1 Aralık 2025 Pazartesi

KARAEDNİZ ÇAYI ORGANİKMİŞ

BANA BİR KARADENİZLİ ARKADAŞIM ANLATTI; KARAEDNİZ ÇAYI ORGANİKMİŞ “Her Türk, bulunduğu yerde Türkiye’nin fahri kültür elçisidir.” Rüştü KAM – Berlin Bir dost meclisinden, bir çay hikâyesi… Memleket meseleleriyle başlayan bir sohbette, laf döndü dolaştı, Çaykur çayına geldi. O çaydan, Karadeniz’in ekonomisine, oradan da Türkiye’nin dünyadaki varlığına uzanan içten bir sohbet haline dönüşüverdi… Ne olacak bu dünyanın hâli? Dostlarla oturuyorduk, dünya hâllerini konuşuyorduk. O meşhur soru bu meclise de geldi: “Ne olacak bu dünyanın hâli?” Derdi insan olan insanın olduğu her yerde bu soru sorulur. Bizim mecliste de eksik olmadı. Önce dünyayı konuştuk. Siyasetten girdik, ekonomiye uğradık, eğitim dedik, Türkiye'nin komşularını da andık sırasıyla. Sonra bir baktık ki, laf dönmüş dolaşmış, Çaykur çayına gelivermiş. Çayın sıcaklığı, memleketin hatırası Masada içtiğimiz çay Çaykur’du. Rizeli dostum Yavuz Pederlioğlu sordu: — Hocam, sen Denizlilisin. Sana bu Çaykur çayı sevgisi nereden geliyor? Her yerde yazıyorsun, çiziyorsun, konuşuyorsun… Gülümsedim. — Sevgili Yavuz, Çaykur çayını sevmek için Rizeli olmaya gerek yok. Karadenizli olmaya da gerek yok. Türkiye’yi seven, Türkiye sevdalısı olan herkesin çayıdır ÇAYKUR. Ben derim ki; Almanya’da 4 milyon Türk yaşıyor. Bunların yalnızca 1 milyonu düzenli olarak çay içiyor olsa ki; fazlası vardır ve kişi başı ayda 1 kilo çay tüketseler ki; tüketirler. Ayda 1 milyon kilo çay yapar, yılda 12 milyon kilo çay demektir. Yani 12 milyon ton. Düşünün, sadece Almanya’daki tüketim bile Karadeniz’e takla attırır. Karadeniz’in kalkınması, Türkiye’nin kalkınmasıdır. Yirmi yıldır anlatıyorum Evet, ben 20 yıldır bu meseleyi kendime dert ediniyorum. Yazıyorum, konuşuyorum. Gittiğim toplantılarda, konferanslarda, çay varsa masada; soruyorum Türk çayı mıdır? Evet diyorlar. Oysa o çay Türk çayı değil markası Türkçe olan bir çay. Sonra da başlıyorum anlatmaya; çay sadece içecek değildir, kültürdür, bilinçtir ve ekonomidir diyorum. Az önce Yavuz söyledi: 15 Temmuz anma programına katılmış Berlin Büyükelçilik salonunda. Çaykur çayı ikram edilmiş orada. Eğer bu konudaki çabamın oraya bir damla katkısı olduysa, kendimi bahtiyar sayarım. Çünkü ben inanıyorum ve savunuyorum ki: Her Türk, bulunduğu yerde Türkiye’nin fahri elçisidir. BİO yaz, Avrupa’yı kazan Bak Yavuz, sana bir şey daha söyleyeyim. Eğer Çaykur'da bir tanıdığın varsa, selamımı söyle. Bir de şu teklifimi ilet ona: Avrupa’da her geçen gün organik ürünlere olan ilgi artıyor. BİO marketler çoğalıyor. Duyduğuma göre, Çaykur çayına ilaç atılmıyormuş. Yani çay doğalmış, organikmiş, “BİO” imiş. Bak, sen de bunu onayladın. O hâlde ne bekliyorsunuz? Çay paketlerinin üstüne büyük harflerle “BİO ÇAY” yazılsın. Avrupa’daki organik marketlerde yerini alsın. Pazar açık. Fırsat büyük. Fikir babası da burada: Rüştü KAM. Çaykur yöneticilerine sesleniyorum: Eğer bu toprakların çayını, gurbet elde yudumlayan bir Türk'ün yüzünde memleket tebessümüne dönüştürmek istiyorsanız, şimdi tam zamanı; organik çayla önce Avrupa pazarlarına, oradan da gönüllere girin.

BİR KADININ ELLERİNDEN DOĞAN MEDENİYET

BİR KADININ ELLERİNDEN DOĞAN MEDENİYET: FATIMA EL-FİHRİYYE VE DÜNYANIN İLK ÜNİVERSİTESİ -Erkeklerin Çağında Kadınca Bir Devrim- Berlin- Rüştü KAM Sosyal Medya’da bir bilgilendirme yazısı okudum. “Dünyanın ilk üniversitesi bir kadın tarafından kurulmuştur” yazıyordu. Ankara Okulu tarafından servise konmuş. Dikkatimi çekti ve araştırdım ve de yazdım. Sonucu sizlerle paylaşmak istedim. Buyurun okuyalım: Tarih dediğimiz şey, maalesef çoğu zaman güçlülerin kaleminden çıkar. Bu yüzden nice hakikat, sessizliğin içinde kaybolur gider; nice büyük insan, gölgede kalır. Ama bazı isimler vardır ki, çağları aşarak gelir ve insanlığın alnına mühür gibi vurulur. İşte onlardan biri: Fatıma el-Fihriyye’dir. Bugün dünyanın en prestijli üniversiteleri olarak anılan kurumların temelleri zannedildiği gibi Oxford, Bologna ya da Paris’te, Berlin’de atılmadı. Tarihî kayıtlar ve UNESCO’nun da doğruladığı üzere, dünyanın hâlâ faaliyette olan en eski üniversitesi, 859 yılında bir kadın tarafından, hem de bir Müslüman kadın tarafından kuruldu: El-Karaviyyin Üniversitesi. Bu bilgi tek başına bile insanı sarsmaya yeter. Neden mi? Çünkü o dönem Avrupa’da kadınlar insan yerine konulmuyordu. 586 yılında Fransa’daki kilise konseyinde kadınların ruhu olup olmadığı tartışılıyordu. Kadınlar okula gidemez, mülk sahibi olamaz, fikir beyan edemezdi. Çünkü o insan bile değildi. Eğitim, sadece erkeklerin tekelindeydi. Bilgiye ulaşmak, ancak seçilmiş azınlığın hakkıydı. Evet doğru okudunuz, aynen böyleydi. Ama aynı çağda, Orta Çağ karanlığında kıvranan Batıdan çok uzakta, 7. yüzyılda çölün tam ortasında bir ışık parladı. Bu öyle bir ışıktı ki sadece bir kavmi değil, çağları aydınlatacak kadar güçlüydü. O ışığın adı Hz. Muhammed’di. O’nun getirdiği mesajla, kadın yeniden insan oldu; kız çocukları toprağa değil, okula gönderilmeye başlandı; ilim aramak her Müslümana farz kılındı. İşte Fatıma el-Fihriyye, o ışığın izini süren bir kadındı. Çölün ortasında yanan o nur, Fes’te bir üniversiteye dönüştü. Ama ne hazindir ki bugün, dünya yeniden karanlığı organize ediyor. İlimle ve hikmetle yoğrulmuş bu medeniyetin kökleri kazınmak isteniyor. Batı, Orta Çağ karanlığının içinden kurtulurken İslam’ın ışığından beslendiğini unutmuş gibi davranıyor. Ve daha da acısı, günümüzde batılılar ve bazı yandaş Müslümanlar o karanlığın içine Hz. Muhammed’i de katarak Müslümanları “yok edilmesi gereken bir tehdit” gibi göstermek istiyorlar. Oysa yanlış olan budur. İlim, şeffaf olmalı. Hakikat kimden doğduysa, nereden yükseldiyse, hakkı teslim edilmeli. Yapılan saklanmamalı, bastırılmamalı. Kim yaptıysa, alkışlanmalı. Fatıma el-Fihriyye bunu yaparken hiçbir gösterişe, ünvan peşine düşmedi. Ne bir saraya yaslandı ne bir sultanın gölgesine sığındı. Tek sermayesi imanı, iradesi ve ilme olan aşkıydı. Bugün eğitim sisteminden şikâyet ettiğimizde, gençlerin idealleri olmadığından yakındığımızda, toplumda kadınların yeterince yer bulamadığından bahsettiğimizde, Fatıma el-Fihriyye’yi yeniden hatırlamamız gerekir. Çünkü o, bin yıl öncesinden sesleniyor bize: “Eğer niyetin hakikîyse, yol açılır.” O, ne Batı'dan ödünç alınmış bir fikre yaslandı ne zamana boyun eğdi. Kendi medeniyetinin değerleriyle bir şey inşa etti. Üstelik bunu erkek egemen bir dönemde, tüm zorluklara rağmen yaptı. İşte bugün bu hikâye bize şunu hatırlatmalı: Kadın, bu ümmetin sadece namusu değil, aynı zamanda aklı, vicdanı ve ilminin teminatıdır. Ve bir kadın isterse, sadece bir ev değil, bir medeniyet de kurabilir. Fatıma el-Fihriyye, çağları aşan bir ışık gibi hâlâ parlıyor. Onun izinden yürüyen kadınlar yetiştirmek, bugün en büyük ihtiyacımız. Unutmayalım: Bir milletin gerçek yükselişi, kadınlarının yükselişiyle başlar. Ve bazen, dünyayı değiştirmek için yalnızca bir kadının duası, dirayeti ve davası yeterlidir. Batı'nın ve Batı hayranlarının, muasır medeniyet hayranlarının yazdığı tarih kitaplarında İslam, karanlıkla anılıyor; Oysa gerçek karanlık, kadının varlığının tartışma konusu olduğu mahkeme salonlarında saklıydı Orta Çağ Avrupası’nda. Bizim medeniyetimiz, ilmi farz bilen bir Peygamber’in izinden giden, üniversite kuran kadınlarla yükseldi. Bugün İslam’ı Orta Çağ karanlığına mahkûm etmeye çalışanlar bilsin ki, hakikat susturulmaz; sadece geciktirilebilir. Hakikatin bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır...

LOZAN II

LOZAN: KAZANAN OSMANLI, İMZALAYAN BAŞKASI (II) Rüştü Kam – 31.07.2025 Kurtuluş Savaşı kazanılmıştı. Düşman Anadolu’dan atılmış, cephelerde zafer elde edilmişti. Ancak barış masasına oturulduğunda karşımızda yine aynı devletler vardı: İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan… Savaşta mağlup ettiğimiz bu güçlerle, sanki eşitmişiz gibi masaya oturduk. Ve o masa, zaferin değil, teslimiyetin masasıydı. Sanki zaferin sahibi biz değilmişiz gibi, mağlup ettiğimiz devletlerle eşit şartlarda müzakere masasına oturduk. O masa, bir galibiyetin taçlandığı yer değil; kazanılmış bir savaşın siyaseten geri verildiği bir teslimiyet masasıydı. Evet bu masa iyi kamufle edilmiş bir hezimet masasıydı. Çünkü o antlaşmayla biz sadece toprak kaybetmedik; hukukî devamlılık da kesintiye uğradı. Osmanlı Devleti Kurtuluş Savaşı'nı veren taraftı, Başkomutan hâlâ Padişahtı. Kutü’l-Amâre’de 12 bin İngiliz esir alınmış, Anadolu’da Yunan ordusu denize dökülmüştü. Ancak masaya oturan heyet, bu zaferi sahiplenmek yerine, yeni bir devlet adına imza attı. Osmanlı'nın mührü yoktu o anlaşmada, Meclis-i Mebusan dağıtılmıştı, Padişah devre dışı bırakılmıştı. Hukuken Osmanlı devleti hâlâ varlığını sürdürürken, Lozan'da konuşan Osmanlı değil başka bir yapıydı. Lozan, işte tam da bu kırılmanın adıdır. Padişah’a ihanet…! 600 sene dünyaya adaletle hükmeden Osmanlı’ya ihanet…! Lozan, Sevr’in alternatifi değildir. Sevr’in makyajlanmış versiyonudur. Musul Masada Kaybedildi, Yanında Kerkük'ü de Götürdü Lozan’daki en büyük kırılmalardan biri de Musul’dur. Musul’dan vazgeçtik, çünkü masada bizi temsil edenler vazgeçmek üzere görevlendirilmişti. İngiltere, savaşacak durumda değildi. Kutü’l-Amâre’de ağır bir hezimet yaşamış, Anadolu’daki direnişe boyun eğmişti. Ancak masa başında zaferini geri aldı. Lozan’da Musul görüşmeleri ertelendi. Daha sonra mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Sonuç: İngiltere kazandı. Neden? Çünkü o günkü heyet, kendi milletinin haklarına değil, Batı’nın çizdiği sınırlara sadakat gösterdi. Musul’la birlikte Kerkük’teki Türkmen coğrafyası da gözden çıkarıldı. Böylece sadece petrol değil, bin yıllık kültürel hafıza da kaybedildi. Lozan sadece bir haritadan ibaret değildir. Lozan, bir milletin ve bir imparatorluğun jeopolitik olarak daraltılmasıdır. Bu antlaşmayla yalnızca Musul, Kerkük, 12 Ada kaybedilmedi; Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan stratejik etki alanı da tasfiye edildi. Kurtuluş Savaşı'nı cephede kazandık, düşmanı Anadolu'dan kovduk. Ama mesele sadece savaş meydanında bitmemiş. Asıl oyun, diplomasi masasında kurulmuştu. Sahada hezimete uğrayan İngiltere, masada bütün kartlarını yeniden dağıttı. Ve biz, maalesef o masada zaferin değil, teslimiyetin temsilcisi olduk. Lozan’da Musul meselesi doğrudan çözülmedi. Görüşmeler ertelendi, İngiltere’nin talebiyle konu Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. O cemiyet ki, dönemin emperyal güçlerinin oyun sahasıydı. İngiltere’nin kendi eliyle kurduğu, kendi eliyle yönettiği bir masa… O masada Türkiye'nin temsilcileri Musul için ne ağırlık koyabildi ne de direnç gösterebildi. Netice mi? 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul resmen kaybedildi. Musul’un ertelenmesi, zaman kazanmak ve Türkiye’yi yalnız bırakmak için uygulanan bir taktikti. Başarılı da oldu. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, bu süreci şu cümleyle özetler: “Savaşı kaybettik, ama masada istediklerimizi aldık.” Ama mesele sadece Musul değildi. Çünkü Musul giderse, Kerkük de giderdi. Gitti de… Bu iki şehir, Osmanlı döneminde aynı vilayetin parçalarıydı. Birbirinden koparılamazdı. Ama koparıldı. Kerkük, o gün İngiliz oyununa gelen heyet tarafından Türkiye haritasından çıkarıldı. Bugün orada hâlâ Türkmen kanı akıyor. Sormak gerekiyor: Niçin vazgeçtik? Neden direnmedik? Çünkü Musul’dan vazgeçmek üzere masaya oturtulmuştuk. Çünkü diplomasi heyetimizin omzunda Misak-ı Millî değil, Batı’nın çizdiği sınırlar vardı. Çünkü İngiltere sahada yenildiği Türk milletine masada galip gelmişti. Musul sadece bir toprak değil, bir akıldır. Musul, stratejik derinliğin, coğrafi iradenin ve tarihî sadakatin adıdır. Musul gidince ne kaybettik, sorusu hâlâ yeterince ciddi bir şekilde sorulmuş değildir. Soranlar oldu elbet ama cevabını alamadılar, hâlâ da alamıyorlar. Lozan’ı zafer diye anlatanlar, Musul’un kaybını küçük bir ayrıntı gibi gösterir. Oysa bu ayrıntı, yüz yıl sürecek bir travmanın kapısını aralamıştır. Çünkü Musul kaybedilince Kerkük de gitti. Kerkük gidince Türk'ün gözyaşı hiç dinmedi. Masada susanlar, sahada konuşanlara ihanet etti Lozan’da Musul’un kaybı bir coğrafya parçasının el değiştirmesinden ibaret değildi. Bu, Anadolu’nun kaderini belirleyen stratejik bir kopuştu. Çünkü Musul ve Kerkük, hem tarihî hem demografik hem de stratejik olarak Türk toprağıydı. Musul ve Kerkük, 1517’den itibaren Osmanlı vilayetiydi. Neredeyse dört asır boyunca, Osmanlı sancağı orada dalgalandı. Türkmenler, Araplar ve Kürtler birlikte yaşadı ama idare merkezi hep İstanbul’du. Lozan görüşmeleri sırasında da bu tarihî aidiyet çok ama çok netti. İlginçtir: İngiltere, bölgeyi işgal ettiğinde daha Mondros imzalanmamıştı. 30 Ekim 1918’de ateşkes yürürlüğe girdi, ama İngiliz ordusu Musul’a 3 Kasım’da girdi. Bu açıkça savaş hukukuna aykırı bir işgaldir. Buna rağmen bu ihlal Lozan’da gündeme getirilmedi. İşgale göz yumuldu. ,Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu bu konuda şunları söylüyor: “Musul, Mondros’tan sonra işgal edilmiştir. Bu, İngiltere’nin haksız fiilidir. Türkiye’nin Musul üzerinde tarihî ve hukuki hakları devam etmektedir.” Nüfusun Ekseriyeti Türk’tü Musul ve Kerkük vilayetlerinde Türkmenler ve Müslüman Araplar nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturuyordu. İngiliz arşivleri bile bunu inkâr etmiyor. Lozan heyeti bu fiili durumu bildiği için dilinin ucuyla halkoyuna gidilmesini istedi, istedi istemesine de bu isteğinin üzerine ısrarla gitmedi. İngilizler de bu isteği duymazdan geldi. Kulak arkası etti. Çünküo da biliyordu halka gidilseydi istenen sonuç çıkmayacaktı. Rıza Nur, itirazını yaptı ama heyet bu itiraza kulak vermedi. Rıza Nur bu gerçeği hatıratında şu ifadelerle dile getirir: “Orada Türkmen çocukları bizim marşımızı okuyarak büyüyordu. Onları İngiliz’e nasıl terk ederiz?” Musul Petrolü, Türkiye’nin Geleceğiydi Musul yalnızca tarihî ve etnik bir mesele değildi. Orada yaklaşık 2 milyar varil petrol rezervi vardı. O dönemde Osmanlı borçlarının ödenmesi, sanayileşme, eğitim reformu gibi tüm projeler bu kaynaklarla mümkün olabilirdi. Ancak Türkiye, bu imkânı da elinin tersiyle itti, masada bıraktı. Meşruiyeti olmayan heyetin bu ferasetsizliğini fırsat bilen İngiltere ne yaptı? Musul’u Irak’a bağlayıverdi, Irak’ı da mandası hâline getirince fiilen petrolün üzerine oturuverdi. Sonra 1926 Ankara Antlaşması'yla ayıp olmasın diye Türkiye'ye “sus payı” verildi: Bu antlaşmanın 3. maddesi uyarınca, Irak petrol gelirlerinin %10’u, 25 yıl süreyle Türkiye’ye aktarılacaktı. Ne Oldu? Antlaşma imzalandıktan sonra, Türkiye bu %10’luk payı 1926’dan itibaren sadece üç yıl (1926, 1927, 1928) boyunca aldı. Ardından, 1928 yılında yapılan anlaşma ile İngiltere, Türkiye’ye tek seferlik £ 500.000 (500 bin sterlin) ödeme yaptı. Bunun karşılığında Türkiye, Musul petrolleri üzerindeki tüm gelecekteki haklarından vazgeçti. Prof. Dr. Mehmet Akif Kireçci bu kon uda şöyle der: “Türkiye, Musul’dan sadece toprağını değil, ekonomik kalkınmasının temellerini kaybetmiştir. Bu, uzun vadeli bir teslimiyettir.” Kurtuluşu Osmanlı Sağladı, Ama Masaya O Oturmadı Kurtuluş Savaşı boyunca, hâlâ resmî devlet yapısı olarak Osmanlı Devleti vardı. Başkomutanlık Padişahtaydı. Anadolu’daki direniş, Osmanlı ordusunun mirası üzerine bina edilmişti. Kutü’l-Amâre'de alınan zafer, Saray’ın iradesiyle, imkanlarıyla ve ordusuyla gerçekleşmişti. Peki, bu ordu kimin adına savaştı? Lozan’da hangi tüzel kişilik temsil edildi?Ankara delegasyonu, millet adına değil, İngilizler tarafından tespit edilen bazı kişiler adına hareket etti. Heyet galip Devletin mührüyle oturmadı masaya, fiilî durumu hukukileştirme telaşıyla oturdu. Prof. Dr. Mustafa Budak bu konuda şöyle der: “Lozan heyeti uluslararası hukuk bakımından tartışmalı bir temsil gücüne sahipti. Osmanlı henüz resmen feshedilmemişti. Bu, anlaşmanın temel zaafıdır.” Ankara’nın Meşruiyeti İnşa Sürecindeydi 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilmemişti. Henüz rejim tartışmaları sürüyordu. Dahası, Lozan’a giden heyet Meclis onayıyla değil, dar bir çerçevede belirlendi. İsmet Paşa'nın heyet için uygun isim olmadığı tartışmaları devam ediyordu. Ayrıca Lozan’da nelerden taviz verilmeyeceğinin tartışmaları da devam ediyordu. Rıza Nur bu konuda şunları söyler: “İsmet, Meclis’in kararlarını hiçe saydı. Kendi iradesiyle müzakere etti. Lozan heyeti millî iradenin değil, küçük bir zümrenin temsilcisiydi.” Milletin Onayı Alınmadı, Halktan Gizlendi Lozan Anlaşması, Padişah’a rağmen, millete rağmen imzalanmadı. Müzakere süreci şeffaf değildi. Gazetelerde sansür vardı. Musul’un kaybedildiği, kapitülasyonların geri döndüğü ya da azınlıklara verilen hakların boyutu halktan gizlendi. Halkın bilgisi yoktu, rızası alınmadı. Tarihçi Dr. Mehmet Çelik bu konuda şöyle der: “Lozan’da yapılan, bir devletin halkına rağmen yeniden tasarlanmasıdır. Bu bir halk sözleşmesi değil, elitlerin mutabakatıdır.” Sonuç? Lozan, bir hukuk ihlalidir. Bir imparatorluğun tasfiyesidir. Halkın, Meclis-i Mebûsan’ın ve Padişah’ın onayı alınmadan, hukuki meşruiyetten yoksun biçimde gerçekleştirilmiştir. Lozan milletin zihninde haritaların yeniden çizildiği, hafızaların törpülendiği bir travmadır. Bugün Kıbrıs’ta, Ege’de, Kerkük’te yaşadığımız her gerilim; aslında o masada dile getirilmemiş bir cümlenin yankısıdır. Eğer bir millet, zaferi cephede kazanır ve de masada kaybederse; o milletin kaderini silahlar değil, kalemler belirler. Lozan’da öyle olmuştur. İşte bu yüzden Lozan, yalnızca tarihin değil; siyasetin, stratejinin ve millet aklının da bir sınavıdır. Bugün hâlâ bazı çevreler Lozan’a övgüyle yaklaşır: “Bağımsızlığımızın belgesi”, “Yeni Türkiye’nin tapusu” gibi... Oysa gerçek şu: Lozan, yeni rejimin meşruiyet belgesi değildir; tam tersine, o rejimi kuran kadronun Osmanlı’dan bağımsız olduğunu ispat etme çabasıdır. Çünkü bu kadrolar bilir ki, Osmanlı’dan gelen bir hukukî meşruiyetleri yoktur. Saltanatı devredışı bırakmışlar ama anayasal bir geçiş sağlamamışlardır. Lozan, bu boşluğu kapatmak için Batı’ya verilmiş bir sadakat belgesidir. Yani bir “tapu” değil, bir “tavizname”dir. O gün sustuklarımız, bugün çözemediklerimizdir. Tarih, sadece geçmişi anlatmaz; geleceği de şekillendirir. Bekleyip göreceğiz… Devam edecek

LOZAN III

LOZAN III LOZAN’IN GAYESİ KÜLTÜREL TEMİZLİK MİYDİ? Rüştü Kam – 5.08.2025 Lozan’da verilen bir başka büyük taviz ise Boğazlar meselesidir. Montrö Antlaşması’ndan önceki dönemde, Türk ordusu Boğazlar’dan çekilmiş, yerine yabancıların söz sahibi olduğu bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştur. Düşünün ki savaşta zafer kazanmış bir ülke, İstanbul ve Çanakkale gibi stratejik noktalarda kendi boğazlarını koruyamaz hâle gelmiştir. Boğazlar, uluslararası denetime açılmıştır. Bu durum bile tek başına Lozan’ın gerçek bir “bağımsızlık belgesi” değil, bir dayatma olduğunu açıkça gösteriyor. Tarihî belgeler ve hatıratlar, Lozan’ın zafer değil bir uzlaşma ve dayatma antlaşması olduğunu kanıtlayan ifadelerle doludur. Rıza Nur, o günlerde yaşananları kendi hatıratında açık açık yazmış; İsmet Paşa’nın imza öncesi yaşadığı tereddütlerden, İngilizlerin dikte ettiği hükümlere kadar birçok ayrıntıyı kayıt altına almıştır. İstiklal Marşımızın şairi yani Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un da Lozan’a tepkisi şöyle olmuştur: Mehmet Akif’in Lozan’a Sessiz Feryadı Mehmet Âkif Ersoy, İstiklâl Marşı’nı yazdıktan sonra kendisine sunulan tüm unvanları ve siyasî teklifleri geri çevirmiş, kısa süre sonra da Mısır’a gitmiştir. Onu bu hicrete zorlayan şey yalnızca hastalığı, yorgunluğu ve polisin onu suçluymuş gibi sürekli takip etmesi değil; Türkiye’nin Lozan sonrası yönelişinden duyduğu derin bir hayal kırıklığı idi. Akif, Lozan’ı yalnızca bir sınırlar antlaşması olarak görmüyor, “milletin ruh köküyle bağlantısının koparıldığı bir eşik olarak görüyordu. Yakın dostu ve Safahat’ın yayıncısı Eşref Edip, yıllar sonra kaleme aldığı hatıratında onun şu sözlerini aktarmıştır: “Vallahi bu vatan göz göre göre batırılıyor. Lozan’da masaya yatırılan sadece topraklar değil, milletin ebedî haklarıdır!” Ayrıca, Büyük Doğu fikrinin şairi Necip Fazıl Kısakürek de Lozan Antlaşması’nı sık sık eleştirmiş ve Lozan’ı “Türk milletine zorla giydirilmiş dar bir cekete benzetmiştir. Ona göre bu ceket milletin tarihine, ruhuna ve hedeflerine uygun değildir; Türkiye’nin hareket kabiliyetini sınırlandıran, dayatılmış bir hukukî ve siyasi kalıptır. Necip Fazıl, Lozan’ı bir “zafer” olarak gören resmi söyleme karşı çıkarak, Büyük Doğu ideolojisi çerçevesinde bu antlaşmayı “tarihî bir pranga”, “Türklüğün manevî hamlesini boğan batıcı vesika” olarak niteler. Alfabe Değişikliği: Hafızayı Kazımak Lozan Antlaşması’nın henüz mürekkebi kurumadan, beş yıl gibi kısa bir sürede (1928) harf devrimi yapıldı. Harf İnkılabı adı verilen bu operasyon, “çağdaşlaşma” söylemleriyle süslendi; bürokrasiye, basına ve okullara “Batı’ya kapı açılıyor” denildi. Fakat içeride olan biten, Falih Rıfkı Atay’ın deyimiyle bir “suskunluk devrimi”ydi: Devlet kendi arşivlerini okutamaz hâle geliyor, millete kendi geçmişi “yabancı dilmiş” gibi gösteriliyordu. Atay’a göre, harf devrimi: Topluma dayatılan bir devlet projesiydi. Eğitim altyapısı ve hazırlık süreci yeterince planlanmadan hızlıca hayata geçirildi. Eski Osmanlı alfabesini bilen kuşakla yeni Latin harflerini öğrenen kuşak arasında keskin bir kültürel ve entelektüel kopukluk yarattı. “Harf devrimi, bir anda milletin tarih ve kültürle bağını kesen büyük bir kırılma oldu.” (Falih Rıfkı Atay (Yorum, 1930’lar) İsmet İnönü’nün Paris’te bir gazeteciye söylediği ve Şevket Süreyya Aydemir’in de aktardığı şu cümle aslında tüm zihniyeti ortaya koyar: “Lozan sadece siyasi sınırları değil, medeniyet sınırlarını da belirlemiştir. Biz artık Doğulu değiliz.” Bu, sadece “Arap harflerini bırakıyoruz” demek değildi. Medreselerin kapanmasıyla birlikte kadim ilmî damar kesildi; kütüphaneler sessizliğe gömüldü; dede torununa mektup okuyamaz oldu. Hafıza zinciri Bernard Lewis’in sözünü ettiği “geçmişle araya duvar örme” stratejisiyle koparıldı. Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Maziden kopmak, hafızayı kaybetmektir; hafızasını kaybeden millet artık başkasının kurgusuna mahkûmdur.” Dünyada bu ölçekte bir alfabe kopuşu neredeyse yoktur. Japonlar üç farklı yazı sistemini koruyarak modernleşti. Çin, karakterlerini sadeleştirdi ama kökünü bırakmadı. Yunan dünyası hâlâ binlerce yıllık alfabesini kullanır. Pek çok ülke, modernleşmeyi hafızasını silmeden yaşadı. Peki Türkiye neden “tamamen yeni bir alfabeye” mecbur bırakıldı? Şerif Mardin, bu soruya “milli kimliği yeniden inşa etme” cevabını verir. Ona göre alfabe değişimi, eski ile yeni arasında geçiş değil, tam anlamıyla bir “kültürel kopuş” projesidir. Şerif Mardin, özellikle merkez-çevre, kültürel kopuş ve modernleşme tartışmalarında Latin harflerine geçişi sadece teknik bir reform değil, “ulus-devletin milli kimliği yeniden inşa etme stratejisinin kilit adımı” olarak yorumlar. Mardin’e göre: Harf devrimi, Osmanlı'nın hafıza dünyasına açılan kapıyı kapatmış, yeni rejimle eski rejim arasındaki süreklilik fikrini tasfiye etmiş, toplumu kendi tarihsel ve entelektüel birikiminden kopararak radikal bir kültürel kırılma yaratmıştır. Bu yönüyle Mardin, alfabe değişikliğini bir “geçiş” değil, bilinçli bir “kültürel kopuş projesi” olarak görür. Stanford Shaw ise bunu daha ileri götürür: “Harf devrimi, Lozan’ın kültürel maddesi olarak okunmalıdır.” Çünkü dil giderse hafıza gider; hafıza giderse kimlik tartışılmaz hale gelir. Sonuç açıktır: Alfabe değişikliği, Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin sembolü değil, geçmişle bağları kökten kazımanın cerrahî operasyonudur. Bu operasyon başarıyla yürütülmüş; eski alfabeyi bilen nesil ölünce geriye, kendi mezar taşlarını bile okuyamayan bir toplum bırakılmıştır. Osmanlı’dan Kaçış Lozan’dan sonra masaya sadece haritalar değil, tarihin kendisi de yatırıldı. “Millî tarih yazımı” adı altında Osmanlı, resmî söylemde “gerici, çağdışı, çürümüş” bir imparatorluk olarak takdim edildi. Devlet, deyim yerindeyse kendi köklerini kesmek suretiyle yeni bir kimlik inşa etmeye koyuldu. İlber Ortaylı’nın ifadesiyle, “tarihe ideolojik müdahale” dönemi başlamıştı. Selçuklu neredeyse yok sayıldı, Osmanlı küçümsenerek “çöküş hikâyesi”ne indirildi; onun yerine “Orta Asya’dan gelen üstün ırksal soyluluk” iddiasına dayanan tarih modelleri (Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi vb.) sahneye sürüldü. Doç. Dr. Alev Alatlı’nın uyarısı bu bağlamda manidardır: “Bir millet, kendi geçmişini inkâr ederek geleceğe yürüyemez. Lozan’ın ardından yazılan tarih, geçmişi değil, projeyi anlatır.” Erich Jan Zürcher, bu durumu “geçmişi itibarsızlaştırarak yeniyi meşrulaştırma” tekniği olarak okur. Gerçekten de Lozan’la kurulan yeni düzen yalnızca ülkenin sınırlarını değil, hafızasını da baştan şekillendirdi. Osmanlı anayasal yapısı ortadan kaldırıldı, yerine Fransız ekollü kanunlar getirildi; eğitim Maarif teşkilatının kontrolüne geçti; hilafet lağvedildi; saray geleneğiyle birlikte klasik musikî ve kültür hayatı tasfiye edildi. Şevket Süreyya Aydemir bu süreci, “bir uygarlığın yerini başka bir uygarlıkla değiştirme” teşebbüsü olarak niteler. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş, yalnızca rejim değişikliği değil, kültürel bir kopuş projesiydi. Bu süreçte: Osmanlı’yı 600 sene ayakta tutan adaleti emreden şeriata dayalı hukuk sistemi kaldırıldı, yerine Batı kaynaklı ceza ve medeni kanunlar getirildi. Geleneksel medrese eğitimi kaldırıldı, Maarif Bakanlığı’na bağlı modern okullar kuruldu. Hilafet kurumu lağvedildi, devletin dinî meşruiyet dayanağı ortadan kaldırıldı. Saray gelenekleri, Türk musikisi ve estetik anlayışı devlet eliyle geri plana itildi. Türk musikisinin öğretimi 1926’dan 1976’ya kadar devlet okullarında yasaklandı. Şevket Süreyya Aydemir bu köklü dönüşümü şöyle özetler: “Bu, bir uygarlığın yerine başka bir uygarlığı geçirme teşebbüsünden ibaretti.” Sonuçta, tarih “olanı anlatma sanatı” olmaktan çıktı, “olması isteneni yazma aracına” dönüştü. Bu nedenle millî tarih kitapları, Osmanlı’yı değil; Lozan’ın ruhuna uygun düşen cumhuriyet projesini anlattı. Geçmişle bağlar kesildikçe, hafızası zayıf, sorgulamayan, yönlendirilebilir bir toplum modeli ortaya çıkacaktı- tıpkı istenildiği gibi. O da oldu. Cemil Meriç yıllar sonra bu “resmî tarih”e karşı çıkarak “geçmişini dışlayan bir millet, geleceğini başkalarından dilenir”diye haykırıyordu. Halil İnalcık ise Osmanlı’nın “terakki fikrini öldüren değil, aksine Batı’nın önüne geçen” bir imparatorluk olduğunu vurguluyordu. İsmail Kara’ya göre gerçek sorun “Osmanlı’da gerilik değil, modern cumhuriyetin kurucu kadrolarının geçmişi şuurlu bir şekilde reddetmesidir.” Tarık Zafer Tunaya da “tarih, ideolojik amaçla yazıldığında hatırlatmak için değil unutturmak içindir” diyerek asıl yaraya parmak basar. Kültürel Temizlik: Kılık Kıyafet ve İsimler Lozan’ın ardından, hızla kılık kıyafet yasaları, şapka kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması, soyadı kanunu gibi bir dizi toplumsal dönüşüm dayatıldı. Bunların çoğu bir milletin görünümünü ve kimliğini değiştirmeyi amaçlıyordu. Sosyolog Prof. Dr. Erol Güngör konu ile ilgili olarak şöyle der: “Bir milleti dönüştürmek istiyorsanız, önce onun günlük hayatına ve sembollerine müdahale edersiniz. Lozan'dan sonra olan tam da budur.” Lozan sonrasında haritalar kadar tarihin kendisi de masaya yatırıldı. Cumhuriyet’in kurucu kadroları, yeni bir ulus-devlet kurabilmek için Osmanlı geçmişinin gölgesinden çıkılması gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle “millî tarih yazımı” projesi devreye girdi. Altı asırlık imparatorluk, resmî söylemde “çağdışı, geri kalmış, çöküş hâlindeki bir düzen” olarak sunulmaya başlandı. Böylece yeni rejim, kendini “bu mirası tasfiye ederek modernleşmenin önünü açan ilerici güç” olarak tanımlayabildi. İlber Ortaylı’nın “tarihe ideolojik müdahale” dediği bu dönemde, tarih artık ne yaşandıysa onu anlatan bir alan olmaktan çıktı; yaşanması arzu edilen kimliğin bir inşa aracına dönüştü. Önce Selçuklu Devleti, ders kitaplarından neredeyse yok edildi. Ardından Osmanlı da yalnızca “son dönemde çöken ve tarihten silinen bir imparatorluk” olarak öğretilir hâle geldi. Bunun yerine, “Türkler Orta Asya’dan dünyaya medeniyet taşıyan üstün bir ırktır” fikrine dayalı Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi gibi yeni tarih kuramları benimsendi. Böylece toplumun geçmişle kurduğu bağ kesildi; yerine yepyeni, devlet eliyle tasarlanmış bir tarih bilinci yerleştirildi. Sonuç? Lozan, sadece bir diplomatik metin değil, bir zihinsel tasfiye planıydı. Devletin adı değişti, yazısı değişti, tarihi yeniden yazıldı, dili budandı, dini susturuldu. Kimlik yeniden biçimlendirildi. Ve bütün bunlar ‘zafer’ adı altında sunuldu. Devam edecek

LOZAN V

Ekonomik Bağımsızlık mı, Gizli Teslimiyet mi? Rüştü Kam – 8.08.2025 Millet olarak yıllardır bize öğretilen bir ezber vardır: “Kapitülasyonlar kaldırıldı… Tam bağımsız Türkiye kuruldu… Lozan bir zaferdir…” Öyledir de… ama bunlar sadece kâğıt üzerinde yazılıdır. Uygulama ise öyle değildir. Sadece isim değiştirilerek uygulama devam ettirilmiştir. Lozan Antlaşması'nın en çok tartışılan başlıklarından biridir kapitülasyonlar. Resmî tarih kitaplarında, okul derslerinde ve pek çok gazete haberinde, köşe yazılarında şu ifadeye sıkça rastlanır: “Kapitülasyonlar kaldırıldı, Türkiye tam bağımsız oldu.” Peki gerçekten öyle mi oldu? Önce Kapitülasyon Ne Demek Ona Bakalım Kapitülasyonlar, Osmanlı Devleti tarafından 16. yüzyıldan itibaren başta Fransa olmak üzere bazı Avrupa devletlerinin vatandaşlarına tanınan ticari ve hukuki ayrıcalıklardır. İlki 1535’te Kanuni Sultan Süleyman döneminde Fransa’ya verilen bu imtiyazlardır. Başlangıçta siyasi ittifak arayışları ve dış ticaretin teşviki amacıyla, sınırlı ve karşılıklılık esasına dayalı olarak tasarlanmıştır. Ancak tarihçi, Halil İnalcık’ın da belirttiği gibi, bu ayrıcalıklar zamanla Osmanlı’nın ekonomik egemenliğini zedeleyen kalıcı bir yapıya dönüşmüştür. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren yerli esnaf ve zanaatkârların aleyhine işleyen bir sisteme evrilmiştir. Avrupalı tüccarların Osmanlı topraklarında vergi muafiyetinden yararlanması, kendi konsolosluk mahkemelerinde yargılanmaları ve serbest ticaret hakkına sahip olmaları, başta geçici bir diplomatik araç olarak görülse de, zamanla Osmanlı pazarının denetimsiz biçimde dışa açılmasına neden olmuştur. Orta Doğu uzmanı, tarihçi Bernard Lewis'in de vurguladığı gibi, imparatorluğun zayıflamaya başladığı dönemlerde bu imtiyazlar, yerli üretimi baltalayan ve dış ticaret dengesini bozan bir dış baskı mekanizmasına dönüşmüştür. Nitekim 19. yüzyılda Avrupa sermayesi, bu sistem üzerinden Osmanlı iç pazarına neredeyse sınırsız erişim elde etmiş; devletin ekonomik bağımsızlığı büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Lozan'da kapitülasyonların kaldırıldığı yazıldı çizildi. Ancak hakikat öyle değildi. Bu ayrıcalıkların yalnızca “adı” kaldırılmıştı; esası, farklı biçimlerde ve yeni isimlerle sürdürüldü. Ekonomist Prof. Dr. Ömer Turan’ın ifadesiyle: “Kapitülasyonlar kalktı ama borçların dış denetimi ve ticari imtiyazlar, yeni sistemde sürdürüldü. Osmanlı’ya verilen ayrıcalıklar bu kez Türkiye Cumhuriyeti’nin eliyle modernleştirildi.” Gerçekten de, dış borçların ödenmesi, yabancı şirketlere maden, işletme ve demiryolu inşa etme haklarının verilmesi aynen devam etti. Bu tablo açıkça şunu göstermektedir: Adı “bağımsızlık” olan bir sistemin içinde Türkiye, hâlâ dış güçlerin ekonomik etkisi altındaydı. Kapitülasyonlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzyıllarca süren ekonomik ve siyasi bağımlılığının sembolüydü. Ancak 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, bu zincirleri koparmadı; sadece görünmez bir iplikle daha zarif bir kılıfa büründürdü. Yani, Lozan, kapitülasyonları kaldırmadı; onları daha zarif bir kılıfla yeniden tanıttı: Ekonomik entegrasyon! Bu anlaşmanın bedeli ağır oldu. Hem de çok ağır oldu. Milli savunma sanayii, uçak sanayii ve araba(devrim arabaları) sanayii gibi bağımsızlık hedefleri, devlet politikalarından tamamen silindi; yerini dışa bağımlılık ve yabancı kontrol aldı. Türkiye’nin özgürlük mücadelesi, askeri ve teknolojik alanda kalıcı müzmin bir esarete dönüştü. 1925 yılında kurulan Türk Hava Kurumu, Türkiye’nin havacılıkta kendi yolunu çizme çabasının öncüsüydü. Ancak 1930’ların sonlarında, bu çaba hızla geri plana itildi. Yabancı ülkelerden satın alınan uçaklar ve teknoloji, yerli üretim projelerinin önüne geçti. 1941’de başlayan Türk Uçak Sanayii projeleri, ilk yerli savaş uçakları için umut verdiyse de, siyasi irade eksikliği nedeniyle bu umut sürdürülemedi, uçaklar Kayseri’de toprağa gömüldü. Bu süreçte Türkiye, kendi savaş uçaklarını üretmekten çok, yabancı teknolojilere bağımlı kalmaya mahkûm edildi. Özellikle Lozan sonrası ekonomik bağımlılık politikaları bu tür yerli girişimlerin önünü tamamen kapattı. Burada Vecihi Hürkuş ve Nuri Demirağ’ı rahmetle anıyoruz. Ruhunuz şadolsun… Bir başka önemli girişim ise 1961’de hayata geçirilen “Devrim” otomobil projesiydi. Türk mühendislerinin büyük emekleriyle tamamlanmöıştı. Ancak daha seri üretime geçmeden siyasi engellere takıldı ve proje rafa kaldırıldı. Bu, sadece bir otomobilin değil, aynı zamanda Türkiye’nin sanayileşme ve bağımsızlık ideallerinin de ertelenmesi anlamına geliyordu. Bugün, ASELSAN (Askerî Elektronik Sanayi;1975) ve TAI (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş.;1984) gibi kurumlar milli savunma sanayiinde önemli başarılar elde ediyor olsalar da, Lozan’ın gölgesinde atılan bu ilk adımların eksikliği hâlâ hissediliyor. Egemenlik, sadece toprak ve bayraktan ibaret değildir; ekonomik ve teknolojik bağımsızlıkla gerçek anlamını kazanır. Maalesef Lozan, bugün hâlâ, Türkiye’nin tam bağımsızlık yolundaki en büyük engel olmaya devam etmektedir. Düyûn-u Umûmiye Devam Etti Osmanlı’dan devralınan dış borçlar da, Lozan’da aynen kabul edildi. Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyan bankalarının temsilcileri, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni adeta bir “borç devleti”ne dönüştürdü. 1928’de yapılan yeni anlaşmalarla Türkiye, 1954 yılına kadar Batı’ya borç ödemeye devam etti. Evet bir devlet kuruldu kurulmasına da bu devlet Batı’nın denetiminde kurulan bir devletti. Görüldüğü gibi öyle tam bağımsız falan değildi. Gümrük Politikası Dayatması Lozan’ın en can alıcı maddelerinden biri de, Türkiye’nin beş yıl boyunca gümrük vergilerini artıramayacak olmasıydı. Yani sanayileşme, yerli üretimi teşvik gibi adımlar, Batılı sermayeyi rahatsız etmesin diye bilinçli biçimde ertelenmiştir. Savunma sanayii, Uçak sanayii ve Devrim arabası bu uygulamaya örnek olarak gösterilebilir. Prof. Dr. Mahir Kaynak’ın bu konudaki tespiti çok nettir: “Lozan, Türkiye’yi sanayileşme sürecinde sınırlayan bir ekonomik dizayndı. Gümrük duvarlarını kaldırmak demek, Batı ürünlerine pazar açmak demekti.” Madenler ve Yabancı Sermaye Lozan sonrasında Türkiye’de maden işletmeleri, limanlar ve altyapı yatırımları büyük oranda Batılı şirketlere devredildi. İngiliz, Fransız ve İtalyan sermayesi; demiryollarından tuzlalara, limanlardan telefon işletmeciliğine kadar pek çok alanda fiilî kontrol sahibiydi. Bu durum, “ekonomik bağımsızlık” değil; beyaz kâğıda yazılmış, mavi gözlü bir “Sevr”in başka biçimde sahaya sürülmesiydi. Yeni tip bir ekonomik mandacılıktı bu. Sonuç? Lozan’da sadece hukuk, kültür ve toprak değil; ekonomi de tasfiye edildi. “Kapitülasyon kalktı” denilirken borçlar ödenmeye devam etti; gümrükler Batı’ya açıldı; yerli üretim, zincire vuruldu. Devam edecek

LOZAN VII

LOZAN VII: BİTİRİRKEN Rüştü Kam 13.08.2025 Uşi, Lozan, Montrö ve İsviçre’nin Soğuk Masaları İsviçre’de dolaşırken zihnim hep aynı yere takıldı: Osmanlı’yı ve Türkiye’yi yakından ilgilendiren üç kritik antlaşmanın -Uşi, Lozan ve Montrö- bu ülkede imzalanmış olması gerçekten tesadüf olabilir mi? Haritaya bakınca göze çarpmayan, ama dünya siyasetinin kulak kabarttığı bazı hakikatler görülebilir. İsviçre denize sınırı olmayan ama Avrupa ülkelerine sınır olan bir coğrafya. “Az gittik, uz gittik; dere tepe düz gittik. Bir de dönüp ardımıza baktık, arpa boyu yol gitmişiz.” İşte tam da böyle bir ülke. Hep yukarıya çıkacaksın bir de çıktığın kadar aşağıya ineceksin… Demek ki; menfaat ortaklıkları savaş alanlarında değil, sessiz ve soğukkanlı odalarda masa başında kuruluyor olmalı. İsviçre tam da böyle bir ülke. Uşi ’de (1912), Afrika’daki son topraklarımızdan anlaşmayla çekilmişiz; ama Halifeliğin gölgesini metne iliştirip, dinî otoritenin bir biçimde temsilini korumayı başarmışız. İmparatorluğun elinin artık uzanamayacağı bir coğrafyadır o topraklar ama en azından imparatorluğun kalbinin orada attığını söylemek gibi bir şey bu. Lozan’da(1923), Boğazlar askerden arındırılmış, denetim uluslararası bir komisyona bırakılmış, 12 adalardan vazgeçilmiş, Musul’dan Kerkük’ten vaz geçilmiş…; bu karar, Lozan heyetinin basiretsizliğini göstermeye yetiyor. Lozan’da Boğazların askerden arındırılması ve denetimin uluslararası bir komisyona bırakılması, Türkiye’nin coğrafi konumundan kaynaklanan stratejik üstünlüğünün de fiilen devre dışı bırakılması, bir akıl tutulması olarak görülüyor bugün baktığımız yerden. Bu nedenle söz konusu karar, hem güvenlik mimarisi hem de egemenlik algısı bakımından Lozan heyetinin bir basiretsizliğidir diyebiliyoruz. Montrö (1936) ile Türkiye, Boğazlar’dan askerî varlık ve denetim hakkını geri almış. Bu antlaşmayla en azından biraz rahatlıyoruz. İsviçre’de yapılan antlaşmaların dosyasında üç belge ve üç farklı duygu var: Uşi’de geri çekilişin acısı var. Lozan’da galip olarak masaya oturup mağlup olarak masadan kalkmanın hesabının halka nasıl verileceğinin endişesi var. Montrö’de ise yıllar sonra gelen bir kazanım var... Peki neden hepsi İsviçre’de imzalandı bu antlaşmaların? diye sorarsak şöyle cevap verebilmek mümkün: Çünkü çıkar grupları, cephe gürültüsünden uzak, kimseye fazla görünmeden faaliyet yürütebilecekleri, erişimi kolay, gizliliği yüksek ve tarafsız görünen bir yer ister. İsviçre, işte tam da bu özelliklere sahip. Burada rakiplerine baskı uygulamak veya istediklerini yaptırmak, hem daha az zahmetli hem de daha az risklidir. Bu nedenle İsviçre, salt bir mekân değil; diplomasinin sıkıntısız yürüyebileceği bir zemindir. Sonuçları doğru okumak için antlaşma metninin yanı sıra müzakerenin yapıldığı ülkeyi ve o ülkedeki mekânı da dikkate almak gerekir. En azından benim okumam böyledir. Uşi’ye gidemedim; ama Lozan’a ve Montrö’ye özellikle gittim. Antlaşmaların imzalandığı salonlarda durup sessizliğe kulak verdim. Duvarların dili olur mu bilmem; ama ben, o odalarda imparatorluğun son temsilcilerinin yüzlerindeki çizgileri hayal ederken bile ezildim. “Böyle olmamalıydı,” dedim, bu sahne böyle bitmemeliydi, kocaman bir devlet ayak oyunlarıyla böylesine tasfiye edilmemeliydi dedim. Dedim demesine de sadece demiş oldum. Şu şekilde bir gerekçeyle de teselli oldum. Bazen tam bağımsızlık, önce bir süreliğine bağımlı kurumlarla yan yana yürümeyi gerektirebilir; belki bugün bizler o yolu yürüyor olabiliriz, ne dersiniz? İsviçre’ye bakınca tablo net: Savaşlardan uzak durmanın birikimi bir düzen üretmiş; ülke tertipli, derli toplu. Ülke, demografik çeşitliliğine rağmen bölünmek yerine ortak fayda üreten bir siyasal akıl geliştirmiş. Kantonlar güç gösterisi yapmak yerine denge ve uyumu seçmiş; kavgayı değil işleyen mantıklı kuralları öne çıkarmış. Bunu kimseyi yüceltmek ya da kendi tarihimize mazeret aramak için söylemiyorum. Hatırlatmak istediğim şu: Siyasette kazanımlar çoğu zaman büyük nutuklarla değil, sabırlı kurumsallıklarla elde ediliyor anlaşılan. Kurallar, kurumlar ve istikrarlı alışkanlıklar; hamasetten daha sessiz yürüyor ama sonuçları daha kalıcı olabiliyor. Biz, tarih boyunca savaş meydanlarında çokça kahramanlıklar biriktirmişiz. Şartlar onu gerektirmiş olabilir. Ancak at sırtından inip masaya oturunca bocalamışız. Dolayısıyla masalarda sinir, disiplin, tecrübe, cesaret ve soğukkanlılık eksikliğinden ağır bedeller ödemişiz. Bu anlaşılabilir bir şeydir. Eğer bugün daha az bedel, daha çok sonuç istiyorsak; yüksek sesli çıkışlardan ziyade, dayanıklı kurumlara, tutarlı prosedürlere ve uzun vadeli bir sabra yatırım yapmalıyız. Elimizde ağır bedeller ödeyerek elde ettiğimiz yeteri kadar tecrübe var. Küf Kokulu Karanlık Dehliz Lozan üzerine yıllardır bilinmeyen “dehliz” metaforu dolaşıyor zihinlerde. Kimi o dehlizi kutsal bir koridora çeviriyor; kimi lanetli bir mahzene. Ben o küf kokulu, karanlık koridorlarda yalnızca birkaç adım atabildim. O kadarı bile yetti bana: Lozan’ı ya bütünüyle zafer ya da kökten hezimet olarak anlatanların sayısı çok fazla; üstelik onların oluşturduğu algıyı gerçek sananların sayısı, daha da fazla. Oysa gerçekler ne tezahüratla değişir ne de suskunlukla kaybolur. Belgeler, tutanaklar ve o günün şartları bir arada okunmadan hiçbirimize huzur yoktur. Şunu da söylemeden geçemem: Biz, kendi tarihimizin tutanaklarını okuyamayan bir millet olduk. Ya birileri bizim yerimize okudu ve bize sadece özet geçti, ya da “aman canım, ne olacak” deyip kapattık o defteri. Bilgiye erişimin bu kadar kolaylaştığı bir çağda, hâlâ sloganlarla yetinmek hem ayıp hem de büyük haksızlık. Halkın tarihiyle yüzleşme hakkı vardır; bu hak artık daha fazla ertelenmemelidir. Yüzleşmek dövünmek, yırtınmak, utanmak değildir; yüzleşmek, tam tersine kendine gelmektir, güçlenmektir. İsviçre’nin o taş binalarında gezerken içimdeki eziklik duygusunun yerini yavaş yavaş başka bir duygu aldı: Sahiplenme. O masalar bizim de masamızdı. İmzaların bir kısmı istemediğimiz cümlelerin altına atılmış olsa da o imzalar bize aitti. O imzanın bizim yaramaz çocuklarımıza ait olması neyi değiştirir. Geçmişi başkasına devrederek bugünü kurtaramayız. Uşi’de acıyı, Lozan’da yükü, Montrö’de kazanımı birlikte taşıyacağız. O zaman, üçü bir araya gelince ortaya çıkan çizgi, “tesadüf” değil; coğrafyanın, tarihin ve aklın ortak imzası olacaktır. Şöyle söylemem daha iyi olacak: Bizi küçük düşüren salonlar değil; o salonlarda alınan kararların arkasındaki bağlamı, görmezden gelme ısrarımızdır. Kendi tarihimizin tutanaklarını okumadıkça, okuyamadıkça başkalarının yazdığı özetlere mahkûm kalırız. Ben İsviçre’de, o sessiz, soğuk ve sakin odalarda bunu tefekkür ettim ve anlamaya çalıştım. Artık mızrakların, kılıçların gölgesinde, kalkanların arkasında değil, metinlerin ışığında konuşmanın zamanı gelmiştir. Çünkü asıl özgüven, bir şeyleri inkâr ve kabul değil gerçeğin yanına oturabilmektir. Teşekkür ve Hakaret Telefonları Ben o dehlizlerde küçük adımlarla ilerlerken, bir çok dostumdan, arkadaşımdan, tanımadığım insanlardan destek aldım. Teşekkür telefonları edenler bile oldu. Adı sanı belli, makamı belli insanlardan da teşekkür telefonları aldım. Çok memnun oldum. Bu ve benzeri konularda ciğeri yanan o kadar insan varmış ki; ben bu halimle onlara tercüman olmuşum. Ben o duyarlı insanlara gerçekten teşekkür ediyorum…Marifet iltifata tabidir derler ya; bakarsınız bu iltifatlar başka marifetler doğurur. Neden olmasın… Bu arada belden aşağı vuranlar da oldu. Yorumlarıyla canımı acıtanlar oldu. Bazı klavye silahşorları ve arkadaşlarım, “sen ilahiyatçısın, kendi işine bak, ne işin var tarih alanında” dediler. Üzüldüm tabi ki. İlahiyatçının tarih alanında söyleyecek sözü olamaz mı? Kendileri elifi görse mertek sanırlar, buna rağmen onlar ilahiyat alanında her şeyi söyleyecekler, ilahiyatçılar kendi alanının dışındaki konularda hiçbir söz söyleyemeyecekler, bu haksızlık olmaz mı? Ben üzüldüm elbet. Ama başka vesilelerle alışkın olduğum için bu tür densizliklere “Allah sizleri ıslah etsin” diyerek onlara dua ettim ve geçtim. Ben Eğriyi de Doğruyu da Okuyarak- Dinleyerek Öğrendim; Sosyal Medyadan Değil İlkokuldan beri bize kendi geçmişimize dudak büktüren bir dil öğretildi. Tam 102 yıl… Hâlâ aynı alışkanlıkların izleri devam ediyor. Oysa bugün geldiğimiz yerden bakınca kimlerin neyi niçin yaptığı daha berrak olarak görünüyor. Eğriyi de doğruyu da genç yaşta, 15’imde, merhum Erbakan Hoca’mdan öğrendim. O günlerde küfredenlerin, bugünlerde yere göğe sığdıramadıkları o Erbakan’dan. Attığı temelleri arabanın bagajına koyarak “Erbakan’ın temeli işte bu” diye dalga geçtikleri o Erbakan’dan. Sonra Necip Fazıl, Akif İnan, İsmail Kara, Eşref Edip… Kadir Mısıroğlu’nu da okudum. Evet, Deli Kadir- Fesli adam diye dalga geçtikleri o Kadir Mısıroğlu’nu da okudum. 70 li yıllarda okudum ben bu kitapları. Bugün o okuduklarımın gerçekleştiğini görerek bazen oluyor üzülüyorum bazen oluyor seviniyorum. Onlar bizlere ışık oldular… “Yalan söyleyen tarih utansın” diyen Mustafa Müftüoğlu’nun yazdığı o kitapları da okudum; okulda öğretilenin dışında da hakikate açılan kapıların olduğunu gördüm. Yaşadığımız bugünlerde Mevla’m ömür verdi, arşivlerin kısmen de olsa açıldığına şahit oldum. Yeni eserler aşikâr oldu. Bilgilerimizi netleştirdik. Kitapsız olmaz bu işler. Sosyal medya silahşorluluğuyla olmaz bu işler. Murat Bardakçı’nın Şahbaba’sı mesela, mutlaka okunması gereken bir kitaptır. Halil İnalcık, Mehmet Çelik, Tufan Gündüz, Ahmet Anapalı, Ahmet Şimşirgil, Necmettin Alkan, Mustafa Armağan… Ve daha niceleri mutlaka okunmalıdır. Yolunuzun aydınlanması için elinizde feneriniz olmalıdır. Fenersiz sokaklarda yürürseniz kafanızı mutlaka bir irime toslarsınız. Mustafa Kemal’in Askerleriyiz Demekle Olmaz Bu İş Berlin’de, Osmanlı’nın 700. yılı vesilesiyle yapılan bir konferansta merhum Süleyman Demirel’in şu mealde bir sözünü dinlemiştim kendisinden; yanında İlber Ortaylı da vardı: “Cumhuriyeti yerleştirmek için Osmanlı’yı kötülemek zorundaydık; şimdi gerçek Osmanlı’yı anlatma zamanıdır.” Cümlenin tam metni tartışılabilir; fakat özü şudur: Dün bir “kurucu amaç” uğruna tarihe tek gözle bakıldıysa, bugün iki gözle, hatta farklı gözlüklerle bakmayı öğrenmeliyiz. Hiçbir millet geçmişini itibarsızlaştırarak geleceğini inşa edemez. Evet bunları söyleyen Demirel’dir. Evet evet Süleyman Demirel. Ülkeyi yıllarca yöneten kişi. Hem de Berlin’in göbeğinde. Benim kulaklarım bu sözlerin şahididir. Başka şahitler de vardı orada… Gelin Okuyalım Buradan Osmanlı’ya muhalefet eden kemalist kardeşlerime sesleniyorum: Aradan yüz yıl geçti bakın bir yere varamadık. Böyle giderse varmamız da mümkün olmayacak. Gelin okuyalım. Hem de çok okuyalım. Sağcısını da solcusunu da okuyalım. Müslümanını da Gayrimüslimini de okuyalım. Sonra düşünelim; düşünmeyi düşünmekten başlayarak tekrar düşünelim. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı atmakla olmuyor bu işler. Böyle yaparsanız karşınıza, “Biz de falancanın askerleriyiz” diyen birileri çıkar, başka şeyler söyler, o zaman ortam gerilir ve bu gerilimin sebebi siz olursunuz. Geriyorsunuz zaten. Bu yapılan yanlıştır. Hem de çok yanlış. Osmanlı da bizimdir, Cumhuriyet de bizimdir. İkisinin de güçlü yanları vardır; ikisinin de hataları vardır. Kusursuz insan olmadığı gibi kusursuz dönem, kusursuz lider, kusursuz rejim de olmaz. Dini değerlere ve sembollere saldırarak bir yere varılmadığını acı tecrübelerle gördük, öğrendik. “Başörtülü” kızlarımızın kapılardan çevrildiği, üniversiteye alınmadığı günleri yaşadık. Bugün kimse rövanş peşinde değildir gördüğümüz kadarıyla; kimseye, sen başın açık üniversiteye giremezsin, mini etekle üniversiteye giremezsin diye; ikna odaları kurulmuyor. Kimse onların hayatını karartmaya çalışmıyor. Onlar sizler gibi faşist değil. Bunları görmeniz lazım. Demokrasi Halkın İdaresidir Demokrasi halkın idaresidir, halka rağmen demokrasi olmaz. Türk halkı Müslümandır. Müslümanların inançlarına, değerlerine, örflerine, adetlerine saygı göstermektir demokratlık. Demokratlık sandığı, hukuku, çoğulculuğu ve birbirinin inancına saygıyı birlikte taşımaktır. Müslümanları, mütedeyyin insanları, dergâhları, tekkeleri, dervişleri, tarikatları yok farz ederek; sen hocasın, sen ilahiyatçısın diye insanları ötekileştirerek bu işler yürümez, yürümüyor da zaten. Balkanları gezerseniz, Özbekistan’ı gezerseniz, Anadolu’yu gezerseniz bu işlerin 1.000 seneden beri adalet ilkesi korunarak nasıl yürüdüğünü görürsünüz. Ağacın meyveleri dallarındadır, görürsünüz onu, ancak o meyveleri ağacın köküdür sizlere sağlayan, onu göremezsiniz. O derinlerdedir. Ama onu bilmeniz grekir. Sonuç; Tarihimiz bir bütündür; Selçuklu’yu görmezden gelerek, Osmanlı’yı karalayarak Cumhuriyet’i kötüleyerek kendimizi yüceltemeyiz. Sözün edebi, tartışmanın ahlakı olmalıdır; birbirimize hakaret etmeyelim, aşağılamayalım. Sözümüz varsa söyleyelim, yoksa, bari susmasını bilelim. Adamlık bunu gerektirir. Dindarın da sekülerin de hayat hakkı vardır; kimse kimsenin hayat tercihine, inancına, sembolüne saldırmamalıdır, başörtüsüne, sakalına, sarığına, minaresine, ezanına saldırmamalıdır. Sen saldırırsan o da sana saldırır. Ortak payda vatandır, bayraktır, milli değerlerdir. Oraya yoğunlaşalım. Bu, öfke değil; öz eleştiridir. Cehaletimize ve öfkemize esir düşmeyelim. Şu dua ile bitireyim: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak etme Allah’ım.” . BİTTİ

OSMANLI TOPRAKLARINDA OKUMA YAZMA ORANI %59,7 İDİ

OSMANLI TOPRAKLARINDA OKUMA YAZMA ORANI %59,7 İDİ Osmanlı topraklarındaki okuryazarlık oranına dair yaygın bir inanış vardır: Bu oran yalnızca %10 civarındaydı — hatta bazı kaynaklar bunu %10,6 olarak belirtir. Bu ifade, “Osmanlı halkı cahildi, Cumhuriyet gelince aydınlandı” efsanesini besler niteliktedir. Ancak tarihçi Kemal Karpat, bu algıyı istatistiksel verilerle kökten yıkar. (Ottoman Population, 1830–1914: Demographic and Social Characteristics) adlı çok değerli çalışmasında, Osmanlı topraklarındaki okuryazarlık oranını yaklaşık %59,7 olarak verir — yani toplumun yarısından fazlası okuryazardır ! Bu tespit, Osmanlı eğitim kurumlarının —medreselerden mahalle ve sıbyan mekteplerine kadar— sanılandan çok daha yaygın ve erişilebilir olduğunu gösterir. Kadınların okuryazarlık oranında bazı bölgelerde oranlı şekilde baskı altında olduğu olsa da, genel toplumda okuma yazmanın sandığımız kadar geri olmadığı açıktır. Öte yandan unutulmamalıdır ki, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibarıyla kaydedilen düşük okuryazarlık oranları, Osmanlı’nın genel profilini yansıtmaz. Bu oranlar; savaştan yorgun düşen, göçlere maruz kalan, sosyal yapısı çözülen bir toplumun geçici tablosuydu ve bu veriyle geçmişi bütün boyutlarıyla aynı kefeye koymak tarihi çarpıtır. Sonuç olarak Karpat’ın oranları yalnızca sayısal veri değil, aynı zamanda algılarla tarihsel gerçeklerin nasıl çarpıtılabileceğini gösteren güçlü bir hatırlatmadır. Osmanlı geçmişini değerlendirirken önyargısız kalmak, rakamların ideolojik kullanımına da kapılmamak gerektiğini bize tekrar öğretir.

LOZAN VIII

LOZAN VIII GİDERKEN DE DÖNERKEN DE ÖĞRENCİ KALMAK -Bir İsviçre (CH) Yolculuğunun Ardından- Rüştü KAM 6.8.2025 4 Ağustos sabahı, oğlum Zülfikâr’la duamızı edip yola revan olduk. “Allah’ım! Yolculuğun güçlüklerinden, üzücü manzaralarla karşılaşmaktan, iyiyken kötüye düşmekten, mazlumun bedduasından ve dönüşte malı ve çoluk çocuğu kötü hâlde bulmaktan Sana sığınırım. Yolculuğumuzu kolay eyle, menzilimize sağ salim varmayı nasip eyle.” Arabaya biner binmez, sanki sıla-i rahime gider gibi bir sevinç doldu içime. Memleket hasreti işte böyle bir şey. Ama bu sene yolun ucunda İsviçre vardı. Çocuklar evden kuş misali uçunca büyüklerin tercihi de değişiyor: Müsaitlerse onlar geliyor; değillerse sen onlara gidiyorsun. “Gurbet içinde gurbet” dedikleri tam da bu. Hatıralar depreşmesin diye yolculuk süresince müzik yerine sesli kitap dinlemeyi tercih ettik; seçimi Zülfikâr yaptı. YouTube bu konuda hayli zengin. Yapay zekâ tarafından okunan kitap ve makaleler henüz zevkle dinlenir seviyede değil; Zülfikâr bu yüzden orijinal seslerle okunanları tercih ediyor. İsviçre’ye varıncaya kadar dört kitap bitirdik. Dönüşte ise sessizliği seçtik: Ne müzik, ne de sesli kitap… Yalnızca lastiklerin yola değen uğultusunu dinleyerek ilerledik. Kavuşmanın sevinci çekilip gidince, yerini ayrılığın ince sızısı aldı. Önce Frankfurt’a uğrayıp kızım Dilruba Hayrunnisa’ya selam verdik. Uzakdoğu seyahatinden hediye olarak getirdiği bibloyu ve hediyelerini teslim aldık. Hasbihal ettik. Bali’yi ve Uzakdoğu izlenimlerini dinledik kendisinden. Sonra Stuttgart’a geçtik. Geceyi orada geçirdik. Dünürlerimi ziyaret ettim; hemşerim Necip Er, eski Berlinli dostlar Metin Kuş ve Kaan Avaz’la buluşup çay-kahve içtik, biraz sohbet ettik, bir camiye uğrayıp öğle namazımızı kıldık ve duamızı yaptık. Ertesi sabah yeniden direksiyon başına; İsviçre’ye vardığımızda oğlumla gelinimizin sofrası bizi bekliyordu. Kucaklaştık, hasret giderdik. Sonra da “İsviçre kazan, biz kepçe”; haritada küçük, işlevinde büyük olan bu ülkeyi baştan aşağıya dolaştık. İsviçre, 26 kantondan oluşan bir konfederasyonmuş; her kantonun vergi, eğitim ve günlük ritmi kendine göreymiş. Dört resmî dil konuşuluyormuş: Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romansh. Nüfus kabaca dokuz milyonu buluyormuş; yüzölçümü kırk bir bin kilometrekareyi biraz aşıyormuş. Küçük olmasına küçük bir ülke ama yukarıya doğru katlanarak yükselen dağların yayıldığını düşününce ülkenin ne kadar geniş olduğunu anlıyorsunuz. Bu ülke 1815’ten beri tarafsızmış; tarafsız kalmış mı yoksa tarafsız mı bırakılmış? onu düşünmek lazımdır. Savaşa girmemiş mi yoksa sokulmamış mı? Bunlar cevaplanmayı bekleyen sorular. Savaşa girmemekle masum kalmak ayrı şeyler. İsviçre, savaşla olan mesafesini bilinçli olarak korumuş veya korunmuş. Her ne olmuşsa olmuş; bir yandan bankacılığı ve sanayisiyle güçlenmiş, öte yandan tartışmaların odağından hiçbir zaman tamamen çıkamamış. Ama şunu teslim etmek gerekir: Ülkenin sokağında düzen, devletinde ciddiyet, insanında sükûnet var. Bern’e vardığımızda bunu daha iyi hissettim. Bern ülkenin başkenti. Aare’nin kıvrımına yaslanan arnavut kaldırımlı sokakları büyük ölçüde trafiğe kapalı; tramvaylar neredeyse fısıltıyla geçiyorlar yanınızdan. Haus der Religion’a da uğradık. Aynı çatının altında cami, kilise, Hindu ve Budist tapınakları bir arada bulunuyor. Hoşgörü mü, iyi bir şehircilik projesi mi? Onu bilemem. Ama biz ikisi birden diyelim. Hoşgörünün de mühendisliği oluyorrmuş; onu burada ayne’l-yakin gördük. Eskiden şarap mahzeni olan yerler bugün kitapçıya, kafeye dönüşmüş. Oturup afogatolarımızı afiyetle içtik. Değişik bir tat. Espressonun içine bir top vanilyalı dondurma eklenerek servis ediliyor. Lezzetli. Fribourg’a geçtiğimizde tabelaların bir yüzünün Fransızca, öbür yüzünün Almanca olduğunu fark ettim. Kantonları kışkırtan birileri yok demek ki İsviçre’de. Olsaydı çoktan birbirlerine girmiş olmaları gerekiyordu. Sen Alman’sın ben Fransız’ım kavgası…Üniversite şehriymiş Fribourg. Kışkırtılmaya da müsait aslında. Ama kavga yok. Kavgayı, menfaat birliği önlemiş olmalı. Katedraller ziyarete açık. Sokak başı kilise. İsviçre denizsiz ama gölleriyle bambaşka bir güzelliğe sahip. Leman’ı, Luzern’i, Zürih Gölü’nü gördükçe suya bakmanın bile bir dua olduğunu düşünüyor insan. Mevlâ’m ne güzel yaratmış her şeyi. Dokunmazsanız her yaratılan kendi yolunda akıp gidiyor. İsviçre şehirlerinde adım başı şehir çeşmeleri var. Dağlardan süzüle süzüle gelen o suyu herkes ücretsiz içiyor. Alp dağlarının tertemiz suyu. Kana kana içmek serbest. Su ticareti yapılmıyor İsviçre’de. İkram ediliyor. Otoyolların kenarında inekler, koyunlar, keçiler otluyorlar. Süt ve et bol. Dört yüzü aşkın peynir çeşidi varmış; Emmental, Gruyère, Appenzeller derken liste uzayıp gidiyor. Üzümlerinde ayrı bir lezzet var. Şarabın çoğu içeride tüketilirmiş, ihraç edilmezmiş. O yüzden dışarıda İsviçre şarabı az bulunurmuş. Saat ve çikolata zaten dünyaca meşhur ama asıl şaşırdığım, ilaç ve biyoteknolojinin bu kadar güçlü olmasıydı. Laboratuvarda kurulan o görünmez emek, Alp Dağlarının eteklerinde görünen refahı besliyormuş demek ki. Bir de finans; parası olan parasını burada koruma altına aldırabilirmiş. Dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayın, İsviçre’de hesap açtırabilirmişsiniz. Nerden buldun diye sorulmazmış. Kimsecikler de bilmezmiş bu hesabı. Bilgi verilmezmiş ki bilinsin. Böyle bir ülkede öbür mahallenin insanlarını kışkırtan olur mu? Olmaz. Olmuyormuş zaten. Bazı yerlerde anarşik bir ortamdan nemalanır menfaat çevreleri, bazı yerlerde de sükûnetten. İkisinden de nemalanan, menfaat devşiren sermaye çevreleri olunca anarşi olmuyor…Filler tepişmiyor. Filler tepişmeyince arada ezilen de olmuyor. Pahalı mı? Evet. Çok pahalı. Ona göre de kazançlar yüksek. Burada para, önce hizmet satın alıyor: Temiz yol, dakik tren, sakin kuyruk. Bu hizmetlerin bedeli de var elbette; yüksek kiralar, katı kurallar, ücretsiz çöp hizmeti, kimseyi beklemeyen bir dakiklik. Trenin kapısı kapandığında kimse itişmiyormuş; çocuk ağlarsa ondan rahatsız olanlar sadece gülümsüyormuş. Yani sessizlik, suskunluk nezaketin başka bir lehçesiymiş. Sokakta Türkçe konuşurlarken duydum, hem de sık duydum. İsviçre’de “üç yüz bin Türk var” diyenler oldu; o kadar değil diyenler de. Zürih’te bir dükkân, Basel’de bir usta, Lozan’da bir öğrenci… Varlıkları sayıdan daha ziyade hikayeleriyle ön plana çıkıyor Türklerin. Benim hikâyem de, o gün oğullarımla ve gelinimle yan yana yürüdüğüm sokaklarda anlamını buldu; çeşmeden su içtik, peynirlerden tattık, akşam olunca göle yansıyan yakamozlara daldık. Bir de dünyaca ünlü Freddie Mercury’nin müzesinde hatıraları andık…Bohemian Rhapsody’nin stüdyo kayıtlarını dinledik. Basel’de yeğenim Pınar gezdirdi bizi. Peynir çeşitlerinin bol olduğu bir kahvaltı sofrası hazırlamış. ÇAYKUR çayını da unutmamış. Önce Theodore Herzl’in dünya Yahudilerini toplayıp 100 sene sonra kuracağı devlet için ilk kongreyi yaptığı (1897) salonu gördük. Sonra Adalet Sarayını gezdik. Dış duvarında yazan iki yazı dikkatimi çekti: -Wo Einigkeit ist da wohnt Gott = Birlik nerede ise Allah oradadır. -Freiheit steht über Silber und Gold = Özgürlük, gümüşten ve altından daha değerlidir. Ren (Rhein) nehrinin ikiye ayırdığı Basel’in sokaklarını arşınlamak oldukça keyifliydi. O kadar yürüyüşten sonra da acıktık. Pınar, dağın eteğinde müşteri bekleyen Afyonlu bir esnafın açık havada kurduğu işletmesine davet etti. İtiraz etmedik. Açık havada mangal keyfi… İsviçre’den dönüşte şöyle bir hatıra kaldı belleğimde. Sorsalar onu, söylerim soranlara: İsviçre, bir kartpostal değil; her gün yeniden kurulan bir düzen. Biz o düzene bir haftalığına misafir olduk. Yola çıkarken cebimize biraz para koymuştuk; dönerken cebimizde bir ritim kaldı: Tik-tak. Saat gibi sakin, yol gibi uzun, dua gibi derin. Sözün özü: Bu ülke, insana yavaşlamayı ve kendini dinlemeyi öğretiyor, bir okul gibi. Sanki insanın içindeki gürültüyü usulca susturan bir sükûnet yurdu. Yavaşlayan duyuyor, duran anlıyor ve sakinleşiyor ve en kıymetli hatıranın, içimize yerleşen sessizlik olduğunun farkına varıyor..

MEVLİD KANDİLİ: BİR DOĞUMDAN FAZLASI, BİR DİRİLİŞ

MEVLİD KANDİLİ: BİR DOĞUMDAN FAZLASI, BİR DİRİLİŞ -Rahmet, adalet ve kardeşlik mirasını bugüne taşımanın vakti- Rüştü Kam 2 Eylül 2025 Mevlid Kandili, bir doğumu değil bir dirilişi hatırlatır. “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” hitabı, bu gecenin özünün özetidir: Karanlığı yaran bir merhamet ve adalet yürüyüşünün başlangıcıdır. 571’de, kabile asabiyetinin sert rüzgârlar estirdiği, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, köleliğin sıradanlaştığı, gücün hukukun yerini aldığı bir coğrafyada bir çocuk dünyaya geldi; adı Muhammed’di (s.a.s.). Kırk yaşında vahye muhatap olduğunda aldığı vazife, tevhid sancağı altında adaleti ayağa kaldırmak ve insan onurunu ihya etmektir. Orta Çağ’ın zifiri karanlığını aydınlatmaktır. Bu sancak dalgalanmaya başlayınca, menfaat çevreleri onu hemen düşman ilan ettiler. Boykot gördü, taşlandı, yalnız bırakıldı; ama o yılmadı. İlk hicret Habeşistan’a yapıldı; “Orada adil bir kral var” diyerek sahâbeyi Habeş Kralı Necaşi’ye emanet etti. Böylece Ehl-i Kitap’la ilk temas adalet ortak paydasında kuruldu. Mekke’de Müşriklerin baskıları, zulümleri dinmeyince Medine’ye hicret edildi ve farklı inanç ve kabilelerin birlikte yaşayabileceği yeni bir toplum inşa edildi. Medine Vesikası, canın ve malın dokunulmazlığını, sözleşmeye sadakati, ortak güvenliği esas alan bir hukuk denemesiydi. İşledi. 571 yılında Mekke’de doğan o çocuk yirmi üç yılda bir ahlâk inkılabı gerçekleştirdi: Yetim gözetildi, kadının onuru ikame edildi, kul hakkı dinin merkezine taşındı, zalime “dur” denildi. Veda Hutbesi’nde yankılanan ilkeler hâlâ ufuktadır: Can, mal, namus dokunulmazdır; faiz zulümdür; emanetler ehline verilir; herkes kardeştir; bu yoldan sapmamak için Kur’ân’a sarılmak grekir. Temel kurallar bunlardır. Bu gece, rahmet elçisinin doğumunu anarken yalnız geçmişi yâd etmiyoruz; onun bıraktığı emanetle yüzleşiyoruz. Ümmetin sayısı milyarları buluyor; fakat mazlumun gözyaşı dinmiyorsa, mesele sayıda değil nitelikte, kalitede ve sahicilikte demektir. İlmin, hikmetin, liyakatin, emeğin terk edildiği yerde, gürültü kalabalığı olur; adalet ve merhamet zayıflar. Yol bellidir: Bilgiyle güçlenmek, üretmek, hukuku üstün tutmak, kardeşlik hukukunu diri tutmak vecibedir. Mevlid Kandili, bir kutlama günü değil; bir yön tayini günüdür. Kur’ân’ı raftan indirip hayata döndürme, sünneti hatıradan çıkarıp ahlâka dönüştürme günüdür. Bu yüzden bu gece, uzun uzun nutuklara gerek yoktur: Kısa bir Kur’ân tilavet edilmeli ve anlamına kulak verilmelidir. Peygamberimizin hayatından birkaç yaprak çocuklarımızla okunmalı ve nasıl hayata geçirileceği üzerinde konuşulmalıdır. Bir yetimin başını okşayış, bir öğrencinin yükünü hafifletiş; küsler arasında bir helâlleşme, terazisinde şaşmayan bir esnaf sözü; makamda adaleti, mahallede merhameti ayakta tutma iradesi ortaya konulmalı… Bu şekilde kutlanmalıdır Hz. Peygamberin doğum günü. Peygamber Kur’an’ı hayata nasıl hâkim kıldı sorusuna cevap aramaktır mevlid kandili. Mevlidin en sahici kutlaması böyle yapılır, yapılmalıdır. Peygamberimiz 63 yaşında vefat etti; arkasında Kur’ân gibi muazzam bir miras bıraktı ve de fiili bir sünnet bıraktı. Bugün bizden beklenen, vahyin gölgesinde ve o örnekliğin izinde küçük küçük ama sahici adımlar atmaktır. Zoru görünce kestirme yollara sapma alışkanlığımızla yüzleşmek, “çalıyı dolaşarak” belaları savuşturma konforundan vazgeçmektir. Çünkü ateş, teslim olana serinlik olur; safını belli eden karıncanın taşıdığı bir damla su bile yönü gösterir. Bir şehir taşla kurulur; ama ayakta kalmasını sağlayan, içindeki adalet ve merhamet hikâyesidir. Ey Allah’ın Elçisi… Bu gece yalnız doğumunu kutlamıyoruz ; Senin fiilî sünnetini—adaleti, emaneti, ahde vefayı—hayata taşımaya yeniden niyet ediyoruz. Gücümüz sınırlı, zaaflarımız çok; yine de safımız belli: Mazlumdan yanayız, hakikatin peşindeyiz. Kâbe’nin gölgesinde, Medine’nin sükûnunda yaşayanlara da bize de düşen, o iki şehrin adını değil ruhunu yeniden diriltmektir. Senin dirilttiğin gibi. Rahmetin diliyle konuşmak, adaletin terazisiyle tartmak, kardeşliğin hukuku ile iş görmektir… Rabbimiz! Bu geceyi ümmet için bir uyanışa, evlerimiz için huzura, kalplerimiz için merhamete vesile eyle. Bizi, güçlünün değil haklının yanında duranlardan kıl. Kur’ân’ı bize emanet eden Peygamberinin yolundan ayırma. Mazlumların ahını dindir; bize birliğin tadını, kardeşliğin yükünü taşıyacak güç ver. Âmin. Mevlid Kandili’nin bereketi, şehirlerimize adalet, evlerimize sükûnet, kalplerimize rahmet olarak dönsün. Çünkü bu gece, bir adın değil bir ahlâkın doğum günüdür. Ey Peygamber; vahiyle bizi tanıştıran Rahmet Elçisi… Sana şikâyetim var. Kâbe’nin gölgesinde, Medine’nin o yemyeşil hurma bahçelerinde, senin huzurunda yaşayan ümmetin—adı Müslümanlıkla anılsa da—kardeşliğin hukukunu zedeliyor. Açlıktan kırılan çocukların, haysiyeti çiğnenen kadınların, yurdundan sürülen mazlumların feryadı arşa yükselirken; onların çıkar hesapları Senin öğrettiğin rahmet dilinin önüne geçti. Zalimle yan yana duruyorlar; mazlumun ahına kulaklarını tıkıyorlar. Mekke’de “emin belde”nin eminliğinden, Medine’de kardeşlik şehrinin kardeşliğinden, geriye yalnız söz kaldı, ruh kayboldu. Ey Resûl, Senin sahabîlerinin torunlarını Sana şikâyet ediyorum. Senin adını dillerinde yükseltiyorlar; ahlâkını işlerinden eksiltiyorlar. Kardeşlik hukukunu zedeliyorlar; çıkarlarını rahmet dilinin önüne koyuyorlar. Zalimle yan yana duruyorlar; mazlumun ahına kulak tıkıyorlar. Gözlerinin önünde işlenen cinayetleri sadece seyrediyorlar. Minareleri büyütüyorlar, petrol kuyularını çoğaltıyorlar; kul hakkını küçültüyorlar. Sofralarını genişletiyorlar; infakı daraltıyorlar. Ellerini taşın altına koymuyorlar, sadece şov yapıyorlar. Şikâyetçiyim… Mevlid kandiliniz hayırlara vesile olsun…

HİTİT DUVAR YAZSIYLA KALEME ALINMIŞ BİR DUA ÖRNEĞİ

MÖ 2000 LERE GİDELİM VE HİTİT DUVAR YAZSIYLA KALEME ALINMIŞ BİR DUA ÖRNEĞİNİ OKUYALIM; KRALIN DİLİNDEN "Tanrım; Beni yavaşlat. Aklımı sakinleştirip kalbimi dinlendir… Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele… Günün karmaşası içinde bana sonsuza dek yaşayacak tepelerin sükûnetini ver. Sinirlerim ve kaşlarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür. Uykunun o büyüleyici, iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol… Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, bir köpeği ya da kediyi okşamak için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlamayı, hülyalara dalabilmeyi öğret bana… Her gün bana kaplumbağa ile tavşanın masalını hatırlat; yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı artırmaktan daha önemli şeyler olduğunu bileyim… Heybetli meşe ağacının dallarından yukarı bakmamı sağla; büyüklüğünün yavaş ve iyi büyümesine borçlu olduğunu göreyim… Beni yavaşlat, Tanrım; köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine gönder. Yardım et ki kaderimin yıldızlarına daha olgun, daha sağlıklı yükseleyim. Ve hepsinden önemlisi: Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceklerimi kabullenmek için sabır, ikisini ayırt etmek için akıl, ve aşkın körlüğü ile yalanlarından koruyacak dostlar ver. Âmin. (Hititlerin MÖ 2000’lere tarihlenen duvar yazılarından—Cemal Borandağ, 15 Şubat 2019.) Schükrü Kahraman

GAZZE ÜZERİNE BİR ÖZ ELEŞTİRİ

Rüştü KAM 28.04.2025 Sevgili DOSTLAR, Gazze bizim için ikinci sırada olan bir meseledir. Birinci sırada olan mesele Gazze değildir. O mesele biziz. Çünkü Allah, önce bize kendi evimizi, ailemizi, kurumlarımızı, çocuklarımızı soracak. Allah bizden gücümüzün yetmediği şeylerden değil, gücümüzün yettiği halde ihmal ettiğimiz şeylerden hesaba çekecek. Gazze’nin hesabını da Gazzelilerden soracak. Komşularından, diğer devletlerden, Birleşmiş Milletlerden soracak. Ama bana, sana, bize önce kendi çocuklarımızı soracak: “Onlara kimliklerini, inançlarını, değerlerini koruyup taşıyabilecekleri imkanları hazırlayıp hazırlamadığımdan soracak. Hazırlamadıysak “niçin hazırlamadınız?” diyecek. Kendi evimiz yanarken, sabah akşam Gazze’yi konuşmanın, bizi dindar yaptığını sanıyorsak yanılıyoruz. Oysa çoğu zaman bu yaptığımız bir kaçıştır. Gerçeklerle yüzleşmemiz gereken sorumluluklardan kaçıştır. Bizim, Gazze için yapacağımız en büyük şey samimi olarak yaptığımız dualardır. Onların fiilî mücadelesi onlara aittir. Bizim fiilî duamız ise buradaki çocuklarımız, buradaki insanımız içindir. Yazıktır, günahtır: Kendi evi yanarken komşusunun evine koşan, döndüğünde evini yerinde bulamaz. O kül olup gitmiştir. Müslüman, ehem ile mühim arasındaki farkı fark etmek zorundadır. 1961’den beri Filistin’e yardımlar gönderiliyor. Peki sonuç? Gazze hâlâ yanıyor. O yardımlar Gazze’yi bu hâle düşmekten alıkoyamadı, bundan sonra da alıkoyamaz. Çünkü Gazze Gazzellilerindir. Gazzellilerin sorumluluğundadır. Bizim sorumluluğumuz ise kendi evimiz, kendi geleceğimizdir. Ben Almanya’da yaşıyorum. Çocuklarımın kimliklerini kaybetmeden geleceğe taşınması gerekiyor. Benim sorumluluk alanım burasıdır. Peki nasıl olacak bu? Hangi kurumla, hangi vizyonla? Berlin’de 300 bin Türk yaşıyor. Ama geleceğe umut taşıyan hangi kurumumuz var? Kaç tane kültür merkezimiz var? Hangi vizyonumuz var? Camilerimiz var diyecekseniz, demeyin! Çünkü camiler de pansuman tedbirlerle yetiniyor, kendilerini kandırıyorlar. Bir kültür merkezi bile inşa edememiş bir toplumdan, Gazze’yi kurtarmasını mı bekliyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Bizim hâlimizi görenler, bize gaz vererek kendilerine hizmet ettiriyorlar. “Yürüyün arslanlarım!” diyorlar. Biz de yürüyoruz. Ama yürüyüşümüz bile yalpalı, adımlarımız da bile uygunluk yok, dağınık. Hedefimiz yok, yönümüz yok. Rüzgâr hangi tarafa eserse oraya sürükleniyoruz. Rüzgâr dindiğinde ise geriye bir bakıyoruz ki: Eyvah! Her şey darmadağın olmuş. Sonra da bütün gücümüzü enkaz temizlemekle harcıyoruz. Allah bize akıl verdi, kullanalım diye. Ama biz aklımızı kiraya verdik. Kimlerin değirmenine su taşıdığımızı bile düşünmüyoruz. Kimin oyununa geldiğimizi sorgulamıyoruz. Sadece sloganlarla oyalanıyoruz. Allah bizleri hesaba çekecek, evet çekecek. Ama önce Gazze’den değil! Önce çocuklarımızdan, ailemizden, kurumlarımızdan, ihmal ettiklerimizden soracak. Gazelileri de hesaba çekecek, kendi yapmadıklarından dolayı. Herkes, kendi yapmadığından hesaba çekilecek. Ey “Kur’an’ın rehberliğinde yürüyoruz” diyenler! Gerçekten öyle mi? Kıyamda Salli-Barik dualarını okuyanlar, dikkat edin: Tarhiyata oturduğunuzda okuyacak dua bulamayabilirsiniz. Çünkü farz olan ibadet, gücümüzün yettiği ibadettir. Haram olan ibadet ise gücümüzün yetmediği bir yükün altına girip, kendi evimizi ihmal etmektir. Kendi işimizi bırakıp başkalarının işini yapmaya kalkmak, aklımızı ve enerjimizi tüketmektir. Allah bize önce kendi evimizi, kendi insanımızı, kendi toplumumuzu soracak. Bizim görevimiz, önce buradaki yangını söndürmek, sonra ufka bakabilmektir. Önce şunu kabul etmeliyiz: Sloganlarla gelecek kurulmaz. Yalnızca yürüyüşlerle, tekbirlerle, öfke nidalarıyla hiçbir şey değişmez. Değişim, ciddi bir vizyon ve kurumlaşma ile olur. Onları yapmayalım demiyorum yapalım elbet. Ama önce yapmamız gerekeni yapalım. Olup bitenlerden benim de ciğerim yanıyor, ama yapılması gerekenleri yapmamakla başka ciğerlerin yanmasına da sebep oluyorum. Peki Ne Yapmalı? • Eğitim: Çocuklarımızın kimliğini koruyacak kurumlar kurmalıyız. Anaokulundan üniversiteye kadar kendi değerlerimizle donanmış eğitim modelleri geliştirmeliyiz. • Kurumlaşma: Dernekçilikle oyalanmayı bırakıp kalıcı kurumlar inşa etmeliyiz. Kültür merkezleri, düşünce kuruluşları, akademik yapılar, gençlik merkezleri… Bunlar olmadan geleceğe taşınamayız. • Birlik: Küçük hesaplarla birbirimizi yemek yerine büyük hedeflere odaklanmalıyız. Kısır çekişmeler, bizi küçültüyor. • Vizyon: Çocuklarımızı sadece Almanya’da ayakta tutmak değil, Avrupa’nın geleceğinde söz sahibi kılmak zorundayız. Çünkü sorumluluk alanımız burasıdır. Allah bize akıl verdi, imkân verdi, fırsatlar sundu. Eğer biz bu fırsatları değerlendirmezsek, yarın “Gazze için ağladık” diye değil, “Kendi evimizi niye kurtarmadık?” diye hesaba çekileceğiz. Bugün atabileceğimiz küçük ama tutarlı adımlar yarının kaderini belirleyecektir: • Yakın çevremizden başlayalım: Ailemizi, çocuklarımızı, komşumuzu ihmal etmeyelim. • Bulunduğumuz şehirde kalıcı bir kültür ve eğitim merkezi için bir araya gelelim. • Sözümüzü azaltıp işimizi çoğaltalım: Her birimiz, gücümüz ve mesleğimiz nispetinde katkı sunalım. Ne kimseyi suçluyorum ne de kimseyi yüceltiyorum. Sadece şunu teklif ediyorum: Bulunduğumuz yerde Hep birlikte, sakin ama kararlı biçimde işe koyulalım. Bugün attığımız o küçük adımlar, yarın çocuklarımızın omurgası olacaktır. Ben böyle bilirim, böyle söylerim. Selam ve dua ile, Rüştü KAM

“SORUMLULUK KADIN VE ERKEK DE”

BIR AYETİN YANLIŞ ANLAŞILAN ÇIĞLIĞI: “SORUMLULUK KADIN VE ERKEK DE” Rüştü KAM 02.10. 2025 Berlin Kur’an’da geçen bazı ayetler, tarih boyunca en çok tartışılan başlıklardan olmuştur. Bunların başında da Nisâ Suresi’nin 34. ayeti gelir. Halk arasında bu ayet “kadın dövme ayeti” diye anılır. Oysa bu anlayış, ayetin gerçek anlamını gölgeleyen, hatta tersyüz eden bir algıdan doğan anlayıştır. Nisâ Suresi’nin 34. ayeti çoğu zaman tek taraflı yorumlandı. Kimileri bunu “kadını dövme ruhsatı” gibi algıladı, kimileri de tüm suçu erkeklere yükleyip meseleyi bir cinsiyet kavgasına dönüştürdü. Oysa bu ayetin sahnesini doğru kurmadan, bugüne bakan mesajını hakkıyla kavramadan ne toplumsal barış sağlanır ne de aile huzuru sağlanır. Unutmayalım: Bu ayet, orta çağ toplumuna inmiştir. O dönemde erkek, sınırsız bir şiddet hakkına sahipti, örf böyleydi; kadın çoğu zaman hakları elinden alınmış, sesini çıkaramayan bir varlıktı. Kur’an sözü edilen ayet ile önce kadının onurunu kurtardı. Onu erkek ile aynı masaya oturttu, muhatap yaptı. Bu, başlı başına bir devrimdi. Ama Kur’an sadece erkeği hizaya sokmadı. Kadına da sorumluluk yükledi. Çünkü aile, tek taraflı sorumlulukla ayakta duramaz. Ayetin üç aşamalı çözüm süreci (öğüt – yatak ayırma – mesafe koyma) aslında karşılıklı sorumluluğu hatırlatma mekanizmasıdır. Sorun büyürse, büyükse birlikte yaşamak mümkün olmayacaksa o zaman Allah bir sonraki ayeti (Nisâ 35) yani, hakemi, adaleti, hukuku devreye soktu. Olmuyorsa ayrılın… Bugün için hermenötik mesaj şudur: • Erkek, güç ve öfkesini şiddete dönüştürmemelidir. Kadına el kalkmaz, kalkmamalıdır. Erkeğe de kalkmaz. Herkes gücüyle değil, adaletiyle sorumlu tutulacaktır. • Kadın da sorumluluklarını unutmamalı, aile içi dengeyi yıkacak tutumlar sergilememelidir. Sevgi, sadakat ve iletişim onun da yükümlülüğüdür. • Ailede anlaşmazlık çıktığında çözüm diyalog, sabır ve gerektiğinde adalet mekanizmalarıdır. Şiddet değildir. Kadın cinayetleri, sadece erkekleri suçlayarak çözülemez. Aynı şekilde, kadınları tümden masumlaştırmak da gerçeği ıskalamaktır. Çünkü insan sorumluluk sahibidir; kadın da erkek de birey olarak hata yapabilir. Ama çözüm, suçlamakla değil; sorumlulukları hatırlamakla, adaleti merkeze koymakla olur. Kur’an’ın bu ayetteki çağrısı, aslında çok açıktır: Kadın ve erkek ikisi de insandır. Aile kurdukları andan itibaren birlikte sorumluluk yüklenmişlerdir. Yaptıklarından ikisi de sorumludurlar. Birlikte sınanırlar. Ne tek taraflı tahakküm ne de tek taraflı mağduriyet olmaz… Çözüm, adalet, merhamet ve karşılıklı anlayışla olur. Adalet aramak için feminist olamaya gerek yoktur. Feministlik çözümsüzlüğe giden yolda atılan ilk adımdır. Cephe oluşturmaktır. Anlaşmazlığa atılan ilk adımdır. Yolların kapanmasına vesile olan ilk adımdır. Kur’an’ın bu çağrısı sadece Orta Çağ’ın insanına değil, kendisini modern diye adlandıran günümüz insanınadır da. Aileyi kurtarmak için şiddeti değil, sorumluluğu merkeze almak gerekir. Orta Çağın Zihniyeti ve Kur’an’ın Devrimi Unutmayalım: Bu ayet, Orta Çağ toplumuna inmişti. Müslümanların Orta Çağ’ı yoktur. İslâm bir devrim yapmıştır Orta Çağ’da. Bundan dolayı Müslümanların Orta Çağ’ı yoktur. Orta Çağ karanlığı Avrupa için geçerlidir. O dönemde erkek, sınırsız bir şiddet hakkına sahipti; kadın çoğu zaman hakları elinden alınmış, sesini çıkaramayan bir varlıktı. Tekrar vurguluyorum evet; Kur’an önce kadının onurunu kurtardı. Onu masaya oturttu, muhatap yaptı. Bu, başlı başına bir devrimdir. Bunu daha iyi anlamak için aynı dönemde Avrupa’ya bakmak lazımdır. Orta Çağ’da kilise meclislerinin “Kadın insan mıdır değil midir?” tartışmaları yaptığını biliyoruz. Kadını ikinci sınıf, hatta insanlık dışında gören bir anlayışa sahip olduklarını biliyoruz. İşte tam o çağda Kur’an, kadını onurlandırıyor, erkeğin karşısına muhatap olarak oturtuyor ve aileyi adalet zemini üzerine kuruyordu. Mescidlerde tartışılan kadının onuruydu, insan olup olmadığıydı. Bugünün Dünyasına Mesaj Zaman geçti, çağlar değişti ama kadının onuru hâlâ tartışma konusu. Bugün modern dünyada, özellikle Batı toplumlarında kadın bu kez başka bir şekilde sömürülüyor. Reklamlarda, vitrinlerde, moda ve medya sektöründe kadının bedeni bir malzeme hâline getiriliyor. Kadının sırtından para kazanılıyor, adına da “kadın–erkek eşitliği” deniliyor. Oysa gerçek eşitlik, kadının bedenini sömürmek değil, kişiliğini ve onurunu korumaktır. Kur’an’ın yaptığı da buydu: Kadını şiddetin nesnesi olmaktan çıkardı, onurlu bir birey olarak topluma kattı. Bugün Müslüman birey de aynı şeyi yapıyorsa ki yapıyor; o da kadının bedeninden para kazanan Avrupalının yolundan gidiyor demektir. Onun adının Müslüman olması Kur’an’ın yolundan gidiyor anlamına gelmez… Kadın ve Erkek: Ortak Sorumluluk Kur’an sadece erkeği hizaya sokmadı, kadına da sorumluluk yükledi. Çünkü aile tek taraflı sorumlulukla ayakta durmaz, duramaz. Erkek öfkesini şiddete dönüştürmeyecektir, kadın da sadakat ve denge sorumluluğunu üstlenecektir. Çözümsüzlük devam ederse hakem mekanizması (Nisâ 35) devreye girecektir. Kur’an bunu diyor. Hermenötik Çağrı Bugün için bu ayetin mesajı çok açıktır: • Kadın ve erkek birlikte insandır (Nisa1). • Birlikte sorumludurlar. • Birlikte sınanırlar. Ne Orta Çağ’daki şiddet ne de bugünkü tüketim kültürünün kadını metalaştırması… Hiçbiri Kur’an’ın adalet anlayışıyla bağdaşmaz. Kur’an’ın çağrısı, aileyi bozmak değildir; aileyi adalet, merhamet ve onur üzerine inşa etmektir. Buradaki “darabe” kelimesi yüzlerce yıldır “dövmek” diye tercüme edildi. Ama aynı kelimenin Kur’an’da “yola çıkmak, uzaklaşmak, misal vermek” gibi farklı anlamları da var. Orta Çağ’da anlaşıldığı gibi bugün hâlâ neden bu ayet sadece “dövmek” şeklinde anlaşılıyor? Çünkü bugünün ataerkil kültürü bu ayeti işine geldiği gibi yorumluyor da ondan. O halde şöyle diyelim: Ayet, şiddeti meşrulaştıran bir kapı değil; tam aksine, var olan şiddeti sınırlayan ve aileyi korumayı hedefleyen bir adımdır. Bugün bizim için hermenötik anlamı nettir, net olmalıdır: Şiddet yoktur. Çözüm ise; diyalog, mesafe koyma, gerekirse medeni ayrılıktır. Kadını incitmek, dövmek, aşağılamak… Bunların hiçbiri Kur’an’ın ruhuyla bağdaşmaz. Kur’an’ın temel mesajı merhamettir, adalettir, şefkattir. Yirmi birinci asırda, bir ayeti kültürel önyargılarla çarpıtıp, kadına şiddetin dini dayanağı gibi göstermek hem Kur’an’a hem insana ihanettir. Bugün bu ayet bize şunu söylüyor: Ailede sorunlar olabilir, ama çözüm asla şiddet değildir. Çözüm, konuşmaktır, sabırdır ve gerektiğinde medeni şekilde yolları ayırmaktır.

ALMANYA’DAKİ TÜRK VE MÜSLÜMAN TOPLUMLARDA KİMLİK KRİZİ

PARAMPARÇA: ALMANYA’DAKİ TÜRK VE MÜSLÜMAN TOPLUMLARDA KİMLİK KRİZİ Rüştü KAM 05.10.2025 Berlin -Sayımız çok ama sesimiz dağınık. Almanya’daki Türk ve Müslüman topluluklar, kimlik parçalanmasını, örgütlü çoğulculuğa çevirebildiği gün ancak o zaman etki gücüyle tanışacak- Almanya’da yaklaşık 4 milyon Türk kökenli insan yaşıyor. Diğer Müslüman topluluklarla birlikte bu sayı 6 milyona yaklaşıyor. Bu rakamın, başlı başına bir güç olması gerekirken; paramparça olduğunu görüyoruz. Çünkü bu büyük topluluk, siyasette, medyada, kültürde ve sivil alanda beklenen etkiyi gösteremiyor. Peki neden? Neden bu kadar kalabalık olmamıza rağmen bir türlü güç olamıyoruz, güçlü olamıyoruz? Cevap net ama acı: Paramparça olmuş durumdayız da ondan. Neredeyse her grup diğerine düşman hale gelmiş de ondan. “Böl parçala yönet” anlayışı sanki bizim için söylenmiş. Bugün Almanya’daki Türklerin ve Müslümanların durumuna bakarsak bu anlayış uygulama alanı bulmuş gibi. Altı milyon insandan altı milyon ayrı ses çıkıyor. Birbirinden kopuk, akortsuz sesler bunlar. Türk kimliği ve Müslüman kimliğiyse aranılan öyle bir kimlikten bahsetmek oldukça zor. Çünkü; etnik köken, mezhep farklılıkları, siyasi görüşler, hatta tarikat aidiyeti bile Türk kimliğin önüne geçmiş durumda. Her kategori yeni bir ayrışma, her ayrışma yeni bir mesafe doğuruyor. Dışarıdan bakıldığında yekpare bir topluluk gibi görünen Türkler, içeriden bakıldığında birbirine mesafeli, parçalanmış bir manzara sergiliyor. Türk, Kürt, Alevî, Sünnî; laik, muhafazakâr, solcu, milliyetçi… Liste uzayıp gidiyor. Dahası, her biri kendi içinde de parçalanmış durumda. Evet, kalabalığız bu doğru ama bu kalabalık bir türlü “biz” olamıyor. Kurumsal Çokluk, Kolektif Zayıflık Almanya’da Türklerin ve Müslümanların kurduğu yüzlerce dernek, vakıf ve cemaat var. Ama bu çoğunluk maalesef bir zenginliğin değil, çoğu zaman dağınıklığın adı oluyor. Her yapı kendi çevresine hitap ediyor, kendi faaliyetini kendi mahallesinde yapıyor. Oysa güç, birleşildiğinde, paylaşıldığında elde edilir. Birlikte hareket edebilmek ve aynı hedefe yürüyebilmek için gerekli olan şeydir güç… İşte bizde eksik olan tam da budur. Kaynaklar bölünüyor, dolayısıyla temsil zayıflıyor, genç kuşaklar sivil alandan hızla uzaklaşıyor. Yalnızlaşıyoruz… Çoğulculuğa Evet, Kaosa Hayır Farklılıklar kötü değildir; tersine, toplumun yaratıcılığını besler. Ancak koordinasyon yoksa bu zenginlik kısa sürede kaosa dönüşür. Berlin’in bugün ihtiyaç duyduğu şey, herkesin aynı şeyi düşünmesi değil; farklı düşüncelere rağmen ortak hedeflerde buluşabilmesidir. Ortak hedeflerde buluşmak mümkündür: Eğitim, gençlerin desteklenmesi, Hak üzere olmak, adaleti ayakta tutmak; kaynaklarımızı birleştirerek, neslimizin geleceği için ortak faaliyetlerde değerlendirmek; değerlerimizi korumak üzere kültür merkezleri açmak… Bunlar ideolojik faaliyetler değil, insani müştereklerdir. Kaynaklarımızı birleştirerek, israf etmeden, hatta mekanlarımızı da birlikte kullanarak geleceği inşa etmek mümkündür. Sadece çatı kuruluşlarıyla, dışarıdan bakanlara birlikmişiz, güçlüymüşüz gibi bir görüntü vermek yetmez, yetmiyor artık, görüyoruz bunu. Dünya görüşlerinin farklılığı diye bir şey kalmadı artık. Tek tip insan modeline doğru hızla yol alınıyor. Türk toplumu ve Müslümanlar bu yolda kaza yapmadan, yara almadan hedefine ulaşmak zorundadır. Çatılar yine dursun durmasına da altına, kendi değerlerimizin motifleriyle işlenmiş, çağdaş bir ağ örmek gerekir. Sosyal ağlar: Tematik platformlar, ortak projeler, bir amaca hizmet eden ve zamanı gelince dağılan koalisyonlar… Formül basit: Birlikte ama farklı; farklı ama uyumlu. Yeni Bir Başlangıç Mümkün Neredeyse 70 yıldır buradayız, artık şunu görmek zorundayız: Kolektif eylem, büyük laflarla, nutuklarla başlamıyor; küçük ama etkili atılan ortak adımlarla başlıyor. Şöyle: Eğitim, istihdam, ayrımcılıkla mücadele gibi konularda ortak politika geliştirmek, hazırlamak gerekiyor. Hukuk, iletişim ve veri yönetimi gibi alanlarda ortak hizmet merkezleri kurmak gerekiyor. Kadın ve gençlerin karar mekanizmalarında yer aldığı yeni platformlar oluşturmak gerekiyor… Bunlar hayal değildir, bunlar atılması mümkün olan küçük adımlardır. Etkili olacak olan adımlardır. Sadece grupların, derneklerin, cemaatlerin birlikte ciddi olarak irade beyan etmeleri gerekiyor. “Evet biz geleceğin inşasını birlikte yapacağız…” Son Söz: Kalabalık Olmak Yetmez Almanya’daki Türk ve Müslüman topluluklar, tarihî bir eşiğin üzerinde duruyorlar. Ya bu parçalanmışlıkla etkisiz kalıp eriyip gideceğiz, ya da farklılıklarımızı organize ederek kolektif bir akla dönüşeceğiz. Sonrası da yok, başkası da yok. Parçalanmayı hoş görmek veya yok farz etmek, inkâr etmek ve parçalanmışlıklardan mustarip olan topluluklar olarak sabah akşam hal-i pür melâlimizden şikayet etmek çözüm değildir. Parçalara ayrılmış olmak aslında kötü de değildir, her bir parça yeni bir oluşumdur, örgütlenmedir, âtıl halde olan insanların aktif hale getirilmesidir. Kötü olan, sıkıntı doğuran o oluşumları yönetememektir, onları asgari müştereklerde bilinçli bir çoğulculuğa dönüştürememektir. Vizyonu olan gerçek çoğunluk haline getirememektir. Sıkıntı buradadır. Soru şu: Biz, bizi paramparça eden bu ayrışmaların neresindeyiz? Ortak bir kimliğe mi yaslanacağız, yoksa bölük pörçük gruplar halinde kaybolmayı mı seçeceğiz? Sayıların rakamların şehvetinden çıkıp birbirimizin gözlerine dönebildiğimiz gün; bu paramparça hâlin yerini yeniden “biz” alacaktır. Aynı dilde ağlayıp aynı dilde gülmeyi hatırladığımızda; camiyi, cemevini, derneği, kahvehaneyi birer siper değil buluşma mekânı kıldığımızda… İşte o zaman 4 milyon olarak yalnız birey değil, tek bir vicdan olacağız. Bu şehirde çocuklarımızın adımlarını ayrılıklar değil, ortak iyilikler belirlesin istiyorsak; hemen bugün, şimdi, küçük bir selâmla ilk adımımızı atalım: Farklıyız ama düşman değiliz; ayrı yollarımız var ama aynı istikamete yürüyoruz. Çünkü bize güç verecek olan rakamlar değil, dünya görüşlerimiz değil, birbirimize uzattığımız ellerimizdir. Ve belki de o gün, Berlin bizler için yalnız bir şehir değil, yeniden bir “yuva” olacaktır.

PAULUS'UN ÜÇÜNCÜ MEKTUBU BERGAMA'DA

PAULUS'UN ÜÇÜNCÜ MEKTUBU BERGAMA'DA Berlin Türk Eğitim Derneğinin "Kültür Gezisi" kervanı; 2014 yılında "Yedi Kiliseler" gezisine çıktı ve Paulus'un üçüncü mektubunu Bergama'da buldu. Rüştü KAM Mektubun metni aynen şöyle: "Bergama`daki kilisenin meleğine yaz. İki ağızlı keskin kılıca sahip olan şöyle diyor: `Nerede yaşadığını biliyorum; Şeytan`ın tahtı oradadır. Yine de adıma sımsıkı bağlısın. Aranızda, Şeytan’ın yaşadığı yerde öldürülen sadık tanığım Antipa`nın günlerinde bile bana olan imanını yadsımadın. Ne var ki, birkaç konuda sana karşıyım: Aranızda Balam`ın öğretisine bağlı olanlar var. Putlara sunulan kurbanların etini yemeleri, fuhuş yapmaları için İsrailoğulları`nı ayartmayı Balak`a öğreten Balam`dı. Bunun gibi, sizin aranızda da Nikolas yanlılarının öğretisine bağlı olanlar var. Bunun için tövbe et! Yoksa yanına tez gelir, ağzımdaki kılıçla onlara karşı savaşırım. Kulağı olan, Ruh`un kiliselere ne dediğini işitsin. Galip gelene saklı mandan vereceğim. Ayrıca, ona beyaz bir taş ve bu taşın üzerinde yazılı olan yeni bir ad, alandan başka kimsenin bilmediği bir ad vereceğim.` (Vahiy 2:12–17-Tam Metin) İzmir’in yaklaşık 70 kilometre kuzeyinde bulunan Bergama, ekonomik olarak Efes ve İzmir (Smyrna) kadar güçlü olmasa da kültürel açıdan önemli bir merkezdi. Attaloslar döneminde heykeltıraşlar, mimarlar, öğretmenler ve şairler burada himaye görerek sanatlarını geliştirdiler. Yaklaşık 200.000 tomara sahip kütüphanesiyle Bergama, İskenderiye’den sonra antik dünyanın en büyük ikinci kütüphanesiydi. Mısır’ın papirus ambargosu nedeniyle Bergama, hayvan derisinden elde edilen ve “parşömen” olarak bilinen yazı malzemesini geliştirdi. Bu buluş, papirüsün yerini alarak daha dayanıklı bir yazı aracı haline geldi. Bergama ayrıca Athena, Asklepios, Demeter, Dionysos ve Zeus’a adanmış tapınaklarıyla da büyük bir ün kazandı. Bizi orada Raşit Üper bekliyor olacaktı. Önceden telefonlaşmıştık. Ancak biz direk Bergama Sunağının olduğu yere çıktık. Telefonla Bergama'ya yaklaştığımızı ve nerede buluşacağımızı söylememiz gerekiyordu. Yanlış yaptık. Geriye döndüğümüzde aracı park ettiğimiz yerde Yani Kızıl Avlu'nun önünde bulduk. Bizi bekliyordu. Özür diledik kendisinden... Raşit ürper MTTB'nin Ganel başkanlarındandı. benim de dostum idi. Bergama belediye başkanlığı da yaptı. Kızıl Avlu'nun tanıtımını o yaptı bize. Sonrasında da yemeğe davet etti; davete icabet ettik. Masamız önceden ayrılmıştı. Garson, elinde kalem ve sipariş defteriyle hazır vaziyette bekliyordu. “Bergama mutfağına özgü yemeklerden tatmak istiyoruz,” dedik. O da sıraladı: “İlk sırada Bergama çığırtması vardır; yaz sofralarının baş tacı patlıcan yemeğidir. Adını patlıcanların zeytinyağında ‘çığırta çığırta’ kızartılmasından alır. Yanında söğüş ya da yoğurt olur; kahvaltı dâhil her öğüne yakışır. Ekşi mayalı köy ekmeğiyle servis edilir. İkinci sırada Bergama köftesi gelir: sarımsaksız, baharatsız, ekmeksiz; sadece kıyma ve unla, odun ateşinde pişirilir. Zeytinyağlı piyazla servis edilir. Finalde çam fıstığı tatlısı gelir; fıstıklar Kozak Yaylası’ndan toplanır—pahalıdır ama yemeye değer.” Tavsiyeye uyduk; Başkan Raşit Ürper de onayladı. “Doğru seçim.” Seçtiğimiz menüden çok memnun kaldık. Bergama’ya has, mükemmel bir öğle yemeği yedik. Hesabı başkan ödedi. Belki bütçesini biraz zorlamış olabilir; ama yaptığı ikramdan duyduğu memnuniyet her halinden belliydi. Bizim memnuniyetimizden kaynaklanıyor olmalı. İki saat serbest zamanımız var, çarşıdayız. Bergama’nın mahalleleri nostalji severler için sanki bir rüya: Eski tip tabelalar, kahvehane sandalyeleri, kapı önünde oturan mahalleli, “Kunduracı Ahmet” gibi esnaf yazıları, kefeli terazili bakkal, pedallı dikiş makinalı terzi…Burası Bergama. Açık hava müzesi gibi. Tarih korunmuş. Çoğu mekanlar, adetler bozulmadan yaşamaya devam ediyor. Çay ikramlarını zaman darlığından geri çevirmek zorunda kalsak da “Bergama’nın ileri gelenlerinin oturduğu kahveye gelince iş değişti. “Burada kahve içmeden geçip gitmek olmaz dedi Başkan Raşit Ürper.” Kahvenin içine değil; hemen önüne oturduk. Küçük küçük masalar ve sandalyeler var orada. Hoşbeşten sonra sohbet koyulaştı. Çay da içilecek cinsten çay. İçenler kalbur üstü insanlar olduğu için olsa gerek; çay da ona göre demlenmiş. Çay üstüne çay, derken zaman geçivermiş. Hepsi ayağa kalktılar ve vedalaştık. Anadolu insanı, yaşlı da olsa misafirini ayağa kalkarak uğurluyor işte. Başkan bizi arabaya kadar uğurladı... Bergama’nın antik çağdaki ihtişamını yakalaması için , herkesin taşın altına elini koyması şart. Birileri irade gösterecek ve besmele çekilecek. Sonra da Bergama o eski Bergama olacak. Tiyatro salonu, okuma salonları, kütüphaneler, sanatkârlar, yazarlar, çizerler yerlerini almalı ve Bergama Pergamon olmalı… Elveda Bergama… Sırada Akhisar var: Pavlus’un dördüncü mektubu orada. Kaptan Sezgin, bir türkü havalandırdı yola çıkar çıkmaz. Bergama türküsüymüş, “Kırmızı Buğday ayrılmıyor seçinden…” Yunan işgali günlerinde Bölcek–Sarıcalar arasında çarpışıp şehit düşen Arap Ali Osman Efe adına yakılmış; sözleri Bergamalı kadınlara, bestesi Ayasköy’de bir müezzine atfedilirmiş. Kaptan Sezgin’in her şehre giriş/çıkışta o yöreden bir türkü havalandırması bizlere yeni ufuklar açıyor. Böylece o şehir hafızamıza kazınıyor. "Gezin görün ve ibret alın diye boşuna buyurmamış Yaratan." Gelişimizde de, gidişimizde de irademizin olmadığı bu dünyada bize verilen o süreyi iyi değerlendirmek lazımdır. Bunun için de gezmek dolaşmak ve geçmiş medniyetlerin kalıntılarından ibret almak lazımdır. Gerisi boştur. Sakın ihmal etmeyesiniz. Ben gezdiğimiz yerleri kitaplaştırmaya karar verdim. Seyahatname adı altında sizinle buluşacaktır. Şu ana kadar 1900 sayfa A4 yazdım. Kitaplaşınca 3.000 sayfaya kadar ulaşabilecek. Mevlam ömür verirse elbet... Zaman zaman da böyle kısa tanıtımlar la sizi buluşturacağım...

Laodikeia/Laodikya

DENİZLİ'DE BİR HAC MERKEZİ Laodikeia/Laodikya Rüştü KAM Berlin Türk Eğitim Derneği her yıl Türkiye’ye kültür gezileri düzenliyor; amaç, ülkemizi ve tarihî mirasımızı yakından tanımak. 2017’te rotamızı, İncil’in Vahiy Kitabı’nda adı geçen Yedi Kiliseye çevirdik; Efes, İzmir/Smirna, Pergamon, Tiyatira/Akhisar, Sardis/Sart, Filadelfya/Alaşehir, Laodikya/Denizli. Ayrıca Pavlus’un mektuplarında sözü edilen toplulukların yaşadığı kentlerden mümkün olanlarını da ziyaret ettik. Yol boyunca gördüklerimizi metinlerle karşılaştırarak, mektuplardaki uyarı ve temaların bu şehirlerin tarihî arka planıyla ne kadar örtüştüğünü yerinde gördük ve değerlendirdik. Her durakta tek sorumuz vardı: Metinlerdeki uyarılar ve temalar, bu şehirlerin hafızasına ne kadar denk düşüyordu? Cevabı, taşların ve yazıtların arasında aradık ve bulduk. Son mektup Laodikya'ya gönderilmişti. Rehber eşliğinde yaptık ziyaretlerimizi. Emin Oruç. Denzililidir. İşinin ehli bir delikanlıydı. Şöyle: “Laodikya MÖ 3. yüzyıl ortalarında, Seleukos Kralı II. Antiokhos tarafından kuruldu; adını eşi Laodike’den alır. Alanın küçük bir bölümü günümüze sağlam ulaşsa da 2000’lerden itibaren kazılar hızlanınca; bugün stadyum, su kanalları, su kuleleri, sokaklar ve kiliseler gün yüzüne çıkarılmıştır. Şehir bir tıp okulu ve göz için merhemleri, ayrıca siyah yünlü tekstiliyle ünlüydü. Bankerlerin ve milyonerlerin yaşadığı yerdi. MS 60 depremi şehri yıkınca Roma’nın yardımını reddedecek kadar varlıklıydılar. İki tiyatrolu nadir kentlerdendir Laodikya; stadyumu, Gymnasium’u ve hamamları oldukça lükstü. Ticaret merkeziydi. Şehrin ana caddesinde at arabalarının bıraktığı o izleri hâlâ duruyor. Laodikya, antik Frigya’nın en zengin kentlerinden biridir. Roma döneminde bankacılık, tekstil ve tıp alanlarında ün yapmış; pamuklu kumaşları ve göz merhemiyle tanınmıştı. İncil’de geçen “ne sıcak, ne soğuk; ılıksın” ifadesi, kentin ılık termal sularına gönderme yapar. Bugün Pamukkale’nin hemen yanında yer alan Laodikya, hem Pavlus’un mektubuyla hem de Vahiy kitabındaki sert uyarısıyla Hristiyanlık tarihinde özel bir yere sahiptir.” Anlaşılan, bu dünyevî zenginlikler imanlıları da sarhoş etmişti. Bolluğu “Tanrı’nın özel lütfu” diye yorumlarlarken ruhsal değerleri gözden kaçırıyorlardı. Kendilerini güçlü sayıyorlardı aslında içten içe çürümüşlerdi. Paul’us yedinci mektubunu buraya hitaben yazmıştır. Oldukça sert bir mektuptur. Şöyle: “Laodikya’daki kilisenin meleğine yaz: Âmin, sadık ve gerçek tanık, Tanrı yaratılışının başlangıcı şöyle diyor: Yaptıklarını biliyorum. Ne soğuksun ne sıcak! Keşke soğuk ya da sıcak olsaydın! Ama ılıksın, ne sıcak ne soğuk; bu yüzden seni ağzımdan kusacağım. Zenginim, servet kazandım, hiçbir şeye ihtiyacım yok” diyorsun, ama aslında zavallı, acınacak durumda, yoksul, kör ve çıplak olduğunu bilmiyorsun! Sana öğüt veriyorum: Benden ateşte arıtılmış altın satın al ki zengin olasın; beyaz giysiler al ki çıplaklığın ayıbın görülmesin; gözlerine sürmek için merhem al ki net görebilesin. Ben sevdiklerimi azarlayıp terbiye ederim. Gayrete gel, tövbe et! İşte kapıda durmuş, kapıyı çalıyorum. Eğer biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa, onunla birlikte yemek yiyeceğim, o da benimle. Galip gelene, benimle birlikte tahtıma oturma hakkı vereceğim; nitekim ben de galip geldim ve Babam’la birlikte O’nun tahtına oturdum. Kulağı olan, Ruh’un kiliselere ne dediğini işitsin.” (Vahiy 3:14–22) “Mektupta Laodikya’daki Hristiyanlar; “ılık su” benzetmesiyle kıyasıya eleştirilir: Ne Hierapolis’in sıcağı gibi ateşli ne Kolose’nin soğuğu gibi dinç; ılık ve mide bulandırıcıdır. Kolose; Denizli ilinin Honaz ilçesi sınırları içinde yer alan antik bir Frigya kentidir. Günümüzde Honaz ilçesindeki bir höyük olarak sessizce geçmişini saklamaktadır. Bir gün kazılar başladığında, Frigya–Roma geçiş dönemine dair çok değerli arkeolojik bulgular beklenmektedir. Mektup, onların şımarıklıklarını yüzlerine vurur ve gerçek tevbeye çağırır. İncil’de adı geçen Yedi Kilise’den biri Denizli’deki Laodikya’dadır. Sekiz paye üzerine oturtulmuş, yaklaşık 2.000 m²lik büyük bir kilisedir, orijinal parçalarının çoğu korunmuştur. Kent, MS 4. yüzyıldan itibaren kutsal hac merkezi olarak da anılır.” Ben Denizliliyim. Bu mezarları defalarca gördüm, buralarda dolaştım; ama Hierapolis’in nekropolünü=Ölüler şehrini ve Laodikya’yı yıllar sonra yeni tanıdım. Yetkililere tavsiyemdir. Okul öğrencileri, rehberler eşliğinde Laodiya’ya ve Hierapolis’e ve Denizli’ye yakın olan antik kentlere mutlaka götürülmelidir. Ülkesini bütün değerleriyle tanıyan genç, ancak o zaman ülkesine âşık olabilir. O zaman Avrupa’nın Türkiye üzerinde oynadığı oyunları daha net görebilir. Laodikya oldukça sıcaktı. Her birimiz antik kente girerken hemen oradan birer şapka aldık. Ancak o şapkanın üzerinde Laodikya’dan bir resim baskısı yoktu. Yüzlerce ziyaretçi geliyor ama onlara arz edecek hediyelik eşya düşünülmemiş. Şapka bunlardan birisi olabilir. Tişört olabilir, anahtarlık olabilir, mıknatıs olabilir… Laodikya’dan ayrılmadan önce son kez dönüp baktım. Ufukta uzanan sütunlar, akşam güneşinin altında uzun gölgeler düşürüyordu. Antik caddenin iki yanına dizilmiş mermer sütunlar, bir zamanlar tüccarların, hacıların, düşünürlerin geçtiği yolun sessiz tanıklarıydı. Yüzyıllar önce kalabalıkların dolup taştığı bu sokaklarda şimdi yalnızca rüzgârın hışırtısı vardı; taşların arasından geçerken sanki geçmişin uğultusunu taşır gibi. Kentin kalbinde iki tiyatro yükseliyor: Biri doğuya, diğeri batıya bakıyor. Doğu tiyatrosu daha eski; oturma sıralarına oturup ovaya bakınca insan kendini Roma çağının ortasında hissediyor. Batı tiyatrosu ise daha büyük ve görkemli; zamanında şenliklerin, törenlerin, imparator kutlamalarının yapıldığı söyleniyor. Şimdi sessizlik hâkim… Sadece rüzgâr esiyor, bazen bir kuş konuyor sahnenin taşına; ama sanki taşların içinde hâlâ bir alkışın yankısı gizli duruyor. Laodikya, yalnızca bir ören yeri değil, taşlara sinmiş bir hafıza. Sütunlar bir dönemin gururunu, tiyatrolar o dönemin sesini anlatıyor bize. Biz ise bu sessiz kalabalığın arasından geçip bugüne dönüyoruz. Pamukkale’nin yanı başındaki Laodikya, Roma döneminde zenginliğiyle, dokumaları ve göz merhemiyle tanınmış bir kentmiş. İncil’de geçen “ılık” benzetmesi, hem kentin termal sularına hem de halkının rehavetine bir göndermedir. Bugün harabelerinin arasında gezerken hâlâ o eski zenginliğin, o uyarının sesi duyuluyor; biz de bu sesle vedalaşıp yola koyuluyoruz….

GAZZE’NİN YENİDEN İNŞASI — RUHLARIN ONARIMI VE AKILLI MERHAMET

HAFTANIN HUTBESİ: GAZZE’NİN YENİDEN İNŞASI — RUHLARIN ONARIMI VE AKILLI MERHAMET Rüştü KAM 10 EKİM 2025 Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, insanlığa rahmet olarak gönderilen Efendimiz Muhammed Mustafa’ya, âline ve ashabına olsun. Aziz kardeşlerim, muhterem cemaat; Bugün karşımızda hem imanî bir sınav hem de akıl ve vicdanın ortak sorumluluğu olan bir görev duruyor. Gazze’ye bir ateşkes gelmiştir; mühendisler, iş makineleri ve uluslararası yardımlarla somut yapılar inşa edilebilir — duvarlar, yollar, hastaneler yeniden yapılır. Fakat kalplerin, hatıraların, güven duygusunun, çocukların uyku ve gülüşlerinin yeniden inşası çok daha zordur, çok daha ince bir iştir. Bugün burada hem duygunun hem de aklın diliyle konuşacağız: İbret almak, empati kurmak, üçüncü kişiye dokunmak — yani doğrudan etkilenenlerin ötesinde, onların yarasına insanlığın elini koymak gerektiğini konuşacağız. Kardeşlarim Gazze’nin hikâyesi bir günde başlamadı. 1948’de Filistin topraklarının bölünmesiyle başlayan adaletsizlik, 1967’deki işgalle derinleşti. 2007 yılında Gazze’nin tam ablukaya alınmasıyla, iki milyon insan dünyanın gözü önünde açık hava hapishanesine çevrilmiş bir şehirde yaşamaya mahkûm edildi. Elektrik, su, ilaç, gıda kısıtlamaları günlük hayatın bir parçası hâline geldi. Ve 7 Ekim 2023 sabahı, yeni bir sayfa değil, eski acıların yeniden açılan yarasıydı. Ardından gelen saldırılar iki yıl boyunca sürdü. Şehirler haritadan silindi, aileler yok oldu. Yaklaşık yetmiş bin insan şehit düştü. Bu iki yıl boyunca dünya çekirdek çıtlatarak televizyonun önünde konulu film izler gibi izledi Gazze’yi; kimi sokaklarda protesto etti, kimi de sessiz kaldı. Ama o iki yıl, Filistin halkının “toprağını terk etmemek için gösterdiği direnişin” destanıydı. Evleri yıkıldı, ama inançları yıkılmadı. Bugün ateşkesin sağlanmasında Türkiye, Mısır ve Katar’ın akılcı diplomasisi belirleyici oldu. Duygu değil, akıl ve sabır devreye girdi; zira bir devletin öfkeye kapılıp savaşı genişletmesi, sadece Gazze’yi değil, tüm bölgeyi felakete sürükleyebilirdi. İşte bu da bize, Allah’ın verdiği aklın ve hikmetli davranışın ne kadar hayati olduğunu hatırlatıyor. Sevgili Kardeşlerim Yetmiş bin şehit, binlerce yaralı, yüz binlerce evsiz... Her sayı bir insan, bir hikâye, bir hayat demektir. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar; annesiz kalan çocuklar, eşi olmayanlar, yıkılmış evlerin gölgesinde büyüyenlerin dünya algısı... Bu rakamları akıllarımızla anlamalı, kalplerimizle hissetmeliyiz. Çünkü akıl, hafızayı organize eder; kalp ise o hafızayı insanlığa dönüştürür. İbret, sayıyı rakam olmaktan çıkarıp insana çevirebilmektir. Kardeşlerim Akıl ve Duygu Birlikte Davranmalı Duygu harekete geçirir, akıl yönlendirir. Duygusuz akıl katıdır, akılsız duygu tehlikelidir. Gazze’nin yaralarını sarmak istiyorsak, şu üç gücü birleştirmeliyiz: • Merhamet: Acıyı paylaşmak, gözyaşını tanımak. • Adalet: Haksızlığa sessiz kalmamak. • Akıl: Hangi davranışın daha fazla iyileştirme sağlayacağını bilmek. İnsanı, aceleci öfke değil, sabırlı akıl kurtarır. Gazze’nin geleceği ancak akıllı merhamet ile şekillenir. Kardeşlerim Olanlardan ibret almak ve üçüncü kişiye dokunmak gerekir. Önce kendimizden ve en yakınımızdan başlayarak bunu yapmak gerek. İbret almak geçmişe ağlamakla değil, geleceği değiştirmekle olur. Gazze yalnızca bir halkın değil, insanlığın aynasıdır. O aynaya bakan herkes kendi vicdanını görür. Bugün üçüncü kişiye dokunmanın, yani doğrudan mağdur olmayan ama sorumluluk taşıyan bizlerin, harekete geçme zamanıdır. Travma sadece fiziksel değil, toplumsaldır. Bu yüzden yeniden inşa yalnız tuğla ile değil, ruh, eğitim, umut ve güven ile yapılmalıdır. Okullar, camiler, sivil kurumlar, gönüllüler hep birlikte bir “ruhsal rehabilitasyon seferberliği” başlatmalıdır. Aziz Mü’minler Unutmayalım: Allah aklı, insanın emaneti kılmıştır. Müslüman, aklı askıya almamalıdır; onu hikmetin hizmetine sunmalıdır. Dua etmek, kaderin pasif bekçisi olmak değil; hikmetin aktif taşıyıcısı olmaktır. Allah’ın adaletine güveniyoruz elbet; ama adaleti tesis etmek, O’nun verdiği aklı ve merhameti kullanmakla mümkündür. Kardeşlerim, şimdi bize düşen şudur: • Gazze’yi yeniden imar ederken ruhlara da dokunalım. • Yardımı sadece para değil, ilgi, eğitim, dayanışma olarak düşünelim. • Sessiz kalmayalım; sözümüz, duruşumuz, emeğimiz olsun. İşi Allah’a havale ederek tevekkül olmaz. Asıl olan fiili duadır. Fiili duamızla birlikte duamız şöyle olsun “Ey hikmetin ve merhametin Rabbi! Gazze’nin çocuklarına huzur, annelerine sabır, insanlığa uyanış ver. Öfkeyi hikmete, karanlığı ferasete dönüştür. Yıkılan taşları biz onarabiliriz; Sen, yıkılan yüreklere dokun. Bize duyguyla değil, akılla ve imanla davranma olgunluğu ver. Zulmü susturacak cesaret, adaleti kuracak irade nasip eyle. Amin.” “Şüphesiz Allah, adaleti, iyiliği ve yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar. O size öğüt veriyor ki, düşünüp tutasınız.” – Nahl, 90) Allah Teâlâ bizleri adaletli, merhametli, akıllı ve sorumluluk sahibi kullarından eylesin.