6 Mayıs 2015 Çarşamba

AMASYA/ VENİ VİDİ SCRİPSİ (IV)



"Geldim, gördüm, yazdım" 

Yolda aldığımız taze ve sıcak kavrulmuş Çorum leblebisinin kokusunu yanımıza alarak ayrıldık Hattuşa’dan. Türkiye’deyiz, sevinçliyiz. Amasya’ya Ferhat ile Şirin’in hikâyesini dinleyerek girdik rehberimizden. ‘İşte bakın şuralarda su arıkları görüyorsunuz. O arıkları Ferhat kazmış ve Amasya’ya suyu o arıklardan akıtmış’. İçimiz burkuluyor. Yol çalışmaları sırasında o Ferhat’ın kazdığı arıklar yok edilmiş. Tarih katliamı böyle bir şey oluyor demek. Sorumsuzluk, saygısızlık. Hasankeyf’te ve Halfeti’de de aynı katliama şahit olmuştuk Güneydoğu gezisi sırasında.(2014) 
Allah Türklere o kadar cömert davranmış ki; ne varsa elinde avucunda hepsini vermiş onlara. Yeşili, vadileri, dağları, şelaleleri, meyveleri, sebzeleri, madenleri. Velhasıl kusursuz bir doğa armağan etmiş Türklere Rabbim. 4 mevsimi yaşamak mümkün bu topraklarda. Geçmiş medeniyetlere ait olan eserler de bu topraklarda fazlasıyla var. 

Ancak insanları/yöneticileri o insanlar değil. Vefalı değil, kadir kıymet bilen cinsten değil. Vurdumduymaz, geçmişe saygısı yok, Yaratan’ına karşı vefalı değil. Sahip oldukları bu değerleri kavrayacak duyarlılıkları yok.Ferhat ile Şirin 

Ferhat, nakkaşlık yapan, bir delikanlıdır. Sarayları konakları süsler. Saraydaki çalışması sırasında Şirin’e sevdalanmıştır. Şirin Amasya Sultanı Mehmene Banu’nun, kız kardeşidir. Dünürcü gönderir Şirin’e. Sultan; Şirin’i vermek istemez Ferhat’a. ‘Hayır olmaz.’ da demez. Ancak ondan olmayacak bir iş ister.  Amasya’da su sıkıntısı vardır. Farhat’a, “Şehre suyu getir, Şirin’i vereyim sana” der. Der demesine de. Su dağların arkasındadır, Şahinkayası denen yerden gelecektir. 
Ferhat’ın gönlündeki Şirin aşkı salar Ferhat’ı dağlara. Alır kazmasını küreğini eline,  vurur dağların kayaların böğrüne böğrüne. Vurdukça ferahlar, taşlar bileklerinde erimeye başlar. Kocaman kocaman kayalar küçülür, yarılır ve yol verir suya. Ferhat’ın alın teri gibi akar sular Amasya’ya. Su gelmiştir. Amasya su sıkıntısından kurtulmuştur. 
Kurtulmuştur kurtulmasına da, Mehmene Banu sözünden caymıştır. Bakar ki kız kardeşi elden gidecek, Ferhat’a hemen bir haber gönderir.  
“Şirin ölmüştür, başın sağolsun. Bak sana helvasını da getirdim” der haberci Ferhat‘a. Ferhat beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır” der. Kayalar Ferhat‘ın “Şirin !” “Şirin” diye haykıran sesleriyle yankılanır.  Elindeki kazmayı fırlatır havaya, kazma gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla çakılıverir Ferhat’ın. O gün bugün ferhat’ın bu çığlığı âşıklar tarafından hep duyulur olmuş. 

Ferhat’ın öldüğünü duyan Şirin durur mu sarayda, yayından fırlamış ok gibi çıkar saraydan ve kayalıklara doğru koşmaya başlar. Bakar ki Ferhat yerde cansız yatıyor, atlar üzerine, alır kollarının arasına ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başlar, “Ferhat, Ferhat” diye. Yankılanır dağlardan dağlara o ses. “Ferhatsız bir hayat bana haramdır.” der Şirin ve Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Kavuşur Ferhat’ına Şirin. 

Su gelmiştir Amasya‘ya, şarıl şarıl akar bütün coşkusuyla Karadeniz’e doğru. Ama Ferhat ile Şirin yoktur artık. İkisini de gömerler yan yana. Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş sevenlerin anısına, ama o iki mezar arasından bir de karaçalı çıkarmış, iki sevgiliyi ayırmak için. Amasyalılar o dağa Ferhat Dağı demişler, onun dağ gibi derdiyle dertlenmiş durmuşlar yıllarca.

Biz de duyduk Ferhat’ın o dertli sesini; ‘Şirin’imi kaybettim, bari su arıklarıma dokunmasaydınız…’ diye yankılanıyordu Ferhat’ın sesi tepelerden tepelere. 

Doğuda Ferhat dağı, batıda Kırklar Dağı; ikisinin arasından Yeşilırmak akıyor. O günden beri Ferhat ile Şirin için bir başka akarmış Yeşilırmak. Başını bir o taşa bir bu taşa vura vura akar gidermiş. Amasya’ya gelen herkes Yeşilırmak’ın bu inleyişini duyarmış.


Amasya. 8500 Yıllık Bir Kent

Amasya’yı, Milattan önce Birinci Yüzyılda Amazonlar kurmuş. Amazon kraliçesi Amasis, Karadeniz kıyılarından aşağı inmiş, Amasya’nın bulunduğu yeri beğenerek buraya bir şehir kurmuş, adına ” Amasis şehri” demek olan “Amaseia” demiş. Yapılan arkeolojik araştırma ve bulgulara göre Amasya'da ilk yerleşme 8500 yıl öncesine dayanmaktaymış. Hititlerle başlayan yerleşik hayat kesintisiz olarak Osmanlı’ya kadar gelmiş. Amasya merkezinde uygarlıklarından derin izler bırakan Pontusların (M.Ö.333 - M.Ö.26) krallarının ölümünden sonra kayalara oymak suretiyle yaptıkları Kral Kaya Mezarları, bu gün bile Amasya’nın anıtsal eserleri arasında yer almaktadır.

700 yıl Bizans egemenliğinde kalan Amasya'yı 1071 yılında Anadolu'ya giren Alparslan'ın komutanlarından Melik Ahmet Danişment Gazi 1075 yılında fethederek burada ilk Türk Egemenliğini kurmuştur. Bundan sonra Amasya'da Selçuklu egemenliği görülmektedir. 
Bu dönemde yaşamış olan vali ve emirler yaptırdıkları medrese, cami, türbe gibi eserlerle Amasya’yı Anadolu'nun en büyük kültür merkezi durumuna getirmişlerdir. 
19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun'da başlayan Milli Mücadele'nin ilk adımı, 12 Haziran 1919 tarihinde Mustafa Kemal'in Amasya'ya gelmesiyle devam etmiştir.
Bu itibarla, Amasya, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda da ilk önemli adımın atıldığı yer olmuştur.

Rehberimiz Yasin, bize Amasya’yı anlatırken, biz Yeşilırmak’ın üzerinden geçerek dar sokaklarda ilerliyorduk.  Otelimiz, sokağın sonundaymış. Sahibi Kemal Bey kapıda karşıladı bizi. Tanıdık bir sima da var karşımızda. Yılmaz Gün. Erbaa’dan gelmiş eşiyle birlikte bizleri görmek için. Hoş-beşten sonra yemeğe geçtik. “Patlıcan Pehli” var yemekte. Amasya’ya özel bir yemekmiş. 

Yemekten sonra Kemal Bey düştü önümüze, başladık Amasya sokaklarını arşınlamaya. Gece vakti Önce II. Bayezit Camii. Camiyi dışardan anlattı bize Kemal Bey. Hatta yanında kütüphane varmış ve orada Hz. Osman zamanında yazılan el yazması Kur’an varmış. Ertesi gün Pazar. Kütüphane kapalı ve biz o Kur’an’la müşerref olamadık. 
Sonra Yeşilırmak’ın kenarına indik. Orada Şehzadelerle tanıştık. Büstleri sıra sıra dikilmiş ırmağın kenarına. Yıldırım Bayezit, Çelebi Mehmet, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, II. Selim ve daha birçok sultan, şehzadeliklerini Amasya'da geçirmişler. 
Kemal Bey’in anlattığına göre; Şehzade Mustafa’yı halk çok severmiş.  Onun idamından sonra Kanuni Amasya’ya gelmiş, ancak halk kendisine yüz vermemiş, “Mustafa’nın bu kadar çok sevildiğini bilmiyordum, eğer bilseydim idam etmezdim” diyerek ayrılmış Amasya’dan. 
İlhami’nin yorumuna göre, Amasya coğrafi konum itibariyle son derece korunaklı olduğundan Şehzadelerin burada yaşamaları, eğitim görerek tahta hazırlanmaları daha uygunmuş. Bu nedenle Amasya'ya "Şehzadeler Şehri" de denilmekteymiş. Biz de bu yorıma katıldık. 

Rüya âleminden telefonun sesiyle uyandık. Arayan Abdullah Çağlar. Cengiz Yılmaz ile birlikte Çorum‘dan gelmişler. Her bir arkadaşa da ikişer paket leblebi getirmişler. Birlikte milli maçı izledik. Bizimkiler Hollanda ile oynuyorlar. Bir sıfırla maç bitecek derken son dakika golü ile moralimiz bozuldu. Uykusuz kalmaya değmedi. 

Kemal Bey çok konuşkan biri. Bir saniye bile susmuyor, durmadan anlatıyor. Biz onu çok sevdik. O da bizi. Akşam otelinde bize Amasya çöreği ikram edemediği için üzülmüş. Hanımı da rahatsız olduğu için sabah kahvaltısına da ulaştıramamış çöreği. Ertesi gün biz turumuzu tamamladık, tam yola çıkacağız, Kemal Bey elinde böreklerle geldi otobüsün olduğu yere. Soluk soluğaydı. Üzüntüsünü anlattı tekrar bize. “Bu börekleri yiyecek ve bana dua edeceksiniz” dedi başladı ağlamaya. Bizleri de ağlattı. Kucaklaştık ve hüzünlü bir şekilde ayrıldık Amasya’dan. Böreklerin çok lezzetliydi Kemal Bey. Allah senden razı olsun. İşte Amasya insanından bir örnek size.


Amasya Milli Mücadele Müzesi

Sabah saat 6.30‘da kahvaltı ve 7.30’da otelden çıkış. İlk ziyaret yerimiz Amasya Tamimi’nin yazıldığı Milli Mücedele Binası. “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” kararının alındığı mekân. (22 Haziran 1919) | 
Yasin başladı anlatmaya, “Amasya Tamimi ulusal egemenliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması yolunda atılan ilk adımdır. Bu tamimle ulusun teşkilatlandırma ve mücadele yöntemleri belirginleşmiştir. Ulusal egemenlik ve ulusal bağımsızlık fikri ilk kez ortaya atılmıştır. Amasya genelgesi T.C.’nin doğum belgesidir denilebilir.

İmzalandığı Yer

Tamim, Saraydüzü Kışlası'nda (Kışlay-ı Hümayun) yazılmıştır. 1919 yılında 5. Kafkas Fırkası’nın karargâhı olan kışla, 12 Haziran 1919’da Amasya’ya gelen Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki askerî erkânın ikâmet yeri olmuştur. Burada Milli Mücadele’nin o zor günlerinde çok önemli kararlar alınıp görüşmeler yapılmıştır. Burası, Amasya Tamimi’nin bütün dünyaya duyurulduğu yer olması bakımından yakın tarihimizde önemli bir mekân durumuna gelmiştir.

Kapı Ağası Medresesi

Kapı Ağası Medresesi ve Bedesteni hemen, Amasya Tamimi’nin imzalandığı temsili binanın yanında. 1488 yılında, II. Bayezit'in Kapı Ağası Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmış. Medresenin özelliği sekizgen oluşu. Bina içeriden dışarıya, dışarıdan da içeriye hiç ses geçirmezmiş. O zamanlar binada kalorifer sistemi bile mevcutmuş.”



Kral mezarları

Yeşilırmak Vadisi’nde yaklaşık 18 adet kral mezarı bulunduğundan, bölgeye Krallar Vadisi de denilmektedir. Pontus Kralları yeniden doğacaklarına inandıkları için, vücutlarını korumak amacıyla kendilerine korunaklı kaya mezarları yaptırmışlar. 
Krallarla sohbet etmek, geçmişin şaşasını, ihtişamını ilk ağızdan öğrenmek için 6 kişi Kaya Mezarlara çıktık. Ancak amacımıza ulaşamadık. Mezar kapıları kapalıydı. 
Yeşilırmak’ın, nazlı gelin gibi süzülerek akıp gitmesi olağanüstü. Konaklar, cumbalı evler sıra sıra. Minareler birer süngü gibi deliyor gökyüzünü. Ezan sesleri yankılanıyor kaya mezarlardan şehre doğru. Yeşilırmağın insan ruhuna huzur veren o çağıltısına ne demeli. Sanki minyatür bir şehir var ayaklarımızın altında. Her şey öylesine güzel görünüyor ki, kelimelerle tarifi ne mümkün.

 

Şehzadeler Müzesi

Şehzadeler Müzesi deyince beklentilerimiz fazlaydı. Şehzadeleri tanıtan bir film, içeriye girerken Mehter Marşı’yla girmek v.s. gibi. Bunların hiçbirisi olmadı. Sadece rehberimiz Yasin’in anlattığı kadarıyla tanıdık şehzadeleri. Temsili mumyalardan ibaret şehzadeler var karşımızda. O mumyalarda öyle ahım şahım değil. Büyüleyiciliği yok. Sıradan mumyalar. Müzede Osmanlı ruhunu yaşayamadık. Hayal kırıklığına uğradık desem yalan olmaz. 
Türkiye’de bu iş, yani müzecilik işi o kadar gelişmiş değil anladığımız kadarıyla. Diğer gittiğimiz yerlerde de aynı örneklerle karşılaştık. Tarihi bir eserin içinde suntadan raflar var mesela. Sivas’ta Buruciye Medresesi’nin avlusuna kocaman bir Coca Cola reklamı koymuşlar… Alakaya maydanoz!

Neyse, biz gelelim asıl konumuza. Şehzade; padişah çocuklarına verilen ünvan. Devlet göreviyle küçük yaşta tanışıyorlar. Bazı şehirlere vali olarak gönderiliyorlar ki, görev içinde eğitilsinler. Amasya bu şehirlerden biri. Burada vali olarak görev yapan şehzadelerden bazıları padişah olmuşlar. Bu şehzadelerin isimleri şöyle: 

Amasya’da Valilik Yapan Şehzadeler
Şehzade Bayezid (Yıldırım Bayezid): 1386 
Şehzade Çelebi Mehmet (I. Mehmet): 1389-1402 1403-1423 
Şehzade Murad (II. Murad):1415 - 1421 
Şehzade Ahmet Çelebi: 1435 
Şehzade Mehmed (Fatih Sultan Mehmet): 1438 
Şehzade Alaeddin:1442 
Şehzade Bayezid (II. Bayezid): 1454-1481 
Şehzade Ahmed: 1481-1511 
Şehzade Murad: 1511-1512 
Şehzade Mustafa: 1540-1553 
Şehzade Bayezid: 1557-1558 
Şehzade Murad (III: Murad): 1566

Daha sonra Padişah olan şehzadeler

Yıldırım Bayezid
I. Murad'ın oğlu olan Yıldırım Bayezid, 1386 yılında Amasya'yı Osmanlı sınırları içine almış, 1389'da da Amasya Valiliği'ne atanmıştır. Aynı yıl içerisinde de Osmanlı tahtına davet edilmiştir. 

Çelebi Mehmet
Yıldırım Bayezid'in oğlu olan Çelebi Mehmet, babasında sonra Amasya Valisi olarak tayin edilmiştir. 1402 yılında Ankara Savaşı'ında Timur'a yenilen ve dağılan Osmanlı birliğini Amasya'daki dirayetli yönetim anlayışı ile yeniden sağlamıştır.

II. Murad
1404 yılında Amasya'da doğmuştur. 1415'te 11 yaşındayken Amasya Vali'liğine atanmıştır. Babası Çelebi Mehmet'in 1421 yılında vefatı ile birlikte tahta davet edilmiştir.

Fatih Sultan mehmed
Kardeşi Şehzade Ahmet'in Amasya valiliği sırasında ölümü üzerine (1438) yerine atanan Şehzade Mehmet, bu görevini bir yıl kadar sürdürmüştür. 

Sultan II. Bayezid
1454 yılında 7 yaşındayken Amasya'ya vali olarak gönderilen Şehzade Bayezid, 27 yıl bu görevde kaldıktan sonra 1481 yılında Osmanlı tahtına çıkmıştır. 

III: Murad
II. Selim'in oğludur. 1566'da Amasya valiliğine tayin edilmiş olup, yaklaşık bir yıl bu görevinde kalmıştır. Amasya'da valilik yapan son şehzade olmuştur.

Yavuz Sultan Selim (I. Selim)
Amasya Valisi Şehzade Bayezid'in (II. Bayezid) oğludur. 1470'te Amasya sarayında doğmuş, 11 yaşına kadar babasının yanında Amasya'da eğitim almış ve 1481'de Trabzon'a vali olarak atanmıştır.

Bimarhane (Darüşşifa)

Yakutiye Mahallesi’nde, ana cadde üzerinde bulunan bu yapı,  İlhanlı Hükümdarı Olcaytu Mehmet Hüdabende ve eşi İlduş Hatun adına 1308-1309 yıllarında yaptırılmış. 
Burada akıl hastalarının müzik ve su sesi ile tedavisi öncelik kazanmıştır.  Amasyalı bir hekim olan Sabuncuoğlu Şerafeddin bu Darüşşifada 14 yıl hekimlik yapmıştır. Fatih Sultan Mehmet döneminin en ünlü hekim ve cerrahlarından olan Sabuncuoğlu Şerefeddin 1386 yılında Amasya’da doğmuştur. Amasya'daki Bimarhane'de Burhaneddin Ahmed’den tıp eğitimi aldıktan sonra yine burada 17 yaşında hekimlik yapmaya başlamıştır. Yaptığı çalışmalar sonucunda zamanla adı bütün Anadolu'da duyulmuştur. 
Sabuncuoğlu Şerefeddin cerrahlık konusunda üç önemli eser yazmıştır. En önemli eseri, "Kitab-ı Cerrahiye-i al Haniye"dir. Konularını minyatürlerle anlatan ve Fatih Sultan Mehmet'e ithaf edilen bu kitap İslam tıbbına büyük bir yenilik getirmiştir. Uzun yıllar hekimlik yaptıktan sonra, 1468 yılında "Mücerrabname" adlı eserini kaleme almıştır. Bu sırada 85 yaşındadır.

Rehberimiz Yasin’in anlattığına göre Sabuncuoğlu’nun bu eşsiz eseri fransızlara hediye edilmiş. Bizdeki nüsha kopyesiymiş. 

1470 yılında Amasya’da vefat eden Sabuncuoğlu Şerefeddin, Darüşşifadaki çalışmaları, yazdığı eserleri ve hayranlık uyandıran bilim adamı kişiliği ile bugünlere kadar gelmiştir.

XIX. yüzyılda Bimarhane önemini yitirmiş, ipekböceği kozacılarının yeri olmuş, sonra da Amasyalı esnaf burayı depo olarak kullanmıştır. 

Osmanlı, müzikle akıl hastaklarını tedavi ederken bugün ilaçla dahi bahar depresyonunu bile doğru düzgün tedavi edilemiyorsa oturup düşünmek gerekir.
Bu sürece gerek göz yuman gerekse sesini çıkarmayan, hem sağlığımızı hem de kaynaklarımızı küresel sermayeye peşkeş çeken kapitalizmin sadık müritlerini, ne tarih ne vicdanlar ne de Allah affedecek!


Amasya Sultan II. Bayezid Camii

Sultan II. Beyazıd adına oğlu Şehzade Ahmet tarafından 1485-86 yılları arasında cami, medrese, imaret, türbe, şadırvan ve çeşmeden ibaret bir külliye olarak yapılmıştır. Cami beş yıllık bir süre sonunda tamamlanmıştır. Caminin beş kubbesi vardır. 
Ayrıca ahşap pencere kanatları devrinin İslam camilerinde olduğu gibi; 15.y.y. ahşap sanatının en ince örneklerini temsil edermiş.

Doğu kısmındaki minaresi renkli taşlarla yivli, batı kısmındaki minare ise palmetlerle (taş üzerine işlenmiş kabartvmalar) süslü olarak yapılmıştır. Caminin batı tarafında medrese var, ilk müderrisi Şeyhülislam Zembilli Ali Efendidir.  Doğu tarafında ise imaret vardır; imaret ve tabhaneler, fakirlere, yoksullara ve yolculara bedava yemek verildiği ve korunup barındırıldığı yerlerdir. 
Evliya çelebi II. Bayezid külliyesi'nin imarethanesinde her gün fakirlere bol ve kusursuz yemeklerin verildiğini yazar. Hemen yanında da konuk evi vardır. 
Caminin inşasında kullanılan taşların arasına hiç harç konulmamış. 
Sultan Bayezid Camii’nin mimarisindeki değişik özelliklerinden biriside giriş kapısında ve mihrabında bulunan ve el ile çevrilebilen silindir taşlardır. Silindir taşları, bir deprem veya doğa olayında caminin terazisinin bozulup bozulmadığını anlamak için kullanılır. Silindir taşları herhangi bir depremden sonra çevrildiğinde dönmezse caminin zemini kaymış yani terazisi bozulmuş demekmiş.
Caminin avlusunda 524 yıllık iki adet çınar bulunmakta. Bunlar o yıllarda yıldırımlara karşı paratoner görevi görmüşler.

Osmanlı Müzesi, Amasya Minyatür Müzesi, Hazeranlar Konağı, Amasya Kalesi, Ferhat ile Şirin’in mezarları, Pir Cemaleddin Abdurrahman-ı Sani Çilehane Camii ve daha nice gezilecek yerleri var Amasya’nın. 

Amasya çok güzel bir şehir. Dağları, evleri, köprünün ayakları her taraf ışıl ışıl parlıyor. Binbir gece masallarında gibiyiz. Yüksek dağları, parlayan güneşi, yemyeşil ağaçları, kiremit çatılı sıra sıra evleri ve şehri ikiye ayıran Yeşilırmak’ı, köprüleri,  beyaz boyalı, ahşap pencereli ve cumbalı iki-üç katlı evleri ile işte burası Amasya.

Dünyanın en güzel misket elması, kirazı, şeftalisi ve bamyasının üretildiği, tarih ve doğanın içiçe bulunduğu ilginç bir antik kent görmek istiyorsanız, daha ne duruyorsunuz sıcakkanlı ve misafirperver insanlarıyla, Amasya sizi bekliyor…


Devam edecek

Rüştü Kam

2 Mayıs 2015 Cumartesi

HÂRÛT VE MÂRÛT

Harût ve Marût, çoğu müfessirle tarafından, Allah’ın özel yetkili melekleri olarak anlaşılmıştır. Görevleri  insanlara büyü öğretmektir. Bilhassa karı ve kocanın arasını açma konusunda  görevlendirilmişlerdir. Bu anlayışın yanlış olduğunu yazan ve söyleyen İslâm âlimleri de vardır. Hikmet Zeyveli bu âlimlerden birisidir.
Ancak Hikmet Zeyveli gibi  müfessirlere/âlimlere itibar edilmemiştir. Bilhassa büyü pazarından nemalanan insanlar meleklerin büyücü olduğu konusunda israr etmişlerdir. Hâlâ ısrar edenler vardır. Hikmet Zeyveli’nin konu ile ilgili yorumu şöyledir:

Bakara Sûresinin 102. âyeti hakkında tefsir ve mealler, âyetin nüzûl arkaplanıyla alâkasız ve aynı zamanda akıl-almaz birçok rivayetler naklederek hikmetli olan Kur’ân âyetini hikmetsiz ve akıl-dışı bir şekilde aktarırlar. Ancak düşünenler ve arayanlar için doğru alternatif yorumlar bulmak da müyesser olmaktadır. Biz burada; doğru bir alternatif olarak görülebilecek bir yorumu özetleyerek aktariyoruz. Kaynağımız, Beşiruddin Mirza Mahmud Ahmed tarafından yazılmış bulunan “The Holy Qur’an-With English Translation and Commentary” adlı beş ciltlik eserdir. 1. cildin 156-160. sayfalarından özetliyoruz.(Hikmet Zeyveli)

1. Kelimeler:
 
Tetlû: 
a) Okumak,
 
b) İzlemek, uymak, takip etmek. Burada ikinci anlam kasdedilmiştir.
 
Şeyâtîn (Şeytanlar): Görülmeyen ve görünen alemin şerli varlikları (İns ve Cin’den). Burada “insanların şerlileri” kasdedilmiştir.
 
Sihr (Sihir): Her çeşit aldatmaca, komplo. İnsanların aklını, gözlerini aldatan gerçek-dışı olay veya olgular.
 
Melekeyn: İki melek. Burada mecâzen faziletli ve takvâ sahibi insanlar için kullanılmıştır.
 
Hârût: Bölen, parçalayan.
 
Mârût: Moral olarak çökerten.

2. Tefsir:
Âyetin odak noktası Medine’deki Yahudiler (Benî İsrail)’dir. Sıyak-sibak (bağlam) içerisinde bu açıkça görülmektedir.
Medine’deki Yahudiler, Müslümanlara karşı birtakım taktik ve komplolar geliştirmektedirler. Medine dahilinde İslâm ve müslümanlar aleyhinde ısrarla sürdürdükleri komplolar Sîret kitaplarına bolca malzeme bırakmıştır.

Medine’li Yahudiler; dahilî müttefiklerin yanısıra, o günkü dünya konjonktüründe İran (Pers) İmparatorluğunu desteklemekte ve onlardan (İrandan); geçmişte “Babil esareti”nden kurtuluşlarına nasıl yardımcı oldularsa, şimdi de Medine’deki İslâm tehlikesinden kendilerini kurtarmaları ümidiyle, İranın bir eyaleti mesabesinde bulunan Yemenle temas halindedirler. Taberî’nin (ö. 311 H) naklettiğine göre: İran Şehinşâhı Kisrâ, Yemen valisi Bâzân’a, iki adamını görevlendirmesini ve Hicaz’daki adamı (Hz. Muhammed’i) derdest ederek kendisine göndermesini emreder. Bâzân, aldığı emri infaz için Hicaz’a iki “kahraman”ını gönderir. Fakat –rivayete göre– Hz. Peygamber bu kahramanlara Şehinşahlarının o gece oğlu tarafından öldürüldüğünü haber verir. Haberin doğruluğunu tahkik eden iki görevli, şaşkın ve eli boş Yemen’e geri dönerler. (Taberî, Tarih: C:2, s: 655-56, Kahire Basımı).
Taberî’nin naklettiği bu olayda, Medine’li Yahudilerin rollerinin olduğu anlaşılmaktadır.

Kur’ân, Yahudilerin İslâm ve Peygamberi aleyhine geliştirdikleri komplo ve taktikleri, kendi tarihlerindeki iki dönemin taktiklerine benzetmektedir:

1. Hz. Süleyman’ın yönetiminin son yıllarında, onun aleyhinde geliştirdikleri propoganda taktikleri: Tevrat’ın ifadelerinden de anlaşıldığı üzere, gizli örgütler halinde faaliyet gösteren bir muhalefetin propogandasına göre; Hz. Süleyman, ömrünün sonlarına doğru yabancı birçok kadınla (Tevrata göre 700 kıral kızı + 300 cariye) evlenerek ordu gibi bir “harem” kurmakla kalmamış; aynı zamanda bu kadınların taptıkları putlar adına mezbahlar yapmış ve o putlara kendisi de tapınarak kâfir olmuştur (Tevrat:1. Kırallar, 11/1-6). Adeta masonluğun çıkışını hazırlayan bu odaklar; ülkede kargaşaya sebep olmuşlar ve Hz. Süleyman’ın ölümünden hemen sonra İmparatorluğun İsrail (kuzeyde) ve Yehuda (güneyde) olmak üzere ikiye ayrılmasına ve zamanla, parçalanmış “Süleyman Mülkü”nün yıkılmasına ve İsrailoğulları’nın esaretlere dûçar olmalarına sebep olmuşlardır.

2. Babil Esareti döneminde geliştirdikleri taktikler ve oluşturdukları örgütler: Babil Kralı Buhtunnasr (Nebukadnezar) tarafından, Mukaddes başkentleri Kudüs ve Hz. Süleyman’ın bizzat inşa etmiş olduğu Beytu’l-Makdis (Kutsal Ev) tamamen yerle bir edilerek onbinlerin oluşturduğu kafileler halinde Babil’e sürgün edilen İsrailoğulları, Babil’de geçirdikleri 50 yıllık esaretlerinin son dönemlerinde, Babil’in aleyhinde Perslerle (İranlılarla) örgütlü işbirliği yapmışlardır. Bu örgütlü mücadelerinde kendilerinden ilham aldıklarını propoganda ettikleri iki İsrailli peygamberin de isimleri geçmektedir:

Hârût ve Mârût. (Muhtemelen bunlar isim değil lakap idiler ve istismarci örgütlerce kullanılıyorlardı. Çünkü Hârût ve Mârût kelimeleri sırayla “bölüp-parçalamak”ve “moralmen yıkmak” anlamlarını da taşımaktalar. Tevrat’a göre, o dönemin iki peygamberi Haggay ve Zekharya idi.) Ancak bu iki peygamber (veya halkın hüsn-ü zanlarıyla bu “iki Melek”) dürüst bir mücadeleyi ön görüyorlar ve Allah yolundan sapılmamasını öğütlüyorlardı. Fakat masonik gizli örgütler, o “iki Melek”in ilham veya vahiy eseri öğretisini istismar ederek faaliyet gösteriyorlardı. Ayrıca gizli örgütlerine üye olarak sadece “erkek”leri kabul ederek karı-koca ayrımcılığını bile yapiyorlardı. Bu faaliyetlerinde Babil’in aleyhinde Perslerle yaptıkları sıkı işbirliği sonunda, Perslere Babil’in kapılarını açmışlar ve ülkenin Pers egemenliğine girmesini başarmışlardır.

Bütün bu faaliyetlerinin mükâfatı olarak da, Pers Kıralı Kiruş (Cyrus), sadece onların Kudüs’e dönmelerine izin vermekle kalmamış, aynı zamanda Kudüs ve Beytu’l-Makdis’in yeniden inşasına da maddi yardımlarda bulunmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm; yukarıda özetlenen olayları kendi tarihî kültürleri olarak yakinen bilen Medine’li Yahudilere hitabında bu olayları hatırlatmakla şunları îma etmektedir:
Gerek Hz. Süleyman gibi bir peygamberin yönetimi aleyhinde geliştirilen, hedefi ve metodu batıl taktiklerle; gerekse, Babil esaretinden kurtulmak için geliştirilmiş hedefi meşru ve fakat metodu batıl komplolarla Medine’deki İslâmî hareket engellenemez. Ayrıca, ne iddia edildiği gibi Hz. Süleyman sapıtmıştır; ne de, birçok komplonuzun ilham kaynağı saydığınız Babil’deki “iki Melek” (Peygamber) sizin batıl mücadelenizin kaynağı olarak gösterilebilir. Ve siz İslâma karşı vermekte olduğunuz mücadeleden vazgeçmelisiniz!

Şimdi bu kadar “arkaplan” bilgisinden sonra sözü Kur’ân’a bırakalım:

Bakara: 102

Onlar (Medineli Yahudiler), Süleyman’ın yönetimi aleyhinde (döneminin) şeytanların(ın) takip ettiklerini (takip ettikleri taktikleri, örnek alıp) izlemekteler. (Oysa) Süleyman kâfir olmamıştı; (onun aleyhinde çalışan) şeytanlar kâfir olmuşlardı. Onlar, insanlara (her türlü) gizli komplolar öğretiyorlardı.
Ve (yine Medinel’li Yahudiler) (bir de) Babil’deki (esaret döneminde) “iki Melek”e vahyedilene (tabi olduklarını iddia edenleri) de (izlemekteler). Oysa onlar (o “iki Melek”): “Biz (bu esaret hayatıyla) (Allah tarafından) sınanmaktayız. (Sakın) küfre sapmayın” demedikçe kimseye birşey öğretmiyorlardı. Onlar (Babil’deki komplocular) ise o ikisinden, karı-koca arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. (Mason cemiyetleri gibi kadınlara kapalı, ancak erkek üye kabul eden örgütler kuruyorlardı)

Onlar (Babil’deki Yahudiler veya onları izleyen Medine’li Yahudiler) Allah dilemedikçe hiç kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek ve fakat asla fayda vermeyecek şeyleri onlardan öğreniyorlardı. Böyle bir çıkar alış-verişinde bulunanın, âhirette bir nasibi olmadığını da gâyet iyi biliyorlardı. Vicdanlarını sattıkları şey ne kötüdür, keşke (bunu) bilselerdi!
Evet, bu bir alternatif tefsir, zorlayıcı değil. Fakat efsane ve hurafe ihtiva etmiyor! Bir de, nüzûl dönemi toplumunu ilgilendiren bir mesaj ihtiva ediyor...
Selâm ile...

27 Nisan 2015 Pazartesi

TÜRKLER ERMENİLERE SOYKIRIM YAPILMAMIŞTIR DİYE YÜRÜDÜ 2015

Yürüyüşün adı "Berlin Dostluk ve Barış Buluşması.".

Berlin’de hizmet veren çeşitli Türk sivil toplum kuruluşları düzenledi bu yürüyüşü. Amaç; soykırım iddialarına karşı Alman kamuoyunu bilgilendirmek ve Türklerin konu ile alakasını artırmak ve yapılan haksızlıklara karşı onurlu bir duruş sergilemekti. An der Urania’dan başlayan yürüyüş, Hristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Genel Merkezi’nin ve Zafer Anıtı’nın (Siegessaele) önünden 17 Haziran Caddesi ile Yitzak-Rabin caddesinin kesiştiği yerde sona erdi. 

Elinde Türk bayrağı olmayan insan yok gibiydi. Cadde kırmızıya boyanmıştı sanki. "Önce hakikat, sonra adalet", "Yurtta sulh cihanda sulh", "Tehcir soykırım değildir", "Türk tarihini karalamaya son", "Soykırım yapmadık vatan savunduk", "Yaşasın Türkiye", "Parlamento mahkeme değildir”, „Hepimiz Ermeni Değiliz“, „ Hepimiz Azeriyiz“ şeklinde dövizler taşındı, sloganlar atıldı.

Yürüyüşe katılanlar heyecanlıydı. Ellerindeki bayrakları gururla sallıyorlardı. Onlar biliyorlardı ki, dedeleri Osmanlı „Soykırım yapmamıştır.“  „Millet-i Sadıka“ dedikleri ve devletin her kademesinde görev verdikleri, yüzyıllarca birlikte yaşadıkları Ermeni halkına böyle bir uygulamanın yapılmasının mümkün olamayacağını/olmadığını biliyorlardı onlar. Başları dikti. Bunun için gururla yürüdüler Almanya’nın başkenti Berlin’de. 

Cumhuriyet kurulalı 92 yıl olmuş. Tehcir uygulamasının üzerinden 100 yıl geçmiş. Ermeni Diasporası 100 yıldan beri durmamış çalışmış. Kamuoyu oluşturmuş, çeşitli etkinlikler yapmış, lobiler kumuş, kitaplar yazdırmış, konferanslar düzenlemiş. Çeşitli ülkelerin kamuoylarını etkileyerek, siyasilerini etkileyerek, hükümetlerini etkileyerek meclislerinden „Osmanlı İmparatorluğu Ermenilere soykırım uygulamıştır“ diye kararlar çıkartmış. 

Türkiye’nin diplomatlarını öldürmüşler. İlk olarak, Los Angeles Başkonsolosu Mehmet BAYDAR ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78 yaşındaki Amerikan uyruklu Ermeni  Mıgırdıç  Yanıkyan tarafından şehit edilmiş ve böylece dünya ülkelerinin dikkatini üzerlerine çekmesini bilmişler. Sene 1973. Cinayetten sonra tutuklanan ve müebbet hapis cezasına çarptırılan Yanıkyan, 31 Aralık 1984 tarihinde af ile serbest bırakılmış... 

Bütün bunlar olurken, Türkiye’nin konu ile ilgili çalışmaları olmuş elbet. İdialara cevap vermiş. Bu cevaplar ne kadar isabetli olmuş, geldiğimiz noktadan baktığımızda net olarak görebiliyoruz. Şunu da biliyoruz, Türkiye  ne yaparsa yapsın, Emenileri Osmanlı’ya karşı isyana teşvik edenler, Türkiye’yi suyu bulandırmakla suçlamaya yine de devam edeceklerdi: Çünkü,  Soykırım suçunun tanımı, ülkemizin de taraf olduğu 1948 tarihli “Birleşmiş Milletler (BM) Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde çok açık bir şekilde ifade edilmiştir.

Sözleşmenin altıncı maddesi uyarınca da, herhangi bir olayın “soykırım” olarak nitelendirilip, nitelendirilemeyeceğine yalnızca yetkili bir mahkeme karar verebilecektir. Bu mahkeme, topraklarında soykırım yapıldığı iddia edilen devletin mahkemesi olabileceği gibi, Roma Tüzüğü uyarınca oluşturulmuş bir uluslararası ceza mahkemesi de olabilecektir.

Sözleşme maddeleri  bu kadar açıkken ve soykırım kararı alan ülkeler anlaşmaya taraf iken; Papa çıkıp da ilk soykırımı Osmanlı yapmıştır diyebiliyorsa, demokrasi denilen aygıtı dünyaya ihraç etmek için silah bile kullanmaktan çekinmeyen Avrupa ülkelerinin oluşturduğu birliğin başkanı Papa’nın söylediğini parlamentonun kararı olarak dünyaya ilan edebiliyorsa, sadece parlamentoların oy çokluğuyla, Türk milleti,  dedelerinin işlemediği bir suçtan dolayı mahkum edilmeye çalışılıyorsa, bunun adı suyu bulandırdın suçlamasıdır. Dolayısıyla, ifade ve bilimsel araştırma özgürlüğünü kısıtlama tehdidi içermektedir. Haçlı ve Müslüman çatışmasıdır bunun adı. Tarih tekerrür ediyor demektir.

Sonuç:

1- Böylesine mesnetsiz bir suçlama  var önümüzde. Bigâne kalınamayacak bir mesele. Bu mesele ile ilgili 1987 de bir yürüyüş yapıldı Berlin’de. O gün tespit edilen rakam 30.000 idi. Yıllar sonra bugün aynı konu ile ilgili bir yürüyüş daha yapıldı, tespit edilen rakam 7.000 civarında. 1987 deki 3 kişilik olan bir ailenin, bugün en az 10 kişilik olduğunu düşünürsek. Katılımın en az 60.000 olması gerekirdi. 
15.000 - 20.000 olarak verilen rakamlar abartılı rakamlardır. Kendimizi kandırabiliriz ama Alman polisini kandıramayız. Alman siyasetçileri bu rakamları bizim gazetelerden veya derneklerden almıyorlar. Politika üretirken polisten aldıkları rakamları esas alarak üretiyorlar. 1987 den beri çeşitli vesilelerle hakkımızda tutulan raporlar ve bu raporlardan elde edilen sonuş, Türklerin buradaki protesto gücünün 60.000 civarında olabileceği yönünde olsaydı, Cumhurbaşkanı sayın Gauck Berliner Dom’da o konuşmayı yapamayacaktı. 

2- Yol güzergâhı yanlış seçim olmuş. 23 Nisan grubuyla buluşulacağı tahmini tutmayınca. Atılan sloganlar ağaçlara, ormana, boş caddeye atılmış oldu. Kendimiz çaldık kendimiz oynadık. 

3- Konuşmacıların seçimi de isabetsiz olmuş. Yazılanları bile okuyamayan insanlar mesajı ne kadar yerine ulaştırabilirlerse onlar da o kadar ulaştırabildiler. 

4- 1987 den 2015’e gelinceye kadar geçirilen sürenin geldiğimiz noktadaki sonucundan hareketle, hemen kollar sıvanmalı, gerekli adımlar atılmalı, STK ler üyelerini bilinçlendirmek için ne gerekiyorsa onu yapmalı; filmler mi gösterilecek, konferanslar mı düzenlenecek, fotoğraf sergileri mi açılacak, geziler mi düzenlenecek, lobiler mi kurulacak… Ne yapılacaksa... 

5- İş Adamları silkinmeli ve ellerini ceplerine atmalı: Yapılacak etkinliklere destek olmalılar, hatta etkinlik için STK leri teşvik etmeliler. Dünya devletlerini etkileyenler 3 milyon nüfuslu Ermenistan değildir. Diaspora’nın iş adamlarıdır, fikir adamlarıdır, sanatkârlarıdır, şairleridir, din adamlarıdır.

6- Bizim din adamlarımız ise konu ile ilgili hutbe bile okumaktan acizler camilerinde. Yürüyüş duyurusunu bile yarım ağızla yapıyorlar. Dini cemaatler, el ilanlarında isimlerinin geçmesini bile istemiyorlar -bazıları son anda  ismini yazdırmış-.

Katolik dünyasının Papa’sı tüm dünyaya mesaj verirken bizimkiler gölgelerinden korkar haldeler… Kıyamet alameti midir nedir?

Bir ayet mealiyle bitirelim, "Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez." (Ra’d: 11)

Rüştü Kam

19 Nisan 2015 Pazar

HİTİTLERİN BAŞKENTİ HATTUŞA

VENİ VİDİ SCRİPSİ (III)
"Geldim, gördüm, yazdım" 2015
Saat 09’da Berlin/Tegel Havaalanı’ndaydık. Biraz gecikmeyle herkes verilen saatte check-in İşlemleri için sıraya girmişti. Heyecan vardı. Biraz da korku. Karadeniz’in hep yağmurlu, Doğu Anadolu’nun karlı geçme ihtimali bu korkunun sebebiydi. Grup üyeleri kışlıklarıyla alana gelmişler. Her ihtimale karşı da bir kısım kışlıkları da bavullara yerleştirmişler. Kişi başına 30 kilo yük hakkı var. Bu hak daha giderken kullanılmış gibi. Dönüşte problem olabilir.

 

Toplam 29 kişiyiz. İstanbul’dan transit geçtik. Ankara’ya indiğimizde saat 17.20 idi. Tur otobüsü çok önceden gelmiş bizi bekliyor. Emin, Sezgin ve Kadir, 3 personel var.  Rehber bize otelde eşlik edecekmiş. Kucaklaştık. Bir senelik hasretle hal hatır sorduk. Hemen otobüse bindik, sayım yaptık;  Hüseyin Bozkurt ve eşi yok. Emin almaya gitti onları, meğer bavulları çıkmamış, onu beklemişler. Muamelesi uzun sürmüş. Bavul arkadan kaldığımız otele geldi. ‘Bu da THY farkı olsa gerek’ dedik. 

Akşam yemeğinden sonra grup üyeleri birbirleriyle tanıştı. Sabah 07.30‘da yola çıkılması gerektiğini söyledi rehberimiz Yasin. Kahvaltı için 6.30 da yemek salonunda olmak gerekiyor. 
Zamanında gelemeyenden 5 TL. Ceza alınacak. Daha ilk günde İlhami, İsmail ve  Enes otobüsü 30 dakika beklettiler. Uyanamamışlar.  Cezaları kesildi ve Çoruma müteveccihen çıktık yola. 
Rehberimiz Ankara’yı anlatmaya başladı. ‘Yan sokakta Kocatepe Camii…, burası Kızılay…, işte şurada bakanlıklar var…, tam karşımızda gördüğünüz Hitit Güneşi…, Hitit Uygarlığı ve sanatının sembolü sayılan bir nesnedir. Güneşi sembolize eden dairesel biçimin etrafına yerleştirilmiş öğelerden oluşur. Üstünde barışı sembolize eden geyik figürü var. Ahşap asaların ucuna takılarak dini törenlerde kullanıldığı veya at koşum takımlarının arasında kullanıldığı sanılmaktadır. Genellikle tunçtan yapılır. En seçkin örnekleri Çorum yakınlarında Alacahöyük’te bulunmuştur. Hititlerin sembolü haline gelmesine rağmen, aslında Anadolu’nun en eski uygarlığı olan Hattilere ait bir eserdir. Hatti Kralları öldükleri zaman güneş kursu ve benzeri sembollerle birlikte gömülmekteydi…şurası TRT radyosu…, şuradaki bina bakınız solunuzda, birinci meclis…, yanındaki ikinci meclis… İşte şurası da Dikmen vadisi…


Derken Çorum’a girmişiz bile, hatta  Hattuşa’dayız. İnsanlık Tarihi’nde ilk medeniyetin kurulduğu yermiş Hattuşa. Heyacanlıyız. Hattuşa’da bizi Fırtına Tanrısı karşıladı. Rehberin açıklamasını filan beklemeden bastık deklanşörlere. Hava yağmurlu. Yağmura aldıran yok.  Demek ki göz yaşlarını tutamadı bulutlar bizlere kavuşunca diye düşündük. Hak da verdik. Bunca yıllık hasret, kolay değil ve göz yaşlarına mani olmadık bulutların, varsın ağlasın dedik, biraz sonra sırılsıklam olduk. Çekeceğimiz kadar fotoğraf çektik Aşağı Kent’te. Sonra, otobüse atlayarak tırmanmaya başladık Hattuşa’nın zirvesine, Yukarı Kent’e. Aslanlı Kapı’ya kadar tırmandık. Rüzgâr ve fırtına amansız, yağmur da onlarla birlikte savruluyor, kimi arkadaşımızın şalı, kimisinin de şemsiyesi eşlik ediyor bu doğa dansına. Yerler çamur. 
O ne heyecandı öyle. Sevinç çığlıkları atanlar, ciğerlerini oksijenle doldurmaya çalışanlar, kalenin tepesinden haykırarak Hattuşa halkıyla diyalog kurmaya çalışanlar, gizli geçitten geçerek zaman tünelinde kaybolanlar, Aslanlı kapının önünde fotoğraf çektirmek için sıraya geçenler, yağmur yağıyormuş, rüzgar ıslıklarını yükseltiyormuş, ayakkabılar çamur olmuş, soğuk yüzleri yakıyormuş  kime ne…gerçekten görmeye değer bir tabloydu…


Hüseyin Bozkurt, çamur olmasın diye giymemiş spor ayakkabılarını. Kunduralarla dolaşıyor oralarda. Havalar düzelince giyecekmiş sporları…

Bilinmeyen değerler
Anadolu'nun kalbinde, bir  medeniyet mirası var. Son derece etkileyici, kayalık ve engebeli bir arazi üzerine kurulmuş bir medeniyet, Hititler’in başkenti Hattuşa. Hattuşa/Hattuşaş, Hititler'in başkenti. Hattiler tarafından “Hattuş” olarak adlandırılan şehir, Hitit egemenliğine geçtikten sonra “Hattuşa” adını almış ve 400 yıldan uzun bir süre hüküm sürecek olan bir uygarlığın başkenti haline getirilmiş. 
Günümüzde görülebilen ve çoğunluğu Büyük Kral IV. Tudhaliya dönemine ait olan kalıntılar arasında tapınaklar, kraliyet konutları ve surlar bulunmakta.
Hattuşa sanat ve mimarlık alanında olağanüstü gelişmeler göstermiş. Çok geniş bir alana yayılmış. Yapılan kazılarda burada 5 ayrı medeniyetin kurulduğu ortaya çıkmış. Burada Hatti, Asur, Hitit, Frig, Galat, Roma ve Bizans dönemlerinden kalma kalıntılar bulunmuş. Kalıntılar Aşağı Kent, Yukarı Kent, Büyük Kale (Kral Kalesi) ve Yazılıkaya'dan oluşmakta.
Hattuşa'daki kalıntıları ilk olarak Fransız arkeolog Charles Texier keşfetmiş. 1893-1894 yıllarında. Kazılar başlatılmış, şehrin büyük bir kısmı açığa çıkarılmış ve restore edilmiş. Dönem Osmanlı İmparatorluğu dönemi. 
Ortaya çıkan yazıtlardan Hattuşa’nın MÖ 1600'lerde Hitit Devleti'nin başkenti olduğu anlaşılmış. Kurucusu I. Hattuşili imiş.


Rehberimiz Yasin Eyüpoğlu’nun anlattığına göre; “iki kilometrekarelik bir alana kurulmuş olan Hattuşa,  yaklaşık 6 km uzunluğundaymış ve  yüksek kulelerin bulunduğu bir surla çevriliymiş. Şehre değişik kapılardan giriliyormuş.  Kapılar, Aslan, Sfenks ya da Tanrı betimi gibi gayet ince taş işçiliği gösteren çeşitli kabartmalarla süslüymüş. 

Kale, direkli galerilerle çevrilmiş dört avlu etrafına dizilmiş yapılar, kral ve ailesinin yanısıra saray memurları ve altın mızraklılar olarak adlandırılan nöbetçi askerleri de barındırıyormuş. Kralın kabul salonu ve üç ayrı yerdeki çivi yazılı tabletlerin arşiv odaları  büyük kaledeymiş.


Aşağı Şehir olarak adlandırılan alanda konutların yanısıra, ülkenin en yüksek tanrıları olan Fırtına Tanrısı ile Arinna'nın Güneş Tanrıçası'na adanmış “Büyük Tapınak” ları var. Tapınağı çevreleyen depo odalarında erzak küpleri var. Şehrin en büyük arşivlerinden biri yine burada bulunmuş: 
Hititler Mezopotamya'dan öğrendikleri çivi yazısı ile kil tabletler üzerine anlaşmalar, resmi yazışmalar, kanunlar, kült kuralları ve hatta edebi metinleri kaydetmişler. Hattuşa'da onbinlerce çivi yazılı tabletin bulunduğu arşivler, 1915 yılında Hitit dilinin çözülmesiyle Hititoloji denilen yeni bir bilim dalının doğmasına sebep olmuş. Bugün özellikle Türkiye, Almanya, İtalya, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde pek çok bilim insanı bu konuda araştırmalarını sürdürmekteymiş.

Hattuşa, Hitit İmparatorluğu'nun siyasi başkenti olmanın yanısıra, ülkenin dinî merkezi işlevini de görmüş. Bugüne kadar 31 tapınak kazılmış; ancak toprak altında daha çok sayıda tapınağın varolduğu sanılmaktaymış.  
Hattuşa'dan Bin Tanrılı Şehir olarak söz edilirmiş. Bu tanrı bolluğu, Hititlerin çok ilginç bir geleneğinden kaynaklanırmış. Onlar, diğer ülkelerin, özellikle de yendikleri komşularının tanrılarını kızdırıp gazaplarına uğramaktansa, armağan ve dualarla saygılarını dile getirip kendi tanrıları arasına katıyorlar ve hatta adlarına tapınaklar inşa ediyorlarmış. Bazı bilim insanları yabancı şehir ve ülkelerin tanrılarına adanmış tapınakların, aynı zamanda bu ülkelerin elçilik görevini üstlendiklerini ve bu şekilde hem siyasal, hem ekonomik ilişkilere kolaylık sağladıklarını düşünmektelermiş.


Osmanlı İmparatorluğu zamanında başlayan ve Cumhuriyet döneminde ara verilen kazı çalışmalarına son yıllarda tekrar başlanmış. 
Hattuşa'daki kazı çalışmaları, Hitit dünyasının aydınlanmasına kaynak olacak çivi yazılı tabletlerin yanısıra, çanak çömlek, aletler ve takılar gibi müze vitrinlerini süsleyecek eserleri günışığına çıkarmaya devam etmekte. Bu çanak ve çömlekler sadece bir fonksiyonu icra etmek için yapılmamış, estetiğe çok önem verilmiş.  

Adalet
Yasin anlatmaya devam ediyor. “Hititler’de hak ve adalet fikirleri sağlam esaslardı. Hititler, bu anlayışı erken zamanlarda kavramışlar ve adaleti Güneş ile sembolleştirmişler; güneş tanrısı Arinna, hak ve adaletin koruyucusu görülmüştür. 
Hitit hukuk sistemi Sümer kanunlarından etkilenerek hazırlanmıştır. Eski Mısır ve Mezopotamya gibi Hititler de adalet kavramını güneşle sembolize etmiştir. Sümerlerde olduğu gibi Hititlerde de mülkiyet hakkı güvence altına alınmıştır. Köle dahil olmak üzere, herkesin mülkiyet hakkı vardır. Hititler aile hukukuna ve ceza hukukuna büyük önem vermişlerdir. Yaptıkları medeni kanunla evlilik resmi bir sözleşme olarak kabul edilmiştir.
Kanunlar, mahkeme zabıtları, ticari senetlerden elde edilen bilgilere göre,  hayvancılık ve ziraat koruma altındadır. Bu kanunları yazılı hale getiren kralın, Alluwanda olduğu ileri sürülmüştür.

 

Ceza Hukuku
Hititler, bir suçun cezasını, bedelini ödeme üzerine belirlemişlerdir. Hititlerde; tekere bağlama, kazığa çakma, boyunduruğa koşma gibi, işkenceli cezalar da vardır. Ölüm cezası nadiren verilir ve verilmesine neden olan suçların başlıcaları şunlardır: Krala karşı gelmek, hayvanlarla seksüel ilişki, büyücülük, kardeşler arası evlilik… Ancak kralın bu cezaları affetme yetkisi vardır.
Hititler’de kan bedeli(kısas) isteme hakkı da vardır. Öldürülen kişinin tarafı, öldüren için idam veya yerine geçen başka bir istekte bulunabilirdi. Hırsızlık büyük suçtur ve kölelerin işlediği suçların cezası, hürlerin işlediği suçların cezasının yarısıdır.“

Yazılıkaya
Hattuşa'nın en büyük ve etkileyici kutsal mekânı, şehrin biraz dışında yer alan, yaklaşık 12 metre yüksekliğindeki kayalar arasına saklanmış Yazılıkaya, Kaya Tapınağı. Özellikle ilkbahardaki yeni yıl kutlamalarında kullanıldığı düşünülen bu açık hava tapınağında, ülkenin bütün önemli tanrıları, kayalara kabartma olarak işlenmiş. Zamanında boyalı olduğu sanılan bu kabartmalardan oluşan bir kulis içerisinde, MÖ 13. yüzyılda günlerce süren kült kutlamaları, geçitler ve kurban törenleri yapılıyormuş.
Bu parlak dönemden sonra gücünü yitirmeye başlayan İmparatorluk MÖ 1200'den kısa bir süre sonra haritadan silinmiş. 17. yüzyılda Maraş'tan gelen Dulkadiroğlularının bir kolu buraya yerleşmiş. Eski adı Boğazköy, şimdiki adı Boğazkale olan bu küçük ilçe bugün Çorum iline bağlıdır.
Hitit İmparatorluğu çoktan yıkılmış olsa da, tamamen unutulmadığı, başkentinin UNESCO Dünya Mirası listesine alınmasından anlaşılıyor. 
New York'taki Birleşmiş Milletler binasında Hattuşa'da bulunmuş bir çivi yazılı tabletin büyütülmüş kopyası asılıymış. Bu tablet, Hitit Büyük Kralı III. Hattuşili ile Mısır Firavunu II. Ramses arasındaki barış anlaşmasını içermekteymiş. Yaklaşık 5200 yıllık bu döküman, bugün dünyayı idare edenlere bu tür anlaşmaların binlerce yıllık bir gelenek olduğunu göstermekteymiş.”


Yazılıkaya’da bir halı satış mağazası açılmış. Muhtar kooperatifin başkanlığını yapıyor. Birbirinden güzel halılar var mağazada. Kök boyasıyla boyanıyormuş ipler. %90 oranında da ipek kullanıyorlarmış halılarda. Almak için niyetlenenler oldu, ancak yük meselesi var, bir de henüz gezinin ilk günündeyiz. Daha 11 gün var. 
Çay ikram ettiler. Bol kazanç dileyerek ayrıldık Yazılıkaya köyünden.

Alacahöyük
Alacahöyük, Çorum’un Alaca ilçesinden 15 kilometre uzaklıktaki Höyük Köyü’nde bulunmaktadır. 
Alacahöyük’de, M.Ö 3500-3000 yıllarına denk gelen, Bakır-Taş Çağı’na ve Erken Tunç Çağı’na ait kalıntılar ortaya çıkarılmış. Alacahöyük’de ilk kazılar 1907’de yapılmış.  
Anadolu halkının büyük çoğunluğunu Hattiler oluşturmaktaymış. Henüz bir netlik kazanmamakla birlikte, dillerinin Kafkas grubuna girdiği düşünülmekteymiş. Ayrıca Hititlerin de Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya girdikleri düşünülmekteymiş. Alacahöyük Kral Mezarlarının Hititli Kral ve Kraliçelerine ait olduğu sanılmaktaymış.


Antik Yunan mitolojisindeki Prometheus efsanesi de Hattilere veya Hititlere dayanan bir hikaye olabilirmiş.Okuyalım:

Prometeus’tum çiviyle çakılırken taşlara ciğerimi kartallara yedirdim,
Spartaküs’tüm köleliğin çığlığında, aslanlara yem oldum tükendim,
Kör kuyuların dibinde Yusuf’tum, Kerbela Çölü’nde Hüseyin,
Zindanlarda Cem Sultan, sehpada Pir Sultan,
Kaçıncı ölmem kaçıncı dirilmem bu tanrılardan ateş çaldım yüzyıllarca tutuştum
Üst üste yandım bir Anka kuşu gibi anne,
Bir Anka kuşu gibi, kendimi külümden yarattım.

Sonuç:
Hitit duvar yazılarından alınmış bir dua metniyle yazımı sonlandırmak istiyorum. :

Tanrım;
Beni yavaşlat. Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir... Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele... 
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver . 
Sinirlerim ve kaşlarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür. 
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol... 
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı,  balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret... 
Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat. Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim...
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla. Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır... 
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et. Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim. 
Ve hepsinden önemlisi.... 
Tanrım,  bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET,  
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR, 
İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL,
Ve Beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak DOSTLAR ver...  Amin!
(Hititlerin M.Ö 2.000 yıllarındaki duvar yazılarından alınmıştır- Cemal Borandağ-Yazar-15 Şubat 2019)

Devam edecek

Rüştü Kam

16 Nisan 2015 Perşembe

VENİ VİDİ SCRİPSİ (II)

"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

YOZGAT

Berlin Türk Eğitim Derneği (TED) in Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu Gezisi‘nin 2.sini Yozgat üzerine yazmak istedim.
Aslında tur rotamızın içinde Yozgat yoktu. Bozkurt kardeşlerin yeğenleri Yozgat’ta görevliymiş. Bu vesile ile bir saat mola verdik. Tarihi mekân ve eser açısından fakir, buna rağmen şirin bir şehir Yozgat. Saat Kulesi’nin yanında nereye gideceğiz ne yapacağız diye istişare ederken, birisi selam verdi. „Yabancısınız herhalde. Kendimi tanıtayım, ben Mehmet Ali Çakır. Eczacıyım. MHP’den Milletvekili aday adayıyım. Hoş geldiniz Yozgat’a.“

-Vaktiniz varsa Yozgat’ı bize anlatabilir misiniz?
-„Memnuniyetle“.

Çakır önden biz arkasından başladık Yozgat sokaklarını arşınlamaya. İlk önce Saat Kulesi’ni anlattı: „Kuleyi, Tevfikizade Ahmet Bey, Belediye Başkanlığı sırasında yaptırmış. Mimarı Şakir Usta. (1325 / M.1902- 1908) Yozgat’ın sembollerindendir. İsteyen kuleye çıkabilir. Yozgat ili, tahminen 5000 yıllık bir geçmişe sahiptir. Yozgat çevresinde ilk siyasi birliğini kuran devlet Hititler’dir. Hititler döneminde, bugün Çorum sınırları içinde bulunan Hattuşa antik şehri kurulmuştur. Yozgat Osmanlı‘nın son döneminde Bozok Sancağı olarak geçmektedir. Yozgat kalkınmada birinci derecede öncelikli yöreler kapsamındadır.

İlin asıl adı "Bozok" olup, 1927 yılında ismi "Yozgat" olarak değiştirilmiştir. Oğuzların; "Bozok" koluna mensup Türkmenler’in bu bölgeye akınıyla birlikte, yöre "Bozok" ismiyle anılmıştır. 1800'lü yıllara doğru bu ismin yanı sıra "Yozgat" adı da telaffuz edilmiştir.
Yozgat adının menşei konusunda, değişik söylentiler ileri sürülmektedir. Bir rivayete göre, Yozgat; Aşiret Reisi Ömer Cabbar Ağa, sürülerini bir yaz günü yaylakta otlatırken karşısına Hızır çıkar ve Cabbar Ağa'dan içmek için süt ister. Güler yüzlü Ömer Ağa hemen misafirine hizmete koyulur ve gönül hoşluğu ile sütü ikram eder. Hızır sütü içtikten sonra çok memnun kalır ve Cabbar Ağa'ya "Çobanoğlu, yozuna yoz katılsın, memleketinin adı Yoz-Kant olsun" der ve kaybolur. Bu söz söylene söylene dada sonraları Yoz-Kant “Yozgat” halini alır.“

Çakır çok sevecen ve cömert birisi; Yozgat’ın parmak çöreğinden ikram etmek için bizleri fırına kadar götürdü ve her bir arkadaşımız için ikişer çörek sipariş etti. Hemen sonra birlikte Çapanoğlu Camii’ne götürdü bizleri ve başladı anlatmaya: „ Caminin isminin kaynağı hakkında her ne kadar tatmin edici bir bilgi yoksa da uzun yıllar bu bölgenin böyle anıldığı bilinmektedir. Cami iki kısımdan meydana gelmekte. Birinci kısmı Çapanoğlu Ahmet Paşa’nın büyük oğlu Mustafa Bey tarafından Hicri 1193 yılında; ikinci kısım ise kardeşi Süleyman Bey tarafından Hicri 1209 yılında yaptırılmıştır. Caminin hemen yanında Çapanoğlu ailesinin mezarlığı vardır. Aynı zamanda Bozok Sancağı da bu mezarlıkta asılı durur.“

Ancak bu tarihi esere hiç yakışmayan bir ilan ile karşılaştık. Caminin hemen girişine Polisle ilgili bir ilan asılmış. Yetkililerimiz güzel şeyler yapıyorlar ama, belirli bir bilinçle olmasa gerek diye düşündük. Ufuk gerekiyor, vizyon gerekiyor, estetik anlayışı gerekiyor. O zaman belki bu gibi çirkinliklere son verilir.

Çakır bu kısa beraberlikten sonra bizi otobüse kadar uğurladı. Sonunda “Oyunuzu MHP’ye verin” demeyi de ihmal etmedi. Mehmet Bey’e başarılar dileyerek ayrıldık Yozgat’tan. Sonradan öğrendiğimize göre Çakır, ikinci sıradan aday gösterilmiş.

Rehberimiz Yasin, Yozgat’ı otobüste anlattı. Boğazlayan Kaymakamı’nın hikâyesi bir devre ışık tutuyordu sanki. Bu hikâye 1915 olaylarını özetler gibiydi. Rehber Yasin’in anlattığına göre, Kaymakam Kemal bey, günah keçisi olarak seçilmiş. Hükümetin emrini yerine getirmekten başka suçu olmayan Kemal Bey ise, "mâruf “ Nemrud Mustafa Paşa'nın başkanlığındaki, çoğunluğunu Ermeni üyelerin meydana getirdiği Divân-ı Harb tarafından "Ermeni tehcirinde vazifesini kötüye kullanarak ölümlere sebep olduğu gerekçesiyle" ölüme mahkûm edilmiş; Beyazıt meydanında asılarak karar yerine getirilmiş.(8 Nisan 1919)

Olay şöyleymiş:
“Yüz yıllar boyu Osmanlı topraklarında huzur ve güven içinde yaşayan Ermeniler, Osmanlılar'ın zayıflamaya başladıkları bir zamanda, dış güçlerin tesiriyle devlet kurma hayâline kapılıp yer yer isyan çıkarırlar; kadın, çocuk, ihtiyar demeden sivil halkı katlederler. İmparatorluk zâten büyük gaile içindedir. Ermeniler'in "içten" vuruşları devleti güç durumda bırakır. Başta bulunan İttihad ve Terakki hükümeti bir kânun çıkartarak Ermeniler'in tehcirine karar verir. Sadrâzam Talat Paşa'nın imzasıyla yayınlanır karar. (14 Mayıs 1331 (1915)
Dâhiliye Nezâreti, o sıra Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili olan Kemal Bey’e bir şifreli telgraf çeker: "Kazanın dâhilinde bulunan bilumum Ermenileri 24 saat zarfında yola çıkaracaksınız, bunların sevk edileceği istikâmet Suriye'dir. Şifrenin alındığının acele bildirilmesi."

Telgrafı alan Kemal Bey kaza hudutları içindeki Ermeniler'in tehcirini emreder ve bizzat uygulamaya girişir. Mondros Mütârekesi’nden sonra ise, İtilaf devletlerinin baskısıyla Dâmad Ferit hükümeti, Ermeni tehcirinde suçlu gördükleri yöneticileri Divân-ı Harbe sevkeder. Bunlardan biri de idealist vatansever Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey'dir. Hayret Paşa başkanlığında kurulan mahkemede, beliğ bir savunma yapar Kemal bey. Savunmasında asıl suçluları işaret ederek şöyle der:

“.. savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla, iddia makamının da isteği üzerine kurbanlar verilmesi bir siyâset icabı sayılıyorsa bu kurban ben olamam. Siz kurban seçmekle değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdani görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa her hâlde bütün bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir".

Karar verilmiştir bir kere. Savunmanın tutarlılığı ve güzelliği mahkemeyi etkilemez. Kemal Bey "peşin hükümlü" Nemrut lakaplı Mustafa Paşa başkanlığındaki mahkeme tarafından 8 Kasım 1919'da idama mahkûm edilir. Bu karar, "savaş suçluları " aleyhine verilen ilk idam cezasıdır.

Krarı tasdik edilmek üzere saraya gönderilir. Pâdişâh Mehmed Vahideddin karârı tasdik etmek istemez. "Bu yoldaki hükümler devam edecek olursa, iş intikam ve bilahare mukâtele şeklini alacağından çekinere, şeyhülislâm tarafından fetva verilmesini talep eder.”

Mustafa Sabri Efendi’nin verdiği fetva Padişah Vahdettin’e ulaşmadan Damat Ferit Paşa tarafından manipüle edilerek kaymakamın idamı gerçekleşir. Kemal Bey sehpâda halka dönerek son sözünü söyler:

"Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum, son sözüm bu gün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adalet!.."

Meydana yığılan on binler hep bir ağızdan bağırır: "Kahrolsun böyle adalet!.." Kemal Bey sözüne devam eder:

"Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk milletine çocuklarımı emânet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Vatan uğrunda cephede ölen bir insan gibi şehit gidiyorum. Allah vatan ve milletimize zeval vermesin,.. Amin!.,"

Halk hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Az sonra 35 yaşındaki gencecik büyük vatan sever darağacında sallandırılacaktır ve Kemal Bey'in üzerinden çıkan vasiyeti târihe bir belge olarak damgasını vuracaktır:

"Merhum sevgili oğlum Adnan'ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdili çayındaki kabristanda yavrumun yanında gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy'de sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar caddesinde 67 numaralı hanededir. Adı İsmet Hanım'dır. Defin masrafı teyzeme tevdi" buyurulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve memleket uğrunda şehid olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal'in ruhuna Fatiha!.. Perişan zevcem Hatice'ye, yavrularım Müzehher ve Müşerrefe muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyurulmasını vatandaşlarımdan beklerim.

Türk milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah millet ve memlekete zeval vermesin. Ferdler ölür, millet yaşar, inşallah Türk milleti ebediyyete kadar yaşayacaktır". (Türk Dünyası Tarih Dergisi Mayıs 1988 Sayı:17 Sayfa:44-46)

Ruhu Şad Olsun.

Devam edecek...

Rüştü Kam

8 Nisan 2015 Çarşamba

HAYATI TERSTEN YAŞAMAK

İşte, ağlayarak gözlerimizi açtığımız yalan dünya. Yaşamak için öldüren caniler ve öldürülen mazlumlar burada yaşıyor. Güçlüler tarafından, ellerine vura vura malları alınan garip-guraba burada yaşıyor. Koca Ozan Aşık Veysel’in dizelerinde anlamını bulan yalan dünya işte burası:  “İki kapılı bir han”.  Can Yücel çok güzel anlatmış o hanı; hayatı, doğumu ve ölümü. Okuyalım. Ancak, sadece okumak yetmiyor, anlamak için biraz da düşünmek gerekiyor. Hayatın sonundaki hiçliği kabullenmek oldukça zor. Ancak, her canlının tadacağı mutlak  gerçek, işte o hiçlik: 
“Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir..
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel,
Hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı ?
Camide uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içeresinde,
Herkes karşınızda saf durmuş,
iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette.
Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar,
çocuklar torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor,
Aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev....
Altmışlı yaşlara kadar her şey garanti,
huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz
ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket
ve altın kol saati veriyor patronunuz...
Genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir
insan olarak işe başlıyorsunuz.
Herkes karşınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor,
Fevkalade... Aman ne güzel günler başlıyor...
Derken bir gün patron size artık üniversiteye
gitsen daha iyi olur diyor.
Bu arada babanız ortaya çıkmış, "fazla çalıştın" diyor "artık eve dön, işi
bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun..." keyfe bakar mısınız ?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor.
Ekmek elden, su gölden bir dönem başlıyor.
Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor,
araba kullanma derdi de yok artık...
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar,
"evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna" diyorlar..
Mamanız ağzınıza veriliyor,
zaman zaman altınızı bile temizliyorlar,
hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor
ve başka bir keyifli dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz.
Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok,
bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık,
gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Ve günün birinde müthiş bir olayla hayatınız bitiyor...; ”

Rüştü Kam

VENİ VİDİ SCRİPSİ ( I) 2015

 "Geldim, gördüm, yazdım"

Berlin Türk Eğitim Derneği (TED)7. gezisini Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’ya yaptı. 29 kişinin katıldığı gezi 12 gün sürdü. Tarihi eserlerin ziyaretinin esas alındığı geziden katılanlar oldukça memnun oldu. Çorum sınırları içindeki Hattuşa’dan başlayan tur Anıtkabir’de sona erdi.
Sırasıyla her ilimizi ayrı ayrı yazacağım. Ancak bu ilkyazımı Ankara/Anıtkabir’e ayırmak istedim.

Sabah saat 07’ de Sivas’tan yola çıktık. Yozgat’ta 1 saat mola verdikten sonra saat 13.00‘te Ankara’ya ulaştık. Havanın güneşli olması ziyaretimizi kolaylaştırdı. Tandoğan kapısından girdik Anıtkabir’e. Kapıda güvenlik kontrolünden geçtik. Aslanlı yolun başında nöbet tutan askerler hareketsiz duruyorlar. Selam verdim onlara, hayırlı nöbetler diledim. Gözlerini hareket ettirerek aldılar selamımı.
Yol boyunca aslanlar eşlik etti bizlere. Rehberimiz Yasin Eyüpoğlu’nun anlattığına göre, bu yolda dikkatli yürümek gerekiyor. Yere aralıklar halinde döşenmiş taşlara takılarak düşmek mümkün. Anıtkabir’e giderken başın sürekli olarak yerde olması için taşlar eşit aralıklarla döşenmiş. Mecburi saygı yani.

Rehberimiz anlatmaya devam etti: “Atatürk 10 Kasım 1938’de İstanbul’da öldüğü zaman cenazesi Ankara’ya götürülmüş, geçici olarak Ankara Etnografya Müzesi’ne konmuş 15 sene bu müzede kalmış. Atatürk’e lâyık bir mezar yapılabilmesi için de uluslararası bir proje yarışması açılmış. Yarışmayı Türk mimarlarından Emin Onat ile Orhan Arda’nın ortaklaşa yaptıkları proje kazanmış. Anıtkabir’in yapımı 1945’te başlamış, 1953’te tamamlanmış.
Anıtkabir üç bölümden oluşuyor; yol, avlu ve şeref salonu. Yolun uzunluğu 180metre. Yanlara aslan heykelleri, meşaleler ve servi ağaçları dikilmiş.
Kabir avlunun sol ucunda yer alıyor. Bunun içindeki şeref salonunun yüksekliği 20 m, eni 32 m, boyu 60 m’dir. Tavanına altın mozaikle Türk motifleri işlenmiş. Salonun gerisindeki pencerenin önünde lahit bulunuyor. Mezar lahdin altındadır.
Cemal Gürsel de İnönü gibi önce içeriye defnedildiği halde sonra dışarıya alınmış. Böylece üst düzey devlet görevlilerinin avlunun içine defnedilme isteğinin önüne geçilmiş.“

Rehberimiz Çanakkale Savaşı‘nın ve Kurtuluş Savaşı‘nın canlandırıldığı bölümleri de anlattı bizlere. O savaşlara komuta edenleri ve emeği geçenleri de. Duygulandık.
Çünkü bizim, Kurtuluş Savaşı’nın nasıl başlayıp nasıl geliştiğini gezimiz süresince bizzat yerinde gözlemleme imkânımız oldu. Biz, Mustafa Kemal’in (Cumhuriyet kuruluncaya kadar ismi Mustafa Kemal’dir) Vahdettin’in İngilizlerden aldığı tahsildar vizesiyle Samsun’a çıktığını, bu görevi Mustafa Kemal ve 18 arkadaşına bizzat Vahdettin’in verdiğini biliyorduk. Biz, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Bandırma gemisiyle güven içinde Samsun’a çıktığını da biliyorduk. Biz, bu bilgiler ışığında Samsun’dan Mustafa Kemal’le birlikte çıktık yolculuğa; Amasya, Erzurum ve Sivas Kongreleri'ni O’nunla birlikte yaparak Anıtkabir’e geldik. (geniş bilgiyi Murat Bardakçı’nın Şahbaba isimli kitabından öğrenmek mümkündür)

Mustafa Kemal’in, Mustafa Kemal olarak aldığı kararlar sarıklı mücahitlerle alınan kararlardır.* Bu kararların altında müftülerin ve hocaların da imzaları vardır. Kurtuluş Savaşı süresince onlarla istişareler yapılmış ve alanda onlarla işbirliği yapılmıştır. Halkın vicdanına hitap edenler bizzat onlardır. Müftülerdir, Hocalardır, Sarıklı Mücahitlerdir. (daha geniş bilgi için, Cemal Kutay’ın, Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan, Kurtuluşun ve Cumhuriyet’in Manevî Mimarları adlı eserine bakılabilir. (Ankara, 1973)

Ancak Anıtkabir’de bu mücahitlerden eser yoktur. İnanın Mehmet Akif hakkında bile bilgi yok Anıtkabir’de. İstiklal marşımızın yazarı olan Mehmet Akif Ersoy. “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” diye niyazda bulunan Mehmet Akif Ersoy. İstiklâl Marşı yazan şairlere ayrılan parayı bile almayan Mehmet Akif Ersoy.  Çocukları sefalet içinde ölen, kendisi Mısır’a sürgüne gönderilen Mehmet Akif Ersoy.

Kurtuluş Savaşı sırasında köy köy,  kasaba kasaba, şehir şehir dolaşarak verdiği vaazlarla halkı savaşa hazırlayan Mehmet Akif Ersoy.
Kimler Anıtkabir’in tasarımı hakkında söz sahibi iseler, bu vebalin altından kalkamazlar. Bunlar Türkiye’nin Müslümanlaşmasından korkan, başkalarıyla iş tutan satılmışlar olmalıdırlar.  Atalarımız boşuna dememişler; “Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner.” diye.

Yazımı, Mehmet Akif’in İstiklal Marşı şiirinin son dörtlüğüyle sonlandırmak istiyorum:
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!

Rüştü Kam

*Atatürk olduktan sonra aldığı kararlarda bu insanların imzası yoktur.

16 Mart 2015 Pazartesi

8 Mart Dünya Kadınlar Günüdür



Rüştü Kam

8 Mart, kadınlar günü olarak kutlanıyor. 8 Mart 1857 tarihini esas alırsak, yani, bugünün kutlanmasına vesile olan çoğu kadın 129 işçinin öldüğü günü. Bugünün kadınlar günü olarak kutlanması bana mantıklı gelmiyor. Ortada bir ölüm var ve biz o ölümü kutluyoruz sanki.

Böyle de olsa,  kadınların hak elde etmek için organize olmaları takdire şayandır. Gasp edilen haklarını elde etmek için programlar düzenlenmesi elbette alkışlanacak bir durumdur. Ortaçağ Avrupası’nda insan olarak bile kabul edilmeyen kadınların 21.yy.’da hak aramaya çıkmaları gurur vericidir. Kadınlar, Avrupalı erkeklere önce insan olduklarını kabul ettirmişler, arkasından da insan haklarından istifade etmenin yollarını aramaya çıkımışlar, bu onurlu brir mücadeledir.

Ancak bu onurlu mücadele hiç bir kadını ötekileştirmeden yapılmalıdır. İnancından dolayı, ırkından dolayı bulunduğu mevkiden dolayı hiçbir kadın dışlanmamalıdır. Mücadelelerinin temelini sadece insan hakları oluşturmalıdır:

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilk 5 maddesi, yapılacak etkinliklerin vazgeçilmezleri olmalıdır:  (10 Aralık 1948)
Madde 1: Tüm insanlar özgür, değer ve hak bakımından eşit olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalıdırlar.
Madde 2: Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir. İnsanlar ulusal ve toplumsal kökenleri, zenginlikleri, doğuş farklılıkları ya da herhangi başka bir ayrım gözetilmeksizin bu bildirgede belirtilen tüm haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilirler.
Madde 3: Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
Madde 4: Hiç kimse kölelik ya da kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü biçimiyle yasaktır.
Madde 5: Hiç kimseye işkence yapılamaz; kıyıcı, insanlık dışı, onur kırıcı ceza ve davranışlar uygulanamaz.

Kadın hakları ile yapılan toplantıların merkezine sadece kadın hakları konulmalıdır. Sağcılık, solculuk, din ve dindarlık, partiler konulmamalı, ideolojiler konulmamalıdır. Bu toplantılarda dine, ırka ve mukaddes değerlere saldırılmamalı, inancından, başörtüsünden dolayı kimse kınanmamalıdır. Özlenen tablo böyle bir tablodur. Başı açık olan kadın hangi derecede onore ediliyorsa, başı kapalı olan kadın da aynı derecede onore edilmelidir.
”Dünyanın birçok yerinde kadınlar hâlâ, sırf kadın oldukları için, pek çok sorunla karşı karşıya kalmaktadırlar. Tüm sorunlara rağmen, günümüzde artık ister Türkiye'de ister Almanya'da olsun, ülkemiz kadınları sosyal hayatın içinde etkin olarak yer almaya başlamıştır. Kadınlar toplumu ileri götüren sosyal dinamiğin temel kaynağıdır. Özellikle annelik rolleriyle yeni nesillere şekil vermektedirler. Bu anlamda, „bir kadını eğitirseniz, bir kuşağı eğitirsiniz" sözünü çok isabetli bulmaktayım. Dolayısıyla kadına yapılan yatırım, aslında geleceğe yapılan yatırımdır.” (Gamze Karslıoğlu)

İdeolojiler ön plana çıkarılırsa, mütedeyyin insanlar her türlü olumsuzluğun merkezine konulursa onların da kendilerini savunma hakları doğar. Tarafların nefislerine yenik düştükleri durumlarda kavga kaçınılmaz olur.

Mesela; 28 Şubat öncesi ve sonrasında ikna odalarında başları zorla açılan, üniversitelerden başörtüsü yüzünden atılan kızların diyecekleri vardır. Bir denemin Türkiyesinde askerdeki çocuğunu ziyaret etmek isteyen ve bu isteği kabul edilmeyen annelerin söyleyecekleri vardır. Geçmişte, her vesileyle kamusal alan adı altında uydurulan mekânlara sokulmayan, oralarda çalışmalarına müsaade edilmeyen başörtülü kadınların söyleyecekleri vardır. Sırf başörtülü olduğu için milletvekili seçilemeyen, seçildiği halde sosyal demokrat bir başbakan tarafından meclisten kovulan kadınların da diyecekleri vardır.

Aranan hak kadın hakkı ise ve bu hak gasp edilen hak ise, kimin hakkı olursa olsun o hak, hak sahibine iade edilmelidir. Irk, din, dil ayırımı yapmadan iade edilmelidir. O zaman sahici bir hak arayışı söz konusu olur ki; bütün toplumu kapsar ve toplumun geniş yelpazesinden alkış alır. Aradığımız, özlediğimiz etkinlikler böylesi kucaklayıcı etkinliklerdir.

8 Mart kadınlar günü toplantılarına başörtülü kadınları temsilen de konuşmacılar çağrılmalıdır. Bakalım onlar hak olarak neleri isteyecek, uğradıkları haksızlıkları nasıl sıralayacaklar? İkna odalarındaki çektikleri sıkıntıları nasıl dile getirecekler?  Onlar da dinlenilmelidir, onların psikolojik durumları da  gözlemlenmelidir.

Ha-ber.com’un sayfasından aldığım bir araştırma var. Bu araştırmayla yazımı sonlandırmak istiyorum. Her fırsatta, Türkiye’yi hedefe koyanların bu araştırmadan ibret alacaklarını umuyorum:

“8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde utanç verici bilanço. Avrupa çapında 28 Avrupa Birliği üyesi ülkede 42.000 kadın ile yapılmış bu araştırma. Ortaya çıkan sonuçlar korkunç düzeyde. Kadınların üçte biri 15 yaşından itibaren fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddete maruz kalmış. Almanya'da bu oran hatta % 35’e ulaşıyor: Her 5 kadından biri şiddete maruz kalmış. Her 20 kadından biri tecavüze uğramış.”(Die Agentur der Europäischen Union für Grundrechte)

Not: Türkiye AB üyesi değildir.

10 Mart 2015 Salı

ULUSLARARASI TURİZM FUARI (İTB)


 
Uluslararası Turizm Fuarı (ITB) sona erdi. Berlin’de yapılan fuarın bu sene 49’uncusu düzenlendi. 

Fuara 186 ülkeden 10 bin turizm firması katılmış.  Dünyanın dört bir yanından gelen katılımcıların tek amacı bir sonraki tatilinizde sizi ülkelerinde ağırlamak. 3 bin metrekare alan üzerinde kurulu olan Türkiye,  bu sene Türk Hava Yolları'nın yanı sıra oteller, seyahat acenteleri, iller, birlikler, dernekler ve kalkınma ajansları olarak toplam 120 turizmci ile fuara katılmış. Göğsümüz kabardı.



Türkiye’yi dünyaya tanıtmak için hükümetler tarafından yapılan teşvikler, sağlanan imkânlar gözden kaçmıyor. Türkiye dünyanın gözbebeği bir ülke. Dört iklim yaşanıyor. Güneşi bol, kumu bol, tarihi eserler açısından zengin, dini turizm açısından ilgi çekici, hem Putperestlerden, hem Hristiyanlardan hem de Müslümanlardan kalma dünyada eşi ve benzeri olmayan dini yapıların, mabetlerin, tapınakların bulunduğu, çeşitli medeniyetlerin gelip geçtiği müstesna bir ülke Türkiye.  Mutfağı da fevkalade zengin.

 

Hattuşaş’ıyla, Efes’iyle, Ani Harabeleriyle, Göbekli Tepesi’yle, Laodikyası’yla, Pamukkalalesi’yle insanlık tarihinin ilk medeniyetlerinin kurulduğu harika bir ülke. 

Ancak Türkiyeli turizmcilerin tanıtım konusunda çok eksiklikleri var. Başta özgüvenleri yok Türk tanıtımcıların. Kendi zenginliklerini tanıtmaktan çekiniyorlar, laiklik adına çekiniyorlar, çağdaşlaşmak adına çekiniyorlar. Biz Avrupalı olacağız derken kaybetmişiz bu değerleri. Biz Avrupalı olursak, biz olamayız ki. Biz, biz olmazsak Avrupalı ne yapsın bizi ve bizim ülkemizi. O zaten Avrupalı, orijinal, çakma değil.

 

Uluslararası Turizm Fuarını (ITB),  Mustafa Ekşi ile birlikte dolaştık. 5 saat kaldık içerde, ayaklarımıza sarısu indi.  Standları tektek gezdik. Gözlerimiz Giresun’un fındığını, Rize’nin çayını, Ege’nin zeytinyağını ve incirini, Manisa’nın üzümünü aradı, Ezine’nin peynirini, Malatya’nın kayısısını aradı.

 
 
Yanında lokumu ve suyu ile ikram edilen Türk kahvesi standını aradı, İnce belli bardakta ikram edilen Türk çayı standını aradı, Türk lokumunu, şekerlemelerini aradı... Ama maalesef yorgun bir vaziyette geri döndü, bulamadı aradığını. 

Denizli’nin tanıtım standına gittik, özlem gidermek de vardı amaçlarımızın arasında. Hemşehrilerimizi görecektik: Yüzümüze bile bakmaya ihtiyaç duymayan bir erkek ve dil ucuyla bize hoş geldiniz diyen bir bayan vardı stantta. Denizli hakkında bilgi almak istedik, bayan elimize bir broşür uzattı ve buradan okursunuz dedi. Yine de teşekkür etmeyi ihmal etmedik.

Çanakkale’nin seramiği, Devrek’in asası ve ortalıkta amaçsız dolaşan Karagöz ve Hacivat’ımız da olmasaydı tamamen elimiz boş olarak geriye dönecektik.



Hayıflandık. Diğer ülkelerle kıyas yapalım istedik ve stantları dolaşmaya devam ettik: Yunanistan; zeytinyağından baklavasına kadar koymuş standına.  
Macaristan; mahalli giysiler içinde bayanlar geleneksel tatlılarını taze taze pişiriyor ve satışa arzediyorlar, hemen yanında nezih bir ortamda bedava kahve ikram ediyorlar. 
İran; İranlı bayan fıstığını koymuş tezgâhına, ikram ediyor, ayrıca semaverler de kaynıyor. Norveç; ürünlerini kocaman bir ekranda tanıtıyor. 
Hollanda; tezgâhına peynirini koymuş ve başında da çok nazik bir bayan, peynir tanıtıyor.



Papazlar tezgâhları dolaşıyor ve şans diliyorlar. Fotoğraflar çektiriyorlar.
Almanlar sucuklarını tanıtıyorlar, mahalli giysileriyle bayanlar fotoğraf çektiriyorlar ziyaretçilerle. 

Biz daha bu işler nasıl olacak bilmiyoruz. Sarığıyla, cübbesiyle ortalık yerde dolaşan bir hoca nasıl karşılanır, bindallı giysileriyle standların önünde resim çektiren bir bayan olabilir mi, mevlevi bir dervişin standın önünde sema etmesi, bir alevinin semah dönmesi nasıl karşılanır? ‘Laiklik elden gider mi? Avrupalı bize ne der?’ gibi endişeler de artık Eski Türkiye’de kaldığına göre; bütün bu eksiklikler, beceriksizlikler neden kaynaklanıyor? 
Sanırım insanımızın yeni Türkiye’ye ayak uyduramayışından. Yetkililer bu sorunu çözmek için kolları sıvamalıdırlar.



İnsanımız her şeyi hükümetten beklememeli. Biraz da kendileri üretken olmalılar. Ülkemizi tanıtırken kendi değerlerimizle Avrupalının karşısına çıkmalıyız. Kum heryerde var, güneş her yerde var. Mevlana ve Hacı Bektaş veli ise sadece Türkiye de var. Kapadokya, Pamukkale, Türk kahvesi, Türk çayı… Sadece Türkiye de var…



Ayrıca insanlar geldikleri ülkelerde neler yiyecekler ve neler içecekler, nereleri gezecekler, hediye olarak neler alacaklar, nasıl eğlenecekler, tarihi eserler nasıl korunmuş ona da bakıyorlar. 

Müzik grupları ve dans grupları da ilgilendiriyor insanları. Almanların, Romanların müzik grupları da vardı fuarda. Türklerin müzik grupları neden olmasın. Sazıyla, neyiyle, kemençesiyle, uduyla, davuluyla, meyiyle ilgi odağı olamaz mı bizim müzik gruplarımız.

 

Bir ülke sadece kâğıtlarla ve birkaç güzel kızla tanıtılmıyor maalesef.

3 Mart 2015 Salı

“TÜRKLER TANRI`NIN GÖNDERDİĞİ CEZADIR”

Avrupalılar 1815 yılında Avrupa’nın yeniden yapılandırılması için Viyana Kongresi’nde bir araya geldiler. Bir Avrupa ülkesi olan Osmanlı İmparatorluğu bu kongreye davet edilmedi. 
Papa II. Urban’ın 25 Kasım 1095 günü Clermont Konsili'nde yaptığı "Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarmak" çağrısı belli ki devam ediyordu.

(1483 - 1546) Martin Luther sahne aldı. Luther’e göre Türkler Katolik Kilisesi’nin yanlışlarına, yolsuzluklarına karşı “Tanrı’nın gönderdiği cezadır. Türkler, Tanrı’nın öfkeli kırbacı, yakıp yıkan şeytanın uşağıdır.
Türk’ün tanrısı olan şeytanı yenmeden Türk’ü yenmek kolay olmayacaktır. Tanrı, işlenen sayısız günah ve nankörlük nedeniyle şeytan Türkleri Almanların başına bela etmiştir.
Bir Türk’ü öldüren vicdan azabı duymamalı; tersine Hristiyanlığın düşmanını yok ettiği için vicdanı rahatlamalıdır. Eğer Samson gibi güçlü olsaydım, çaresini bulur her gün bir Türk öldürürdüm...” (Ermeni Sorununu Anlamak/Uluç Gürkan)

En az Papa kadar Türk düşmanı olan Luther, Türkleri günahkâr Hıristiyanlara Tanrı tarafından verilmiş bir ceza olarak nitelendiriyor ve halkı kendilerini Türklerden koruması için Tanrı’ya dua etmeye çağırıyordu. Ortodoks Hristiyanların Katoliklerden ve de Protestanlardan da farkı yoktu. 

Viyana’ya kadar gelen Türklerin giderek Almanyaya yaklaşmaları, Luther’i çok etkilemiş, onun tarafından Türklere karşı okunacak “Türk duaları” ve kiliselerde verilecek “Türk vaazları” yazılmıştı: 

“Her şeye kadir Tanrı Baba. 
Biz Şeytan’a, Papa ve Türklere karşı hiç günah işlemedik. Bu nedenle onların bizi cezalandırmaları için ne hakları ne de güçleri vardır. Ama sen onları öfkenin değneği olarak bizlere karşı eğer istersen kullanabilirsin... 
Tanrı’m yardımcı ol bize sözlerinle. Papa’nın ve Türklerin cinayetini engelle. Onlar, Senin oğlun olan İsa’yı, Sen’in tahtından indirmek isterler.” 

Luther’in dualarıyla, Katolikler tarafından yazılmış dualar arasında gerçekte çok fark yoktu. İkisinin de temel niteliği Türk karşıtlığı, Türk barbarlığı ve Hıristiyanların onlardan korunması dileğini içermekteydi. 

Luther’den yaklaşık 400 sene sonra, Dr. Johanhes Lepsius (1858-1926) çıktı sahneye. Türk düşmanlığı bu sefer savaş meydanlarından, siyaset arenasına taşındı. Protestan Alman din adamı ve politikacısı olan Lepsius. Ermenilere yönelik yardım kuruluşları arasında ilk sırayı alan, “Alman Doğu Misyonu” ile “Alman Ermeni Cemiyeti”nin yöneticisidir. Protestan Lepsius ve Ortodoks Hristiyanlar aynı saftadır.

Ermeni dostu olarak tanınan Lepsius, Alman misyoneri sıfatıyla başta Ermeniler olmak üzere Doğudaki Hristiyanlara yapılan yardım çalışmalarını yürütmüştür. Johannes Lepsius adlı bu papazın, Ermeniler hakkında yazdığı kitapları ise bugün Batı kamuoyunda, sözde soykırımın ispatında vazgeçilmez öneme sahip kaynaklar arasında yer almaktadır. Lepsius’un bu kitapları, sözüm ona “masum ve savunmasız bir halkın uğradığı soykırım”a ilişkin tek bir belge içermemektedir.

Ve yıl 2015. Protestan ve Ortodoks ve de Katolik kiliseleri Martin Luther’in yolunda Türk=Müslüman düşmanlığına devam etmektedir. 

Almanya’da 95 yerde Osmanlı İmparatorluğu tarafından Ermenilere soykırım uygulanmıştır diye program düzenleniyor. Bu programlardan 54 tanesi Berlin’de, 15 tanesi Berlin/Charlottenburg Belediyesi tarafından organize ediliyor.  

Yaklaşık 3 milyon Türkiyelinin yaşadığı Almanya’da yapılıyor bu programlar. Berlin’de 250 bin Türkiyeli yaşıyor. Almanlar Türklerin duyarsızlığından emin olmasalar böylesine yoğun bir program düzenleyemezlerdi eminim. 

Bu programlar yapılmaya başlandı bile. Türklerden bir tepki var mı? Hayır. Kiliseler harıl harıl çalışırken, program üzerine program düzenlerken, bizim dini cemaatler ne yapıyor, başta DİTİB olmak üzere? Bir hiç. Ortak bir bildiri hazırlamışlarda demokratik haklarını kullanmak için sokağa inmişler mi? Hayır. Halkımızı aydınlatıyorlar mı, cemaatlerini, üyelerini aydınlatıyorlar mı? Hayır. Ortak bir hutbe hazırlamışlar mı? Yine hayır. 
Bu durumda Alman’a diyeceğimiz bir şey olabilir mi? Tabii ki hayır. George Bush’un başlattığı haçlı seferi bütün hızıyla devam ediyor desek yanlış olur mu? Hayır…

Örtülü Haçlı seferi bütün hızıyla devam ederken, Milletvekili Hakan Taş bile “ Türkiye soykırımı kabul etmelidir” diyerek açıkça tarafını belli etmişken, Almanya’da yaşayan 3 milyon Türkiyeli ve 4 milyon Müslüman ne yapıyor dersiniz? Ben söyleyeyim:

Her platformda birlik ve beraberlikten bahsediyorlar ama ortalıkta görünmüyorlar. Bunların kimisi sağcıdır, kimisi solcudur, kimisi Milli Görüşçüdür, kimisi Süleymancıdır, kimisi Kürt’tür, kimisi tarikatçıdır, kimisi Alevidir, kimisi Caferi’dir, kimisi Atatürkçüdür, kimisi milliyetçidir, kimisi Alperendir.   Kimisi „göbeğini kaşıyan adam“ der halkına. Kimisi “Türk Milletinin yüzde sekseni ahmaktır„ der. Kimisi de milli bir konuyu konuşmak için yapılan toplantıları fırsat bilerek, „2.000 yılından beri ülkemizde başıbozukluk“ var diye halkının demokratik tercihini küçümser ve halkına laf atar. Mevcut iktidara çamur atmak için her fırsatı değerlendirir.  

Velhasıl, kargadan başka kuş tanımazlar bizimkiler, çelik çomak oyununa devam ederler.  Eeee şimdi suçlu kimdir, kendi davasına hizmet için her yolu deneyenler mi, yoksa kendi davalarına meşrep, mezhep, parti, ırk gailesi güderek ihanet edenler mi? Varın kararı siz verin !

Bir ayet mealiyle bitirelim“ Allah’ım içimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak eder misin?“(Araf 155)

Rüştü Kam

Not: Atatürkçü Düşünce Derneğini bu konudaki çalışmalarından dolayı tebrik ediyorum.