarım vardı ya…
Sen bana hep “Bunları kitaplaştır” der dururdun.
Ben de “Olur inşallah” der ve geçiştirirdim ya…
Gözün aydın, o iş oldu.
Toparladım o hatıraları.
Kitap yaptım. Hem de 500 sayfa.
Adını çocuklar koydu:
“Bir Hezarfenin Sergüzeşti – Kolak Köyü’nden Berlin’e”
Hoşuna gitti biliyorum…
Gülüyorsun şu an. Hem de gözlerinin içiyle.
Keşke sen de burada olsaydın be güzelim…
Sana da bir kitap imzalasaydım.
O sayfaya adını yazsaydım, göz göze…
Dur, dur bitmedi, bir müjdem daha var; bir de o eski “Dini Bilgiler” kitabım vardı ya…
Onu da güncelledim. 600 sayfa oldu.
Yeni neslin anlayacağı, sade ve açık bir dille yazdım.
Onun adını da çocuklar koydu:
“Modern Dinî Kılavuz – Gelenek ve Modernite Arasında Kalmışlar İçin”
İki kitabı da sana ve anne-babama ithaf ettim.
Niğmet kızımızla birlikte tashih ettik.
Onun da sana selamı var. Hakikatli kızdır Niğmet.
Zaten son Paris gezisinde beraberdiniz onunla…
Bak güzelim, sıkı dur şimdi.
Çok önemli bir haberim daha var. Dur çekiştirip durma, söyleyeceğim işte.
Azıcık sabret. Acelen ne?
Çocuklarımızın, çocuklarımızın ikincisi de evlendirdim…
Evet, inanmayacaksın ama Dilruba da evlendi.
Doğru söylüyorum. Vallahi evlendi. Bembeyaz gelinliğiyle Melekler gibiydi.
Bak şimdi, şimdi ağlamanın sırası mı?
Yani güzelim… ağlayasın diye yazmadım ben bunları.
Hayalin gerçek oldu diye yazıyorum.
Sevinç gözyaşları onlar, biliyorum elbet.
Şimdi de kiminle diye soracaksın, dur, sormadan hemen söyleyeyim;
Eritreli bir delikanlıyla evlendi.
Çok iyi anlaşıyorlar.
Allah muhabbetlerini daim kılsın.
Sen şimdi “Eritre nere, Berlin nere?” diyorsun.
Kader ağını öyle kurmuş ne yapabiliriz ki güzelim…
“Kaderin üzerinde kader var.”
Bana da yalnızca hayırlı olsun demek düştü.
Evet…
Hayat, ailemizi garip bir şekilde genişletti.
Biz Denizli’den Almanya’ya…
Çocuklar da Mardin’den Eritre’ye uzandılar.
Bakalım Zülfikar’ımız bizi daha nerelere götürecek.
Bir de onu baş göz edebilseydim…Sen de hep onu düşünürdün, bilmez miyim.
Dur bakalım, bir gün o da olur inşallah.
Kader, yollarımızı ilmek ilmek dokuyor; farkında bile olmuyoruz.
Ben bazen susuyorum, bazen sadece izliyorum.
Elimden geleni yapıyorum: Dua ediyorum, çabalıyorum, sabrediyorum.
Ama yoruldum be güzelim... Hem de çok yoruldum.
Sensiz olmuyor işte.
Senin yerin dolmuyor işte, bunu herkes bilir.
Eksiklerim oldu elbet… ama sevgim hiç eksilmedi be Gülüm.
Bir görseydin çocuklarımız ne kadar mutluydu. Birlikte yaşamın ilk adımını atıyorlardı.
Gözlerinde huzur vardı, sevinç vardı.
Gülüşleriyle dünyam aydınlandı.
Ve ben onlara baktıkça seni gördüm…
Sanki senin sıcaklığını taşıyorlardı,
Sanki senin yarım kalan cümlelerini tamamlıyorlardı.
Anne sevgisi başka bir şeymiş.
Ben babalık ettim, ettim ama anne şefkatiyle saramadım ki onları.
Yine de elimden gelenin en iyisini yaptım elbet.
Bazen sakince bekledim, bazen içimden taşanlarla sustum.
Ama hep dua ettim:
Sana, çocuklara, bize...
Dilruba’nın düğününü,
senin çok sevdiğin, ama bir türlü doya doya oturup tadını çıkaramadığımız o bahçede yaptık.
İnan, her şey tam senin hayal ettiğin gibiydi.
Aile arasında, sade ve sıcak bir düğün oldu.
Zaten Dilruba da öyle istedi.
Hatta, kına bile yapmadı. “Annem olmayınca kına benim neyime,” dedi…
Senin öğrencilerin de oradaydı. Onları öyle toplu halde görünce, aralarında seni görür gibi oldum.
Oğlan evi de Frankfurt’ta düğün yaptı. Oraya da gittik.
O da çok güzel geçti. Çifte düğün oldu.
Kızımız mutluydu. Hem de çok.
Ailesi de iyi bir aileye benziyor.
Damadın da babası vefat etmiş… Allah rahmet eylesin.
Nikâhı yine Ömer Hoca kıydı. Sağ olsun, kırmadı bizi.
Ben konuşma yapacaktım.
Ama… yapamadım.
Sesim titredi.
Kelimeler içime oturdu.
Boğazım düğümlendi.
O yüzden konuşma metnini Hureyre’ye verdim.
Zaten yapamayacağımı bildiğim için önceden söylemiştim ona.
O da çok güzel okudu. Maşallah.
Duyguyu, olduğu gibi aktardı.
Ben onu dinlerken sadece sana baktım…
Elini tuttum. Dizimin üzerine koydum.
Ve yine, “Keşke,” dedim.
Sonsuz bir keşke daha…
O konuşmayı ikimizin adına yazdım elbet.
Bakalım sen beğenecek misin?..
Değerli dostlar, kıymetli misafirler,
Hepiniz hoş geldiniz. Her birinize yürekten sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum.
Bugün, hayatımın en özel ve en anlamlı günlerinden birini yaşıyorum.
Ve sizler, bu ana şahitlik ediyorsunuz.
Kalbimde hem tarifsiz bir sevinç var hem de derin bir hüzün.
Çünkü insan, en mutlu anlarında bile, bazen içinde bir burkulma hisseder.
Bugün, biricik kızımı… gözümün nurunu, yıllarca sevgiyle, el bebek gül bebek büyüttüğüm yavrumu, kendi elleriyle kuracağı, büyüteceği, yeşerteceği yuvasına uğurluyorum.
Evlat sahibi olunca daha iyi anlıyor insan; zaman ne kadar da hızlı geçiyormuş…
Daha dün, minicik ellerinden tutup okula götürüyorduk onu.
Pencereden bakıp, sırtında o ağır çantasıyla nasıl paytak paytak yürüdüğünü izliyorduk.
İşte o çocuk… bugün gelinliğiyle yepyeni bir hayata adım atıyor. O bizim kızımız Dilruba.
Biz onunla birlikte uzun bir yol yürüdük.
Bazen yan yana, bazen uzaktan…
Ama hep kalbimizin tam ortasındaydı.
Şimdi o yol başka bir yöne doğru kıvrılıyor.
Bu bir ayrılık değil; hayat dediğimiz uzun hikâyede yeni bir sayfa, yeni bir başlangıç.
O iyi bir kızdır. Hem de çok iyi. Onu annesi yetiştirdi.
Vefalıdır, merhametlidir, yüreği geniştir, bulunduğu meclise güneş gibi doğuverir.
Bu güzel hasletlerinin çoğunu annesinden almıştır.
O vefakâr kadından…
O cefakâr anneden…
Bugün aramızda yok o.
Ama biliyorum ki, işte oralardan bir yerlerden bizi seyrediyordur.
O kızını yalnız bırakmaz. Kızının gelinliğine, mutluluğuna, yüzündeki gülümsemeye tanıklık ediyordur.
Rabbim Fatmana’mın o güzel insanın mekânını cennet eylesin.
Hatırasını yüreğimizde daim kılsın.
Güzel kızım, kıymetlim,
Bil ki biz her zaman seninleydik…
Bundan sonra da hep seninle olacağız.
Sakın üzülme ve korkma, aradığın zaman o bıraktığın yerde seni bekliyor olacağız.
Sevgili kızım,
Gözümün nuru yavrum,
Sana nasihatim var, az kulak veresin:
Artık sen bir evin hanımı, başka bir ömrün yoldaşısın.
Şunu hiç unutma: Yuva dört duvarla kurulmaz.
Yuva; anlayışla kurulur… ama sevgiyle, sabırla ve emekle büyür.
Ve ancak böyle ayakta kalır.
Her evde zaman zaman rüzgârlar eser; bazen hafif bir esintiyle serinletir, bazen de sert bir uğultuyla savurur.
Ama mühim olan, o rüzgârı fırtınaya çevirmemektir.
Evlilik, inatla değil; sevgiyle, saygıyla yürür.
Hayat, şikâyetle değil; şefkatle güzelleşir.
Eşin artık senin kader arkadaşın…
Ona karşı nazın da olsun, vefan da.
Güzel kızım,
Eşine karşı sesin değil, kalbin yükselsin.
Eşinin annesi senin de annen olsun,
babası senin de baban…
Onları dışlama ki, sen de dışlanmayasın.
Adaletli ol.
Haksızlık etme.
Ama haksızlık karşısında da susma.
Sevgili İbrahim,
Bugünden itibaren sen de artık benim bir evlâdımsın.
Üçüncü oğlumsun.
Sana yalnızca bir kız evlât vermiyoruz biz…
Sana bir ömrün hatırasını, yılların emeğini,
bir annenin duasını ve bir babanın kalbini emanet ediyoruz.
O bizim kıymetlimizdir.
Onun bir damla gözyaşına dünyaları değişmeyiz.
O bizim sevinç kaynağımız, içimizdeki neşedir.
Onun neşesi sönmesin… ışığı eksilmesin. Aman ha dikkat edesin.
Onu sev, koru, gözet ki…
Sen de sevilesin, gözetilesin.
Sadece gülüşünde değil, sessizliğinde de, gözyaşında da yanında ol.
Unutma oğlum, evlilik sadece güzel anları paylaşmak değildir.
Zorlukları birlikte omuzlamaktır.
Nikâh masasında verdiğin o sözü daima hatırla:
“İyi günde, kötü günde birlikte olacağız.”
Bu bir vaat değil…
Bu, bir namus sözüdür.
Bu, birlikte yürünmesi gereken bir yoldur artık.
Bir yuvayı ayakta tutan beş temel esas vardır unutmayasın:
Sevgi,
Saygı,
Sadakat,
Sabır ve
Emek.
Artık “ben” değilsiniz bundan sonra, “biz”siniz.
Bu yuvayı birlikte kurdunuz.
Birlikte büyütecek, birlikte yeşerteceksiniz.
Ve meyvesini birlikte toplayacaksınız.
Sevgili oğlum,
Hata yapmaktan korkmayın.
İnsanız, elbet hata yaparız.
Ama hatada ısrar etmeyesin.
Birbirinize gönül koyabilirsiniz, bu insani bir şeydir.
Ama sakın gönül yıkan olmayasın.
Birbirinizin eksiğini tamamlayın, fazlalıklarınızla övünmeyin.
Ne yaşarsanız yaşayın, ne olursa olsun, birbirinizin elini sakın bırakmayın!
Kalbiniz, birbirine daima sevgi ve saygı sinyalleri göndersin.
Yüzünüzü birbirinizden asla çevirmeyin.
Çünkü bu hayat; "keşke"lerle oyalanacak kadar uzun değildir.
Güzel Mevla’m;
Yuvanıza huzur, gönlünüze muhabbet, ömrünüze bereket versin.
Ayağınıza taş değdirmesin. Kazancınız helal, rızkınız bol ve bereketli olsun.
Kötülerle ve kötülüklerle karşılaştırmasın; iyilerle, iyiliklerle yolunuzu kesiştirsin.
Çocuklarınız evinizin neşesi, kalbinizin armağanı olsun.
Mevla’m onları korusun, gözetsin, yolundan ayırmasın.
Sizlere, bir ömür boyu O’nun yolunda yürüyen gerçek birer kul ve birbirine sadık eşler olmayı nasip etsin.
Bu özel ve güzel günde, aramızda olmasa da yüreğimizde her daim yaşayan eşime, 46 yıl bu yollarda beraber yürüdüğümüz can yoldaşıma,
Rabbim’den rahmet diliyorum.
Bugün burada bizimle olan, bu sevince ortak olan herkese gönülden teşekkür ediyorum.
Ve şimdi…
Sizleri, eşimin ruhuna birer Fatiha okumaya davet ediyorum.
Canım sevgilim…
Yıllar geçti, acım dinmedi, yokluğun eksilmedi. Ama ben, senden öğrendiğim gibi, güçlü durmaya çalışıyorum.
Sen gittin ama ben seni bırakmadım.
Dualarıma kazıdım adını.
Çocuklarımızla, hatıralarınla, sevdanla yaşıyorum.
Ve şimdi, bu mektubu bitirirken sana bir teklifim var bilirim beni kıfrmazsın:
Senin o köşkünün bir köşesinde benim için de bir yer ayır.
Çünkü bir gün oraya geldiğimde, yine dizine başımı koymak isterim. Parmaklarını saçlarımın arasında usul usul gezdirmeni isterim.
Aynı köşkte. Aynı sessizlikte. Aynı muhabbetle.
Dünyada yarım kalan ne varsa, orada tamamlayalım isterim.
Ben yine sana kitaplarımı okuyayım, sen gözlerinle dinle isterim.
Ben yine sustuğumda, gözlerime bakıp bsni anlayıveresin isterim.
Çocuklarımız kendi yuvalarını kuruyorlar, zaman hızla akıyor…
Ama içimdeki sevda yerinde öylece duruyor.
Sen gittiğinden beri, kalbim hep bir yere bakıyor.
Oraya…Senin olduğun yere.
Sana…
Özlemle, inançla, sonsuz bir sadakatle…Ben bu dünyada neyi tamamladıysam, bir gün gelip onları sana anlatacağım.
O gün, yeniden “biz” olacağız.
Ve bu mektup da yarım kalmayacak.
46 yıl aynı sofrayı, aynı duayı, aynı suskunluğu paylaştığın eşin;
Rüştü KAM
30 Haziran 2025 Pazartesi
ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN IX
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (IX)
- Geriye dönüşümüzde bazı arkadaşlar, “Niye geldik bu şehre, öyle çok da etkileyici bir yer değilmiş,” diyerek memnuniyetsizliklerini dile getirdiler. Oysa mesele sadece görüneni görmek değil, görülemeyeni hissedebilmektir-
Rüştü Kam
Semerkand – II
Sabah erkenden yola çıkmıştık. Akşam trenle Taşkent’e döneceğiz. Dönüş yolunda iki önemli durak daha var: İmam Madrid’inin türbesi ve geleneksel kâğıt imalathanesi. İmam Buhari’nin türbesi ise restorasyon nedeniyle ziyarete kapalıymış. Program böyle. Programı yapan Hüseyin. Yolların müsait olmadığı için, otobüsle devam edemiyormuşuz bunun için altı tane minibüs kiralanmış.
Yola çıkmadan önce Hüseyin’le küçük bir plan yaptık: Hedefimizi dağları aşarak ulaşacağımız içim, dağın ulaşabildiğimiz en yüksek yerine vardığımızda manzaraya karşı bir keyif çayı içecektik. Şoförler arasında uzlaşma sağlanamayınca bu keyfi yaşayamadık maalesef. Ancak, dönüşte Hüseyin’den tandır kebabı sözü aldık. Böylece geliş yolundaki o eksikliği telafi edecektik. Aynı şekilde başka bir aksaklığın yaşanmaması için Hüseyin’in olduğu araç önden gidecek, diğer araçlar onu takip edecekti. Nitekim bu karar isabetli oldu.
Semerkand’ın gölgesinden uzaklaşıp Özbek bozkırlarına açılıyorduk. Siyah taşlar arasında kıvrıla kıvrıla ilerleyen daracık yollarda, bazen dağa tırmanıyor, bazen sert inişler yapıyorduk. Asfalt vardı ama alışık olduğumuz türden değildi. Araç zıpladıkça başımız tavana değecek gibi oluyordu.
Şehr-i Sebz’e gidiyoruz. Timur’un şehrine. O’nun mezarını görmeye. Önceden hazırlattığı ama sonradan oraya defnedilmediği o boş mezarı ve diğer kalıntıları göreceğiz. Boş mezar deyip geçmeyelim, önemli olan o mezara Timur’un konulmamış olması değil, dünya çapında bir Emir’in/Hükümdarın daha dünyada iken kendi mezarını bizzat kendisinin hazırlatmasıydı. Ölümü unutmamasıydı. ‘Beni buraya gömün’ demesiydi.
İşte biz o ruh halini yakalamaya çalışacağız. Tabii ki, becerebilirsek …
Şehr-i Sebz: Emir Timur’un Doğduğu Topraklar
Yola çıkarken, içimizden; “Belki Timur bizi şehrin kapısında karşılar,” diye geçirmiştik. Ama olmadı. Şehrin dışında araçlardan indik, yürüyerek vardık giriş kapısına. Rehber Yıldız, kapının önünde Timur’un çocukluğu ve gençliği hakkında kısa bilgiler verdi. “Timur, 1336 yılında Özbekistan'da Keş (Şehr-i Sebz) yakınlarındaki Hoca Ilgar köyünde doğmuştur. Barlas boyuna mensup bir ailenin çocuğudur. Babası Emîr Turagay, annesi ise Tekina Hatun'dur. Timur’un çocukluğu ve gençliğiyle ilgili, bilgiler sınırlıdır. Cengiz Han soyundan Kazan Han'ın kızı Saray Mülk Hanım'ı nikâhına alarak damat anlamına gelen Küregen takma adını taşımaya hak kazanmıştır. Ancak Cengiz Han’ın soyundan gelmediği için "Han unvanı yerine "Emir" unvanını kullanmıştır.
Şehr-i Sebz, yeşil şehir demektir. Ancak bizim için yalnızca yeşilliğiyle değil, taşıdığı tarihî anlamla da özel bir yere sahiptir. Ne yazık ki; buradaki koskoca şehirden arkaya kalan bu gördüğünüz kapı ve içeride birkaç yıkılmış duvar kalıntıları kalmıştır.”
Şehir sessizdi. Ama bu sessizlik, çok şey anlatıyordu. Daha ilk adımda şunu öğrendik: Meğer her büyük yürüyüş, yalın ayak bir adımla başlarmış.
Grup kapıdan içeriye giriş yaptı ve biz Hüseyin’le birlikte sessizce yürümeye başladık ama bir anda sessizliğini bozdu Hüseyin: “Hocam, bu etrafta gördüğün taşlar ve sütunlar Ak Saray’dan kalanlardır. Timur’un buradaki yaptırdığı sarayın adıdır Aksaray. Ak Saray, Timur İmparatorluğu dönemine ait önemli bir yapıdır ve Timurlu mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilir.
Timur, başkent olarak Semerkand’ı seçmiş olsa da o doğup büyüdüğü Şehr-i Sebz’i devamlı kalbinde taşımıştır. O vefalı bir Hükümdardır. Köylü çocuğu olduğunu hiçbir zaman unutmamıştır. O saraylarda büyüyen bir şımarık çocuk değildir. Bu sarayın duvarına şu cümleyi yazdırmıştır: ‘Eğer gücümden şüphe ediyorsan, şu yaptıklarıma bak, yeter.”
Rehber Yıldız da hemen oradaki bir kalıntının yanında durdu, eğildi, biraz taşla konuşuyormuş gibi o vaziyette kaldı ve doğrulurken şunları söyledi:
“Saraydan geriye balan bu taş, bana lisan-ı haliyle şöyle dedi: Ben şahidim ki; Timur, doğduğu bu köyden hiç utanmadı. Aksine, köylülüğüyle her zaman gurur duydu. Bugün bazıları kendi köklerinden utanır; halkından uzak durur. Ama Timur halkıyla birlikte yürüdü. Onlardan utanmadı. Onları küçük görmedi. Başkalarıyla iş tutarak onları itibarsızlaştırmadı. Çünkü o bilirdi ki, köksüz ağaç yeşermez. Geçmişini gizlemek şehirli olmak değil, bir zaaf belirtisidir.”
Şehr-i Sebz’de yalnızca bir kişiyi değil, bir mirası ziyaret ediyorduk. Anlamlı bir ziyaret gerçekleştiriyorduk. Sadece bir mezarın değil, bir fikrin ve bir inancın izini sürüyorduk. Ve anladık ki: Kökünü unutmayan, toprağını, kültürünü sahiplenen her milletin kurduğu medeniyet bir gün gelir yeniden filizlenebilirmiş. Çünkü kök salmak, önce kendi köküne sahip çıkmakla başlarmış.
Ziyaretin Sessiz Tanıkları
Şehr-i Sebz’in sokaklarındayız, Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz. Meğer Emir Timur bizi orada meydanda bekliyormuş. Günahını almışız Emir’in. Selamlaştık, hatıra fotoğrafları çektirdik. Şehrini ziyaret etmemizden fevkalade memnun kaldı. “Vaktiniz olursa bir gün doğduğum köyde de sizleri ağırlamak isterim” dedi. Güneşin bağrında orada öylece duruyordu, yapayalnız. İçimiz cız etti. Yazık hem de ne yazık; yazı yok kışı yok devamlı orada öylece bekliyor. Ben bütün heykellere aynı şekilde acırım. Ziyaretçilerini karşılamak için çekiyor olmalılar bu eziyeti.
Tam o sırada, Fergana Bölgesi’nden gelen bir Özbek grubuyla karşılaştık heykelin önünde. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince çok sevindiler. “İlk defa Türkiye’den gelen Türkleri görüyoruz,” dediler. Gözlerinde içten bir sevinç parlıyordu. Cep telefonlarıyla Fergana’daki akrabalarını aradılar ve bizimle tanıştırdılar: “Bakın, Türkiye’den gelen Türkler burada!” El salladık ekrandan onlara. Heyecanları görülmeye değerdi.
Yürüyüşe devam ettik. Yolun sonunda sağda bir cami vardı. Merdivenle çıkılıyor oraya. Hemen avlusunda toplaşıverdik:
“Değerli Anadolu Kervanı, sevgili misafirlerimiz… Şu an önümüzde duran yapı Kok Gumbaz Camii’dir. ‘Mavi Kubbe’ anlamına gelir. O kubbe sanki gökyüzünden yere inmiş gibi şehre bakar. Bu camiyi 1434 yılında Uluğ Bey, babası Şahruh adına inşa ettirmiştir. Şehr-i Sebz’in en büyük camiidir.
Burası yalnızca ibadet edilen bir mekân değil, aynı zamanda bir medeniyetin gökyüzüne açılan kapısıdır. Kubbesinin çevresinde ‘Mülk yalnızca Allah’ındır’ ayeti yazılıdır. Yapı kare planlıdır. Dört köşesindeki spiral merdivenlerle kubbe altına çıkılır. İç süslemeleri zamanla yıpranmış olsa da hâlâ etkileyicidir. Mozaikler, çiniler ve hat yazıları bir dönemin estetik anlayışını ve bilgisini yansıtır.
Bu cami, çok iyi bir niyetle inşa edilmiş bir sığınaktır. Dışarıdan bakınca bir cami görürsünüz; ama içine girince göğe açılan bir kubbenin altında durduğunuzu hissedersiniz. O kubbe baba gibidir. Yağan yağmurdan-kardan ve güneşten çocuklarını koruyan şemsiyedir. Uluğ Bey babası için yaptırmıştır bu camii. “Babacığım; sen bizi korudun biz de bizden sonra gelenleri koruyacağız anlamında.” Baba- oğul münasebeti.
“Şu gördüğünüz yapı ise ilk bakışta türbe gibi görünse de aslında bir çeşmedir. Yanındaki kavak ağacı asırlıktır; belki de Timur’un çocukken gölgesinde oturduğu ağaçlardan biridir.”
Kok Gumbaz Camii’nde, gökyüzüne açılan mavi kubbenin altında bir çağın bilgeliği yankılanıyormuş meğer. Sade mimarisiyle, gösterişten uzak bir yapıydı oysa. Bazı yapılar ibadet içindir; bazıları ise hem ibadet hem idrak içindir. Kok Gumbaz, ikincisinden olsa gerek.
Cami ziyaretinden sonra biraz yürüyerek Timur’un o boş ve de boş olması ile anlam kazanan mezarına ulaştık. Yeni dikilmiş ağaçların arasından geçtik. Mezar yerin birkaç metre altındaydı. Dar bir merdivenden inerek loş, serin bir odaya vardık. Her şey sadeydi, gösterişten uzaktı; gösterişsiz ama saygı dolu bir atmosfer vardı. Bu mezar, Timur’un sağlığında kendi adına hazırlattığı mezarıydı. Ancak kader farklı tecelli etmiş; naaşı Semerkand’daki Gur-ı Emir’e defnedilmişti. Bu boş mezar, Timur’un toprağa bağlılığının ve ölüm karşısındaki tevazuunun sembolüydü. En azından biz öyle anladık.
Dışarı çıktığımızda hemen yolun kenarında, isimleri dahi yazılı olmayan, birkaç mezar daha gördük. Rehberimiz, bunların Timur’un çocuklarına ve akrabalarına ait olduğunu söyledi. Bir zamanlar han soyunun devamı olan bu çocuklar, şimdi sessizliğin içinde birbirlerine komşuydular. Babalarının gölgesinde yatıyorlardı ama tarihin gölgesine bile düşememişlerdi. Bu sade manzara bize şunu hatırlattı: Ne kadar güçlü olursan ol, sonunda düşeceğin yer kara topraktır.
“Emir Timur’un tarihî kaynaklarda adı geçen dört oğlu vardır: Cihangir, Ömer Şeyh, Mîrânşah ve Şahruh. Bu dört evlattan özellikle Şahruh, Timur’un ölümünden sonra devletin yönetimini üstlenmiş ve Herat merkezli kültürel ve ilmî bir hamle başlatmıştır. Ünlü gökbilimci Uluğ Bey de onun oğludur. Diğer oğulları ise genellikle askerî ya da idarî görevlerde bulunmuş, ancak siyasi olarak kalıcı bir iz bırakamamışlardır. Cihangir genç yaşta vefat etmiş, Timur’un onun ardından büyük bir acı yaşadığı rivayet edilir. Ömer Şeyh ise Fergana bölgesinde görev almış, 1394’te ölmüştür. Mîrânşah bir dönem Azerbaycan ve İran’da valilik yapmış, fakat ilerleyen yıllarda sağlığı bozulmuştur.
Bugün Şehr-i Sebz’de, Timur’un ailesine ait birkaç mezar bulunmaktadır. Mezar taşları olmayan, yan yana sıralanmış bu kabirlerin Timur’un çocuklarına ait olduğu kabul edilmektedir. İsimleri belli değildir; ancak yerel kaynaklara göre bu mezarlarda Cihangir ile Ömer Şeyh’in defnedilmiş olma ihtimali yüksektir. Sessizlik içindeki bu mezarlık, bir zamanlar han soyunun devamı olan çocukların, tarihin gölgesine dahi düşemeden nasıl unutulabildiğini gösteren dokunaklı bir manzaradır.”
Tarih bazen görkemli saraylarla, bazen de isimsiz mezar taşlarıyla konuşur. Şehr-i Sebz’de karşımıza çıkan bu sade kabirler, bize sessizliğin de bir anlatımı olduğunu hatırlattı. Timur’un oğullarıydı onlar; bir zamanlar ordular yöneten, şehirler kuran, saltanat hayalleri kuran kişiler… Şimdi ise ne bir isimleri var ne de bir mezar taşları. Belki de tarihin en ağır hükmü budur: Unutulmak. Ama biz o gün, o mezarların önünde bir dua ile yalnızca isimleri değil, hatırlanmayı da paylaştık. Çünkü bir insanı yaşatan bazen sadece adının anılmasıdır.
Sessiz Mezarlardan Renkli Defterlere
Geri dönüş yolunda birkaç çocuk dikkatimizi çekti. Çimenlerin üzerine yayılmışlar, ellerindeki kâğıt ve kalemlerle resim yapıyorlardı. Rehberimiz, bu çocukların ressam olmak istediklerini söyledi. Tarihî yapıları çiziyor, çevreyi gözlemliyorlardı. Ne hoş bir manzaraydı bu… Sanatla geçmiş arasında bağ kuruyorlardı. Bir milletin sesi bazen kalemle, bazen taşsız bir mezarla duyulur. Biz orada hem kaybolmuş olanı hem de yeniden filizlenen umudu gördük o çocuklarda.
Soğuk Tandır
Evet dönüş yolunda dağın zirvesine ulaştığımız yerde tandır yemek için yaklaştık mekâna. Aynı zamanda insani ihtiyaçlarımızı da giderecektik. Mekân mükemmel, manzara da şahane. Mekân sahiplerine önceden haber verildiği için servis hemen yapıldı. Görüntüsü güzel tandır kebabının, servis şekli de göze hitap ediyor. Hemen elimizi kolumuzu sıvadık ve yumulduk tandıra. Daha ilk lokmada geri çekildik. Bu ne yaaa…Soğuk kebap mı olurmuş. Buz dolabından çıkmış gibi. Kebap hayalimiz suya düştü. Soğuk duş. Bunlar soğuk, ısıtılması gerek bunların desek de sesimizi duyan olmadı. Aslında duydular duymasına da işlerine gelmedi desek daha doğru olur. “Fırını söndürmüşlermiş tekrar yakamazlarmış, biz geç gelmişiz falan filan...”
Ben hayalimde Denizli tandırını canlandırmıştım: Fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde; lavaşın üzerinde lokum gibi kuzu eti, yanında incecik doğranmış söğüş, halkası bol soğan, közde patlamış acı biber, köpüklü ayran… Parmaklarını yedirten cinsten. “Aman Allah’ım, yemede yanında yat!” diyeceğiniz cinsten...!
“Türk geleneğinde kuru et vardır, sıcak tandır sonradan çıkan bir alışkanlıktır,” gibi açıklamalar eşliğinde birer ikişer lokma almaya çalıştık ama… Yağı donmuş eti yemek ne mümkün! Ağzımızda çiğniyoruz ama boğazımızdan geçmiyor. Neyse, “nimettir” deyip yemediğimiz kebabın parasını da ödeyip devam ettik yolumuza. “Olur mu böyle şey, para veriyoruz kardeşim!” diyenler oldu ama… Oluyormuş demek ki. Oldu işte…
Şah-ı Zinde
Boş bir mezardan, çinilerle süsülenmiş türbeler diyarına geldik. Şah-ı Zinde ’deyiz. Şehrin kalbinde. Göğe doğru sessizce yükselen bir başka hazine duruyor önümüzde. Merdiven basamaklarını birer birer çıkarak ulaştık Şah-ı Zinde ’ye. Zirveye çıkınca aldı sazı eline başladı çalmaya Yıldız:
“Burası yalnızca bir mezarlık değil; taşın estetikle dans ettiği bir mabettir. Buradaki her türbe, öğeleri yerli yerinde olan bir mimari cümledir. Çiniler gökyüzünü yansıtır, kemerler sonsuzluğu çağırır. Zaman, burada akmaz; bir halı deseni gibi donmuştur. Şu çinilerdeki zarafete bakar mısınız? 700 yıl geçmiş aradan ama onlar hâlâ göz kamaştırıyor. Çünkü burada estetik, bir süs değil; bir saygı biçimidir. Ölümün karşısında hayatı savunan bir zarafet. İşte bu, Şah-ı Zinde’ dir. Ve bu miras bugün hâlâ Semerkand’ın sokaklarında yaşamaktadır.
Evet burası Şah-ı Zinde. Yani, ‘Yaşayan Kral’. Buraya bu ismi veren inanç, Hazret-i Muhammed’in amcasının oğlu Kusem bin Abbas’a dayanır. Rivayetlere göre İslâm’ı Orta Asya’ya ulaştırmak için gelen bu sahabe, burada şehit edilmiştir. Fakat halk, onun bir mağaraya girip gözlerden kaybolduğuna ve hâlâ Semerkand’ı manevî olarak koruduğuna inanır. Efsane geriye dönecektir. İşte bu yüzden ‘diri’ ya da ‘yaşayan’ olarak anılır.
İç içe geçmiş türbelerin, medrese kalıntılarının ve mezarların olduğu bu kompleks, 11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar farklı dönemlerde inşa edilmiştir.
Timur döneminde, hanedan üyeleri ve komutanlar için burada birer birer türbeler yapılmıştı. Her biri ayrı bir sanat şaheseri olan bu yapılar, Türk-İslâm mimarisinin çiniyle şiirleştiği nadir mekânlardandı.
Yıldız, gözlerimizi türbelerin üzerindeki yazılara yöneltti ve şöyle dedi:
“Bakın şu kufi hatlarla yazılmış olanlar erken döneme aittir. Şu mavi kubbenin altındaki türbe ise Timur’un kız kardeşi Şirin Beg Ağa’ya aittir. Her detayda hem güç hem de zarafet var. Ama en önemlisi, bu binaların ölümle hayat arasındaki o ince çizgide bizlere bir şeyler söylüyor olmasıdır.”
Ben o sırada kalabalıktan biraz uzaklaşıp merdivenlerin kenarındaki gölgede soluklanmak ve biraz da tefekküre dalmak istedim. Çünkü, taşların diliyle konuşan bir mekândı burası. Her türbe, her motif sanki şöyle diyordu lisan-ı halleriyle:
“Dün ben buradaydım. Şimdi sen varsın. Ama yarın sen de yok olacaksın.”
Arkadaşlar da sessizleşti. O bildik fısıltılar bile kesilmişti. Herkes ya çinilere yakından bakıyor ya da türbelerin gölgesinde bir gün sıranın kendisine geleceğini düşünüyordu. Evet; Şah-ı Zinde ölülerin değil, yaşayanların aynasıydı.
Esra kızımız arkadan çok ciddi bir soru sordu: “Burası cennetin neresine düşer acaba?”
İçimizden birkaç kişi güldü ama belli ki o da herkes gibi etkilenmişti buradan. Çünkü burada insan sadece bir mezarlığı değil, bir medeniyeti; sadece geçmişi değil, kendi sonunu da düşünüyordu. Çünkü Şah-ı Zinde, taşla yapılmış bir dua gibiydi. Renkleriyle gözümüzü, sessizliğiyle kalbimizi, anlatısıyla zihnimizi uyarıyordu. Tarih burada sadece geçmişi anlatmıyordu bize, bugünü ve yarını nasıl yaşayacağımızı da hatırlatıyordu. Ölümü hatırlatıyordu…“Dün ben buradaydım. Şimdi sen varsın. Ama yarın sen de yok olacaksın.”
İmam Mâtürîdî: Mezhep İmamımız
Bugün adı sıkça anılsa da düşüncesinin özü unutulmuştur. Oysa İmam Mâtürîdî, İslâm düşüncesinde aklı merkeze alan, sorgulayan ve bilinçli bir inancı savunan öncü bir isimdir. Körü körüne itaat yerine, aklî muhakemeye dayalı bir iman anlayışı geliştirmiştir. Kur’an’ın sadece okunmakla kalmayıp anlaşılması gerektiğini hatırlatmıştır.
Mâtürîdî’den uzaklaşıldıkça din dogmalaşmış, inanç istismara açık hale gelmiş, cemaat yapıları ise zamanla çıkar odaklarına dönüşmüştür. Bugün “Ben itikatta Matürîdî’yim” diyenler, acaba gerçekten onu ne kadar tanıyorlar? Bu sorunun cevabı, samimiyetle aranmalıdır.
İmam Matürîdî’nin türbesi Semerkand’ın en sakin köşesinde yer alıyor. Daracık sokaklardan geçerek ağır ağır varılan bir gecekondu mahallesinde, koca imamın türbesi. Türbenin önüne ulaştığımızda, turkuaz renkli çinilerle süslenmiş sade ama zarif bir yapı karşımıza çıktı. İşte orada, türbenin merdivenlerinde bizi bekliyordu İmam Matürîdî. Tüylerim diken diken oldu. Karşımda duran İmam Matürîdî idi. Mezhep imamımız. Ben onu gıyaben tanıdım şimdi ise karşımda duruyor.
Selam verdik, hafifçe eğilerek saygımızı da ifade ettik. “Biz, senin kurduğun mezhebin mensuplarıyız; Anadolu’dan geliyoruz,” dedik, edebe riayet ederek dedik bunu. Gülümsedi ve “Bilmez miyim,” dercesine sımsıkı sarıldı bizlere tek tek. Kayıtları kontrol etse ismimize rastlayamazdı belki ama yine de kucakladı bizi. Bir sıcaklık sardı içimizi. Büyüklük budur işte: Affedici olmak, yüz karasını yüze vurmamak, tanımasa da kucaklamak.
Mâtürîdî mezhebinden olduğumuzu söylesek de hayatın bazı alanlarında Eş ‘ari görüşlere kaydığımızın farkındaydı sanki.
Endişemizi gidermek ve bizleri rahatlatmak için; “çocuklar sizler rahat olun; İslâm da sizlere anlatılan gibi bir mezhebe bağlanma zorunluluğu yoktur. İslâm ölülerin egemenliğini yasaklar. Sizler yaşadığınız bölgelerde kendi problemlerinizi kendiniz çözün, çözün ki; İslâm sizin yaşadığınız çağa da, bölgeye de nazil olsun.”
Birbirimize bakıştık; bu sözler bizlere yabancı değil, bu sözlerin hakikat olduğunu öğrenmek için Özbekistan’a kadar gelmemiz mi gerekiyordu?” der gibi ve huzurdan ayrılarak türbenin içine girdik.
Rehberimiz Yıldız, böyle bir atmosferde İmam Matürîdi’nin hayatını özetlemeye başladı:
“Tam adı Ebû Mansûr Muhammed bin Muhammed bin Mahmud el-Mâtürîdî es-Semerkandî’dir. 863 yılında Semerkand’ın Mâtürîd köyünde doğmuştur. Hanefî mezhebinin önemli âlimlerinden İmam Cürcânî’nin öğrencisidir. Ebû Hanîfe’nin fikirlerini derinlemesine incelemiş, onları sistemleştirerek geliştirmiştir. Ehl-i Sünnet kelamının iki ana kolundan biri olan Matüridîlik mezhebinin kurucusu olarak kabul edilir. 944 yılında Semerkand’da vefat etmiştir. İşte burada medfundur.
İmam Matüridî’nin fikirleri, Ehl-i Sünnet inancının anlaşılması ve yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Özellikle Orta Asya, Hindistan ve Anadolu coğrafyasında etkili olmuştur. Aklı ve vahyi birlikte değerlendiren yaklaşımı, İslâm düşüncesine özgün bir derinlik kazandırmıştır.
Bizlere kadar ulaşan başlıca eserleri arasında, kelam ilminin temel meselelerini ele alan Kitâbü’t-Tevhîd ve Kur’an’ı akıl ve nakille yorumladığı Te’vîlâtü’l-Kur’ân adlı tefsiri yer alır. Ayrıca fıkıh, usûl ve diğer İslâmî ilimlerde de geriye birçok değerli çalışma bırakmıştır.” Türbede bazılarımız ikişer rekât Tahiyyetü'l-mescid namazı kılarak vedalaştık o koca imamla…
Semerkand Kâğıdı: Dut Ağacından Medeniyete
Rehberimiz Yıldız, gözlerini bir ustanın narin ellerine odaklamış gibi, yavaş yavaş anlatıyordu, Semerkand kâğıdını: “Semerkant kâğıdı, 8. yüzyılda Çinli esirlerden öğrenilen bir teknikle, dut ağacının kabuğundan üretilmeye başlanmış. Bu gelenek, Özbekistan’ın Semerkand şehrinde doğmuş ve zamanla bir sanata dönüşmüş. Günümüzde hâlâ el işçiliğiyle, doğal malzemeler kullanılarak bu eşsiz kâğıt üretilmeye devam ediyor.
Semerkand kâğıdının üretiminde yalnızca dut ağacının kabukları kullanılıyor. Kimyasal ağartıcıların yer almadığı bu yöntem sayesinde kâğıt doğal sarımsı rengini koruyor. El işçiliğine dayalı üretim şekli hem kâğıdın zarif dokusunu hem de dayanıklılığını belirliyor. Uygun koşullarda 300 yıla kadar saklanabilen bu kâğıt, özellikle hediyelik eşya yapımında ve eski el yazmalarının restorasyonunda kullanılıyor.
Üretim süreci oldukça sabırlı ve özenli bir işçilik gerektiriyor. Önce dut ağacının kabukları toplanıp suya yatırılıyor. Ardından bu kabuklar dövülerek liflerine ayrılıyor. Elde edilen lifler, suyla karıştırılıp hamur hâline getiriliyor. Bu hamur, ahşap çerçeveli eleklerden süzülerek kâğıt tabakalarına dönüştürülüyor. Kurutulan tabakalar, son aşamada ametist taşıyla cilalanarak kullanıma hazır hale getiriliyor.
Bu uygulama, Semerkand kâğıdının hem estetik hem de işlevsel kalitesini artıran geleneksel bir yöntemdir.
Bu bir üretim değil, adeta sabırla yazılmış bir dua gibidir. Burada yapılan kâğıt, asırlardır hem kitapların hem de devlet belgelerinin taşıyıcısı oldu. Çin’den gelen teknik, burada öyle rafine hâle getirildi ki, artık bu kâğıt ‘Semerkand Kâğıdı’ adıyla anılır oldu.”
Duvarlarda asılı duran eski haritalar, el yazmaları ve renkli desenler hemen dikkatimizi çekti. Kâğıt, bilgiyle birlikte yürüyen medeniyetin ayak izidir. O yalnızca üzerine yazı yazılan bir yüzey değil; bir kültürün, bir medeniyetin taşıyıcısıdır. Ve o medeniyet, meğer Semerkand gibi şehirlerin sabrında mayalanırmış.
Bugün akşam yemeği için restorana gitmeyeceğiz; çünkü yolculuk var, zaman yok. Trenle Taşkent’e geçeceğiz. Buyruk böyle. Orada iki küçük bakkal bulduk. Özbek ekmeği aldık, arkadan gelenlere dükkânda ekmek kalmadı. Paylaştık. Yanına domates ve biber ekledik. Soğan yoktu, ama yine de çok lezzetliydi. Uzun zamandır bu kadar sade ve bu kadar güzel bir yemek yememiştim…
Tren istasyonuna zamanında vardık. Hızlı tirenle Taşkent’e ulaştık. Sabah yeniden yola çıkacağız. Bu kez istikamet: Türkistan.
Ey Özbekistan!
Her şey iyi, her şey güzel de...
Yıldızlara adam gibi bakan o adamı — Uluğ Bey’i — neden astınız?
Aklı esas alan, ilmiyle insanlara yol açan o büyük âlimi neden susturdunuz?
Artık biz, gökyüzüne bakmaktan çekinir olduk.
Yıldızlara yönelmekten, aklımızı kullanmaktan, düşünmekten korkar hâle geldik.
Elimizde, sadece Şah-ı Zinde’nin kubbelerinde yankılanan derin bir sessizlik kaldı.
Turkuaz renkler bile artık hüzünle parlıyor.
Bir estetik harikasının içinden geçiyoruz ama ne gariptir ki üzgünüz, ürkek ve ruhsuzuz.
Ey Özbekistan! Sen bize yalnızca bir medeniyetin nasıl kurulduğunu göstermedin;
O medeniyetin, ruhunu yitirmiş ellerde nasıl çürüyüp çöktüğünü de gösterdin…
Dünyaya kendi aklıyla, kendi gözlüğüyle bakan inançlı insanları
önemsizleştirenler, hor görenler, susturanlar…
Uluğ Bey’in oğlunun torunları hâlâ aramızda dolaşıyor!
Ama ya onların karşısına dikilecek olanlar?
İbret alarak, gerçekten inandığı için bir şeyler yapması gerektiğini hissedenler...
On lar ne zaman çıkacaklar ortaya?
Aklını kiraya veren sahtekârların, hainlerin, yaltakçıların borusu daha ne kadar ötecek?
Ey Özbekistan!
Dünya çapında insanlar yetiştirmiş güzel ülke…
Ey sevgili…
Hoşça kal! Sevgiyle kal! Sağlıcakla kal!
Devam edecek...
27 Haziran 2025 Cuma
HİCRİ 1447 VE HİCRET
HİCRET: YENİ YILA ADIM DEĞİL, YENİ BİR YÖN TAYİNİ
Rüştü Kam
2025 25 Haziran / 1447
Zaman yeniden dönüyor. Takvimler bir Hicrî yılbaşı daha gösteriyor. Miladi takvimde yapmadığımız, yapamadığımız şeyleri bu takvimde de yapmazsak, sadece sayılar değişecek ama biz aynı kalacağız. Oysa “hicret”, sadece bir takvim başlangıcı değildir; yön değiştirmek, yer değiştirmek, karar değiştirmek, kader değiştirmektir.
Peygamber Neden Hicret Etti?
Peygamber hicret etmedi; hicrete mecbur bırakıldı.
Mekke’de on üç yıl boyunca inandığını anlatan bir adam, sadece “Oku” dediği için, sadece “La ilahe illallah” dediği için dışlandı, baskı gördü, boykota uğradı, taşlandı, itibarsızlaştıldı. Onların düşündüğü gibi düşünmediği için yapıldı bunlar. Ama asıl hicret gerekçesi fiziksel tehdit değildi, fikrî tıkanıklıktı. Çünkü Mekke’de sadece can güvenliği değil, söz hakkı da kalmamıştı. Konuşmaya bile müsade etmiyorlrdı.
Mekkeliler davetin gelişmesini değil, boğulmasını istiyorlardı. İşte bu yüzden hicret bir kaçış değildi, zulümden kaçış hiç değildi. Yapılamayanlara yapabilme süreciydi, bir yeniden inşa süreciydi. O, Medine’ye yerleşmedi; Medine'yi inşa etti.
Sahabenin Hicreti Nasıl Anladığı
Kurucu ümmet için hicret(Ashab) için hicret, ev değiştirmek değil, hayat tarzı değiştirmek demekti. Malı, evi, eşi, çoluk- çocuğu, akrabayı arkada bırakarak; yalınayak baş açık o çöl sıcağında 400 km ileriye gitmek kolay bir iş değildi; ama onlar, “değişmeden kurtulunmaz” gerçeğini içselleştirmişlerdi.
Onlar için hicret, yeni bir iklimde huzura kavuşmaktan ziyade, yeni bir sorumluluğun içine doğmaktı. Bu yüzden Medine’ye varınca dinlenmediler; inşa etmeye başladılar: Mescid inşa ettiler, pazar kurdular, kardeşlik tesis ettiler. Hicret, onlar için bir varış değildi yeni bir, başlangıçtı.
Hicretin Bedeli Ne Oldu?
Mekke'den Medine'ye uzanan yolun taşları, açlıkla, belirsizlikle ve yoksunlukla döşenmişti. Muhacirler, geride bıraktıkları mallarını kaybettiler; Ensar ise bölüşmeye razı oldular. Ama daha derin bir bedel vardı: Görünür gücün yerini görünmeyen imtihanlar alacaktı.
İlk yıllar kolay geçmedi. Dış tehditler devam etti, içeride nifak kendini gösterdi. Hicret, yalnızca coğrafî değil, sosyolojik bir kırılmaydı. Düşman değişti, ama düşmanlık değişmedi sadece biçim değiştirdi.
Hicretin Kazanımları Ne Oldu?
Ama her hicret, doğruya doğru, geleceğe doğru, kendi doğrularıyla yeni bir imkan üretir. Medine, sadece İslam'ın yayıldığı değil, İslam’ın yaşandığı bir şehir olmalıydı ve oldu da. Peygamber, Medine'de sadece tebliğ etmedi, vır vır konuşmadı, hava atmadı, insanlara şöyle olacak demedi, olacak olanı önce o yaptı; adalet dağıttı, anlaşmalar yaptı, toplum inşa etti.
Hicret, Müslümanlara sadece emniyet değil, inşa fırsatı da sundu. Çünkü asıl zafer sağlam ilkelerle kurulan bir toplumdan geçebilirdi. Hicretin hemen ardından bireysel inançlar, kamusal varlığa dönüştü. Öyle de olmalıydı. Kurumsal varlığı olmayan cemaat ne işe yarayacaktı.
Bugün de Hicret Gerekir mi?
Gerekir elbet. Hem de acilen. Her Müslüman hicret etmelidir. Her Müslümanın Taifi mutlaka olmalıdır. Taiflere uğramadan oralarda mücadele vermeden, taş yağmuru altında ıslanmadan hicrete zemin hazırlanmaz.
Bugün elbette hicret gerekir ama hicretin yönünün değiştirğini bilerek hücret edilmelidir. ‘Nerede olduğunuzu bilmezseniz; nereye gideceğinizi tayin edemezsiniz’ gerçeğini bilerek hicret edilmelidir.
Bugün hicret, sadece coğrafya değiştirmek değildir. Bugün hicret, hâlden hâle geçmektir. Zulmün iktidar olduğu yerde, hakkı konuşabileceğin bir alan yaratmak ve oraya çekilmektir. Suni toplumlar oluşturmaktır.
Bu gün hicret, ahlaksızlığın alenileştiği yerde, mahremiyeti savunmaktır. Tembelliğin yüceltildiği yerde, sorumluluk almayı tercih etmektir. Kalabalığın ortasında yalnız kalan vicdan için, yalnızlığı göze almaktır.
Ev değiştirmek kolaydır, iş değiştirmek kolaydır; zihni değiştirmek zordur. Mekân değiştirmek marifet değildir; marifet olan yön değiştirmektir o da irade ister, fedakarlık ister.
Bugün hicret, bir şehri terk etmek değil; bir benliği terk etmek olmalıdır.
Hicret: Yıl değiştirmek değil, Yön Değiştirmektir!
Bir takvim başı daha geldi. Eğer bu yılbaşında sadece rakamlar değişecekse, o zaman hicreti hâlâ anlamamışız demektir.
Eğer bu yılbaşında kopyele yapıştır mantığıyla, sosyal medyadan herkesin 1447. Yılı kutlanacaksa; hicret hâlâ anlaşılamamış demektir.
Hicret, yeni bir yıl demek değildir; yeni bir yön, yeni bir öncelik, yeni bir duruş demektir.
Çünkü asıl hicret, Mekke’den Medine’ye değil; yanlışın içinden doğrunun iklimine yapılan yürüyüştür.
Ve bu yolculuk, her çağda yeniden başlamalıdır.
“Ben neyi geride bırakıyorum ve ne uğruna nereye yürüyorum?” cevaplanacak soru budur.
23 Haziran 2025 Pazartesi
ÖZBEKİSTAN VIII 2025
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VIII)
"Semerkant’ım… Senin gözlerin neden bu kadar nemli? Seni fena hırpalamışlar. Her güzelin başına gelen, senin de başına gelmiş. Rus işgaliyle başlayan, ardından ideolojik kırılmalarla derinleşen yaralar aldın, bunu biliyoruz. Diyeceksin ki: ‘Madem biliyordunuz, neden el uzatmadınız?’ Elimizi uzattık aslında. Ama gücümüz yetmedi. Çünkü senin başına gelenler, bizim de başımıza geldi."
Rüştü Kam, 2005
SEMERKAND I
Berlin Türk Eğitim Derneği olarak, Özbekistan ve Türkistan’a düzenlediğimiz 12 günlük kültür gezimizin önemli duraklarından biri Semerkant’tı. Bu şehre, bir rüyaya yürür gibi geldik. Çünkü Semerkant, bizim için sadece bir yer değil; bir medeniyetin aklı, ruhu ve hafızasıydı.
Gecikmiş bir vuslattı bu. Yıllar boyunca kitaplarda okuduk, haritalarda izledik, zihnimizde yaşattık. Şimdi o satırlara, o taşlara, o kubbelere dokunabiliyoruz. Gönlümüz her zaman buradaydı. Kaşgarlı Mahmud’un sözlerinde, Birunî’nin satırlarında, Uluğ Bey’in gökyüzüne açılan bakışlarında Semerkant’ım seni hep hissettik. Bugün o izlerin peşindeyiz.
Senin yetiştirdiğin ilim ve irfan sahipleridir dünyaya yön verenler. Gökbilimin, tıbbın, matematiğin, felsefenin temelleri senin bağrında atıldı. Bugün dünya onların mirasıyla ayakta duruyor; çoğu zaman da onları anmadan. Ne hazin bir nankörlük...
Bibi Hatun Camii’nin avlusunda taşların yüzyıllık suskunluğu arasında dolaşıyoruz. Her köşe, her kemer geçmişin zarafetiyle örülmüş. Registan Meydanı’nda her adım bir çağın izini taşıyor. Medreseler arasında yürürken zamanın içinden geçiyoruz. Uluğ Bey Medresesi'nin duvarları hâlâ bir bilgi uğultusunu saklıyor gibi…
Ama Semerkant, senin gözlerin hâlâ nemli. Her güzel gibi sen de örselenmişsin. İsimlerin değiştirilmiş, seslerin bastırılmış, hatıraların silinmeye çalışılmış. Eskiden öğrencilerin sesleriyle çınlayan medreselerde şimdi hediyelik eşyalar satılıyor. Diller susturulmuş, kimlikler törpülenmiş. Ve sen hâlâ ayaktasın. Çünkü bir milletin hafızası duvarlardan önce yüreklere kazınır. Sessiz ama onurlu bir direnişle mesajını vermeye devam ediyorsun.
Ey Semerkant! Seni anlamak, kendimizi anlamaktır. Çünkü sen sadece Özbekistan’ın değil; Türk-İslam dünyasının ve insanlık tarihinin ortak mirasısın. Seninle buluşmak bir geçmişe selâm duruş değil sadece, geleceğe karşı verilen bir sözdür. Senin önünde minnetle ve hürmetle eğiliyoruz.
Registan’da üç ayrı mimariye sahip üç medrese. Üç çağ, üç bakış, üç ruh. Her biri seni anlamamızda birer anahtar. Bu yolculukta bize rehberlik eden iki güzel isim var: Hüseyin Bağır ve Yıldız Amangaldiyeva. Anlatmakla yetinmeyip, yaşatan; bilgiye zarafet katan iki yoldaş. Onların sayesinde gördüğümüz her yapı, duyduğumuz her cümle daha anlamlı hâle geldi.
Hoş bulduk Semerkant. Geç de olsa geldik, gördük, tanıştık.
Semerkant’a Gecikmiş Bir Selâm
Taşkent’e ayak bastığımız andan beri zihnimizde hep sen vardın, ey Semerkant! Her durakta adın anıldı, her sohbet seninle başladı. Kitaplardan, hatıralardan tanıdığımız isminle geldik sana. Ama karşımıza çıkan, beklediğimizden çok daha fazlasıydı.
Meğer sen, köklü bir medeniyetin omurgasıymışsın.
Taşlarında ilim varmış, kubbelerinde hikmet. Sokaklarında ise ağırbaşlı ve onur varmış, vakar varmış.
Ama yorgunsun. Sesin kısılmış. Gölgelere itilmişsin.
Bizler seni ihmal etmişiz. Dinlemeyi, anlamayı, sahip çıkmayı ertelemişiz.
Belki de asıl eksik olan sendeki değil, bizdeki sessizlikmiş.
Bu topraklarda doğan Emir Timur’un hikâyesi; köklerine sırt çevirmeyen bir liderin hikâyesiymiş. Yalın ayak başı açık dolaştığı sokakları hiç unutmamış, onları terk etmemiş. Bugün onun adı; geçmişinden utananlara, halkına mesafe koyanlara bir uyarı gibi duruyor.
Çünkü Timur, yalnızca büyük bir imparator değilmiş; aynı zamanda geldiği yere sadık bir aklın, onurlu bir vicdanın adamıymış.
Ey Semerkant!
Sana geç de olsa geldik. Ama boş gelmedik.
Gönlümüzde bir selâm vardı, dilimizde bir dua, gözlerimizde bir hayranlık...
Geldik. Gördük. Ve bir söz verdik: Bundan sonra seni unutmayacağız.
Harika bir metin; güçlü bir anlatımı var. Şimdi bu metni tashih ederek sadeleştirdim, duygu ve düşünce yoğunluğunu bozmadan ritmini düzelttim. Gereksiz tekrarlar kaldırıldı, bazı cümleler daha kısa ve akıcı hâle getirildi. İşte revize edilmiş son hâli:
Metnin içeriği güçlü, dili yer yer etkileyici; fakat senin de sezdiğin gibi bazı yerlerde duygu, bilgi ve anlatım dengesi tam oturmamış. Bu da "bir şey eksik" hissi veriyor. Şimdi metni yeniden düzenledim. Anlatımı daha tutarlı, ritmi dengeli, duygusu daha içten bir hale getirdim. Aşağıda yeni hâlini bulabilirsin:
Uluğ Bey’e Gelince...
“Bugün size bir emiri değil, bir yıldızkâşıyı tanıtacağım. Gökyüzüne sevdalı bir hükümdarı. Adı: Uluğ Bey.”
Rehberimiz Yıldız böyle başladı söze. Ardından taş duvarların gölgesine düşen medreseyi gösterdi. Zaman, mozaikleri örselemiş ama hâlâ göz kamaştırıcı. Burası bir sultanın değil, bir bilgenin mekânı gibiydi.
Uluğ Bey, Timur’un torunu, Şahruh’un oğludur. 1409’da Semerkand’ın idaresini devraldı. Fakat o, dedesi gibi fetihler peşinde koşmadı. Ordularla değil, yıldızlarla ilgilendi. Semerkand’ı bir ilim merkezine dönüştürdü. Bu medrese, onun bu hayalinin ilk adımıdır.
Yıldız, o tanıdık titrek sesiyle devam etti:
“Kurduğu rasathanede, 1018 yıldızın konumunu kayda geçirdi. O zamanki teknik imkânlarla bu, olağanüstü bir başarıydı. Yıldızları gözlemlemek için yere dev bir sekstant inşa ettirdi. Işığı özel açılardan geçiren şeffaf şişelerle çalıştı. Bu yöntem, ışığın kırılma özelliklerini anlamak için eşsizdi. En meşhur öğrencisi Ali Kuşçu’dur. Bugün göğe bakarken gördüğümüz yıldızların bir kısmını ilk defa o hesapladı.”
Sonra bir iç çekti ve ekledi:
“Ama ne yazık ki bu gökyüzü dostu adam, yeryüzünün ihanetine uğradı. Kendi oğlu tarafından öldürüldü. Bu, yalnızca bir babanın değil, bir düşüncenin infazıdır. Ne yazık ki bu topraklar bazen, göklerin dilinden anlayanları yere gömmekte bir beis görmemiştir.”
Yanımda duran İsmail Kıratlı hafifçe eğilip kulağıma fısıldadı:
“Yani bu adam hem emir hem âlim öyle mi? Bizde olsa, biri diğerine fazla gelir vallahi!”
Gülümsedim. Ama sözlerinin içinde ince bir gerçek vardı. Çünkü Uluğ Bey de sonunda kendi evladının ihanetiyle tahtını ve canını kaybetmişti.
Medresenin avlusunda sessizlik hâkimdi. Taş duvarlar, geçmişten kalan bir kararlılıkla ayaktaydı. Bugün o rasathaneden geriye sadece sade bir duvar kalmıştı. Sessizdi ama anlam yüklüydü.
Çünkü o duvarın altında yalnızca yıldızlar değil; sabırla geçirilmiş geceler, düşünceyle yoğrulmuş saatler, akılla inşa edilmiş bir gelecek yatıyordu. Belki de bize şunu hatırlatmak için hâlâ orada duruyor:
Zaman her şeyi siler, ama akılla kurulan medeniyetin izlerini silemez.
Bugün Uluğ Bey’in Semerkand’daki heykeli, meydanda ziyaretçilerini karşılamaya devam ediyor. Gözleri göğe dönük vaziyette. Sanki hâlâ bir şeyler hesaplıyor gibi…
Uluğ Bey’in hikâyesi, yalnızca geçmişte kalmış bir dehânın portresi değildir. O, bilgisiyle siyasete, aklıyla iktidara yön veren ender örneklerden biridir. Semerkand’daki rasathanesi, bir çağın gökyüzüne yazdığı en parlak satırlardan biridir. Bugün oradan geriye sadece bir duvar kalmış olabilir. Ama o duvar, hâlâ göğe bakmayı bilen gözler için bir çağrıdır: O iktidarıyla değil; ilmiyle Uluğ Bey olmuştur. İktidar geçicidir, ilim kalıcıdır.
Bibi Hatun Camii
Yıldızın peşindeyiz. Çubuğu takip ederek ilerliyoruz. Semerkand’ın göbeğinde, yaya yürüyoruz. Bibi Hatun Camiinin önüne geldik ve arkadaşların toplanması için biraz soluklandık. Fotoğraf çekmek ve hediyelik eşyalarla ilgilenmekten dolayı toplanmamız biraz uzan sürebiliyor.
Rehber Yıldız başladı anlatmaya:
“Ey Anadolu Kervanı! Şimdi önünüzde duran yapı, Timur’un rüyasıydı. Burası Bibi Hatun Camii. Adını Timur’un eşi Bibi Hatun’dan aldığı söylenir. Aşk, ihtişam ve yıkımın iç içe geçtiği bir hikâyesi vardır buranın. Bu devasa giriş kapısının gölgesindeyiz. Sadece büyüklüğüyle değil, zarafetiyle de insanı içine alan bir mekân burası. Caminin yapımına 1399’da başlandı. Timur, o sırada Hindistan Seferi’nden yeni dönmüştü. Delhi’den sadece ganimetlerle değil, sanatkârlar ve mimarlar da getirmişti. Semerkand’ı İslam dünyasının en gözde başkenti yapmak istiyordu. Bu cami de o büyük planın bir parçasıydı. Temelini Timur attı ama inşaatın devamı ve özellikle süsleme işlerinin gözetimi, eşi Bibi Hatun’a emanet edildi.
Efsane işte tam burada başlıyor. Rivayete göre, Bibi Hatun bu camiyi Timur seferden dönmeden bitirtmek ister. Sevgilisine sürpriz yapacaktır. “Ben Timur’a layık bir eşim” anlamında. Ancak inşaat çok zordur. Bibi Hatun da mimarı durmadan sıkıştırır. Israrlara dayanamayan baş mimar, yapının zamanında tamamlanması için ondan bir öpücük ister. Bibi Hatun önce direnir ama sonra bu isteği kabul eder. Durum bir öpücükten ibaret olmasa gerektir. Timur döndüğünde bu durumu öğrenir. Öfkeyle mimarı yargısız infaz eder. Bazı anlatılara göre Bibi Hatun’u da saraydan uzaklaştırır.”
Hikmet, bu hikâyeyi duyunca yanıma yaklaştı ve kulağıma fısıldadı: “Yani cami tamamlandı ama aile dağıldı desene Hocam…”
Yıldız eliyle devasa kapının giriş kemerini işaret ederek sözüne devam etti: “Bu kapının bir sırrı daha vardır. Akustik. Dış mekânda olmasına rağmen, burada sesinizi yükseltmeden konuştuğunuzda bile sesiniz 15 metre mesafeye kadar net bir şekilde duyulur. Bu, taşların iç bükey düzende yerleştirilmesiyle sağlanmış özel bir seslendirme tekniğidir. Sadece estetik değil, teknik bir dahilik de barındırır içinde.”
O an içimden geldi ve akustiği denemek istedim. Sela okumaya başladım. Sesim yankılanmadı; taşların içinden geçercesine yumuşak bir şekilde yayılıverdi etrafa. Orada ötede duran Zeynep Bozkurt ve Yeliz Gezer başlarını salladılar ve akustiği onayladılar. “Sesin buraya kadar net bir şekilde geliyor Hocam” anlamında. Demek ki anlatılan gerçekmiş.
“Timur, ustalara bu yapının ‘taşı taşa vurmadan’ yapılmasını emretmişti. Göğe saygı göstermek için… Ama bu verilen emir yanlış olmalı ki, bazı taşların tam oturmamasına neden olur. Gösterişli kubbesi vardı var olmasına da sağlam temeller üzerine oturmamıştı. Caminin çatısı, Timur hayattayken bile çatlamaya başlamıştı.”
Hindistan’dan mimar getiriyorsun ama mimara müdahale ediyorsun. İşi ehline bırakmamak. Büyük hata…
Orada bir taş rahle var, kocaman bir rahle, önünde durduk. Bu nedir demeye kalmadan Yıldız devam etti:
“Avlunun ortasındaki bu büyük taş, rahledir. Zamanında Osman Mushafı’nın bir nüshası konmuştu üzerine. Halk burada dua eder, rahlenin etrafında dönerek dilek dilerdi. Bugün bile hâlâ gelip o niyetle dolaşanlar var. Üstünde Osman Mushafı olmasa da.”
Nihayet o devasa kapıdan caminin içine girebildik. “Caminin Kubbe yüksekliği 41 metredir. Timur, sadece ibadet etmek için yapmadı aslında bu camii, bu olağanüstü yükseklikteki kubbeyle, halkına göğe nasıl bakılacağını göstermek istedi. Ama zamanla mimarların Timur’un izni olmadan değiştirdiği süslemeler, Çinli ustaların aşırı detaylara yönelmesi ve aceleyle yapılan uygulamalar bu yapının ihtişamını maalesef zayıflattı. Bu sorumsuzluklara rağmen Bibi Hatun Camii, ihtişamını yine de korumaktadır. Ancak bu cami, ihtişamın, gururun, hırsın, işi ehline bırakmamanın; çöküşe ne kadar yakın olabileceğini de anlatır.”
Oraya, avlunun bir köşesine oturuverdim. Taşlar sessizdi ama yine de bir şeyler anlatıyordu bana: “Göğe yükselmek isteyen her yapı, önce kendi içini sağlamlaştırmalıydı. Dışarıdan mükemmel görünen her şey sağlam olmayabilirdi. İçine kurt düşen yapının çöküşü yakın demekti...” Alacağımı aldım ben taşların öğüdünden. Kubbeyi çatlatan bir aşk, rahlenin etrafında dönmenin kurtuluşa vesilesi olacağına olan inanç ve hikâyelerle dolu efsane bir şehir Semerkant.
Her köşede bir sır, her duvarda yarım kalmış bir aşk ve dua var. Burada ihtişam sadece mimaride değil, yıllar yıllar sonra hatırlanışın gücünde de saklı.
Bazen bir öpücük, bir kubbeyi sarsıyor; bazen bir kelâm, yüzyıllar boyunca taşın hafızasında yankılanıyor.
Semerkand’ın taşları yalnızca tarihin yükünü değil, insan kalbinin hafızasını da taşıyormuş meğer.
Bibi Hatun Camii; ihtişamla tevazunun, aşk ile aklın, güç ile kırılganlığın kavşağında duran bir taşın destanıymış meğer.
Registan Meydanı
Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz. Emir Timur’un aşkının adaletsizliğe sebep olacak kadar büyük olduğunu düşünerek ilerliyoruz Yıldız’ın peşinden. Zamanımızda böyle aşkların neden olmadığını da düşünüyorduk. “Belki vardır da biz şahit olmuyoruzdur,” diyenler de oldu. Derken Semerkand’ın kalbine, yani Registan Meydanı’na gelmişiz. Geniş bir meydan, zemin taşlarla döşeli. Sanki gökyüzünü bile dizginleyen bir dengeye sahip, o kadar. Yıldız, gözlerini oradaki birbirinden farklı üç anıtsal yapıda gezdirerek konuşmasına başladı. O da etkilenmiş olmalı Emir Timur ve Bibi Hatun’un aşkından:
“Burası Registan. Farsçada ‘kumluk yer’ demektir. Bu toprakta zaman, kum gibi dağılmamış; taşa işlenmiş. Bu gördüğünüz üç medrese, Semerkand’ın üç ayrı dönemine ayna tutar. Uluğ Bey’den başlayalım:”
Uluğ Bey Medresesi (1417–1420)
“Bu medrese Emir Timur’un torunu, astronom ve hükümdar Uluğ Bey tarafından yaptırılmıştır. Gökbilim derslerinin verildiği ilk büyük medreselerden biridir. Öğrenciler burada yalnızca dinî ilimleri değil, matematik, felsefe ve astronomi de öğrenirdi. Uluğ Bey’in anlayışı şuydu: ‘Cami ibadet içindir, medrese akıl içindir.’ Bu anlayıştan dolayı ferman buyurmuştur; “Camiyi küçük medreseyi büyük tutun.” Buyruk yerine getirilmiştir. İçeriye girdiğinizde göreceksiniz.”
Şirdar Medresesi (1619–1636)
“Bu medresenin kapısındaki aslan figürleri hemen dikkatimizi çeker. Bu medrese, Şeybanîler döneminde yaptırıldı. İlginçtir; İslam sanatında genelde canlı figür çizilmez ama burada bir aslan (şîr) ve güneş tasviri vardır. ‘Şîr-dâr’ yani ‘aslanlı’ anlamına gelir. Aslanın sırtından doğan güneş, bilgeliğin gücünü simgeler. Figür, sembolik değil mitolojik bir anlatım taşır. Burada figür yasağını aşmak için aslanın gözlerini yukarı çizerler. Böylece canlı değil, hayalî bir varlık olduğunu söylerler.” Sanatla fetva arasında ince bir denge…
Tilla Kari Medresesi (1646–1660)
Yıldız, üçüncü ve en görkemli medreseye döndü. “Ön yüzü kadar içi de altın yaldızlıdır. Tilla Kari, yani ‘altınla kaplı’ demektir. Bu medrese sadece eğitim değil, aynı zamanda ana cami işlevi de görmüştür. İçindeki mihrap ve kubbe altın varaklarla süslenmiştir. Şehrin kalbindeki bu altın, hem dinin hem ilmin parıltısını simgeler.”
Biz içeri girerken sessizliği Yavuz bozdu: “İçerisi dua, dışarısı hesap... Adamlar bu dengeyi nasıl kurmuş, inanılır gibi değil Hocam.”
Semerkand Halısı
“Şimdi size ilim kadar emek isteyen bir sanatı göstereceğiz,” dedi ve bizi Afgan asıllı ustaların çalıştığı bir halı imalathanesine götürdü Hüseyin ve Yıldız. Kıvrıla kıvrıla uzanan dar sokaklardan geçip küçük ama özenle düzenlenmiş bir halı imalathanesine vardık. Mekânın sahibi, Afgan asıllı bir aileymiş. Bizi güler yüzle karşıladılar. Sonra da halı imalathanesine götürdüler. Yaşlı bir adam -babalarıymış- elindeki düğüm ipliğini bıraktı, biraz dinlenir gibi yaptı ve sonra o hiç dinmeyen sesiyle söze girdi:
“Bir halıyı dokumak, zamanı düğümlemektir evlatlar. Her ilmekte sabır, her motifte dua vardır. Biz sadece halı değil, hafıza dokuruz burada.”
Odada birden sessizlik oldu. Duvarda asılı halılar, canlı tablolar gibiydi. Her biri bir öykü anlatıyordu; kimi dağın taşını, kimi sevgilinin gözünü, kimi sadece sonsuzluğu.
Fiyatları sorduğumuzda ise dudağımız uçukladı. En küçüğü 5 bin dolardan başlıyor, bazıları 40 bin dolara kadar çıkıyordu. Bir anlık suskunluk oldu, herkes birbirine baktı, dudak büktü ve ardından Zeynep Tel’in sesi duyuldu: “Bu sadece halı değil, bildiğin servet.” Hümeyra’da annesine şöyle bir baktı ve “Ben bir tanesini isterim anne” der gibi.
O sırada Esra ciddi ciddi halıları incelemeye başlamış ve bir tanesini de almış. Bize hayırlı olsun demek düştü.
Yıldız “Özel bir sebep için mi?” diye sorunca, Esra gülümsedi ve “Evleneceğim. Yeni evime yakışır”dedi. Allah mesut etsin… Herkes bir anda gülümsedi. Kimimiz "yakışır" dedi, kimimiz “en güzel çeyiz bu” dedi. Halının değeri artık sadece dolarla ölçülmeyecekti. Artık o, bir ömürlük hatıraya dönüşmüştü
Günün yorgunluğu ve hayranlığı iç içe geçmişti. Akşam yemeği için doğruca restorana geçtik. Gözlerimizde halı ve çini, aklımızda hesap, içimizdeyse garip bir huzur vardı. Çok şeylere şahit olmuştuk bugün. Yemekler servis edildi. Çatal bıçak seslerine günün anlatısı karışıyordu… Yemekler mükemmeldi.
Registan Meydanı’nda akşam bir ışık gösterisi olacakmış, geç kalmamak için acele etmemiz gerekiyormuş. Hüseyin acele ediyordu ama bazen ihtiyaçların da alınması gerekiyor. Fatma Mıdık restorandan çıkar çıkmaz daldı yakındaki alışveriş merkezine. Babasına ayakkabı alacakmış. Biz de peşinden girdik. Çaresiz, Hüseyin de geldi arkamızdan.
Yemekten sonra girdiğimiz o alışveriş merkezinde Mehmet Mıdık Amca için ayakkabı baktık. Buhara’da camiden çıkarken yanlışlıkla başkasının ayakkabısını giymişti ve o ayakkabı da ayağını sıkıyordu. “Yeni bir ayakkabı almamız lazım,” dedi kızı Fatma. Aldılar bir ayakkabı. Aldıkları ayakkabının da ayağını sıkacağını, başka bir model denemesi gerektiğini söyledim ama dinlemediler beni. “bu iyi” dediler. Üzerindeki dikişler sert, hemen gevşemez desem de fayda etmedi. Yine de onu aldılar. Dediğim gibi de oldu. Öbür gün şikayetler başladı. O zaman niye yenisini aldın ki; öbürü de sıkıyordu zaten…
Uzun yolculuklarda küçük bir ayakkabı detayı bile tüm günü etkileyebilir. Ayakta geçirilen saatlerin sonunda çarşıların, müzelerin, meydanların tadı bazen bir çift rahat ayakkabıya bağlıdır.
Bu arada valiz alanlar da oldu. Hediyelik eşyalar valizlere sığmamaya başlamıştı. Valizler dolunca bu kez sırt çantaları devreye girdi. Çünkü ağırlığı dengede tutmak gerekiyordu. Ve ne zaman valizler dolarsa, bilin ki gezinin sonu yaklaşmaktadır…
Hızlı adımlarla dükkândan ayrıldık, çünkü akşamki ışık gösterisini kaçırmak istemiyorduk. Meydandaki kalabalığı ve hazırlığı görünce anladık ki, gösteri başlamış bile.
Müthiş bir gösteri. Projeksiyonla üç medresenin cepheleri, yüzyıllar önceki hâllerine bürünüyordu. Renkler çinilerden taşlara, kubbelerden mihrablara akıyor; sanki tarihin kendisi canlanıyordu. Arada göğe doğru uzanan o meşhur göz figürü beliriyordu, kimileri için Tanrı’nın gözü, kimileri için Semerkand’ın kendini hâlâ izlediğinin bir simgesiydi. Belki de bir mesajdı bu: “Biz buradayız. Tarih hâlâ burada yaşıyor.”
“Siz ne yaparsanız yapın gözümüz her zaman üzerinizde olacak.” Yorum sizindir.
Gösteri bitince gruptan bazıları yürüyerek otele döndü. Biz birkaç kişi, yorgunluğun da etkisiyle otobüsü tercih ettik. Ama kafamız hâlâ oradaydı. Çünkü o meydan, görülenin değil, hissedilenin meydanıydı.
Burada akıl ile iman, bilim ile gelenek, ışık ile gölge bir arada duruyor. Ve bir akşam vakti, medreselerden biri size göz kırparsa bilin ki, Semerkand size şunu fısıldıyordur: “Ben hâlâ buradayım. Ya sen neredesin?
Devam edecek
18 Haziran 2025 Çarşamba
ÖZBEKİSTAN VII
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VI)
- Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil.
Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi…
Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu.
Bir ruh vardı.
Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı…
İlimle yoğrulmuş, edep ile şekillenmiş, irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da-
Rüştü KAM
2025 Nisan
BUHARA III
Otelde yaptığımız mükemmel bir kahvaltının arkasından valizlerimizi aşağıya indirdik. Gezip görülecek yerlerden hemen sonra hızlı tirenle Semerkand’a müteveccihen yola çıkacağız. Önce Leb-i Havuz (Lyabi-Hauz). Havuz başı demek.
Lyabi-Hauz Meydanı.
“Lyabi” Farsça’da “kenar”, “hauz” ise “havuz” anlamına geliyor. Yani kelime anlamıyla “havuz başı” demektir. Ama aslında sadece bir havuz değil, çok daha fazlası. Meydan, 17. yüzyılda Nadir Divan Beği tarafından düzenlenmiş. O dönemlerde Buhara’da su kaynakları çok olduğundan. Şehirde yüzlerce havuz bulunurmuş. Bu havuzlar yalnızca su ihtiyacını karşılamaz, aynı zamanda halkın buluşma noktası da olurmuş. İnsanlar burada toplanır, sohbet eder, dinlenir, çay içerlermiş. Leb-i Havuz, günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış, en büyük ve en bilinen havuzlardanmış. Etrafındaki gördüğünüz çınarların çoğu da asırlıkmış.
Meydanın çevresinde üç önemli yapı yer alır. Birincisi, Kukeldaş Medresesi 1568 yılında yapılmış ve Buhara’daki en büyük medreselerden biridir. Sol taraftaki.
İkincisi, sağdaki binadır. Nadir Divan Beği Medresesi, 1622 yılına tarihlenir. Gördüğünüz gibi cephesi kuş motifli çinilerle süslüdür. Cami gibi görünüyor ama aslında bir medresedir.
Üçüncüsü, Nadir Divan Beği Hanegâhıdır. Dervişlerin inzivaya çekildiği, zikir yaptığı tasavvuf mekânıdır. Burası geçmişte hem âlimlerin hem de halkın bir araya geldiği buluşma noktasıymış. Medrese ilminin ciddiyetiyle hanegâhın maneviyatı, bu havuz başındaki gündelik hayatla iç içe geçmiş. Şimdi de o ruhu yaşatmaya devam ediyorlar. Çayhaneler, kitapçılar, sokak müzisyenleri, yerel sanatçılar... Gördüğünüz gibi hepsi o ruhun peşindeler.” Böyle anlattı rehber Yıldız Havuz Başını ve devam etti.
Buhara’nın Nasreddin Hoca’sı
“Buhara sokaklarında yürürken bir köşede durup gülümsediğinizi fark ederseniz, muhtemelen Hoca'yı görmüşsünüzdür.
Buhara’daki Hoca’nın, başında kavuk yok…
Üstelik eşeğe de ters binmemiş, gayet usulüne uygun binmiş.
Ama yüzündeki o ifade yok mu? Sanki daha soruyu sormadan cevabını “bildim ben,” der gibi… İşte Buhara'nın göbeğinde, Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen köşesinde, Özbekistan’ın Nasreddin Hoca’sı duruyor.
1979’da dikilmiş bu anıt buraya.
Bizim Hoca, sizin bildiğiniz Anadolu fıkralarının ötesindedir. Bizim Hoca hem mizah yapar, hem Özbek pilavı yer! Her yıl, şehrin sokakları onun anısına düzenlenen bir mizah festivaline ev sahipliği yapar. Gülmek serbest, fıkra anlatmak serbest, eşeğe binmek ise özellikle çocuklar için neredeyse şart! Çünkü burada şöyle bir söz vardır:
“Bir çocuk Hoca’nın eşeğine binerse, hayatı şaka gibi geçer ama tatlısından! Bu söz Buhara halkının, görgüyü, bilgeliği ve mizahı nasıl iç içe yaşadığını gösterir. Hoca Nasreddin’in mirasıyla dalga geçilmez; onunla birlikte gülünür. Çünkü onda hem akıl vardır, hem kalp. Eğer çocukken gülmeyi, düşünmeyi ve hayata tersinden bakmayı öğrenirsen; hayat seni üzmez. Şaka gibi geçer. O şaka, seni büyüten bir şaka olur. Tatlı bir hayat bilgeliğidir bu.
Şunu da unutmayın: Hoca’ya sadece bakmak yetmez. Onunla göz göze gelmektir anlamlı olan. Çünkü o gözlerin içinde öyle bir bilgelik saklıdır ki, sanki fıkranın sonunu sizden önce biliyor gibi. Sanki hafif yana eğilmiş gülümsemesiyle size bir şeyler fısıldıyor gibi: “Dünya ciddiye alınmayacak kadar komiktir, evlat...
Yani kavuğu yokmuş, ne olmuş yoksa, varsın olmasın. Eşeğe ters binmemişmiş, varsın binmesin daha iyi ya!”
Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen yanı başında, tarihi havuzun kıyısında duran bu heykel ilk bakışta sade ama etkileyici. Hoca genç olmasına rağmen, yaşını almış ama aklını yitirmemiş bir bilge gibi oturuyor eşeğinin üzerinde. Ne gösterişli bir kavuk var başında, ne de abartılı bir duruş.
Üzerinde Özbek usulü bir ceket, yüzünde ise “Ben sana bir şey anlatacağım ama önce sen gül bakalım,” der gibi kurnaz bir gülümseme.
Eşeği ise en az Hoca kadar bilgece bakıyor insanlara. Sanki o da fıkraların yarısını duymuş, diğer yarısını da o anlatmış gibi. Çocuklar etrafında koşturuyor, gençler selfie peşinde, büyüklerse hafifçe tebessüm edip kendi çocukluklarına dalıyorlar sanki.
Heykel susuyor, ama yüzü her şeyi anlatıyor: Mizah burada hâlâ hayatta!
Çar Minar
Fotoğraf çekilmek için on dakikalık bir serbest zaman verildi. Etrafı saran medreseler bir kenarda dururken, arkadaşlarımızın tercihi Nasrettin Hoca heykeliyle poz vermek oldu. Ardından yaya olarak “dört minare”ye, yani Çar Minar’a doğru yürüdük. Hava hafifçe çiseliyordu. Şemsiyesi olanlar açtı, olmayanlar ise arkadaşlarının yanında kendilerine bir köşe buldu.
Dört minaresiyle misafirlerini selamlayan bu zarif yapı ne tam anlamıyla bir medrese, ne külliye, ne de bir camiye benziyor. Sadece dört küçük minare...
Rehberimiz Yıldız, bu yapının Hindistan kökenli zengin bir tüccar olan Halif Niyazkul tarafından 1807 yılında inşa ettirildiğini anlatıyor. “Çar Minar, Farsça'da “Dört Minare” anlamına geliyor. Aslında burası büyük bir medresenin giriş kapısıymış, ama medrese kısmı zamanla yıkılmış; geriye sadece bu dört minareli kapı kalmış. Her minare, İslam dünyasındaki dört mezhebi temsil edecek şekilde tasarlanmış. Mimari ayrıntılar farklılık gösteriyor ama hepsi bir bütünün parçası gibi duruyor. Aslında bu küçük minareler, mezheplerin farklılığını değil, birlikte ne kadar güçlü olduklarını temsil eder. Her biri kendi üslubuyla ama aynı yapının üstünde birlikte yükseliyorlar göğe. Sanki taşla yazılmış bir mezhep ansiklopedisi gibi.
Sözün bittiği yerde taş konuşuyor. Buhara’nın kalabalığından bir adım uzaklaşıp burada birkaç dakika durmak, geçmişin düşünce iklimine kapı aralamak gibi. Çar Minar, sadece mimari bir yapı değil; bir fikir, bir duruş, hatta belki bir çağrı: Anlam, büyüklükte değil; derinlikte. Öyle bakmak lazım.
Minarelerin merkezinde kubbeli bir giriş bölümü bulunuyor. Burası bir zamanlar medreseye açılan kapıymış. Minareler, bu kapının üzerine öyle bir yerleştirilmiş ki; göğe uzanırlarken ilim aşıklarıyla gökyüzü meleklerini buluşturmak istemişler adeta. Bugün bu bölümde, maalesef küçük bir hediyelik eşya dükkânı var.
Minarelerin süslemeleri dikkat çekici bir incelikle işlenmiş. Mavi çiniler, işlemeli tuğlalar ve minarelerin tepelerindeki zarif kubbecikler... Yapının, küçüklüğüne rağmen etkileyici bir ruhu var. Minareler adeta birbirine “Sakın devrilmeyin, yoksa dengemiz bozulur!” der gibi kenetlenmiş.
Sanki her minare bize ayrı bir şeyler fısıldıyor; biri geçmişi anlatıyor, biri geleceği, biri dünyanın çeşitliliğini, biri de huzurun ortasında durmanın sırrını: “Bizler yüksek değiliz ama anlamımız derindir. Çünkü bizler, ilmin giriş kapısının süsleriyiz.”
Çar Minar’ın önünde, biraz yukarıda, yüksekçe bir yerde, iri taşlardan yapılmış bir irimin üstünde duruyoruz. Yanımda Yunus var. Elinde fotoğraf makinesi, bir yandan çerçeveyle uğraşıyor, bir yandan da deklanşöre basıyor. Bense olan bitene, geçmişin ve mimarinin bu garip kesişim noktasına dalmışım. Tam karşıdan bakarsanız iki minare görülüyor biraz sağa ve sola hareket ederseniz dört minare görülüyor.
İçimden geçen ilk şeyi söyledim Yunus’a:
-Bu kadar küçük bir yapı, bu kadar derin bir anlamı nasıl taşıyabiliyor Yunus?
Yunus, her zamanki Yunusça tavrıyla gözünü objektiften ayırmadan cevap veriyor:
-Soran, sorulandan daha iyi bilir Hocam.
Gülümsüyorum ve devam ediyorum. Sevgili Yunusum; dört farklı medeniyetin sesi aynı yapıda yankılanabilir mi? Cevabı gözümüzün önünde duruyor işte. Demek yankılanabilirmiş. Yeter ki niyetler halis olsun. Bir tüccarın hayal gücüyle doğmuş bu küçük yapı, belki de Buhara’nın en derin düşünceli yapısı. İşte Özbekistan! Her bir köşesinde ayrı bir zarafet…
Buhara’nın heybetli medreselerinin, göğe uzanan minareleri arasında, Çar Minar ilk bakışta sanki sadece güzel bir esermiş gibi duruyor. Dikkatle bakınca, bir duruşunun olduğunu fark ediyor insan. Gösterişsiz ama kendinden emin. Sanki yüzyıllardır olduğu gibi, yine soranlara bir şeyler anlatmaya çalışıyor.
Halif Niyazkul adında bir tüccarın hayalinden doğan bu eser, sadece mimarî bir dengeyi değil, sanki dört farklı dünya görüşüne sahip olan insanların bir arada barış içinde nasıl yaşayabileceğini de anlatıyor. Her biri ayrı bir sesi fısıldıyor gibi: Geçmiş, gelecek, çeşitlilik ve iç huzur. Bu simetrik ama özgün duruş, bize şunu söylüyor Yunusum: “Farklılık içinde denge mümkündür.”
Yirmi birinci yüzyıldayız. Bizden 208 yıl önce insanlar, taşla tuğlayla, yalnızca yapı değil, fikir, anlam ve incelik inşa etmişler. Dört minareli küçücük bir yapının içinde bile dünyaya bir medeniyetin imzasını bırakmışlar. Ve biz bugün, o kubbelerin altında magnet ve hediyelik eşyalar satıyoruz…!
Dönüş yolunda arkadaşlar da aynı şeyleri tartışıyorlardı. Gezip görmek ve ibret almak böyle bir şey olsa gerek…
Havuz Başı’nda Yemek Molası
Hem Çar Minar’ı konuşuyoruz hem de yürüyoruz. Havuz Başına gelmişiz. Rehber Yıldız ve Hüseyin, iki saat serbest zaman verdiler. Bu zaman öğle yemeği için verilmişti. Her birimiz ayrı ayrı yerlere dağıldık. İki saat çok fazla zaman gibi geliyor ama öyle değil; önce ne yiyeceğinize karar vermelisiniz, sonra da yiyeceğiniz o restoranı bulmalısınız. Diyelim ki buldunuz aradıklarınızı, yeni bir sıkıntı başlıyor; restoranlardaki çalışanlar ağır kanlı, aceleleri yok. Bir saatte anca önünüze siparişler geliyor. Geriye kalan zamanda da yemek yiyip buluşma yerine gelmek kolay olmuyor.
Sebahattin ve Selda hanıma zaman yetmemiş olmalı ki, 20 dakika sonra çıkageldiler…Mazeret gösterdiler ama Yavuz ve Mıdık artık affetmiyorlardı. 20 Euro ceza…
Bahâeddin Nakşibend Külliyesi
Bu gezi boyunca ilk kez bir şeyhin türbesini ziyaret ediyoruz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin türbesini. Burası sadece türbe değilmiş; Buhara şehir merkezinin birkaç kilometre dışında, yemyeşil ağaçların gölgesinde kurulmuş mütevazı ama derin anlamlar taşıyan bir külliye. Hemen önünde durdu otobüsümüz. Girişte, hemen sağ tarafta toplandık. Sırtımızı duvara dayadık ve oturduğumuz yerden rehberimizi dinliyoruz:
“Değerli Anadolu kervanının aziz yolcuları, kıymetli misafirlerimiz...” Rehberimiz, sözlerine her zamanki zarafetiyle başlıyor. “Şu anda yalnızca Buhara’nın değil, Orta Asya’nın manevî kalbindeyiz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin Külliyesi’ndeyiz. 14. yüzyılda bu topraklarda yaşamış olan Şeyh Muhammed Bahâeddin Nakşibend, Nakşibendiyye Tarikatı'nın kurucusudur. Tasavvuf tarihinde derin izler bırakmış büyük bir sufidir. Onu diğer mürşidlerden ayıran temel ilke şu sözde mündemiçtir: ‘Halk içinde Hak ile olmak.’ Yani o, inzivaya çekilmeden, şehirden kaçmadan; aksine hayatın tam içinde, çarşıda, pazarda, insanlar arasında yaşarken kalbi Allah ile beraber tutmayı öğütlemiştir. Gördüğünüz Külliye; bir türbe, mescid, zikir alanları ve çevresinde adım adım yönelen ziyaret yollarından oluşuyor. Her yıl yüz binlerce kişi buraya geliyor; ama burada ne bir telaş görürsünüz ne de yüksek perdeden sesler duyarsınız… Sessizlik burada terbiyedir, edeptir.”
Daha içeriye girmeden, türbenin önünde dua edenler vardı; içeriye girince değişik pozisyonlarda insanları görüyoruz, aslında hepsi dua ediyor. Kimileri ellerini semaya kaldırmış, kimileri sadece oturuyor, kimse konuşmuyor ama herkes sanki kendisiyle hesaplaşıyor. Burası, dış dünyadan çok iç dünyaya açılan bir kapı gibi. Galiba konuşmak değil, dinlemek için geliyor insanlar buraya… Kendini, kalbini, Allah’ı dinlemek için. Rehberimiz, bu mekânın insanda bıraktığı etkiyi şöyle dile getirdi:
“Külliyeye girerken iki kapıdan söz edilir: Biri dış âleme kapanan kapı, diğeri kalbinize açılan kapı. Hangi kapıdan girerseniz girin, çıkarken artık siz eski siz değilsinizdir.”
Türbe ziyareti sırasında, otuz dört kişilik grubun sanki dili tutuldu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes bir şeyler hissetmiş olmalı. Kendiliğinden oluşan bir edep haliydi bu. Bahâeddin Nakşibend’in türbesi bir taştan ibaret değil; adeta bir ayna gibi. Bakan, kendi kalbini görüyordu. Oturduğum yerden kafamı kaldırdım, gözüm duvarda yazan şu cümleye takıldı: “Kalpte olan dile gelir, dilden gönüle geçer.”
Grubun hepsi dua halinde. Rehberimiz Hüseyin telefonla annesini bile aramış ki, annesine; “Ben şu an huzurdayım,” diyordu. Demek ki annesi tarikat ehli. Diyarbakır nere, Buhara nere… Yavuz bile suskundu, ilk kez. Mehmet amca cebinden bir mendil çıkarırken bizlerden gözlerini kaçırıyordu. Hümeyra ise türbenin taşına usulca dokundu ve fısıltıyla ekledi: “Dünya, bu güzel insanlar sayesinde dönüyor olmalı…”
Buhara’nın en sessiz yeri, belki de en yüksek sesle şöyle haykırıyordu dünyaya: “Her şey bir edep üzeredir.” İnsanın hayatında bazı duraklar vardır; oralarda, oraya neden geldiğini değil, oradan nasıl ayrıldığını hatırlarsın. Bahâeddin Nakşibend Külliyesi de işte tam öyle bir yer. Sessizlik burada yalnızca dış dünyanın sesinin kısılması değil, iç sesinizin yükselmesi demek.
“Halk içinde Hak ile olmak”… Ne kadar çok duyulmuş bir deyimdir; ancak aynı zamanda ne kadar yaşandığı da tartışmalı bir sözdür. Gözüm orada her bir köşede, dua edenlere, öylece kendinden geçmiş halde oturanlara, duvara yaslanarak kendini arayanlara takıldıkça şunu düşündüm: Belki de modern hayat bizi hep görünür olmaya zorluyor; hakikat, görünmeden yaşamayı bilenlerin kalbinde saklıymış meğer.
Düşünsenize, aradan yedi asır geçmiş. Yedi yüz yıl! Ama türbe hâlâ capcanlı. Sadece taşlarıyla değil, hâlâ orada edilen dualarla, yaşatılan ahlakla, suskun ama mesaj yüklü bir duruşla… Bütün dünya tanıyor artık Şah Nakşibend’i. Her tarafta müritleri var. Bu kadar zamandır unutulmamış bir ismin arkasında
ne vardır dersiniz? Üzerinde düşünmek gerekmez mi?
Bu külliyede gösteriş yok, mimarîde abartı yok; her şey yerli yerinde, ölçülü ve anlamlı. Asıl tesir belki de burada saklı: Göze değil, gönüle seslenen bir sadelik.
Bazen bir türbe taşı, sana koca bir aynadan daha çok şey gösterir. Çünkü insan, gerçekten bakmaya razı olduğunda en çok kendini görür.
Buhara’dan Ayrılırken
Şah Nakşibendi’n hocasını ziyaret edecektik, planımız öyleydi ama zaman yetmedi. Treni kaçırmamamız gerekiyor. Hüseyin birkaç kez uyardı, uyardı uyarmasına da insanlar türbeden ayrılmak istemediği için ağırdan alıyorlar.
Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil.
Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi…
Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu.
Bir ruh vardı.
Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı…
İlimle yoğrulmuş, edep ile şekillenmiş, irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da.
Kalan Minaresi’nden bakarken, sadece yüksekliği değil, direnci gördük.
Mir Arap Medresesi’nde suskun duvarlardan bile bilgeliğin sızdığını fark ettik.
Nakşibend Külliyesi’nde sessizliğin aslında ne kadar çok şey söylediğini dinledik.
Sitorai Mohi-Hosa Sarayı’nda bir medeniyetin zarafetine tanık olduk.
Ve Ark Kalesi’nde bir gücün nasıl vakar ve dengeyle yürüdüğünü öğrendik.
Ve şimdi…
Arkamızda tozlu yollar, yüzyılların yükünü taşıyan kubbeler, içimize işleyen bir sessizlik kaldı.
Önümüzde ise mavi çinilerin göğe değdiği, rüyayla gerçeğin birbirine karıştığı başka bir şehir var:
Semerkand. Öğle ile ikindi namazımızı cemederek çıktık yola.
Yol uzun değil belki, ama anlamı derin.
Buhara bize kalbimizin neyle dolması gerektiğini fısıldadıysa,
Semerkand da, gözün neyle kamaşacağını gösterecek.
Ey Semerkand, geliyoruz bekle bizi!
Devam edecek
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)