14 Mayıs 2015 Perşembe

MİRAÇ HİKAYESİ

Mirac diye anlatılan bu hikâye aslında gece yürüyüşü olarak geçer Kur’an’da. Bu yürüyüşün de Hz. Muhammed’le ilgisi yoktur. Hz. Mûsa ile ilgilidir. İsrâ Suresi’nin 1-7 ayetlerini okuduğumuzda meselenin Peygamberimizle alâkalı olmadığı anlaşılacaktır. Ancak ben bu yazımda mevcut kabul ışığında miracı değerlendireceğim. Bakalım nasıl bir sonuçla karşılaşacağız:

Mirac: Arapça ’da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarına gelir. Dini literatürde Hz. Muhammed’in(s) göğe yükselerek Allah’ın huzuruna kabul edilmesi olayına denir. Hikâye edildiğine göre, hicretten bir yıl ya da on yedi ay önce Recep ayının yirmi yedinci gecesi meydana gelmiştir.

İki aşamada gerçekleşmiştir:
Birinci aşamada Hz. Muhammed(s) Mescid’ül-Haram’dan Beytü’l-Makdis’e (Kudüs) götürülür. Kur’an’ın haber verdiği bu aşama, gece yürüyüşü anlamındadır. İsrâ diye ifadeye konmuştur. “Yüceliğinde sınır olmayan O, Allah ki kulunu geceleyin, kendisine bazı alametlerimizi göstermek için [Mekke'deki] Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Çünkü, gerçekten her şeyi işiten, her şeyi gören O'dur.“ (İsrâ 1)
İkinci aşama Hz. Muhammed(s)’in Mescid-i Aksa’dan Allah’a yükselişidir. Bu olaydan, bu yükselişten (Mirac) Kur’an’da söz edilmez. Bu özel yürüyüşle ilgili Kur’an detay vermez.

Olayın bu kısmı ayrıntılı bir şekilde Hz. Muhammed’e atfedilen hadislerde anlatılır. Şöyle ki;
Hz. Muhammed (s), Kâbe’de amcasının kızı Ümmühan binti Ebi Talib’in evinde yatarken Cebrail gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü’l-Makdis’e getirildi. Burada Hz. İbrahim, Hz. Mûsa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılandı ve Hz. Muhammed(s) imam oldu ve diğer peygamberlere namaz kıldırdı.
Daha sonra, Mescid-i Aksa’da kurulan bir Mirac’la ve yanında Cebrail olduğu halde göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Adem, ikinci katında Hz. İsa ve Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Harun, altıncı katında Hz. Mûsa ve yedinci katında Hz. İbrahim ile görüştü. Onlarla sohbet etti.

Cebrail ile birlikte yükselişi Sidretü’l-Münteha(gidilebilecek son nokta)’ya kadar sürdü. Cebrail, “Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım” diyerek Sidretü’l Münteha’da Hz. Muhammed’den Burak ile birlikte ayrıldı.
Hz. Muhammed(s) buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede etti. Sonunda Allah’ın huzuruna kabul edildi.

Allah, Resulünü birinci sınıf devlet töreniyle kapıda karşıladı; selamlaştılar, tokalaştılar, kucaklaştılar, hal hatır sordular, birlikte kırmızı halıda yürüdüler. Hz. Muhammed bu anı şöyle anlatır: “Allah benimle görüştü ve el sıkıştı. Elini iki omuzum arasına koydu; öyle ki parmaklarının soğukluğunu iki göğsüm arasında hissettim.” (İbn.Hanbel, 5/243)

Bu görüşmeden sonra, Allah misafirini tekrar kapıya kadar uğurladı ve ona hediyeler verdi: “…hediye paketinin içinde şunlar vardı: 50 vakit namaz, Bakara suresinin son ayetleri ve bu ümmetten Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı müjdesi. ” (Müslim, İman, 279).

Hz. Mûsa, elinde büyük büyük paketlerle huzurdan ayrılan Hz. Muhammed’i görünce, onunla sohbet etmek ister ve sorar:
-“Ne ile emrolundun?”
-Hz.Muhammed(s): “Elli vakit namaz” diye cevap verir.
-Mûsa (s): “Her gün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabb’ine söyle bunu azaltsın”.
-Hz.Muhammed(s), peki öyleyse der ve yeniden Allah’ın huzuruna çıkar ve Mûsa’nın söylediklerini anlatır. Allah namazdan 5 vakit azaltır. Hz.Muhammed(s) dönüşte tekrar  Hz.Mûsa’ya uğrar.
-Hz.Mûsa “bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha azaltmasını iste” der. Yeniden huzura çıkar ve Mûsa’nın endişesini tekrarlar, Allah namazdan 5 vakit daha azaltır.   
Hz.Mûsa’nın bu uyarıları ile, namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz.Muhammed (s) Allah’la görüşmek için huzura çıkmaya devam eder. Tam 9 kez.  Nihayet namaz beş vakte indirilir.
Hz. Mûsa bu beş vaktin de çok olduğunu, ümmetin bunu da yerine getiremeyeceğini ısrarla söymesine rağmen, Hz. Muhammed’i ikna edemez.

Hz. Muhammed, “Artık isteyecek yüzüm kalmadı, ben  beş vakte razıyım” der ve Mûsa’nın yanından ayrılır. (Müslim; İman, Hadis No : 279/ Sahih-i Buhari ; 1550,155/ Müslim, Îmân 259-264./ Nesâî, Salât 1/Sahih-i Buhari ; Tevhid Bölüm; 38)

Mirac olayı yukarıda hikâye edildiği gibidir. Bu bilgileri biz hadislerden alıyoruz. Hadisler Kur’an’dan onay alsaydı bizim söyleyeceğimiz fazla bir şey olmazdı. Ancak şimdi var: Çünkü, Kur’an devre dışı bırakılmıştır. Son Peygamber Hz. Muhammed’e iftira atılmıştır. İnsanlar, Allah’ın çok önemsediği Tevhid inancından uzaklaştırılarak şirk batağına sürüklenmiştir. Bu durumda söyleyeceğimiz elbette çok şey olacaktır.

Sonuç:

1-Olayın birinci aşaması ayetle sabittir. Bu konuda hiç kimsenin bir itirazı olamaz. Olayın ikinci aşaması, yani Mirac kısmı İslâm akaidiyle örtüşmemektedir. Sakıncalı bir durum vardır. Allah İsra Suresi’nin birinci ayetinde Allah, kuluna bir kısım ayetlerini göstermek amacıyla bir gece Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya yürüttüğünü söylemektedir, detay vermemektedir. Bilmemizi isteseydi o detayı verirdi.

2- Eğer olayın mucize yönü bulunsaydı açık olması gerekirdi. Zira mucizenin açık ve anlaşılır olması şarttır. Oysa olay tamamen Peygamber’in şahsıyla ilgilidir, mahiyeti bilinmemektedir.

3- Namaz ibadeti sadece Hz. Muhammed‘e ve ümmetine farz kılınan bir ibadet değil, daha önceki ümmetlere de farz kılınmıştır. “Kitap’ta İsmail’i de an. Çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi. Halkına namaz kılmayı, zekât vermeyi emrederdi…” (Meryem 54,55)

4- Kur’an’da namazla ilgili onlarca ayet vardır. Bu ayetlerde namazın vakitleri, şartları ve önemi vurgulanmaktadır. Söz konusu ayetler değişik zaman aralıklarında vahyedilmiş olup, her biri ilk olarak, namazın rükünleri ve vakitleri olmak üzere birçok değişik boyutunu anlatmaktadır. Şayet namaz Mirac’la belirlenmiş olsaydı o belirlenen şekliyle Kur’an’da aynen olması gerekirdi.

5- İsra Suresi’nden önce inen surelerde de hatta ilk indiği konusunda ittifak bulunan sure olan Alak Suresi’nin onuncu ayetinde de namazdan söz edilmektedir. “Gördün mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu? (Alak 9,10); “Rabb’inin adını anıp namaz kılan.”(Âlâ 15). Oysa, Mirac olayının vahyin on ikinci yılında olduğu iddia edilmektedir.

6- Allah’a mekân izafe edilemez: Çünkü O sonradan olanlara benzemez. Oysa Hz. Muhammed’in yolculuğu bir mekânda noktalanmaktadır. Bu Kur’an’a ters düşmektedir. Müslümanların, Allah inancıyla bağdaşmamaktadır. O mekândan münezzehtir.

7- Gün 24 saattir. Allah 24 saat içinde 50 vakit namazı farz kılmıştır. Uyku için 7-8 saati çıktıktan sonra; 50 vakit namaz geriye kalan 16 saatte kılınacaktır. Yaklaşık her 15 dakikada bir namaz kılınması gerekir. Böyle bir hayatı yaşamak mümkün olabilir mi? Namaz emri bu durumda, „Allah kullarına gücünün yetmeyeceği bir yük yüklemez.“ (Bakara 286) ayetiyle çelişmektedir.

Nasıl bir Allah ki, kullarının gücünün neye yetip yetmeyeceğini hesaplamadan 50 vakit namazı farz kılıyor? Ve kendisi ile yapılan pazarlık sonucu bunu beş vakte düşürüyor? Ve bunun için Hz. Muhammed tam 9 kez yukarı çıkıyor. Ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah ve O’na akıl öğreten bir kul. Hz. Mûsa. Böyle bir şey düşünülebilir mi?

8- Hz.Mûsa ile karşılaşma işi olmasa, namazı azaltma işlemi de olmayacaktı. Olayı aktaran hadislere bakılırsa Hz.Mûsa oldukça zekidir, Hz. Muhammed de oldukça aptaldır. Allah peygamberleri arasında fark gözetmediğini bildirdiği halde, mutlaka birisi zeki olacaksa bu kişinin Hz. Muhammed olması gerekmez mi? En son peygamberdir. Din kemale ermiştir, başka bir bir din gelmeyecektir.   Hz.Mûsa, olmasaydı deyim yerinde ise “biz ayvayı yemiştik”, iyi ki Hz.Mûsa peygamberimize akıl vermiş (!). O kadar ki; Allah’ın ve Hz. Muhammed (s)’in düşünemediği şeyi düşünmüş (!).

9- Bakara Suresi’nin tamamı Medine‘de inmiştir. Mirac ise Mekke’de gerçekleşmiştir. Bu durumda, Mirac’da Hz. Muhammed’in yanında getirdiği hediyelerin içinde Bakara Suresi’nin son ayetleri olamaz.

10- İsra ayetini Mirac’la ilişkilendirmek mucizeyi değil tahrifatı ortaya koyuyor. Ayette bahsedilen Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki Süleyman tapınağı olduğu söylenmektedir ki; Muhammed zamanında orada bir tapınak mevcut değildir. Süleyman Tapınağı Muhammed’den 650 sene önce yıkılmıştı. Yeri de boştu.
Mescid Halife Ömer zamanında Kudüs’te Süleyman Tapınağı’nın bitişiğinde yapıldı. Bu mescide Mescid-i Aksa denildi. Mervan zamanında bu Mescid genişletildi ve ayrıca Kubbet’üs -Sahra yapıldı.
Mescid-i Aksa Muhammed’in ölümünden sonra yapıldığına göre İsra suresinin 1’inci ayetinde Mescid-i Aksa isminin geçmesi akla şu soruyu getiriyor. Ya ayetteki isim yapılan mescide verildi, ya da ayet Kur’an’a sonradan ilave edildi.

12- Kaldı ki, gece yürüyüşü olayı, peygamberimizle ilgili değil Hz. Mûsa ile ilgilidir. Ayetlerin devamı okunduğu zaman anlaşılacaktır. “Gösterilecek bir kısım ayetler (ayât) ortaya çıkacak… Kul’un, Mûsa olduğu ortaya çıkacak… Gece yürüyüşünü kimin yaptığı ortaya çıkacak… Mübarek kılınan yerin ateş ve çevresi olduğu ortaya çıkacak… Mescid’in memleket, vatan, yer, mahal manasında kullanıldığı ortaya çıkacaktır.
Mescid-i Haram’ı sadece Mekke, hatta Kâbe ya da peygamberimiz Muhammed’in evi olarak açıklamak yeterli değildir. Mescid-i Haram, kişilerin sahibi olduğu, onlara ait olan yer, sıla, kendi yaşadığı, yediği, içtiği, secde ettiği mahal gibi anlamlara da gelir. Bu durumda Mûsa sıladan gurbete bir gece yolculuğu yapıyor. Çünkü “aksa” uzak anlamına geldiğine göre Mescid-i Aksa uzak yer anlamında kullanılıyor. Mescid-i Aksa’yı Kudüs olarak parantezlemek hatalıdır.

Bir de bu açıdan bakarak değerlendirelim Mirac olayını. Belki o zaman yıllardan beri uyuduğumuz dehlizden çıkma şansını yakalayabiliriz. 

Rüştü Kam
Ha-ber.com

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Almanya’da Türk izleri

Geçmişi unutarak gelecekte mutluluk içinde yaşamak mümkün değil. Mehmet Akif Ersoy bu durumu şu şekilde özetler: “Tarih tekerrürden ibarettir dereler, ibret alınsaydı hiç tekerrür mü ederdi.”
Almanya’da Türk izleri
 
Almanya’da Türk izleri

Geçmişi unutarak gelecekte mutluluk içinde yaşamak mümkün değil. Mehmet Akif Ersoy bu durumu şu şekilde özetler: “Tarih tekerrürden ibarettir dereler, ibret alınsaydı hiç tekerrür mü ederdi.”

Latif çelik Almanya’daki Türk izlerinin peşinden yılmadan usanmadan giden bir tarihçi. Topladığı bilgileri, fotoğrafları, derlediği kayıt dokümanlarını yıllar sonra bir kitapta toplamayı başarmış. Bu eserinde bu güne kadar bilinmeyen gerçekleri, Türk-Alman ilişkilerini derinden etkileyecek bulguları gün ışığına çıkarmış. Eserin adı “Almanya’da Türk İzleri”. Kitap çoğu okuyucu için oldukça fazla yeni bilgiler içermektedir. Kitabının ikinci versiyonuyla ilgili hazırlıklara da başlamış Latif Çelik. Yeni eserin adı “Türkiye’deki Alman İzleri” olacakmış.

Dr. Latif Celik ile Viyana Kuşatması sonunda Avusturya ve Almanya içlerine kadar getirilen binlerce Türk esir hakkında konuştuk. Bu esirlerin çoğunun vaftiz edilerek Hristiyanlaştırıldığından bahseden çelik bir kısmının da tarihin tozlu sayfaları arasında yerlerini aldıklarını söylüyor:

Goethe’nin soyunun Türk olduğunu söylüyorsunuz bu ne kadar doğrudur?

Çelik:Almanya aristokrasisinin içinde önemli bir yeri olan Soldan Holding’in patronu Felix Soldan’ın soyu Selçuklulara dayanmaktadır. Felix Soldan’ın anlattığına göre Soldan ailesinin soyu 1279 yılına kadar gitmektedir. Soldanların atası tıp yüzbaşısı “Sadık Selim Sultan”, Halep yakınlarında Haçlılar ile Selçuklular arasında yaşanan savaşta esir düşer. 40 arkadaşıyla birlikte Beyrut, Kıbrıs, Cenova derken sonra Almanya’ya getirilir. Selim, burada esaretin bedelini Alman ordusuna hizmet vererek öder. Zamanla din değiştirir ve ‘Sultan’ ismi ‘Soldan’ olur. Zaman içerisinde Ailenin Almanya’da büyüyen kolları bu ülkede giderek etkin bir güç hâline gelmeye başlar. Hatta Hristiyanlıkta reform yapan Martin Luther’i destekleyenlerin arasında bu aileden bir kol bile vardır. Ailenin diğer bağı ise ünlü şair-yazar Goethe’ye kadar uzanır.
Goethe'nin anne tarafından esir bir Türke dayandığı bilgisi örneğin bu etkinin boyutları hakkında yeterli işaretler veriyor. Büyük Alman şairin anne tarafının “Sadık Selim Sultan” adında bir Selçuklu beyine dayandığını ortaya çıkaran Prof. Robert Sommer, “Familien Forschung und Vererbungslehre” (Secere Araştırmaları ve Soy Bilimi) kitabında Goethe'nin Türk dedesi hakkında şu bilgileri veriyor; Goethe’nin annesinin kökeni Soldan ailesindendir. “Soldan ailesinin geçmişi 14. yy'a kadar uzanır. Ailenin isim babası, haçlı seferleri sırasında Kont Lechmotir tarafından yakalanan bir Türk subayı; “Sadık Selim Sultan” dır. Cesareti ve heybeti sayesinde Kont Lechmotir'in gözüne giren “Sadık Selim Sultan” kısa zamanda önemli mevkilere yükselir. Bir rivayete göre Kont, Selim Sultan'ı 1305 yılında vaftiz ettirir ve ona “Johann Soltan” adını verir. Kont'un Sultan'a duyduğu sevgi o kadar büyüktür ki bu kadarla yetinmez ve ona bir Türk arması hediye eder. Soltan Rebecka Dohlerin'le evlenir ve bu evlilikten üç erkek çocuk dünyaya gelir. Bu aileden gelen bireylerin 19. yy'ın sonlarına kadar Hessen eyaletinde de yaşadıkları bilinmektedir”.
Kontun hediye ettiği armada, bir elinde kılıç, diğer elinde ok tutan sarıklı bir Türk slüeti bulunuyor. Bir aile mirası olarak nesilden nesile taşınan armayı, Soldan ailesinin soyundan gelen avukat Hans Soldan da avukatlık bürosunun amblemi olarak kullanmış.



İkinci Viyana kuşatması sonrasında esir alınan Müslüman Türk kızlarına neler oldu?

Çelik:Bu güne kadar esir kızlardan kiliselerden elde ettiğim bilgilere göre ancak 100 kişinin hikâyesine ulaşabildim. Alman Tarihçiler Birliği Başkanı Prof. Dr. Harmut Heller bu esir kızların 700’üne ait belgelerini elde etmiş. Ancak bu sayının binlerle ifade edilmesi mümkündür.
“Özellikle II. Viyana Kuşatması’na Osmanlı yönetici sınıfı aileleriyle birlikte gelmişlerdir. Yenilgiden sonra ani geri çekilme kararı ve ardından yaşanan kaos ortamında bu kadınlı çocuklu gruplardan yüzlercesi Almanya-Avusturya ordularının eline geçmiştrir. Biz bunu tespit ettik. İsmi Merve, Ayşe, Kader olan bu kızlar vaftiz ediliyor ve dinleri değiştiriliyor. Ve daha sonra da birer Hıristiyan olarak aristokratlar arasına karışıyorlar.”
1683 Viyana bozgunu başta olmak üzere, Budin, Mohaç, Belgrad, Salankamen ve Zenta savaşları sonunda gerek şehirlerdeki soylu Türk ailelerinin kızları gerekse Osmanlı aristokrat ve askerlerinin aile fertlerinden çok sayıda Türk kadını esir alınarak Almanya’ya getirildi. 1683 sonrası, Türklerin Avrupa’daki geleceği için kırılma noktasıdır. Verilen kayıplar şehit ve yaralı şeklinde kayıt altına alınırken esirler pek dikkate alınmaz. Binlerce kadın esir Bavyera ve Baden Württemberg’deki kiliseler tarafından vaftiz edilir. İsimleri de değiştirilen bu insanlar bilinmeyen yerlerde kaybolur gider. Viyana Kuşatması sırasında değişik konularda verilen rakamlar içinde esirler yoktur. Özellikle esir kadınların esamisi bile okunmaz. 1683’te Viyana, 1685’te Neuhausel, 1686’da Ofen, 1687’de Mohaç, 1688’de Belgrad, 1691’de Salankamen ve 1697’deki Zenta savaşlarında çok sayıdaki Türk kadını esir alınarak Almanya’ya getirilir. Bunların içinde Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın haremindeki kadın ve çocukların bir bölümü Nemçe askerleri tarafından esir alınır. Türk esirlerin izleri sadece Hıristiyan edilene kadar takip edilebiliyor. İsim değişikliğinden sonraki durumlarını tespit edip ortaya çıkarmak çok zor. 1680’lerde esir alma işi daha çok yüksek rütbeliler tarafından uygulanır, cesaret ve zafer alameti olarak algılanırdı. Bu yüzden esir edilen kızlar genellikle üst düzeydeki kişilerin tasarrufuna verilir. Din değiştirenlere hemen vatandaş olma hakkı tanınır. Kilise kayıtlarında, genealog yazı edebiyatı ve Heimat kroniklerinde zor şartlar altında yapılan araştırmalarda çok sayıda Türk esirin getirildiği tespit edilir. Sadece Kuzey Bavyera’da 80 biyografik parça ortaya çıkarılmış durumda. Bunlardan yüzde 60’ı erkek yüzde 40’ı kadın. Çok sayıdaki Türk çocuğu ile ilgili bilgiler de bu tarihî dokümanlarda yer alır.

Esir edilen kadınlara dair kısa özet bilgilere kayıtlarda rastlamak mümkün. Bunlardan birisi Fatma. Nürnberg arşivleri Fatma’nın hayat hikâyesini detaylı olarak açıklıyor. Fatma’nın doğum yeri Modon şehri olarak görünüyor. 12 yaşındayken Venedik askerleri 1686 başında Modon kalesini ele geçirince burada bulunan Fatma alınarak İsviçre’ye getirilir. Welsch dilini öğrenen Fatma, Pommer isimli bir aristokratın yanında kalır. Daha sonra Nürnberg Altdorf Üniversitesi’nde ilahiyat profesörü olan Dr. Johann Fabricius’a teslim edilir. 14 yaşındaki Fatma’ya Almanca ve İtalyanca öğretilir burada. Arşiv kayıtlarında, “Fatma kendi isteğiyle Hıristiyanlığı seçmiştir.” deniliyor. Fatma’nın yeni adı ise Katharina Ameylia’dır. Ancak Fatma yeni hayatına başladıktan birkaç gün sonra ölür. Aynı arşiv kayıtlarında Fatma-2 olarak birinin daha adı geçmektedir. Bu kişinin bir paşanın kızı olduğu sanılıyor. Hatta Sultan’ın torunu olma ihtimali yüksek. Fatma, 22 yaşında 1686 yılında Ofen şehrinin alınmasıyla General Markgraf Hermann Von Baden’nin esiri olur. Hemen Hıristiyanlaştırılan Fatma’ya Maria Anna Augusta Colestina adı verilir. Ancak tarihçi Latif Çelik, Fatma’nın ölene kadar kendi adını kullandığını tespit ediyor: “ Önemli evrakları imzalarken hep Fatma imzasını kullanıyor.”

Ganimet Türkler’de var bir de. Bunlar hakkında bilgi verir misini?

Çelik:Bavyera’daki kilise kayıtlarından yola çıkılarak bazı esir Türk kadınlarının bilgilerine de ulaşılmış. Bunlardan biri Merve. 1693 yılında Nürnberg Sebaldus Kilisesi’nde vaftiz edilen Merve, Türk subayı
Halil’in kızıdır. Baron Von Blumberg tarafından esir alınır. Diğer bir isim olan Habba’nın hikâyesi de Merve’ninki gibi özetlenmiş. Bir Türk kaptanının karısı olan Habba, Macaristan’da Grobvardein de Hauptmann Seider tarafından esir alınarak Kulmbach’ta bulunan Von Schönbock adında bir kadının yanına verilir. Erlangen yakınındaki Protestan Untenreuth kasabasındaki kilise kitabında şöyle bir bilgi yer alır: “3-4 yaşlarında olan Kader babası Belgrad’da şehit düşünce yanından alınarak getirilmiş. Daha sonraki geçmişi bilinmiyor. Kader’in Hıristiyan olarak yetiştirildiği belirtiliyor.”
Söz konusu esirlerin bir kısmı 1699’da geri alınmıştır. Almanlar bu esirler için ‘Beute Türken-Ganimet Türkler’ deyimini kullanırlar.



Bir Osmanlı sipahisi Carl Osman hakkında neler söyleyeceksiniz?

Çelik:Bugün Almanya’da birçok şehirde bulunan Türk izlerinin başında, Türk adı geçen mahalle, cadde, bina veya semtler bulunuyor. Bununla birlikte birçok Alman’ın soy isminde, heykellerde, kilise tavanlarındaki kabartma ve resimlerde bile Türk izlerine rastlanıyor. Örneğin Carl Osman’ın hikâyesi oldukça ilginç. Orta Frankonya’daki Ansbach şehrinin Rügland köyündeki Carl Osman’ın mezarı yıllar süren aramalar sonucunda ortaya çıkarılmış. Mezar taşındaki yazıda şu bilgiler bulunmaktadır: “1655’te İstanbul’da doğdu, 1688’de Belgrad’da esir düştü, 1727’de vaftiz edildi ve 1735 senesinde 80 yaşındayken öldü.” Bir Osmanlı sipahisi olan Carl Osman ölümüne kadar dinini değiştirmemiş, cenazesine gelen herkese para verilmesini vasiyet ettiği için oldukça kalabalık bir törenle gömülmüştrür. Kilise kaynaklarından elde edilen diğer bir bilgi de, Carl Aly (Ali) adlı Türk asıllı bir papazın sağlığında gizlice yaptırdığı hilal şeklindeki mezar taşıdır. Kitapta anlatılan diğer bir şahıs ise Küçük Mustafa. O dönemde Osmanlı’nın Avrupa’yla yaptığı sayısız savaşlardan birinde esir edilen veya onların çocuklarından biridir Mustafa.

Son olarak neler söyleyeceksiniz?

Çelik:Bu alandaki önemli isimlerden Prof. Dr. Harmut Heller Almanya’daki Türklerin varlığının 500 yıl öncesine dayandığını belirtmektedir: “Müzikte, kültürde yaşamın her evresinde Batı, Türklerden etkilenmiştir. Bunları kendi iç bünyesinde tüketmiş. Aslında Almanlar ve Türkler birbirlerini yüzlerce yıldır tanıyorlar, birbirilerine yabancı değiller. Haydn, Mozart, Beethoven gibi ünlü müzisyenlerin beslendiği kaynak Türk musikisidir.”
‘Ganimet Türkler’ kavramını ilk kullanan tarihçi olan Heller Alman nüfusunun bu açıdan yeniden incelenmesinde yarar olduğunu söylüyor. Prof. Dr. Harmut Heller, “Almanlar ve Türkler oturup bu konuyu kendi aralarında konuşmalıdır dedikten sonra ilave ediyor: Esir alınan Türk kızları büyük babaannelerimiz olabilir. Bu vesile ile iki toplum arasındaki kırgınlıklar giderilmiş olur. Aile soylarında Türk kanı taşıyanlar bir yana, bugün Türklerin bu ülkeye gelişlerini törenlerle kutlayan politikacıların bile bilmediği gerçekler bu tartışmalardan sonra ortaya çıkabilir.”

Röportaj:Rüştü Kam
Tashih: Hüseyin Bozkurt
Son Kontrol:Hüseyin Bozkurt
Foto:Rüştü Kam
Kaynak: Mocca

ha-ber.com

6 Mayıs 2015 Çarşamba

AMASYA/ VENİ VİDİ SCRİPSİ (IV)



"Geldim, gördüm, yazdım" 

Yolda aldığımız taze ve sıcak kavrulmuş Çorum leblebisinin kokusunu yanımıza alarak ayrıldık Hattuşa’dan. Türkiye’deyiz, sevinçliyiz. Amasya’ya Ferhat ile Şirin’in hikâyesini dinleyerek girdik rehberimizden. ‘İşte bakın şuralarda su arıkları görüyorsunuz. O arıkları Ferhat kazmış ve Amasya’ya suyu o arıklardan akıtmış’. İçimiz burkuluyor. Yol çalışmaları sırasında o Ferhat’ın kazdığı arıklar yok edilmiş. Tarih katliamı böyle bir şey oluyor demek. Sorumsuzluk, saygısızlık. Hasankeyf’te ve Halfeti’de de aynı katliama şahit olmuştuk Güneydoğu gezisi sırasında.(2014) 
Allah Türklere o kadar cömert davranmış ki; ne varsa elinde avucunda hepsini vermiş onlara. Yeşili, vadileri, dağları, şelaleleri, meyveleri, sebzeleri, madenleri. Velhasıl kusursuz bir doğa armağan etmiş Türklere Rabbim. 4 mevsimi yaşamak mümkün bu topraklarda. Geçmiş medeniyetlere ait olan eserler de bu topraklarda fazlasıyla var. 

Ancak insanları/yöneticileri o insanlar değil. Vefalı değil, kadir kıymet bilen cinsten değil. Vurdumduymaz, geçmişe saygısı yok, Yaratan’ına karşı vefalı değil. Sahip oldukları bu değerleri kavrayacak duyarlılıkları yok.Ferhat ile Şirin 

Ferhat, nakkaşlık yapan, bir delikanlıdır. Sarayları konakları süsler. Saraydaki çalışması sırasında Şirin’e sevdalanmıştır. Şirin Amasya Sultanı Mehmene Banu’nun, kız kardeşidir. Dünürcü gönderir Şirin’e. Sultan; Şirin’i vermek istemez Ferhat’a. ‘Hayır olmaz.’ da demez. Ancak ondan olmayacak bir iş ister.  Amasya’da su sıkıntısı vardır. Farhat’a, “Şehre suyu getir, Şirin’i vereyim sana” der. Der demesine de. Su dağların arkasındadır, Şahinkayası denen yerden gelecektir. 
Ferhat’ın gönlündeki Şirin aşkı salar Ferhat’ı dağlara. Alır kazmasını küreğini eline,  vurur dağların kayaların böğrüne böğrüne. Vurdukça ferahlar, taşlar bileklerinde erimeye başlar. Kocaman kocaman kayalar küçülür, yarılır ve yol verir suya. Ferhat’ın alın teri gibi akar sular Amasya’ya. Su gelmiştir. Amasya su sıkıntısından kurtulmuştur. 
Kurtulmuştur kurtulmasına da, Mehmene Banu sözünden caymıştır. Bakar ki kız kardeşi elden gidecek, Ferhat’a hemen bir haber gönderir.  
“Şirin ölmüştür, başın sağolsun. Bak sana helvasını da getirdim” der haberci Ferhat‘a. Ferhat beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır” der. Kayalar Ferhat‘ın “Şirin !” “Şirin” diye haykıran sesleriyle yankılanır.  Elindeki kazmayı fırlatır havaya, kazma gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla çakılıverir Ferhat’ın. O gün bugün ferhat’ın bu çığlığı âşıklar tarafından hep duyulur olmuş. 

Ferhat’ın öldüğünü duyan Şirin durur mu sarayda, yayından fırlamış ok gibi çıkar saraydan ve kayalıklara doğru koşmaya başlar. Bakar ki Ferhat yerde cansız yatıyor, atlar üzerine, alır kollarının arasına ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başlar, “Ferhat, Ferhat” diye. Yankılanır dağlardan dağlara o ses. “Ferhatsız bir hayat bana haramdır.” der Şirin ve Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Kavuşur Ferhat’ına Şirin. 

Su gelmiştir Amasya‘ya, şarıl şarıl akar bütün coşkusuyla Karadeniz’e doğru. Ama Ferhat ile Şirin yoktur artık. İkisini de gömerler yan yana. Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş sevenlerin anısına, ama o iki mezar arasından bir de karaçalı çıkarmış, iki sevgiliyi ayırmak için. Amasyalılar o dağa Ferhat Dağı demişler, onun dağ gibi derdiyle dertlenmiş durmuşlar yıllarca.

Biz de duyduk Ferhat’ın o dertli sesini; ‘Şirin’imi kaybettim, bari su arıklarıma dokunmasaydınız…’ diye yankılanıyordu Ferhat’ın sesi tepelerden tepelere. 

Doğuda Ferhat dağı, batıda Kırklar Dağı; ikisinin arasından Yeşilırmak akıyor. O günden beri Ferhat ile Şirin için bir başka akarmış Yeşilırmak. Başını bir o taşa bir bu taşa vura vura akar gidermiş. Amasya’ya gelen herkes Yeşilırmak’ın bu inleyişini duyarmış.


Amasya. 8500 Yıllık Bir Kent

Amasya’yı, Milattan önce Birinci Yüzyılda Amazonlar kurmuş. Amazon kraliçesi Amasis, Karadeniz kıyılarından aşağı inmiş, Amasya’nın bulunduğu yeri beğenerek buraya bir şehir kurmuş, adına ” Amasis şehri” demek olan “Amaseia” demiş. Yapılan arkeolojik araştırma ve bulgulara göre Amasya'da ilk yerleşme 8500 yıl öncesine dayanmaktaymış. Hititlerle başlayan yerleşik hayat kesintisiz olarak Osmanlı’ya kadar gelmiş. Amasya merkezinde uygarlıklarından derin izler bırakan Pontusların (M.Ö.333 - M.Ö.26) krallarının ölümünden sonra kayalara oymak suretiyle yaptıkları Kral Kaya Mezarları, bu gün bile Amasya’nın anıtsal eserleri arasında yer almaktadır.

700 yıl Bizans egemenliğinde kalan Amasya'yı 1071 yılında Anadolu'ya giren Alparslan'ın komutanlarından Melik Ahmet Danişment Gazi 1075 yılında fethederek burada ilk Türk Egemenliğini kurmuştur. Bundan sonra Amasya'da Selçuklu egemenliği görülmektedir. 
Bu dönemde yaşamış olan vali ve emirler yaptırdıkları medrese, cami, türbe gibi eserlerle Amasya’yı Anadolu'nun en büyük kültür merkezi durumuna getirmişlerdir. 
19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun'da başlayan Milli Mücadele'nin ilk adımı, 12 Haziran 1919 tarihinde Mustafa Kemal'in Amasya'ya gelmesiyle devam etmiştir.
Bu itibarla, Amasya, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda da ilk önemli adımın atıldığı yer olmuştur.

Rehberimiz Yasin, bize Amasya’yı anlatırken, biz Yeşilırmak’ın üzerinden geçerek dar sokaklarda ilerliyorduk.  Otelimiz, sokağın sonundaymış. Sahibi Kemal Bey kapıda karşıladı bizi. Tanıdık bir sima da var karşımızda. Yılmaz Gün. Erbaa’dan gelmiş eşiyle birlikte bizleri görmek için. Hoş-beşten sonra yemeğe geçtik. “Patlıcan Pehli” var yemekte. Amasya’ya özel bir yemekmiş. 

Yemekten sonra Kemal Bey düştü önümüze, başladık Amasya sokaklarını arşınlamaya. Gece vakti Önce II. Bayezit Camii. Camiyi dışardan anlattı bize Kemal Bey. Hatta yanında kütüphane varmış ve orada Hz. Osman zamanında yazılan el yazması Kur’an varmış. Ertesi gün Pazar. Kütüphane kapalı ve biz o Kur’an’la müşerref olamadık. 
Sonra Yeşilırmak’ın kenarına indik. Orada Şehzadelerle tanıştık. Büstleri sıra sıra dikilmiş ırmağın kenarına. Yıldırım Bayezit, Çelebi Mehmet, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, II. Selim ve daha birçok sultan, şehzadeliklerini Amasya'da geçirmişler. 
Kemal Bey’in anlattığına göre; Şehzade Mustafa’yı halk çok severmiş.  Onun idamından sonra Kanuni Amasya’ya gelmiş, ancak halk kendisine yüz vermemiş, “Mustafa’nın bu kadar çok sevildiğini bilmiyordum, eğer bilseydim idam etmezdim” diyerek ayrılmış Amasya’dan. 
İlhami’nin yorumuna göre, Amasya coğrafi konum itibariyle son derece korunaklı olduğundan Şehzadelerin burada yaşamaları, eğitim görerek tahta hazırlanmaları daha uygunmuş. Bu nedenle Amasya'ya "Şehzadeler Şehri" de denilmekteymiş. Biz de bu yorıma katıldık. 

Rüya âleminden telefonun sesiyle uyandık. Arayan Abdullah Çağlar. Cengiz Yılmaz ile birlikte Çorum‘dan gelmişler. Her bir arkadaşa da ikişer paket leblebi getirmişler. Birlikte milli maçı izledik. Bizimkiler Hollanda ile oynuyorlar. Bir sıfırla maç bitecek derken son dakika golü ile moralimiz bozuldu. Uykusuz kalmaya değmedi. 

Kemal Bey çok konuşkan biri. Bir saniye bile susmuyor, durmadan anlatıyor. Biz onu çok sevdik. O da bizi. Akşam otelinde bize Amasya çöreği ikram edemediği için üzülmüş. Hanımı da rahatsız olduğu için sabah kahvaltısına da ulaştıramamış çöreği. Ertesi gün biz turumuzu tamamladık, tam yola çıkacağız, Kemal Bey elinde böreklerle geldi otobüsün olduğu yere. Soluk soluğaydı. Üzüntüsünü anlattı tekrar bize. “Bu börekleri yiyecek ve bana dua edeceksiniz” dedi başladı ağlamaya. Bizleri de ağlattı. Kucaklaştık ve hüzünlü bir şekilde ayrıldık Amasya’dan. Böreklerin çok lezzetliydi Kemal Bey. Allah senden razı olsun. İşte Amasya insanından bir örnek size.


Amasya Milli Mücadele Müzesi

Sabah saat 6.30‘da kahvaltı ve 7.30’da otelden çıkış. İlk ziyaret yerimiz Amasya Tamimi’nin yazıldığı Milli Mücedele Binası. “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” kararının alındığı mekân. (22 Haziran 1919) | 
Yasin başladı anlatmaya, “Amasya Tamimi ulusal egemenliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması yolunda atılan ilk adımdır. Bu tamimle ulusun teşkilatlandırma ve mücadele yöntemleri belirginleşmiştir. Ulusal egemenlik ve ulusal bağımsızlık fikri ilk kez ortaya atılmıştır. Amasya genelgesi T.C.’nin doğum belgesidir denilebilir.

İmzalandığı Yer

Tamim, Saraydüzü Kışlası'nda (Kışlay-ı Hümayun) yazılmıştır. 1919 yılında 5. Kafkas Fırkası’nın karargâhı olan kışla, 12 Haziran 1919’da Amasya’ya gelen Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki askerî erkânın ikâmet yeri olmuştur. Burada Milli Mücadele’nin o zor günlerinde çok önemli kararlar alınıp görüşmeler yapılmıştır. Burası, Amasya Tamimi’nin bütün dünyaya duyurulduğu yer olması bakımından yakın tarihimizde önemli bir mekân durumuna gelmiştir.

Kapı Ağası Medresesi

Kapı Ağası Medresesi ve Bedesteni hemen, Amasya Tamimi’nin imzalandığı temsili binanın yanında. 1488 yılında, II. Bayezit'in Kapı Ağası Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmış. Medresenin özelliği sekizgen oluşu. Bina içeriden dışarıya, dışarıdan da içeriye hiç ses geçirmezmiş. O zamanlar binada kalorifer sistemi bile mevcutmuş.”



Kral mezarları

Yeşilırmak Vadisi’nde yaklaşık 18 adet kral mezarı bulunduğundan, bölgeye Krallar Vadisi de denilmektedir. Pontus Kralları yeniden doğacaklarına inandıkları için, vücutlarını korumak amacıyla kendilerine korunaklı kaya mezarları yaptırmışlar. 
Krallarla sohbet etmek, geçmişin şaşasını, ihtişamını ilk ağızdan öğrenmek için 6 kişi Kaya Mezarlara çıktık. Ancak amacımıza ulaşamadık. Mezar kapıları kapalıydı. 
Yeşilırmak’ın, nazlı gelin gibi süzülerek akıp gitmesi olağanüstü. Konaklar, cumbalı evler sıra sıra. Minareler birer süngü gibi deliyor gökyüzünü. Ezan sesleri yankılanıyor kaya mezarlardan şehre doğru. Yeşilırmağın insan ruhuna huzur veren o çağıltısına ne demeli. Sanki minyatür bir şehir var ayaklarımızın altında. Her şey öylesine güzel görünüyor ki, kelimelerle tarifi ne mümkün.

 

Şehzadeler Müzesi

Şehzadeler Müzesi deyince beklentilerimiz fazlaydı. Şehzadeleri tanıtan bir film, içeriye girerken Mehter Marşı’yla girmek v.s. gibi. Bunların hiçbirisi olmadı. Sadece rehberimiz Yasin’in anlattığı kadarıyla tanıdık şehzadeleri. Temsili mumyalardan ibaret şehzadeler var karşımızda. O mumyalarda öyle ahım şahım değil. Büyüleyiciliği yok. Sıradan mumyalar. Müzede Osmanlı ruhunu yaşayamadık. Hayal kırıklığına uğradık desem yalan olmaz. 
Türkiye’de bu iş, yani müzecilik işi o kadar gelişmiş değil anladığımız kadarıyla. Diğer gittiğimiz yerlerde de aynı örneklerle karşılaştık. Tarihi bir eserin içinde suntadan raflar var mesela. Sivas’ta Buruciye Medresesi’nin avlusuna kocaman bir Coca Cola reklamı koymuşlar… Alakaya maydanoz!

Neyse, biz gelelim asıl konumuza. Şehzade; padişah çocuklarına verilen ünvan. Devlet göreviyle küçük yaşta tanışıyorlar. Bazı şehirlere vali olarak gönderiliyorlar ki, görev içinde eğitilsinler. Amasya bu şehirlerden biri. Burada vali olarak görev yapan şehzadelerden bazıları padişah olmuşlar. Bu şehzadelerin isimleri şöyle: 

Amasya’da Valilik Yapan Şehzadeler
Şehzade Bayezid (Yıldırım Bayezid): 1386 
Şehzade Çelebi Mehmet (I. Mehmet): 1389-1402 1403-1423 
Şehzade Murad (II. Murad):1415 - 1421 
Şehzade Ahmet Çelebi: 1435 
Şehzade Mehmed (Fatih Sultan Mehmet): 1438 
Şehzade Alaeddin:1442 
Şehzade Bayezid (II. Bayezid): 1454-1481 
Şehzade Ahmed: 1481-1511 
Şehzade Murad: 1511-1512 
Şehzade Mustafa: 1540-1553 
Şehzade Bayezid: 1557-1558 
Şehzade Murad (III: Murad): 1566

Daha sonra Padişah olan şehzadeler

Yıldırım Bayezid
I. Murad'ın oğlu olan Yıldırım Bayezid, 1386 yılında Amasya'yı Osmanlı sınırları içine almış, 1389'da da Amasya Valiliği'ne atanmıştır. Aynı yıl içerisinde de Osmanlı tahtına davet edilmiştir. 

Çelebi Mehmet
Yıldırım Bayezid'in oğlu olan Çelebi Mehmet, babasında sonra Amasya Valisi olarak tayin edilmiştir. 1402 yılında Ankara Savaşı'ında Timur'a yenilen ve dağılan Osmanlı birliğini Amasya'daki dirayetli yönetim anlayışı ile yeniden sağlamıştır.

II. Murad
1404 yılında Amasya'da doğmuştur. 1415'te 11 yaşındayken Amasya Vali'liğine atanmıştır. Babası Çelebi Mehmet'in 1421 yılında vefatı ile birlikte tahta davet edilmiştir.

Fatih Sultan mehmed
Kardeşi Şehzade Ahmet'in Amasya valiliği sırasında ölümü üzerine (1438) yerine atanan Şehzade Mehmet, bu görevini bir yıl kadar sürdürmüştür. 

Sultan II. Bayezid
1454 yılında 7 yaşındayken Amasya'ya vali olarak gönderilen Şehzade Bayezid, 27 yıl bu görevde kaldıktan sonra 1481 yılında Osmanlı tahtına çıkmıştır. 

III: Murad
II. Selim'in oğludur. 1566'da Amasya valiliğine tayin edilmiş olup, yaklaşık bir yıl bu görevinde kalmıştır. Amasya'da valilik yapan son şehzade olmuştur.

Yavuz Sultan Selim (I. Selim)
Amasya Valisi Şehzade Bayezid'in (II. Bayezid) oğludur. 1470'te Amasya sarayında doğmuş, 11 yaşına kadar babasının yanında Amasya'da eğitim almış ve 1481'de Trabzon'a vali olarak atanmıştır.

Bimarhane (Darüşşifa)

Yakutiye Mahallesi’nde, ana cadde üzerinde bulunan bu yapı,  İlhanlı Hükümdarı Olcaytu Mehmet Hüdabende ve eşi İlduş Hatun adına 1308-1309 yıllarında yaptırılmış. 
Burada akıl hastalarının müzik ve su sesi ile tedavisi öncelik kazanmıştır.  Amasyalı bir hekim olan Sabuncuoğlu Şerafeddin bu Darüşşifada 14 yıl hekimlik yapmıştır. Fatih Sultan Mehmet döneminin en ünlü hekim ve cerrahlarından olan Sabuncuoğlu Şerefeddin 1386 yılında Amasya’da doğmuştur. Amasya'daki Bimarhane'de Burhaneddin Ahmed’den tıp eğitimi aldıktan sonra yine burada 17 yaşında hekimlik yapmaya başlamıştır. Yaptığı çalışmalar sonucunda zamanla adı bütün Anadolu'da duyulmuştur. 
Sabuncuoğlu Şerefeddin cerrahlık konusunda üç önemli eser yazmıştır. En önemli eseri, "Kitab-ı Cerrahiye-i al Haniye"dir. Konularını minyatürlerle anlatan ve Fatih Sultan Mehmet'e ithaf edilen bu kitap İslam tıbbına büyük bir yenilik getirmiştir. Uzun yıllar hekimlik yaptıktan sonra, 1468 yılında "Mücerrabname" adlı eserini kaleme almıştır. Bu sırada 85 yaşındadır.

Rehberimiz Yasin’in anlattığına göre Sabuncuoğlu’nun bu eşsiz eseri fransızlara hediye edilmiş. Bizdeki nüsha kopyesiymiş. 

1470 yılında Amasya’da vefat eden Sabuncuoğlu Şerefeddin, Darüşşifadaki çalışmaları, yazdığı eserleri ve hayranlık uyandıran bilim adamı kişiliği ile bugünlere kadar gelmiştir.

XIX. yüzyılda Bimarhane önemini yitirmiş, ipekböceği kozacılarının yeri olmuş, sonra da Amasyalı esnaf burayı depo olarak kullanmıştır. 

Osmanlı, müzikle akıl hastaklarını tedavi ederken bugün ilaçla dahi bahar depresyonunu bile doğru düzgün tedavi edilemiyorsa oturup düşünmek gerekir.
Bu sürece gerek göz yuman gerekse sesini çıkarmayan, hem sağlığımızı hem de kaynaklarımızı küresel sermayeye peşkeş çeken kapitalizmin sadık müritlerini, ne tarih ne vicdanlar ne de Allah affedecek!


Amasya Sultan II. Bayezid Camii

Sultan II. Beyazıd adına oğlu Şehzade Ahmet tarafından 1485-86 yılları arasında cami, medrese, imaret, türbe, şadırvan ve çeşmeden ibaret bir külliye olarak yapılmıştır. Cami beş yıllık bir süre sonunda tamamlanmıştır. Caminin beş kubbesi vardır. 
Ayrıca ahşap pencere kanatları devrinin İslam camilerinde olduğu gibi; 15.y.y. ahşap sanatının en ince örneklerini temsil edermiş.

Doğu kısmındaki minaresi renkli taşlarla yivli, batı kısmındaki minare ise palmetlerle (taş üzerine işlenmiş kabartvmalar) süslü olarak yapılmıştır. Caminin batı tarafında medrese var, ilk müderrisi Şeyhülislam Zembilli Ali Efendidir.  Doğu tarafında ise imaret vardır; imaret ve tabhaneler, fakirlere, yoksullara ve yolculara bedava yemek verildiği ve korunup barındırıldığı yerlerdir. 
Evliya çelebi II. Bayezid külliyesi'nin imarethanesinde her gün fakirlere bol ve kusursuz yemeklerin verildiğini yazar. Hemen yanında da konuk evi vardır. 
Caminin inşasında kullanılan taşların arasına hiç harç konulmamış. 
Sultan Bayezid Camii’nin mimarisindeki değişik özelliklerinden biriside giriş kapısında ve mihrabında bulunan ve el ile çevrilebilen silindir taşlardır. Silindir taşları, bir deprem veya doğa olayında caminin terazisinin bozulup bozulmadığını anlamak için kullanılır. Silindir taşları herhangi bir depremden sonra çevrildiğinde dönmezse caminin zemini kaymış yani terazisi bozulmuş demekmiş.
Caminin avlusunda 524 yıllık iki adet çınar bulunmakta. Bunlar o yıllarda yıldırımlara karşı paratoner görevi görmüşler.

Osmanlı Müzesi, Amasya Minyatür Müzesi, Hazeranlar Konağı, Amasya Kalesi, Ferhat ile Şirin’in mezarları, Pir Cemaleddin Abdurrahman-ı Sani Çilehane Camii ve daha nice gezilecek yerleri var Amasya’nın. 

Amasya çok güzel bir şehir. Dağları, evleri, köprünün ayakları her taraf ışıl ışıl parlıyor. Binbir gece masallarında gibiyiz. Yüksek dağları, parlayan güneşi, yemyeşil ağaçları, kiremit çatılı sıra sıra evleri ve şehri ikiye ayıran Yeşilırmak’ı, köprüleri,  beyaz boyalı, ahşap pencereli ve cumbalı iki-üç katlı evleri ile işte burası Amasya.

Dünyanın en güzel misket elması, kirazı, şeftalisi ve bamyasının üretildiği, tarih ve doğanın içiçe bulunduğu ilginç bir antik kent görmek istiyorsanız, daha ne duruyorsunuz sıcakkanlı ve misafirperver insanlarıyla, Amasya sizi bekliyor…


Devam edecek

Rüştü Kam

2 Mayıs 2015 Cumartesi

HÂRÛT VE MÂRÛT

Harût ve Marût, çoğu müfessirle tarafından, Allah’ın özel yetkili melekleri olarak anlaşılmıştır. Görevleri  insanlara büyü öğretmektir. Bilhassa karı ve kocanın arasını açma konusunda  görevlendirilmişlerdir. Bu anlayışın yanlış olduğunu yazan ve söyleyen İslâm âlimleri de vardır. Hikmet Zeyveli bu âlimlerden birisidir.
Ancak Hikmet Zeyveli gibi  müfessirlere/âlimlere itibar edilmemiştir. Bilhassa büyü pazarından nemalanan insanlar meleklerin büyücü olduğu konusunda israr etmişlerdir. Hâlâ ısrar edenler vardır. Hikmet Zeyveli’nin konu ile ilgili yorumu şöyledir:

Bakara Sûresinin 102. âyeti hakkında tefsir ve mealler, âyetin nüzûl arkaplanıyla alâkasız ve aynı zamanda akıl-almaz birçok rivayetler naklederek hikmetli olan Kur’ân âyetini hikmetsiz ve akıl-dışı bir şekilde aktarırlar. Ancak düşünenler ve arayanlar için doğru alternatif yorumlar bulmak da müyesser olmaktadır. Biz burada; doğru bir alternatif olarak görülebilecek bir yorumu özetleyerek aktariyoruz. Kaynağımız, Beşiruddin Mirza Mahmud Ahmed tarafından yazılmış bulunan “The Holy Qur’an-With English Translation and Commentary” adlı beş ciltlik eserdir. 1. cildin 156-160. sayfalarından özetliyoruz.(Hikmet Zeyveli)

1. Kelimeler:
 
Tetlû: 
a) Okumak,
 
b) İzlemek, uymak, takip etmek. Burada ikinci anlam kasdedilmiştir.
 
Şeyâtîn (Şeytanlar): Görülmeyen ve görünen alemin şerli varlikları (İns ve Cin’den). Burada “insanların şerlileri” kasdedilmiştir.
 
Sihr (Sihir): Her çeşit aldatmaca, komplo. İnsanların aklını, gözlerini aldatan gerçek-dışı olay veya olgular.
 
Melekeyn: İki melek. Burada mecâzen faziletli ve takvâ sahibi insanlar için kullanılmıştır.
 
Hârût: Bölen, parçalayan.
 
Mârût: Moral olarak çökerten.

2. Tefsir:
Âyetin odak noktası Medine’deki Yahudiler (Benî İsrail)’dir. Sıyak-sibak (bağlam) içerisinde bu açıkça görülmektedir.
Medine’deki Yahudiler, Müslümanlara karşı birtakım taktik ve komplolar geliştirmektedirler. Medine dahilinde İslâm ve müslümanlar aleyhinde ısrarla sürdürdükleri komplolar Sîret kitaplarına bolca malzeme bırakmıştır.

Medine’li Yahudiler; dahilî müttefiklerin yanısıra, o günkü dünya konjonktüründe İran (Pers) İmparatorluğunu desteklemekte ve onlardan (İrandan); geçmişte “Babil esareti”nden kurtuluşlarına nasıl yardımcı oldularsa, şimdi de Medine’deki İslâm tehlikesinden kendilerini kurtarmaları ümidiyle, İranın bir eyaleti mesabesinde bulunan Yemenle temas halindedirler. Taberî’nin (ö. 311 H) naklettiğine göre: İran Şehinşâhı Kisrâ, Yemen valisi Bâzân’a, iki adamını görevlendirmesini ve Hicaz’daki adamı (Hz. Muhammed’i) derdest ederek kendisine göndermesini emreder. Bâzân, aldığı emri infaz için Hicaz’a iki “kahraman”ını gönderir. Fakat –rivayete göre– Hz. Peygamber bu kahramanlara Şehinşahlarının o gece oğlu tarafından öldürüldüğünü haber verir. Haberin doğruluğunu tahkik eden iki görevli, şaşkın ve eli boş Yemen’e geri dönerler. (Taberî, Tarih: C:2, s: 655-56, Kahire Basımı).
Taberî’nin naklettiği bu olayda, Medine’li Yahudilerin rollerinin olduğu anlaşılmaktadır.

Kur’ân, Yahudilerin İslâm ve Peygamberi aleyhine geliştirdikleri komplo ve taktikleri, kendi tarihlerindeki iki dönemin taktiklerine benzetmektedir:

1. Hz. Süleyman’ın yönetiminin son yıllarında, onun aleyhinde geliştirdikleri propoganda taktikleri: Tevrat’ın ifadelerinden de anlaşıldığı üzere, gizli örgütler halinde faaliyet gösteren bir muhalefetin propogandasına göre; Hz. Süleyman, ömrünün sonlarına doğru yabancı birçok kadınla (Tevrata göre 700 kıral kızı + 300 cariye) evlenerek ordu gibi bir “harem” kurmakla kalmamış; aynı zamanda bu kadınların taptıkları putlar adına mezbahlar yapmış ve o putlara kendisi de tapınarak kâfir olmuştur (Tevrat:1. Kırallar, 11/1-6). Adeta masonluğun çıkışını hazırlayan bu odaklar; ülkede kargaşaya sebep olmuşlar ve Hz. Süleyman’ın ölümünden hemen sonra İmparatorluğun İsrail (kuzeyde) ve Yehuda (güneyde) olmak üzere ikiye ayrılmasına ve zamanla, parçalanmış “Süleyman Mülkü”nün yıkılmasına ve İsrailoğulları’nın esaretlere dûçar olmalarına sebep olmuşlardır.

2. Babil Esareti döneminde geliştirdikleri taktikler ve oluşturdukları örgütler: Babil Kralı Buhtunnasr (Nebukadnezar) tarafından, Mukaddes başkentleri Kudüs ve Hz. Süleyman’ın bizzat inşa etmiş olduğu Beytu’l-Makdis (Kutsal Ev) tamamen yerle bir edilerek onbinlerin oluşturduğu kafileler halinde Babil’e sürgün edilen İsrailoğulları, Babil’de geçirdikleri 50 yıllık esaretlerinin son dönemlerinde, Babil’in aleyhinde Perslerle (İranlılarla) örgütlü işbirliği yapmışlardır. Bu örgütlü mücadelerinde kendilerinden ilham aldıklarını propoganda ettikleri iki İsrailli peygamberin de isimleri geçmektedir:

Hârût ve Mârût. (Muhtemelen bunlar isim değil lakap idiler ve istismarci örgütlerce kullanılıyorlardı. Çünkü Hârût ve Mârût kelimeleri sırayla “bölüp-parçalamak”ve “moralmen yıkmak” anlamlarını da taşımaktalar. Tevrat’a göre, o dönemin iki peygamberi Haggay ve Zekharya idi.) Ancak bu iki peygamber (veya halkın hüsn-ü zanlarıyla bu “iki Melek”) dürüst bir mücadeleyi ön görüyorlar ve Allah yolundan sapılmamasını öğütlüyorlardı. Fakat masonik gizli örgütler, o “iki Melek”in ilham veya vahiy eseri öğretisini istismar ederek faaliyet gösteriyorlardı. Ayrıca gizli örgütlerine üye olarak sadece “erkek”leri kabul ederek karı-koca ayrımcılığını bile yapiyorlardı. Bu faaliyetlerinde Babil’in aleyhinde Perslerle yaptıkları sıkı işbirliği sonunda, Perslere Babil’in kapılarını açmışlar ve ülkenin Pers egemenliğine girmesini başarmışlardır.

Bütün bu faaliyetlerinin mükâfatı olarak da, Pers Kıralı Kiruş (Cyrus), sadece onların Kudüs’e dönmelerine izin vermekle kalmamış, aynı zamanda Kudüs ve Beytu’l-Makdis’in yeniden inşasına da maddi yardımlarda bulunmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm; yukarıda özetlenen olayları kendi tarihî kültürleri olarak yakinen bilen Medine’li Yahudilere hitabında bu olayları hatırlatmakla şunları îma etmektedir:
Gerek Hz. Süleyman gibi bir peygamberin yönetimi aleyhinde geliştirilen, hedefi ve metodu batıl taktiklerle; gerekse, Babil esaretinden kurtulmak için geliştirilmiş hedefi meşru ve fakat metodu batıl komplolarla Medine’deki İslâmî hareket engellenemez. Ayrıca, ne iddia edildiği gibi Hz. Süleyman sapıtmıştır; ne de, birçok komplonuzun ilham kaynağı saydığınız Babil’deki “iki Melek” (Peygamber) sizin batıl mücadelenizin kaynağı olarak gösterilebilir. Ve siz İslâma karşı vermekte olduğunuz mücadeleden vazgeçmelisiniz!

Şimdi bu kadar “arkaplan” bilgisinden sonra sözü Kur’ân’a bırakalım:

Bakara: 102

Onlar (Medineli Yahudiler), Süleyman’ın yönetimi aleyhinde (döneminin) şeytanların(ın) takip ettiklerini (takip ettikleri taktikleri, örnek alıp) izlemekteler. (Oysa) Süleyman kâfir olmamıştı; (onun aleyhinde çalışan) şeytanlar kâfir olmuşlardı. Onlar, insanlara (her türlü) gizli komplolar öğretiyorlardı.
Ve (yine Medinel’li Yahudiler) (bir de) Babil’deki (esaret döneminde) “iki Melek”e vahyedilene (tabi olduklarını iddia edenleri) de (izlemekteler). Oysa onlar (o “iki Melek”): “Biz (bu esaret hayatıyla) (Allah tarafından) sınanmaktayız. (Sakın) küfre sapmayın” demedikçe kimseye birşey öğretmiyorlardı. Onlar (Babil’deki komplocular) ise o ikisinden, karı-koca arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. (Mason cemiyetleri gibi kadınlara kapalı, ancak erkek üye kabul eden örgütler kuruyorlardı)

Onlar (Babil’deki Yahudiler veya onları izleyen Medine’li Yahudiler) Allah dilemedikçe hiç kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek ve fakat asla fayda vermeyecek şeyleri onlardan öğreniyorlardı. Böyle bir çıkar alış-verişinde bulunanın, âhirette bir nasibi olmadığını da gâyet iyi biliyorlardı. Vicdanlarını sattıkları şey ne kötüdür, keşke (bunu) bilselerdi!
Evet, bu bir alternatif tefsir, zorlayıcı değil. Fakat efsane ve hurafe ihtiva etmiyor! Bir de, nüzûl dönemi toplumunu ilgilendiren bir mesaj ihtiva ediyor...
Selâm ile...

27 Nisan 2015 Pazartesi

TÜRKLER ERMENİLERE SOYKIRIM YAPILMAMIŞTIR DİYE YÜRÜDÜ 2015

Yürüyüşün adı "Berlin Dostluk ve Barış Buluşması.".

Berlin’de hizmet veren çeşitli Türk sivil toplum kuruluşları düzenledi bu yürüyüşü. Amaç; soykırım iddialarına karşı Alman kamuoyunu bilgilendirmek ve Türklerin konu ile alakasını artırmak ve yapılan haksızlıklara karşı onurlu bir duruş sergilemekti. An der Urania’dan başlayan yürüyüş, Hristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Genel Merkezi’nin ve Zafer Anıtı’nın (Siegessaele) önünden 17 Haziran Caddesi ile Yitzak-Rabin caddesinin kesiştiği yerde sona erdi. 

Elinde Türk bayrağı olmayan insan yok gibiydi. Cadde kırmızıya boyanmıştı sanki. "Önce hakikat, sonra adalet", "Yurtta sulh cihanda sulh", "Tehcir soykırım değildir", "Türk tarihini karalamaya son", "Soykırım yapmadık vatan savunduk", "Yaşasın Türkiye", "Parlamento mahkeme değildir”, „Hepimiz Ermeni Değiliz“, „ Hepimiz Azeriyiz“ şeklinde dövizler taşındı, sloganlar atıldı.

Yürüyüşe katılanlar heyecanlıydı. Ellerindeki bayrakları gururla sallıyorlardı. Onlar biliyorlardı ki, dedeleri Osmanlı „Soykırım yapmamıştır.“  „Millet-i Sadıka“ dedikleri ve devletin her kademesinde görev verdikleri, yüzyıllarca birlikte yaşadıkları Ermeni halkına böyle bir uygulamanın yapılmasının mümkün olamayacağını/olmadığını biliyorlardı onlar. Başları dikti. Bunun için gururla yürüdüler Almanya’nın başkenti Berlin’de. 

Cumhuriyet kurulalı 92 yıl olmuş. Tehcir uygulamasının üzerinden 100 yıl geçmiş. Ermeni Diasporası 100 yıldan beri durmamış çalışmış. Kamuoyu oluşturmuş, çeşitli etkinlikler yapmış, lobiler kumuş, kitaplar yazdırmış, konferanslar düzenlemiş. Çeşitli ülkelerin kamuoylarını etkileyerek, siyasilerini etkileyerek, hükümetlerini etkileyerek meclislerinden „Osmanlı İmparatorluğu Ermenilere soykırım uygulamıştır“ diye kararlar çıkartmış. 

Türkiye’nin diplomatlarını öldürmüşler. İlk olarak, Los Angeles Başkonsolosu Mehmet BAYDAR ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78 yaşındaki Amerikan uyruklu Ermeni  Mıgırdıç  Yanıkyan tarafından şehit edilmiş ve böylece dünya ülkelerinin dikkatini üzerlerine çekmesini bilmişler. Sene 1973. Cinayetten sonra tutuklanan ve müebbet hapis cezasına çarptırılan Yanıkyan, 31 Aralık 1984 tarihinde af ile serbest bırakılmış... 

Bütün bunlar olurken, Türkiye’nin konu ile ilgili çalışmaları olmuş elbet. İdialara cevap vermiş. Bu cevaplar ne kadar isabetli olmuş, geldiğimiz noktadan baktığımızda net olarak görebiliyoruz. Şunu da biliyoruz, Türkiye  ne yaparsa yapsın, Emenileri Osmanlı’ya karşı isyana teşvik edenler, Türkiye’yi suyu bulandırmakla suçlamaya yine de devam edeceklerdi: Çünkü,  Soykırım suçunun tanımı, ülkemizin de taraf olduğu 1948 tarihli “Birleşmiş Milletler (BM) Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde çok açık bir şekilde ifade edilmiştir.

Sözleşmenin altıncı maddesi uyarınca da, herhangi bir olayın “soykırım” olarak nitelendirilip, nitelendirilemeyeceğine yalnızca yetkili bir mahkeme karar verebilecektir. Bu mahkeme, topraklarında soykırım yapıldığı iddia edilen devletin mahkemesi olabileceği gibi, Roma Tüzüğü uyarınca oluşturulmuş bir uluslararası ceza mahkemesi de olabilecektir.

Sözleşme maddeleri  bu kadar açıkken ve soykırım kararı alan ülkeler anlaşmaya taraf iken; Papa çıkıp da ilk soykırımı Osmanlı yapmıştır diyebiliyorsa, demokrasi denilen aygıtı dünyaya ihraç etmek için silah bile kullanmaktan çekinmeyen Avrupa ülkelerinin oluşturduğu birliğin başkanı Papa’nın söylediğini parlamentonun kararı olarak dünyaya ilan edebiliyorsa, sadece parlamentoların oy çokluğuyla, Türk milleti,  dedelerinin işlemediği bir suçtan dolayı mahkum edilmeye çalışılıyorsa, bunun adı suyu bulandırdın suçlamasıdır. Dolayısıyla, ifade ve bilimsel araştırma özgürlüğünü kısıtlama tehdidi içermektedir. Haçlı ve Müslüman çatışmasıdır bunun adı. Tarih tekerrür ediyor demektir.

Sonuç:

1- Böylesine mesnetsiz bir suçlama  var önümüzde. Bigâne kalınamayacak bir mesele. Bu mesele ile ilgili 1987 de bir yürüyüş yapıldı Berlin’de. O gün tespit edilen rakam 30.000 idi. Yıllar sonra bugün aynı konu ile ilgili bir yürüyüş daha yapıldı, tespit edilen rakam 7.000 civarında. 1987 deki 3 kişilik olan bir ailenin, bugün en az 10 kişilik olduğunu düşünürsek. Katılımın en az 60.000 olması gerekirdi. 
15.000 - 20.000 olarak verilen rakamlar abartılı rakamlardır. Kendimizi kandırabiliriz ama Alman polisini kandıramayız. Alman siyasetçileri bu rakamları bizim gazetelerden veya derneklerden almıyorlar. Politika üretirken polisten aldıkları rakamları esas alarak üretiyorlar. 1987 den beri çeşitli vesilelerle hakkımızda tutulan raporlar ve bu raporlardan elde edilen sonuş, Türklerin buradaki protesto gücünün 60.000 civarında olabileceği yönünde olsaydı, Cumhurbaşkanı sayın Gauck Berliner Dom’da o konuşmayı yapamayacaktı. 

2- Yol güzergâhı yanlış seçim olmuş. 23 Nisan grubuyla buluşulacağı tahmini tutmayınca. Atılan sloganlar ağaçlara, ormana, boş caddeye atılmış oldu. Kendimiz çaldık kendimiz oynadık. 

3- Konuşmacıların seçimi de isabetsiz olmuş. Yazılanları bile okuyamayan insanlar mesajı ne kadar yerine ulaştırabilirlerse onlar da o kadar ulaştırabildiler. 

4- 1987 den 2015’e gelinceye kadar geçirilen sürenin geldiğimiz noktadaki sonucundan hareketle, hemen kollar sıvanmalı, gerekli adımlar atılmalı, STK ler üyelerini bilinçlendirmek için ne gerekiyorsa onu yapmalı; filmler mi gösterilecek, konferanslar mı düzenlenecek, fotoğraf sergileri mi açılacak, geziler mi düzenlenecek, lobiler mi kurulacak… Ne yapılacaksa... 

5- İş Adamları silkinmeli ve ellerini ceplerine atmalı: Yapılacak etkinliklere destek olmalılar, hatta etkinlik için STK leri teşvik etmeliler. Dünya devletlerini etkileyenler 3 milyon nüfuslu Ermenistan değildir. Diaspora’nın iş adamlarıdır, fikir adamlarıdır, sanatkârlarıdır, şairleridir, din adamlarıdır.

6- Bizim din adamlarımız ise konu ile ilgili hutbe bile okumaktan acizler camilerinde. Yürüyüş duyurusunu bile yarım ağızla yapıyorlar. Dini cemaatler, el ilanlarında isimlerinin geçmesini bile istemiyorlar -bazıları son anda  ismini yazdırmış-.

Katolik dünyasının Papa’sı tüm dünyaya mesaj verirken bizimkiler gölgelerinden korkar haldeler… Kıyamet alameti midir nedir?

Bir ayet mealiyle bitirelim, "Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez." (Ra’d: 11)

Rüştü Kam

19 Nisan 2015 Pazar

HİTİTLERİN BAŞKENTİ HATTUŞA

VENİ VİDİ SCRİPSİ (III)
"Geldim, gördüm, yazdım" 2015
Saat 09’da Berlin/Tegel Havaalanı’ndaydık. Biraz gecikmeyle herkes verilen saatte check-in İşlemleri için sıraya girmişti. Heyecan vardı. Biraz da korku. Karadeniz’in hep yağmurlu, Doğu Anadolu’nun karlı geçme ihtimali bu korkunun sebebiydi. Grup üyeleri kışlıklarıyla alana gelmişler. Her ihtimale karşı da bir kısım kışlıkları da bavullara yerleştirmişler. Kişi başına 30 kilo yük hakkı var. Bu hak daha giderken kullanılmış gibi. Dönüşte problem olabilir.

 

Toplam 29 kişiyiz. İstanbul’dan transit geçtik. Ankara’ya indiğimizde saat 17.20 idi. Tur otobüsü çok önceden gelmiş bizi bekliyor. Emin, Sezgin ve Kadir, 3 personel var.  Rehber bize otelde eşlik edecekmiş. Kucaklaştık. Bir senelik hasretle hal hatır sorduk. Hemen otobüse bindik, sayım yaptık;  Hüseyin Bozkurt ve eşi yok. Emin almaya gitti onları, meğer bavulları çıkmamış, onu beklemişler. Muamelesi uzun sürmüş. Bavul arkadan kaldığımız otele geldi. ‘Bu da THY farkı olsa gerek’ dedik. 

Akşam yemeğinden sonra grup üyeleri birbirleriyle tanıştı. Sabah 07.30‘da yola çıkılması gerektiğini söyledi rehberimiz Yasin. Kahvaltı için 6.30 da yemek salonunda olmak gerekiyor. 
Zamanında gelemeyenden 5 TL. Ceza alınacak. Daha ilk günde İlhami, İsmail ve  Enes otobüsü 30 dakika beklettiler. Uyanamamışlar.  Cezaları kesildi ve Çoruma müteveccihen çıktık yola. 
Rehberimiz Ankara’yı anlatmaya başladı. ‘Yan sokakta Kocatepe Camii…, burası Kızılay…, işte şurada bakanlıklar var…, tam karşımızda gördüğünüz Hitit Güneşi…, Hitit Uygarlığı ve sanatının sembolü sayılan bir nesnedir. Güneşi sembolize eden dairesel biçimin etrafına yerleştirilmiş öğelerden oluşur. Üstünde barışı sembolize eden geyik figürü var. Ahşap asaların ucuna takılarak dini törenlerde kullanıldığı veya at koşum takımlarının arasında kullanıldığı sanılmaktadır. Genellikle tunçtan yapılır. En seçkin örnekleri Çorum yakınlarında Alacahöyük’te bulunmuştur. Hititlerin sembolü haline gelmesine rağmen, aslında Anadolu’nun en eski uygarlığı olan Hattilere ait bir eserdir. Hatti Kralları öldükleri zaman güneş kursu ve benzeri sembollerle birlikte gömülmekteydi…şurası TRT radyosu…, şuradaki bina bakınız solunuzda, birinci meclis…, yanındaki ikinci meclis… İşte şurası da Dikmen vadisi…


Derken Çorum’a girmişiz bile, hatta  Hattuşa’dayız. İnsanlık Tarihi’nde ilk medeniyetin kurulduğu yermiş Hattuşa. Heyacanlıyız. Hattuşa’da bizi Fırtına Tanrısı karşıladı. Rehberin açıklamasını filan beklemeden bastık deklanşörlere. Hava yağmurlu. Yağmura aldıran yok.  Demek ki göz yaşlarını tutamadı bulutlar bizlere kavuşunca diye düşündük. Hak da verdik. Bunca yıllık hasret, kolay değil ve göz yaşlarına mani olmadık bulutların, varsın ağlasın dedik, biraz sonra sırılsıklam olduk. Çekeceğimiz kadar fotoğraf çektik Aşağı Kent’te. Sonra, otobüse atlayarak tırmanmaya başladık Hattuşa’nın zirvesine, Yukarı Kent’e. Aslanlı Kapı’ya kadar tırmandık. Rüzgâr ve fırtına amansız, yağmur da onlarla birlikte savruluyor, kimi arkadaşımızın şalı, kimisinin de şemsiyesi eşlik ediyor bu doğa dansına. Yerler çamur. 
O ne heyecandı öyle. Sevinç çığlıkları atanlar, ciğerlerini oksijenle doldurmaya çalışanlar, kalenin tepesinden haykırarak Hattuşa halkıyla diyalog kurmaya çalışanlar, gizli geçitten geçerek zaman tünelinde kaybolanlar, Aslanlı kapının önünde fotoğraf çektirmek için sıraya geçenler, yağmur yağıyormuş, rüzgar ıslıklarını yükseltiyormuş, ayakkabılar çamur olmuş, soğuk yüzleri yakıyormuş  kime ne…gerçekten görmeye değer bir tabloydu…


Hüseyin Bozkurt, çamur olmasın diye giymemiş spor ayakkabılarını. Kunduralarla dolaşıyor oralarda. Havalar düzelince giyecekmiş sporları…

Bilinmeyen değerler
Anadolu'nun kalbinde, bir  medeniyet mirası var. Son derece etkileyici, kayalık ve engebeli bir arazi üzerine kurulmuş bir medeniyet, Hititler’in başkenti Hattuşa. Hattuşa/Hattuşaş, Hititler'in başkenti. Hattiler tarafından “Hattuş” olarak adlandırılan şehir, Hitit egemenliğine geçtikten sonra “Hattuşa” adını almış ve 400 yıldan uzun bir süre hüküm sürecek olan bir uygarlığın başkenti haline getirilmiş. 
Günümüzde görülebilen ve çoğunluğu Büyük Kral IV. Tudhaliya dönemine ait olan kalıntılar arasında tapınaklar, kraliyet konutları ve surlar bulunmakta.
Hattuşa sanat ve mimarlık alanında olağanüstü gelişmeler göstermiş. Çok geniş bir alana yayılmış. Yapılan kazılarda burada 5 ayrı medeniyetin kurulduğu ortaya çıkmış. Burada Hatti, Asur, Hitit, Frig, Galat, Roma ve Bizans dönemlerinden kalma kalıntılar bulunmuş. Kalıntılar Aşağı Kent, Yukarı Kent, Büyük Kale (Kral Kalesi) ve Yazılıkaya'dan oluşmakta.
Hattuşa'daki kalıntıları ilk olarak Fransız arkeolog Charles Texier keşfetmiş. 1893-1894 yıllarında. Kazılar başlatılmış, şehrin büyük bir kısmı açığa çıkarılmış ve restore edilmiş. Dönem Osmanlı İmparatorluğu dönemi. 
Ortaya çıkan yazıtlardan Hattuşa’nın MÖ 1600'lerde Hitit Devleti'nin başkenti olduğu anlaşılmış. Kurucusu I. Hattuşili imiş.


Rehberimiz Yasin Eyüpoğlu’nun anlattığına göre; “iki kilometrekarelik bir alana kurulmuş olan Hattuşa,  yaklaşık 6 km uzunluğundaymış ve  yüksek kulelerin bulunduğu bir surla çevriliymiş. Şehre değişik kapılardan giriliyormuş.  Kapılar, Aslan, Sfenks ya da Tanrı betimi gibi gayet ince taş işçiliği gösteren çeşitli kabartmalarla süslüymüş. 

Kale, direkli galerilerle çevrilmiş dört avlu etrafına dizilmiş yapılar, kral ve ailesinin yanısıra saray memurları ve altın mızraklılar olarak adlandırılan nöbetçi askerleri de barındırıyormuş. Kralın kabul salonu ve üç ayrı yerdeki çivi yazılı tabletlerin arşiv odaları  büyük kaledeymiş.


Aşağı Şehir olarak adlandırılan alanda konutların yanısıra, ülkenin en yüksek tanrıları olan Fırtına Tanrısı ile Arinna'nın Güneş Tanrıçası'na adanmış “Büyük Tapınak” ları var. Tapınağı çevreleyen depo odalarında erzak küpleri var. Şehrin en büyük arşivlerinden biri yine burada bulunmuş: 
Hititler Mezopotamya'dan öğrendikleri çivi yazısı ile kil tabletler üzerine anlaşmalar, resmi yazışmalar, kanunlar, kült kuralları ve hatta edebi metinleri kaydetmişler. Hattuşa'da onbinlerce çivi yazılı tabletin bulunduğu arşivler, 1915 yılında Hitit dilinin çözülmesiyle Hititoloji denilen yeni bir bilim dalının doğmasına sebep olmuş. Bugün özellikle Türkiye, Almanya, İtalya, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde pek çok bilim insanı bu konuda araştırmalarını sürdürmekteymiş.

Hattuşa, Hitit İmparatorluğu'nun siyasi başkenti olmanın yanısıra, ülkenin dinî merkezi işlevini de görmüş. Bugüne kadar 31 tapınak kazılmış; ancak toprak altında daha çok sayıda tapınağın varolduğu sanılmaktaymış.  
Hattuşa'dan Bin Tanrılı Şehir olarak söz edilirmiş. Bu tanrı bolluğu, Hititlerin çok ilginç bir geleneğinden kaynaklanırmış. Onlar, diğer ülkelerin, özellikle de yendikleri komşularının tanrılarını kızdırıp gazaplarına uğramaktansa, armağan ve dualarla saygılarını dile getirip kendi tanrıları arasına katıyorlar ve hatta adlarına tapınaklar inşa ediyorlarmış. Bazı bilim insanları yabancı şehir ve ülkelerin tanrılarına adanmış tapınakların, aynı zamanda bu ülkelerin elçilik görevini üstlendiklerini ve bu şekilde hem siyasal, hem ekonomik ilişkilere kolaylık sağladıklarını düşünmektelermiş.


Osmanlı İmparatorluğu zamanında başlayan ve Cumhuriyet döneminde ara verilen kazı çalışmalarına son yıllarda tekrar başlanmış. 
Hattuşa'daki kazı çalışmaları, Hitit dünyasının aydınlanmasına kaynak olacak çivi yazılı tabletlerin yanısıra, çanak çömlek, aletler ve takılar gibi müze vitrinlerini süsleyecek eserleri günışığına çıkarmaya devam etmekte. Bu çanak ve çömlekler sadece bir fonksiyonu icra etmek için yapılmamış, estetiğe çok önem verilmiş.  

Adalet
Yasin anlatmaya devam ediyor. “Hititler’de hak ve adalet fikirleri sağlam esaslardı. Hititler, bu anlayışı erken zamanlarda kavramışlar ve adaleti Güneş ile sembolleştirmişler; güneş tanrısı Arinna, hak ve adaletin koruyucusu görülmüştür. 
Hitit hukuk sistemi Sümer kanunlarından etkilenerek hazırlanmıştır. Eski Mısır ve Mezopotamya gibi Hititler de adalet kavramını güneşle sembolize etmiştir. Sümerlerde olduğu gibi Hititlerde de mülkiyet hakkı güvence altına alınmıştır. Köle dahil olmak üzere, herkesin mülkiyet hakkı vardır. Hititler aile hukukuna ve ceza hukukuna büyük önem vermişlerdir. Yaptıkları medeni kanunla evlilik resmi bir sözleşme olarak kabul edilmiştir.
Kanunlar, mahkeme zabıtları, ticari senetlerden elde edilen bilgilere göre,  hayvancılık ve ziraat koruma altındadır. Bu kanunları yazılı hale getiren kralın, Alluwanda olduğu ileri sürülmüştür.

 

Ceza Hukuku
Hititler, bir suçun cezasını, bedelini ödeme üzerine belirlemişlerdir. Hititlerde; tekere bağlama, kazığa çakma, boyunduruğa koşma gibi, işkenceli cezalar da vardır. Ölüm cezası nadiren verilir ve verilmesine neden olan suçların başlıcaları şunlardır: Krala karşı gelmek, hayvanlarla seksüel ilişki, büyücülük, kardeşler arası evlilik… Ancak kralın bu cezaları affetme yetkisi vardır.
Hititler’de kan bedeli(kısas) isteme hakkı da vardır. Öldürülen kişinin tarafı, öldüren için idam veya yerine geçen başka bir istekte bulunabilirdi. Hırsızlık büyük suçtur ve kölelerin işlediği suçların cezası, hürlerin işlediği suçların cezasının yarısıdır.“

Yazılıkaya
Hattuşa'nın en büyük ve etkileyici kutsal mekânı, şehrin biraz dışında yer alan, yaklaşık 12 metre yüksekliğindeki kayalar arasına saklanmış Yazılıkaya, Kaya Tapınağı. Özellikle ilkbahardaki yeni yıl kutlamalarında kullanıldığı düşünülen bu açık hava tapınağında, ülkenin bütün önemli tanrıları, kayalara kabartma olarak işlenmiş. Zamanında boyalı olduğu sanılan bu kabartmalardan oluşan bir kulis içerisinde, MÖ 13. yüzyılda günlerce süren kült kutlamaları, geçitler ve kurban törenleri yapılıyormuş.
Bu parlak dönemden sonra gücünü yitirmeye başlayan İmparatorluk MÖ 1200'den kısa bir süre sonra haritadan silinmiş. 17. yüzyılda Maraş'tan gelen Dulkadiroğlularının bir kolu buraya yerleşmiş. Eski adı Boğazköy, şimdiki adı Boğazkale olan bu küçük ilçe bugün Çorum iline bağlıdır.
Hitit İmparatorluğu çoktan yıkılmış olsa da, tamamen unutulmadığı, başkentinin UNESCO Dünya Mirası listesine alınmasından anlaşılıyor. 
New York'taki Birleşmiş Milletler binasında Hattuşa'da bulunmuş bir çivi yazılı tabletin büyütülmüş kopyası asılıymış. Bu tablet, Hitit Büyük Kralı III. Hattuşili ile Mısır Firavunu II. Ramses arasındaki barış anlaşmasını içermekteymiş. Yaklaşık 5200 yıllık bu döküman, bugün dünyayı idare edenlere bu tür anlaşmaların binlerce yıllık bir gelenek olduğunu göstermekteymiş.”


Yazılıkaya’da bir halı satış mağazası açılmış. Muhtar kooperatifin başkanlığını yapıyor. Birbirinden güzel halılar var mağazada. Kök boyasıyla boyanıyormuş ipler. %90 oranında da ipek kullanıyorlarmış halılarda. Almak için niyetlenenler oldu, ancak yük meselesi var, bir de henüz gezinin ilk günündeyiz. Daha 11 gün var. 
Çay ikram ettiler. Bol kazanç dileyerek ayrıldık Yazılıkaya köyünden.

Alacahöyük
Alacahöyük, Çorum’un Alaca ilçesinden 15 kilometre uzaklıktaki Höyük Köyü’nde bulunmaktadır. 
Alacahöyük’de, M.Ö 3500-3000 yıllarına denk gelen, Bakır-Taş Çağı’na ve Erken Tunç Çağı’na ait kalıntılar ortaya çıkarılmış. Alacahöyük’de ilk kazılar 1907’de yapılmış.  
Anadolu halkının büyük çoğunluğunu Hattiler oluşturmaktaymış. Henüz bir netlik kazanmamakla birlikte, dillerinin Kafkas grubuna girdiği düşünülmekteymiş. Ayrıca Hititlerin de Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya girdikleri düşünülmekteymiş. Alacahöyük Kral Mezarlarının Hititli Kral ve Kraliçelerine ait olduğu sanılmaktaymış.


Antik Yunan mitolojisindeki Prometheus efsanesi de Hattilere veya Hititlere dayanan bir hikaye olabilirmiş.Okuyalım:

Prometeus’tum çiviyle çakılırken taşlara ciğerimi kartallara yedirdim,
Spartaküs’tüm köleliğin çığlığında, aslanlara yem oldum tükendim,
Kör kuyuların dibinde Yusuf’tum, Kerbela Çölü’nde Hüseyin,
Zindanlarda Cem Sultan, sehpada Pir Sultan,
Kaçıncı ölmem kaçıncı dirilmem bu tanrılardan ateş çaldım yüzyıllarca tutuştum
Üst üste yandım bir Anka kuşu gibi anne,
Bir Anka kuşu gibi, kendimi külümden yarattım.

Sonuç:
Hitit duvar yazılarından alınmış bir dua metniyle yazımı sonlandırmak istiyorum. :

Tanrım;
Beni yavaşlat. Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir... Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele... 
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver . 
Sinirlerim ve kaşlarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür. 
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol... 
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı,  balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret... 
Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat. Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim...
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla. Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır... 
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et. Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim. 
Ve hepsinden önemlisi.... 
Tanrım,  bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET,  
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR, 
İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL,
Ve Beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak DOSTLAR ver...  Amin!
(Hititlerin M.Ö 2.000 yıllarındaki duvar yazılarından alınmıştır- Cemal Borandağ-Yazar-15 Şubat 2019)

Devam edecek

Rüştü Kam

16 Nisan 2015 Perşembe

VENİ VİDİ SCRİPSİ (II)

"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

YOZGAT

Berlin Türk Eğitim Derneği (TED) in Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu Gezisi‘nin 2.sini Yozgat üzerine yazmak istedim.
Aslında tur rotamızın içinde Yozgat yoktu. Bozkurt kardeşlerin yeğenleri Yozgat’ta görevliymiş. Bu vesile ile bir saat mola verdik. Tarihi mekân ve eser açısından fakir, buna rağmen şirin bir şehir Yozgat. Saat Kulesi’nin yanında nereye gideceğiz ne yapacağız diye istişare ederken, birisi selam verdi. „Yabancısınız herhalde. Kendimi tanıtayım, ben Mehmet Ali Çakır. Eczacıyım. MHP’den Milletvekili aday adayıyım. Hoş geldiniz Yozgat’a.“

-Vaktiniz varsa Yozgat’ı bize anlatabilir misiniz?
-„Memnuniyetle“.

Çakır önden biz arkasından başladık Yozgat sokaklarını arşınlamaya. İlk önce Saat Kulesi’ni anlattı: „Kuleyi, Tevfikizade Ahmet Bey, Belediye Başkanlığı sırasında yaptırmış. Mimarı Şakir Usta. (1325 / M.1902- 1908) Yozgat’ın sembollerindendir. İsteyen kuleye çıkabilir. Yozgat ili, tahminen 5000 yıllık bir geçmişe sahiptir. Yozgat çevresinde ilk siyasi birliğini kuran devlet Hititler’dir. Hititler döneminde, bugün Çorum sınırları içinde bulunan Hattuşa antik şehri kurulmuştur. Yozgat Osmanlı‘nın son döneminde Bozok Sancağı olarak geçmektedir. Yozgat kalkınmada birinci derecede öncelikli yöreler kapsamındadır.

İlin asıl adı "Bozok" olup, 1927 yılında ismi "Yozgat" olarak değiştirilmiştir. Oğuzların; "Bozok" koluna mensup Türkmenler’in bu bölgeye akınıyla birlikte, yöre "Bozok" ismiyle anılmıştır. 1800'lü yıllara doğru bu ismin yanı sıra "Yozgat" adı da telaffuz edilmiştir.
Yozgat adının menşei konusunda, değişik söylentiler ileri sürülmektedir. Bir rivayete göre, Yozgat; Aşiret Reisi Ömer Cabbar Ağa, sürülerini bir yaz günü yaylakta otlatırken karşısına Hızır çıkar ve Cabbar Ağa'dan içmek için süt ister. Güler yüzlü Ömer Ağa hemen misafirine hizmete koyulur ve gönül hoşluğu ile sütü ikram eder. Hızır sütü içtikten sonra çok memnun kalır ve Cabbar Ağa'ya "Çobanoğlu, yozuna yoz katılsın, memleketinin adı Yoz-Kant olsun" der ve kaybolur. Bu söz söylene söylene dada sonraları Yoz-Kant “Yozgat” halini alır.“

Çakır çok sevecen ve cömert birisi; Yozgat’ın parmak çöreğinden ikram etmek için bizleri fırına kadar götürdü ve her bir arkadaşımız için ikişer çörek sipariş etti. Hemen sonra birlikte Çapanoğlu Camii’ne götürdü bizleri ve başladı anlatmaya: „ Caminin isminin kaynağı hakkında her ne kadar tatmin edici bir bilgi yoksa da uzun yıllar bu bölgenin böyle anıldığı bilinmektedir. Cami iki kısımdan meydana gelmekte. Birinci kısmı Çapanoğlu Ahmet Paşa’nın büyük oğlu Mustafa Bey tarafından Hicri 1193 yılında; ikinci kısım ise kardeşi Süleyman Bey tarafından Hicri 1209 yılında yaptırılmıştır. Caminin hemen yanında Çapanoğlu ailesinin mezarlığı vardır. Aynı zamanda Bozok Sancağı da bu mezarlıkta asılı durur.“

Ancak bu tarihi esere hiç yakışmayan bir ilan ile karşılaştık. Caminin hemen girişine Polisle ilgili bir ilan asılmış. Yetkililerimiz güzel şeyler yapıyorlar ama, belirli bir bilinçle olmasa gerek diye düşündük. Ufuk gerekiyor, vizyon gerekiyor, estetik anlayışı gerekiyor. O zaman belki bu gibi çirkinliklere son verilir.

Çakır bu kısa beraberlikten sonra bizi otobüse kadar uğurladı. Sonunda “Oyunuzu MHP’ye verin” demeyi de ihmal etmedi. Mehmet Bey’e başarılar dileyerek ayrıldık Yozgat’tan. Sonradan öğrendiğimize göre Çakır, ikinci sıradan aday gösterilmiş.

Rehberimiz Yasin, Yozgat’ı otobüste anlattı. Boğazlayan Kaymakamı’nın hikâyesi bir devre ışık tutuyordu sanki. Bu hikâye 1915 olaylarını özetler gibiydi. Rehber Yasin’in anlattığına göre, Kaymakam Kemal bey, günah keçisi olarak seçilmiş. Hükümetin emrini yerine getirmekten başka suçu olmayan Kemal Bey ise, "mâruf “ Nemrud Mustafa Paşa'nın başkanlığındaki, çoğunluğunu Ermeni üyelerin meydana getirdiği Divân-ı Harb tarafından "Ermeni tehcirinde vazifesini kötüye kullanarak ölümlere sebep olduğu gerekçesiyle" ölüme mahkûm edilmiş; Beyazıt meydanında asılarak karar yerine getirilmiş.(8 Nisan 1919)

Olay şöyleymiş:
“Yüz yıllar boyu Osmanlı topraklarında huzur ve güven içinde yaşayan Ermeniler, Osmanlılar'ın zayıflamaya başladıkları bir zamanda, dış güçlerin tesiriyle devlet kurma hayâline kapılıp yer yer isyan çıkarırlar; kadın, çocuk, ihtiyar demeden sivil halkı katlederler. İmparatorluk zâten büyük gaile içindedir. Ermeniler'in "içten" vuruşları devleti güç durumda bırakır. Başta bulunan İttihad ve Terakki hükümeti bir kânun çıkartarak Ermeniler'in tehcirine karar verir. Sadrâzam Talat Paşa'nın imzasıyla yayınlanır karar. (14 Mayıs 1331 (1915)
Dâhiliye Nezâreti, o sıra Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili olan Kemal Bey’e bir şifreli telgraf çeker: "Kazanın dâhilinde bulunan bilumum Ermenileri 24 saat zarfında yola çıkaracaksınız, bunların sevk edileceği istikâmet Suriye'dir. Şifrenin alındığının acele bildirilmesi."

Telgrafı alan Kemal Bey kaza hudutları içindeki Ermeniler'in tehcirini emreder ve bizzat uygulamaya girişir. Mondros Mütârekesi’nden sonra ise, İtilaf devletlerinin baskısıyla Dâmad Ferit hükümeti, Ermeni tehcirinde suçlu gördükleri yöneticileri Divân-ı Harbe sevkeder. Bunlardan biri de idealist vatansever Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey'dir. Hayret Paşa başkanlığında kurulan mahkemede, beliğ bir savunma yapar Kemal bey. Savunmasında asıl suçluları işaret ederek şöyle der:

“.. savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla, iddia makamının da isteği üzerine kurbanlar verilmesi bir siyâset icabı sayılıyorsa bu kurban ben olamam. Siz kurban seçmekle değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdani görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa her hâlde bütün bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir".

Karar verilmiştir bir kere. Savunmanın tutarlılığı ve güzelliği mahkemeyi etkilemez. Kemal Bey "peşin hükümlü" Nemrut lakaplı Mustafa Paşa başkanlığındaki mahkeme tarafından 8 Kasım 1919'da idama mahkûm edilir. Bu karar, "savaş suçluları " aleyhine verilen ilk idam cezasıdır.

Krarı tasdik edilmek üzere saraya gönderilir. Pâdişâh Mehmed Vahideddin karârı tasdik etmek istemez. "Bu yoldaki hükümler devam edecek olursa, iş intikam ve bilahare mukâtele şeklini alacağından çekinere, şeyhülislâm tarafından fetva verilmesini talep eder.”

Mustafa Sabri Efendi’nin verdiği fetva Padişah Vahdettin’e ulaşmadan Damat Ferit Paşa tarafından manipüle edilerek kaymakamın idamı gerçekleşir. Kemal Bey sehpâda halka dönerek son sözünü söyler:

"Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum, son sözüm bu gün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adalet!.."

Meydana yığılan on binler hep bir ağızdan bağırır: "Kahrolsun böyle adalet!.." Kemal Bey sözüne devam eder:

"Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk milletine çocuklarımı emânet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Vatan uğrunda cephede ölen bir insan gibi şehit gidiyorum. Allah vatan ve milletimize zeval vermesin,.. Amin!.,"

Halk hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Az sonra 35 yaşındaki gencecik büyük vatan sever darağacında sallandırılacaktır ve Kemal Bey'in üzerinden çıkan vasiyeti târihe bir belge olarak damgasını vuracaktır:

"Merhum sevgili oğlum Adnan'ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdili çayındaki kabristanda yavrumun yanında gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy'de sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar caddesinde 67 numaralı hanededir. Adı İsmet Hanım'dır. Defin masrafı teyzeme tevdi" buyurulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve memleket uğrunda şehid olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal'in ruhuna Fatiha!.. Perişan zevcem Hatice'ye, yavrularım Müzehher ve Müşerrefe muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyurulmasını vatandaşlarımdan beklerim.

Türk milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah millet ve memlekete zeval vermesin. Ferdler ölür, millet yaşar, inşallah Türk milleti ebediyyete kadar yaşayacaktır". (Türk Dünyası Tarih Dergisi Mayıs 1988 Sayı:17 Sayfa:44-46)

Ruhu Şad Olsun.

Devam edecek...

Rüştü Kam

8 Nisan 2015 Çarşamba

HAYATI TERSTEN YAŞAMAK

İşte, ağlayarak gözlerimizi açtığımız yalan dünya. Yaşamak için öldüren caniler ve öldürülen mazlumlar burada yaşıyor. Güçlüler tarafından, ellerine vura vura malları alınan garip-guraba burada yaşıyor. Koca Ozan Aşık Veysel’in dizelerinde anlamını bulan yalan dünya işte burası:  “İki kapılı bir han”.  Can Yücel çok güzel anlatmış o hanı; hayatı, doğumu ve ölümü. Okuyalım. Ancak, sadece okumak yetmiyor, anlamak için biraz da düşünmek gerekiyor. Hayatın sonundaki hiçliği kabullenmek oldukça zor. Ancak, her canlının tadacağı mutlak  gerçek, işte o hiçlik: 
“Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir..
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel,
Hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı ?
Camide uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içeresinde,
Herkes karşınızda saf durmuş,
iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette.
Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar,
çocuklar torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor,
Aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev....
Altmışlı yaşlara kadar her şey garanti,
huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz
ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket
ve altın kol saati veriyor patronunuz...
Genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir
insan olarak işe başlıyorsunuz.
Herkes karşınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor,
Fevkalade... Aman ne güzel günler başlıyor...
Derken bir gün patron size artık üniversiteye
gitsen daha iyi olur diyor.
Bu arada babanız ortaya çıkmış, "fazla çalıştın" diyor "artık eve dön, işi
bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun..." keyfe bakar mısınız ?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor.
Ekmek elden, su gölden bir dönem başlıyor.
Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor,
araba kullanma derdi de yok artık...
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar,
"evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna" diyorlar..
Mamanız ağzınıza veriliyor,
zaman zaman altınızı bile temizliyorlar,
hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor
ve başka bir keyifli dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz.
Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok,
bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık,
gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Ve günün birinde müthiş bir olayla hayatınız bitiyor...; ”

Rüştü Kam

VENİ VİDİ SCRİPSİ ( I) 2015

 "Geldim, gördüm, yazdım"

Berlin Türk Eğitim Derneği (TED)7. gezisini Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’ya yaptı. 29 kişinin katıldığı gezi 12 gün sürdü. Tarihi eserlerin ziyaretinin esas alındığı geziden katılanlar oldukça memnun oldu. Çorum sınırları içindeki Hattuşa’dan başlayan tur Anıtkabir’de sona erdi.
Sırasıyla her ilimizi ayrı ayrı yazacağım. Ancak bu ilkyazımı Ankara/Anıtkabir’e ayırmak istedim.

Sabah saat 07’ de Sivas’tan yola çıktık. Yozgat’ta 1 saat mola verdikten sonra saat 13.00‘te Ankara’ya ulaştık. Havanın güneşli olması ziyaretimizi kolaylaştırdı. Tandoğan kapısından girdik Anıtkabir’e. Kapıda güvenlik kontrolünden geçtik. Aslanlı yolun başında nöbet tutan askerler hareketsiz duruyorlar. Selam verdim onlara, hayırlı nöbetler diledim. Gözlerini hareket ettirerek aldılar selamımı.
Yol boyunca aslanlar eşlik etti bizlere. Rehberimiz Yasin Eyüpoğlu’nun anlattığına göre, bu yolda dikkatli yürümek gerekiyor. Yere aralıklar halinde döşenmiş taşlara takılarak düşmek mümkün. Anıtkabir’e giderken başın sürekli olarak yerde olması için taşlar eşit aralıklarla döşenmiş. Mecburi saygı yani.

Rehberimiz anlatmaya devam etti: “Atatürk 10 Kasım 1938’de İstanbul’da öldüğü zaman cenazesi Ankara’ya götürülmüş, geçici olarak Ankara Etnografya Müzesi’ne konmuş 15 sene bu müzede kalmış. Atatürk’e lâyık bir mezar yapılabilmesi için de uluslararası bir proje yarışması açılmış. Yarışmayı Türk mimarlarından Emin Onat ile Orhan Arda’nın ortaklaşa yaptıkları proje kazanmış. Anıtkabir’in yapımı 1945’te başlamış, 1953’te tamamlanmış.
Anıtkabir üç bölümden oluşuyor; yol, avlu ve şeref salonu. Yolun uzunluğu 180metre. Yanlara aslan heykelleri, meşaleler ve servi ağaçları dikilmiş.
Kabir avlunun sol ucunda yer alıyor. Bunun içindeki şeref salonunun yüksekliği 20 m, eni 32 m, boyu 60 m’dir. Tavanına altın mozaikle Türk motifleri işlenmiş. Salonun gerisindeki pencerenin önünde lahit bulunuyor. Mezar lahdin altındadır.
Cemal Gürsel de İnönü gibi önce içeriye defnedildiği halde sonra dışarıya alınmış. Böylece üst düzey devlet görevlilerinin avlunun içine defnedilme isteğinin önüne geçilmiş.“

Rehberimiz Çanakkale Savaşı‘nın ve Kurtuluş Savaşı‘nın canlandırıldığı bölümleri de anlattı bizlere. O savaşlara komuta edenleri ve emeği geçenleri de. Duygulandık.
Çünkü bizim, Kurtuluş Savaşı’nın nasıl başlayıp nasıl geliştiğini gezimiz süresince bizzat yerinde gözlemleme imkânımız oldu. Biz, Mustafa Kemal’in (Cumhuriyet kuruluncaya kadar ismi Mustafa Kemal’dir) Vahdettin’in İngilizlerden aldığı tahsildar vizesiyle Samsun’a çıktığını, bu görevi Mustafa Kemal ve 18 arkadaşına bizzat Vahdettin’in verdiğini biliyorduk. Biz, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Bandırma gemisiyle güven içinde Samsun’a çıktığını da biliyorduk. Biz, bu bilgiler ışığında Samsun’dan Mustafa Kemal’le birlikte çıktık yolculuğa; Amasya, Erzurum ve Sivas Kongreleri'ni O’nunla birlikte yaparak Anıtkabir’e geldik. (geniş bilgiyi Murat Bardakçı’nın Şahbaba isimli kitabından öğrenmek mümkündür)

Mustafa Kemal’in, Mustafa Kemal olarak aldığı kararlar sarıklı mücahitlerle alınan kararlardır.* Bu kararların altında müftülerin ve hocaların da imzaları vardır. Kurtuluş Savaşı süresince onlarla istişareler yapılmış ve alanda onlarla işbirliği yapılmıştır. Halkın vicdanına hitap edenler bizzat onlardır. Müftülerdir, Hocalardır, Sarıklı Mücahitlerdir. (daha geniş bilgi için, Cemal Kutay’ın, Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan, Kurtuluşun ve Cumhuriyet’in Manevî Mimarları adlı eserine bakılabilir. (Ankara, 1973)

Ancak Anıtkabir’de bu mücahitlerden eser yoktur. İnanın Mehmet Akif hakkında bile bilgi yok Anıtkabir’de. İstiklal marşımızın yazarı olan Mehmet Akif Ersoy. “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” diye niyazda bulunan Mehmet Akif Ersoy. İstiklâl Marşı yazan şairlere ayrılan parayı bile almayan Mehmet Akif Ersoy.  Çocukları sefalet içinde ölen, kendisi Mısır’a sürgüne gönderilen Mehmet Akif Ersoy.

Kurtuluş Savaşı sırasında köy köy,  kasaba kasaba, şehir şehir dolaşarak verdiği vaazlarla halkı savaşa hazırlayan Mehmet Akif Ersoy.
Kimler Anıtkabir’in tasarımı hakkında söz sahibi iseler, bu vebalin altından kalkamazlar. Bunlar Türkiye’nin Müslümanlaşmasından korkan, başkalarıyla iş tutan satılmışlar olmalıdırlar.  Atalarımız boşuna dememişler; “Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner.” diye.

Yazımı, Mehmet Akif’in İstiklal Marşı şiirinin son dörtlüğüyle sonlandırmak istiyorum:
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!

Rüştü Kam

*Atatürk olduktan sonra aldığı kararlarda bu insanların imzası yoktur.