2 Kasım 2017 Perşembe

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKEAnmeldenNTLERİ (VI) PRUSİAS/BURSA




Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa
Rehberimizin anlattığına göre: ”Bursa’nın tarihi günümüzden 7 bin yıl öncesine kadar gidiyor. Bursa, kurulduğu günden bu yana bir çok medeniyete ve onların dinlerine beşiklik etmiş ender illerden biridir. Bursa’da Müslümanlık, Hristiyanlık ve Musevilik dinlerine ait bir çok eser hâlâ ayaktadır ve koruma altındadır. MS. 324 yıllında yapılmayan başlanan konsil toplantılarının 1. ve 7.’si Bursa’da (İznik) gerçekleşmiştir. Hristiyanlık dini için çok önemli olan bu toplantılar 1563 yılına kadar 17 kez yapılmıştır. İznik Hristiyan dinince ülkemizdeki 8 kutsal hac merkezinden biri ve en önemlisidir.
Bursa’nın kent statüsüne yükselip çevresinin surlarla çevrilmesi, Bithynia kralı I. Prusias (MÖ. 232-192) döneminde gerçekleşmiş. Kartaca kralı Hannibal, Roma imparatoru ile yaptığı savaşı kaybedince, askerleriyle birlikte I. Prusias’a sığınmış. Hannibal, I. Prusias tarafından büyük itibar görmesi üzerine, onun onuruna Bursa kentini kurmuş. Kente bu nedenle Prusa adı verilmiş.
Prusa (Bursa) 1204-1261 yılları arasında Nikaia’ya (İznik)’e bağlı sönük bir tekfurluk olarak yaşamını sürdürmüş. Tâ  Osmanlılar’a kadar.
Osmanlılar Bursa’yı aldıklarında kent sadece hisar içinden ibaretmiş. Orhan Gazi şehri surların dışına çıkararak, bugünkü Bursa’nın çekirdeğini oluşturan yeni şehri kurmuş. Okul, hastane, köprü, aşevleri, kervansaraylar, hamamlar gibi kamu yapıları inşa edilmiş şehirde.
Bursa, Osmanlı döneminde mâmur bir başkent olarak gelişirken, Anadolu beyliklerinin desteğini alan Timur karşısında Osmanlı’nın yenilgiye uğraması sonucu yağma edilmiş ve Timur’un askerleri tarafından kent Ulucami ile birlikte yakılmıştır. Bundan sonra Bursa, bir zaman, Yıldırım Bayezid’in oğulları arasında el değiştirip durmuştur.
Ankara Savaşı’nın ardından Yıldırım’ın oğullarından İsa Çelebi’nin bazı paşalarla Bursa’ya gelip tahta oturmasıyla şehzadeler arasında başlayan kanlı çatışmalar, Çelebi Mehmet’in 1413 yılında tahtı ele geçirmesiyle son bulmuştur. Çelebi Mehmet, Osmanlı padişahlarının beşincisi ve Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusudur, 26 Mayıs 1421 tarihinde Bursa’da yaşamını yitirmiş ve Yeşil Türbe’ye defnedilmiştir. Çelebi Mehmet sağlığında, türbenin bulunduğu mekâna içinde medrese, cami ve imaret bulunan “Külliye” inşa ettirmiştir.

Cumhuriyet sonrası Bursa
Cumhuriyet sonrasında, Bursa nüfusunun yaklaşık üçte biri mübadele kapsamında Bursa’dan gönderilmiş, yerleri “Mübadele göçmenleri” ile doldurulmuştur. Dolayısıyla Bursa, Cumhuriyet’in ilk yıllarında büyük bir sosyal ve ekonomik sorunlar yumağı haline gelmiştir. Çünkü Bursa’yı terk eden gayrimüslimlerin çoğu esnaf ve tüccar iken, yerlerine gelen göçmenlerin hemen tamamının çiftçiydi. Gelen göçmenlerin büyük bölümünün Türkçe dahi bilmeyip, farklı geleneksel ve kültürel özellikler taşıması, Cumhuriyet Bursa’sı için ciddi sorunların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.”

Emir Sultan
Otelimiz şehrin dışındaydı. Bundan dolayı Bursa’yı gece gözüyle göremedik. Sabah kahvaltıdan hemen sonra ziyaretler başladı. Bütün arkadaşlarımız zamanında otobüste yerlerini aldıkları için ceza kesemez olduk. Yolda, Bursa rehberimizi otobüse aldık. Sesi kısık olduğu için vereceği rahaatsızlıktan dolayı özür diledi. Kendisini tanıttı. Gün boyu beraber olacağımızı ve Bursa’yı bizlere tanıtacağını söyledi. İlk önce Emir Sultan Camii ve Türbesi. Otobüsümüz biraz aşağıda durdu. Karşıdan muhteşem bir görünümü var caminin. Daha içeriye girmeden deklanşörlere basıldı, fotoğraf çekmek için adeta bir yarış başladı. 
Söz aldı rehberimiz, başladı anlatmaya; “Cami ve Türbe, 1366-1429 yılları arasında Yıldırım Bayezid'ın kızı Hundi Fatma Hatun tarafından kocası Emir Sultan adına, Çelebi Sultan Mehmed'in hükümdarlığı sırasında inşa ettirilmiş. Caminin mihrabı, İznik çinileriyle yapılmış.
Gördüğünüz gibi, kare planlı ibadet alanının üzerini büyük bir kubbe örtmektedir. Giriş bölümünde  şadırvanı, geniş ve güzel bir avlusu var. Bursa camileri içinde en geniş ve en güzel avlusu olan cami Emir Sultan Camii’dir. Evet şu tarafa bakınız, gördüğünüz gibi avlu 16 kaş kemerli ahşap revakla çevrilidir. Minareleri taştan yapılmıştır. Cami ve son ibadet yerinin tabanları tuğla, avlu ise taş döşelidir. Yapının duvarlarında taşın yanında tuğla da kullanılmıştır. Caminin avlusunda bulunan türbede; Emir Sultan, oğlu Emir Ali, eşi Hundi Hatun ve iki kızı yatmaktadır. Türbenin iki tarafında odalar yer alır...”
Ziyaretçileri sadece biz değiliz Emir Sultan’ın, yanımızdan geçen ziyaretçiler aşağıya iniyorlar  ve ziyaretlerini tamamlayarak türbeden ayrılıyorlar. Erol Mert ‘Ne yapıyor bu insanlar?’ diye dikkatlice onları takip etmiş. Tazim ile Emir Sultan’ın mezarını tavaf edip sonra da dua ederek ayrılıyorlarmış. Durumu rehbere sordu; “Bu insanlara yaptıklarının şirk olabileceğini anlatan olmuyor mu?” Rehberimiz; “Elbette oluyor ama bunlara söz geçirmek mümkün olmuyor.“ dedi ve duvarda asılan ikaz yazısını gösterdi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın imzasını taşıyan bir yazı. Türbelerde ziyaret adabı. Okuyan var mıdır? Sanmıyorum.
Türbenin hemen altında Emir Sultan Mezarlığı var. Cami ve türbeyi ziyaret ettikten sonra orada yatan sanat güneşimiz Zeki Müren'i de ziyaret ettik. Onun için de dua ettik... Sanat musikisini Türk milletine sevdirdiği için de ayrıca teşekkür ettik. Ruhun şadolsun...

Külliye ve Yeşil Cami
Zeki Müren’le vedalaştıktan sonra, harika manzarası ve insanın içini huzurlu bir maneviyatla dolduran Yeşil Cami ve Yeşil Türbe’ye doğru yola çıktık. Türbe ismini turkuazdan maviye dönen renginden alırmış. Yüzyıllık ağaçların gölgelediği bahçesi, eşsiz mimarisi ve mistik atmosferi ile bizleri büyüledi. Yeşil Cami, 1419 yılında Yıldırım Bayezid’in oğlu Çelebi Mehmet tarafından yaptırılmış. Osmanlı’nın eski dönem mimari eserlerinden biri olan Yeşil Cami; zamanında hükümet konağı olarak da kullanılmış. İki kubbesi var ve iki kattan oluşuyor. Muazzam bir yapı. Yapımına Çelebi Mehmet döneminde başlanan Külliye ve Yeşil Cami, II. Murat devrinde tamamlanmış. Cami, medrese, imaret, hamam ve türbeden oluşan külliyenin Sultaniye Medresesi, günümüzde Türk İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılmaktaymış. Yeşil Cami; mimari özelliklerinin yanında devrin ileri sanat anlayışını yansıtan çinileri, hat eserleri, mermer ve ahşap işçilikleriyle göz kamaştırıyor.
Ters T planı ile inşa edilen caminin giriş kapısı ağaç oyma sanatının zirvesi gibi, mükemmel. Bizans başlıklı iki sütunun arasından geçilerek varılan ibadet alanının her iki yanında simetrik odalar yer almakta. O dönemde sancaklardaki meselelerin görüşülmesi için kullanılan bu odalar, daha sonra mahkeme salonu olarak hizmet vermiş. Doğudaki oda, Anadolu Beylerbeyliği’nden gelenler için batıdaki oda, Rumeli Beylerbeyliği’nden gelenler için kullanılmış. Girişin iki yanındaki merdivenlerle çıkılan üst katta; hünkâr mahfili ve saray daireleri var.
Yeşil Türbe, 1421 Sultan Mehmet Çelebi tarafından yaptırılmış. Yeşil Türbe'nin mimarı Hacı İvaz Paşa'ymış. I. Mehmet Çelebi türbeyi yaptırdıktan 40 gün sonra vefat etmiş. Ayrıca Yeşil Türbe, Osmanlı mimarisinde duvarları tamamen çini ile kaplı olan tek türbeymiş. Türbe Bursa’nın  sembol yapılarından biriymiş. Şehrin hemen her yerinden görülebilen bir konumda yer alan, sekizgen bir planla tasarlanan Yeşil Türbe’nin iç mekanının tam ortasında, Çelebi Sultan Mehmed’in sandukası yer alıyor. Sandukanın üzerinde ise kabartma sülüs celisi ile yazılmış kitabe var. Ayrıca türbede; Sultan Çelebi Mehmed’in oğulları ve kızı Ayşe Hatun ile dadısı Daya Hatun’un sandukaları yanında diğer kızları Selçuk Hatun’un kabartma kitabeli sandukası ve Sitti Hatun’un beyaz zemin üzerine lacivert motifler ve çinilerle kaplı sandukası da yer almakta.
Sultaniye Medresesi, Yeşil Cami’nin yaklaşık yüz metre ilerisinde bulunan Sultaniye Medresesi’nin duvar örgüsünde tuğla ve kesme taş kullanılmış. Dikdörtgen bir avlunun üç yönden kubbeli revaklarla çevrili olduğu medresenin diğer yönünde kubbeli bir dershane, iki yanında öğrenci odaları yer alıyor. Avlunun ortasında mermerden yapılma fıskiyeli bir havuz bulunmakta. Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılan külliyenin hamamından ise günümüze hiçbir kalıntı ulaşmamış.
Yeşil Cami’nin özelliklerini saymakla bitirmek oldukça zor, bir çırpıda gezmek kolay ama ayrıntılı görmek ve bilmek isteyenlerin epeyce bir zaman harcamaları gerekiyor. Mesela mermerleri Marmara Adası’ndan getirilmiş. Çini süslemeleri bir başka eserde, camide görülmeyecek kadar muhteşem bir kompozisyonla yapılmış. Bunu anlamak için sadece mihrabı görmek bile yetiyor.

Osman ve Orhan Gazi Türbeleri
Osman Gazi 1258 yılında Söğüt’te doğmuş. Dünyada 600 yıl hüküm süren Osmanlı Hanedanı ve Osmanlı Beyliği’nin kurucusu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk padişahı.   Dedesi Süleyman Şah, babası Ertuğrul Gazi, annesi Halime Hatun, babaannesi Hayme Ana’dır. Şeyh Edebali’nin kızı Malhun Hatun ile evlenmiştir ve Orhan Gazi’nin babasıdır. Osman Gazi, Bursa’nın kuşatmasının devam ettiği sıralarda oğlu Orhan Gazi’ye şehrin içinde bulunan ve karşıdan görünen kubbeli yapıyı işaret ederek, “Öldüğüm vakit beni bu gümüş kümbetin altına defnedin.” diye  vasiyette bulunmuştur. Vasiyet yerine getirilmiştir.
Osman Gazi Türbesi’ne ahşap bir koridordan giriliyor. Osmanlı saraylarına has dekorasyonlarla tasarlanan türbenin, pencerelerinde kumaş perdeler var. Ufak bir mihrabı da bulunan türbenin pencere parmaklıkları dökme demirden yapılmış.
Osman Gazi Türbesi’nde toplam 15 sanduka var. Türbenin ortasında yer alan sedef kakmalı ahşap sanduka Osman Gazi’ye ait. Sandukanın etrafı da sedef kakmalı korkuluklarla çevrilmiş. Sultan Osman Gazi’nin sandukasının üzerinde kadife üzerine gümüş ve sim işlenmiş bir örtü var. Üzerine Osman Gazi’nin doğum, saltanat senesi ve ölüm senesi gibi tarihi bilgiler işlenmiş. Türbenin içinde yer alan diğer sandukalar ise Osman Gazi’nin oğlu Alâeddin Bey, eşi Aspurça Hatun ve Osman Gazi’nin yakınlarına aittir.
Osman Gazi ve Orhan Gazi Türbeleri, vasiyete göre günümüzde Tophane Parkı denilen yerde Saint Elie Manastırı’nın üzerine inşa edilmiştir. Osman ve Orhan Gazi sandukaları ilk önce aynı çatı altındayken,  1855 yılında yaşanan depremde hasar gördükten sonra Sultan Abdülaziz tarafından 1863 tarihinde yeniden iki ayrı türbe olarak inşa edilmişlerdir. Türbelerin üzerinde kubbe var, girişinde de 4 adet sütun bulunmaktadır.
Orhan Gazi 1281 ile 1362 yılları arasında yaşamıştır ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci padişahıdır. Orhan Gazi, 1326 yılında babası Osman Gazi’nin ölümünden sonra beyliğin başına geçmiştir. Yaşadığı dönemde Bursa ve çevresini Bizanslılardan alarak önce devletin sınırlarını genişletmiş sonra devlet kurumlarını oluşturmuş ve ilk Osmanlı parasını bastırmıştır. 
Orhan Gazi Türbesi’nde,  Emir Süleyman, Musa Çelebi, Sultan II. Bayezid’in oğlu Korkut, Nilüfer Hatun ve kızı Fatma bulunmakta.  Orhan Gazi Türbesi Osman Gazi’nin tam karşısına inşa edilmiş.
600 sene ayakta kalacak olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk iki padişahı bu mütevazi türbelerde yatmaktadırlar. İmparatorluğun ihtişamı türbelere yansıtılmamış. Dualarımızı yaptık, fotoğraflarımızı çekildik ve kendilerine şükranlarımızı sunarak huzurdan ayrıldık. 

İskender kebap macerası
Yaya olarak gezimize devam ediyoruz. Aklımızda Bursa’nın meşhur iskender kebabı var. Rehberimize istikamet verdik, hedef iskender kebap...
Rehberimiz “Şimdi orası ana-baba günüdür ben sizi aynı tadı alabileceğiniz başka bir yere götüreceğim, hem daha ucuz hem de fazla zaman kaybımız olmayacak.“ dedi. “Tamamdır.” dedik. Takıldık rehberin peşine. Bursa Kalesi’nin hemen dibinde bir restoran. Siparişlerimizi verdik ve beklemeye başladık, 15 dakika geçti gelen giden yok, 30 dakika geçti gelen giden yok 1 saat geçti hâlâ gelen giden yok, açlığımızı falan unuttuk, işletme sahibine seslerimizi yükseltmeye başladık derken iskenderler geldi, geldi gelmesine de o güzelim nimeti yemek mümkün olmadı; soğumuş. “Neden böyledir bu iskenderler” soruları sorulmaya başlandı. Meğerse iskenderler dışardan getirilmiş. Çoğumuz o iskenderleri yemedi. Arkadaşları sakinleştirmeye çalıştım ama fazla başarılı olamadım,  ve oradan ayrıldık. Buna rağmen paralarımızı ödedik. Arkamızdan negatif olarak konuşulmasını istemedik. Rehebrimiz bin kere özür diledi dilemesine de işe yaramadı. Berlin’den beri Bursa’nın iskender kebabını hem de yerinde yiyeceğiz diye kurduğumuz hayallerimiz mahvoldu. Rehber belki oradan yüzdelik aldı ama üç-beş kuruşa değer miydi?
Sinirlerimiz yerinden oynadığı için adımlarımız da sıklaştı.  Doğru Ulu Cami. Başka bir yerde arkadaşların oynayan sinirlerini bastıramazdık.

Ulu Cami
Tarih sahnesinde varlığını uzun süre devam ettirmiş milletler, bu devamlılıklarını kültürleri ve ortaya koydukları eserlerle sağlamıştır.
Osmanlı, yaşadığı dönemde ulu bir devletti. Osmanlı, medeniyet gergefini işlerken, bu ululuğunun mührü gibi duran bir kültür manzûmesi oluşturmuş ve şaheserler bırakmıştır. Günümüzde bu eserlerin bazıları hüzünle biten bir hikâyenin son cümlesi gibi dururken, bazıları da o ihtişam yıllarının bütün heybetini gelecek asırlara taşımaya devam etmekte, Osmanlı'nın yâd-ı cemîli olarak durmaktadır.
Bunların en önemlilerinden biri de ulu devletin ilk başşehri olan ve Uludağ'ın eteklerinde kurulan Bursa Ulu Camii'dir.
Ulu Camii’ndeki levhalarda en çok Allah cc. isimleri, âyetler, hadisler ve kibar sözler vardır. Bunlar iman, amel, cömertlik, fedakarlık, sabır, şükür, istişare, adalet, idare, namaz, hac, miraç gibi bir çok konulardan bahsetmektedir.
Ulu mabedin duvarları ve direklerindeki tablo ve yazılar, bir hüsn-ü hat müzesini andırmaktadır. Şadırvanın mihraba dönük sağ yanında, caminin 12 büyük ayağından birisindeki levhada, bir hadis-i şerif var: "Sabreden zafere erer."
Şadırvanın etrafındaki direklerin üst kısmına Âyete'l-Kürsi yazılmış. Üç kapılı Ulu Cami'nin doğu ve batı kapılarının üstünde iki büyük levhada Büruc Sûresi'nin son üç âyeti birbirini tamamlar şekilde yazılmış:  "Allah ilmi ve kudretiyle onları, arkalarından kuşatır. Hayır, hayır! Kur'ân onların iddia ettikleri gibi beşer sözü değildir. O, Levh-i Mahfuz'da olan pek şerefli bir Kur'ân'dır." (Büruc, 20-22) 
Batı kapısının yanından bu muhteşem caminin, yazılarını da okumaya çalışarak gezmeye devam ediyoruz. Girişin sağındaki levhada bir âyet: "İşler hakkında onlara danış." (Al-i İmran, 159)
İstişârenin önemini anlatan bu âyeti okuduktan sonra Yüce Nebi (s)'nin Uhud'da, Hendek'te ve hayatının her anında bu âyeti hayat düsturu edindiğini hatırladık. 
Diğer taraftaki duvar yazısında 8 tane sin harfinin oluşturduğu bir çiçek şekli içine Nâs Sûresi yazılmış.
Duvar ve direklerinde 87'si sabit, 105'i levha halinde toplam 192 yazı var. Arapça yazı biçiminin kûfi, sülüs, nesih, rika, tâ'lik, reyhanî, dîvan ve bize has tuğra yazısıyla hat sanatının on üç çeşidinin uygulandığı bu camide, yazıların simetrik olması da ayrıca göze çarpıyor. 
Levhaların birinde Hz. İbrahim’in meleklerle konuşmasını anlatan divan hattıyla yazılmış bir yazı: "Mülkün ve melekutun sahibi olan Allah'ım, Sana sığındım ve Sana tutundum! Sen izzet ve azamet sahibisin. Büyüksün ve ceberut âleminin de sahibisin. Sana tevekkül ettim. Sen devamlı dirilik üzerinesin, uyumaz, uyuklamaz ve ölmezsin. Seni tesbih, takdis ve tenzih ederim. Sen bizim Rabb'imizsin, meleklerin ve ruhun da Rabb'isin. Sen bir olan Allah'sın ve Senin ortağın yoktur." Onun altında yine 8 tane vav harfinin uçları diğerlerinin başlarına yaklaştırılmak suretiyle, bir daire vücuda getirilmiş ve her vav harfinin içine Şems Suresi'nin ilk 6 âyeti yazılmış. Küçük bir levha içinde "Ya Hazreti İmam-ı A'zam Numan bin Sabit" yazısı bize büyük mezhep İmamı Ebû Hanife hazretlerini hatırlıyor. 
Hattat Abdulfettah'ın (1814-1896) Besmele-i şerif yazısının yanında, Kâbe'nin çok eski halini gösteren bir resme değişik yerlerden bakıyor ve her seferinde kapısının bize dönük olduğunu hayretle görüyoruz. 
Kâbe resminin altında bir Allah lâfz-ı celalini ve onun altında da halkın birçok menkıbeye dayandırarak mistik bir mânâ verdiği, hatta bazılarının önünde namaz kılmaya özen gösterdiği güzel bir “vav” harfini görüyoruz.

Vav'ların sırrı
Vavların sırrı vardır. Birbiri içine geçmiş 4 vav'la; vali, vekil gibi sorumluluk isteyen görevlere talip olanların özellikle kul hakkı başta olmak üzere sorumluluklarına vurgu yapılıyor. Bu vav'ların bir özelliği de insanın anne karnındaki şeklini temsil ediyor olmasıdır. İnsan vav şeklinde anne karnında büyür ve doğuşu da vav şeklindedir.
Ayrıca secde ettiğimizde vav şeklinde oluruz. İnsan ömrü boyu hep vav şeklinde kalır. Ta ki insan ömrü sona erer, musalla taşına yatar, işte o zaman elif olur. İşte bu Ulu Camii'nin vav'ları çok değişik vav'lardır. İşte bu vav'lardan bir tanesi bu iki vav'ın iç içe geçmiş halidir.
Bakın şurada duvarda değişik şekil verilmiş dört tane vav harfi bulunuyor. Vav harflerinin içine  'İttaku'l vâvât' diye bir ifade yazılmış. 'Vav'lardan çekinin' anlamında.
Levhada bulunan bu vav'lar, vav harfi ile başlayan meslekler sorumluluk gerektiren işlere dikkat çeker;  vakıf, vali, vekil, vezir, varis, vasi, valide, vadetmek  gibi. Vavlar böylece vakıf mallarını değerlendirmekle yükümlü olan insanların dikkatini çeker. Bu vavlar aynı zamanda vahidiyeti ve vahdaniyeti ihtiva etmesi yönüyle de Allah'ın birliğini anlatır. Vallahi yemininde bulunmanın ağır sorumluluklar getirdiğini hatırlatır, vazifeleri yerine getirirken hassas olmayı ve ölçülü davranmayı tavsiye eder.
Müezzin mahfelindeki "Yâ Hazret-i Bilal Habeşî" yazısı ilk müezzin Hz. Bilal'in unutulmadığını gösteriyor. Hünkâr mahfelinde II. Mahmud tarafından yazılmış bir yazı var: "Allah, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." 
Doğu kapısının sol yanındaki levhada, yine bir âyet var: "Namaz, muhakkak insanı kötülüklerden alıkoyar ve namaz en büyük zikirdir. Allah ne yaptığınızı bilir." (Ankebut, 45) Yine bir levhadaki "Dikkat edin! Kalpler ancak Allah'ı zikretmekle mutmain olur." (Ra'd, 28) âyeti, huzur ve mutluluğun kaynağının bu olduğunu kalbimize hissettiriyor.

Resim şeklindeki yazılar
Caminin içindeki bütün yazılar rastgele seçilmemiş, bilâkis hayatımızı düzenleyici mesajlarla dolu. Bu boyutuyla, ulu mabede ibadet için gelenler huzur bulmanın yanında, hayatlarına mânâ kazandıracak âyet ve sözleri okuyarak da bilgi kazanmış oluyorlar.  Kuzey cephesine geçtiğimizde yazılar; cami, minare, minber, kubbe şekline dönüşüyor. "Maşaallah""Barekallah" ifadelerini bu anlamda hayranlıkla seyrediyoruz. Hemen o resimlerin altında bir hadis var: "Vakit geçirmeden namaz için acele edin ve ölüm gelmeden tevbe için acele edin.”
Küçük bir levhanın dönüşümlü yazısında ortadan baktığımızda, Allah ve Muhammed; sağdan baktığımızda Ebubekir, Ömer; soldan baktığımızda ise, Osman ve Ali yazılarını okuyoruz. 
Hanımlar bölümünün yanındaki bir levhada: Hattat İzzet'in (1801-1876) Kelime-i Şehadet’ini okuyoruz: "Allah'tan başka ilâh yoktur ve Hz. Muhammed (s) O'nun rasûlüdür.” 
Hanımlara ait bölümün köşesindeki direkte başka bir hadis var: “Kim Bismillahirrahmanirrahim'i güzel yazarsa cennete girer.” Ve hemen o yazının yanında Nur Suresi’nin 35. âyetinde yer alan "Nur üstüne Nur. Allah dilediği kimseyi nuruna götürür." ifadesini okuyoruz.

Minber
Minber, sert ceviz ağacından, hiç çivi ve yapıştırma malzemesi kullanılmadan geometrik parçalar birbirine geçirilerek yapılmıştır. (Kündekâri sanatı: Birbirine geçme küçük parçalar) Küçük geçme panoları, geometrik örnekleri, korkuluk şebekeleri, kitâbe ve tacının yapımında  kullanılan bu muhteşem minber için Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde “Çiçek şeklindeki yazıları, cihan ressamları toplansa yapamazlar, örneği yoktur.” der. Bu minber İslâm sanatında, Selçuklu üslûbundan Osmanlı üslûbuna geçiş döneminin bir şaheseridir.
Minber kulesinin batı yüzünde ağaca kabartmak suretiyle kûfi yazı ile yazılmış üç defa tekrar eden bir ifade var: “El-mülkü ilah”, (“Mülk Allah’ındır”) Minberin sağ yanında, kapısına yakın yerde, aşağıdan yukarı yan yazılmış oyma sülüs yazı ile minberi yapan usta, ismini “Amel-i el-hac Mehmed bin Abdilaziz bin ed-Dakiva” diye yazmış. Yani Hacı Abdülaziz oğlu Mehmed isminde bir sanatkar bu muhteşem minberi yapmıştır.
Minberin giriş kapısının üzerindeki kitabede altın yaldızla Osmanlıca olarak, 'Yıldırım Bayezid Han tarafından hicri 804 (miladı 1402) yılında yaptırılmıştır.' ibaresi yer alıyor.
Minber bütünüyle kainatı sembolize ediyor. Minberin doğu cephesinde, gezegenlerin her biri yörünge hareketleriyle birlikte küresel kabartma motifler halinde Güneş'e olan uzaklık ve aralarındaki büyüklük karşılaştırmaları da verilerek olması gereken yerlerdedir. Gezegenler, Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, Platon şeklinde olan Güneş'e uzaklık sıralaması da doğrudur. Büyüklük mukayesesi de baz alındığında Dünya'dan elli bin defa daha büyük olan Güneş, büyük bir ustalıkla mükemmel şekilde işlenmiş durumdadır.
Anlaşılacağı üzere dünyanın yuvarlak olup olmadığının tartışıldığı bir devirde bir ahşap işçisi bile o dönemde bilinen tüm gezegenleri rastgele bir yıldız olarak değil, güneş sistemimizdeki birer gezegen olarak işlemiş.
Rehberimiz, Kündekâri sanatının bir özelliği olan parçaların birleşmesiyle oluşan çukur kanal çizgilerinin de gezegenlerin yörüngesini temsil ettiğini söylüyor. Buradaki başka bir gizem ise serpiştirilmiş halde yıldız motiflerinin yer alması ve bunların içinde kuyruklu yıldızların da bulunması ve ayrıca Platon gezegeninin tek başına ayrı bir platformda ve bir açı farkı ile gösterilmiş olmasıdır. Oysa son üç gezegenin bulunuşu 200-300 yıllık bir hadisedir. Son gezegen Platon 1930'larda tespit edilebilmiştir.
Minberin batı cephesinde ise 7 adet galaksi formatı vardır, galaksi platformları 5 ayrı renkte sedef kakma ile gösterilmiştir. Ancak ne yazık ki bugün hatalı boyama teknikleri ile bu önemli detay büyük ölçüde yok edilmiş durumda. Ama kayıtlardan bunu doğrulamak mümkün...
Kündekâri sanat açısından eşsiz bir değere sahip olan minberin ilginç bir özelliği de 6666 adet abanoz ağacı parçasından vücuda gelmesi. Bu rakam da halk arasında yaygın inançla Kuran-ı Kerim’deki ayet sayısına tekabül etmektedir.
O dönemdeki İslam ve Türk alimlerinin matematik ve gök bilimlerine yönelik ilminin Batı’ya nazaran hayli ileride olduğu ortadadır. 

Bursa’nın Ayasofya’sı
Minberin sağ tarafında yüksekçe bir yere asılan siyah örtü, Kâbe kapısının örtüsüdür. Mısır Seferi’nden sonra halife olan Yavuz Sultan Selim, Kâbe’de onarıma girişmiş, bu arada Kâbe’nin örtüsünü İstanbul’dan gönderilen yeni örtü ile değiştirmiştir. Yavuz, eski örtüyü ise Bursa’ya getirtip Ulu Cami’ye hediye etmiş ve kendi elleri ile taşıyıp asmıştır. Saf altın iplik ile üzerine ayetler işlenmiş bu örtü, yüzyıllar boyu kararmadan kalmıştır; maalesef yapılan bazı hatalı restorasyonlar sonucu caminin rutubet alması üzerine işlemeleri dökülmüş olduğundan günümüzde ayetler ancak parlak ışık altında görülebiliyor.

Evliya Çelebi’nin ifadesiyle Ulu Cami Bursa’nın Ayasofya’sıdır. Ulu Cami’nin 3 tane kapısı vardır. Anlatıldığına göre, Somuncu Baba, cami yapılırken buraya gelir, işçilere hayrına somun dağıtırmış. Bir gün yine somun dağıtırken Hızır'ın orda olduğunu fark etmiş, kolundan tutup "Sen Hızır’sın anladım." demiş ve eklemiş; "Buraya gelip her gün namaz kılacağına dair söz vermezsen buradaki herkese senin Hızır olduğunu söylerim." demiş ve Hızır her gün geleceğine dair Somuncu Baba’ya söz vermiş ve ondan da bir istekte bulunmuş; "Hangi vakit geleceğim bana kalsın." onu insanlara söyleme. Bunun üzerine Hızır Ulu Cami’deki vav harfinin önünde her gün gelip namaz kılıyormuş. 

Şadırvan
Ortadaki kubbenin altında havuzlu, 18 köşeli bir şadırvan bulunuyor. Ulu Cami’nin özelliklerinden birisi olan şadırvanın yapılma nedeni şöyle hikaye edilir: Cami yapımı için arazi istimlak edilirken, şadırvanın bulunduğu yerdeki toprak parçasının sahibi olan hanım, arazisini satmak istememiş ve arazi zorla alınmış. Ancak daha sonra, zorla alınan yerde namaz kılınmaz düşüncesiyle o yere şadırvan yapılmıştır. Şadırvanın 65 metrekareden ibaret olduğu düşünüldüğünde doğruluğu şüpheli bir hikayedir. İçindeki şadırvan ve duvarlarında yer alan dev boyutlardaki yazılar, Ulu Cami’nin kendine özgü özellikleridir.
Rehberimizin bu fevkaalade anlatımından sonra abdest alalım diye şadırvana gidiyoruz.
Hemen oturduk etrafına ve dinlenmeye geçtik. Abdestimizi aldık. Bayanlar da abdest almak istedi ama orada bir yazı, “Bayanların şadırvanda abdest alması yasaktır”. Belki izahı mümkündür ama herkesin gözünün önüne göstere göstere böyle bir yasağın konmasını yadırgadık, içeride birçok turist de var. Şadırvanda abdest alınmaması rica olunur diyerek umumi bir tedbir alınsaydı daha uygun olurdu. Erkeğe serbest kadına yasak. Bursa Müftülüğü’ne ulaştırılmak üzere rehberimize söylenmesi gerekenleri söyledik, o da notunu aldı. İletir mi iletmez mi, bilemem.  
Rehberimiz caminin anlatımına iki saat ayırdı ancak yine yetmedi desek yalan olmaz.

Caminin yapımı ile ilgili birçok rivayet anlatılmaktadır.
Rivayete göre; Yıldırım Bayezid, Niğbolu Muharebesi’nde muzaffer olunca yirmi cami yaptırmaya karar verir. Bursa’ya geldiğinde bu fikrini damadı olan Emir Sultan’a söyler, O’da 20 cami yerine 20 kubbeli bir cami yapılmasını tavsiye etmiştir. Caminin yeri de Emir Sultan’a, rüyasında manevi bir işaretle gösterilmiş, ertesi gün bu işaret edilen yerde çimen bittiği görülerek caminin yeri tespit edilmiştir. Karar Padişaha bildirilmiş, Padişah da bunu uygun görerek caminin inşasını başlatmıştır. Cami, Niğbolu Zaferi’nde kazanılan ganimet mallarıyla yaptırılmıştır.

Ulu Cami hakkında geliştirilen çeşitli hurafeler vardır: Kıble duvarındaki vav işaretinin yanında Hızır Peygamber’in bulunduğu, işaretin önünde namaz kılanların her duasının kabul olunacağı; caminin kuzeybatı penceresindeki parmaklıkların Davut Peygamber’in demirleri olarak tanıtılması ve o parmaklıklara yapışarak dua edilmesi gibi.
Ne anlatılırsa anlatılsın, Ulu Cami bizleri büyüledi. Osmanlı’ya olan hayranlığımızı artırdı. Dolayısıyla bizleri iskender kebap konusundaki sıkıntımızdan da uzaklaştırdı.

Son olarak Bursa'nın manevi büyüklerinden Mehmed Muhyiddin Üftâde Hazretleri’nin Ulu Cami için yazdığı bir beyti okuyor ve herkesi bu ulu mabede davet ediyoruz:  "Ey büyük cami veya ey büyüklerin toplandığı yer. Seni gece ve gündüz ziyaret edenlere müjdeler olsun."


Koza Han: Ulu Cami’den çıktık ve hemen yanındaki Koza Han’a girdik. Ağaçların gölgesinde Türk kahvemizi içtik. Kahveci, kahve yazısını Türkçe yazmamış ingilizce olarak “Cafe” diye yazmış. Bak güzel kardeşim dedim; “Sen Avrupa’ya gitsen hiç bir yerde Türkler buraya geliyorlarmış diye kendi değerinden taviz vermez, hatta Fransa’ya gitsen Fransızcanın dışında sana bir kelime bile konuşmaz. Sen de vazgeç bu sevdadan. Buraya ‘kahve’ diye yaz.” dedim. Eyvallah abi dedi ama, yarım ağızla dediği belliydi, ‘sen ne diyorsun be!’ der gibiydi...
Bu arada kadınlar da alışverişlerini yaptılar. İpek şallar, ipek gömlekler, bluzlar ve de Bursa’nın özel nevresimleri ve hediyelikler alınmış. 

Bursa’nın en güzel ve günümüzde en yoğun olarak kullanılan hanı imiş Koza Han. Yapıya, Kapalı Çarşı tarafından bir taç kapıyla girilmekte, alt katında 45, üst katta ise 50 oda bulunmaktaymış. Avlunun ortasında taştan yapılmış, altında şadırvan bulunan, 8 ayak üzerine oturtulmuş bir de köşk mescit var.

Çekirge
Bursa'nın en eski semtlerinden biri olan Çekirge de diğer semtler gibi tarihi ve önemli birçok yapıya ev sahipliği yapmaktadır. Semt Çekirge adını anlatılan bir rivayete göre Osmanlı döneminde o bölgede yaşanan bir çekirge istilası sonucunda almış. Eşsiz bir şehir manzaraya sahip olan Çekirge, Karagöz ve Hacivat'ın mezarlarına, 1. Murat Cami ve 1. Murat Türbesi’ne de ev sahipliği yapmakta.
Çekirge aynı zamanda şifalı termal suları ile de ünlüdür. Birçok noktada yeryüzüne ulaşan bu termal sular evlerde halen kullanıldığı gibi semtteki otellerin hemen hepsinde de gelenlere sunulmaktaymış. Termal otelleri ile ünlü Çekirge, tarihi hamamlara da ev sahipliği yapmaktadır. Bursalıların da ilgi gösterdiği bu tarihi hamamlar halen kullanılmakta.

600 yıllık Çınar
Bursa'nın simgelerinden biri olan ve o yıl 600 yaşına giren ''İnkaya Çınarı'', Osmanlı döneminde dikilmiş ''En diri çınar'' özelliğini taşıyor. Bursa'nın merkez Osmangazi ilçesinde bulunan doğa harikası ağaç, adını Osmanlı Devleti'nin ilk köylerinden biri olan Bursa-Uludağ yolu üzerindeki İnkaya köyünden alıyor.
Her biri ağaç gövdesi kalınlığındaki heybetli dallarıyla Bursa'yı adeta kucaklayan çınar, kentin anıt ağaçları arasında en çok tanınanı olarak boy gösteriyor. 35 metrelik boyu ve 9.2 metrelik çevresiyle görenleri şaşkına çeviren tarihi çınarın, her bir dalının kalınlığı bile 3-4 metreyi buluyor.
Çınarın dallarının altında çay bahçesi, restoran, market, hediyelik eşya dükkanları bulunuyor. İnkaya sakinleri, yaptıkları el işlerini, bahçesinde ya da tarlasında yetiştirdiği meyve ve sebzeleri de çınarın etrafında kurduğu tezgahlarda satıyor.
Orada  bir kadın dikkatimi çekti. Çok güzel bir kadın. Kocaman kocaman mavi gözleri var. Üzerine giydiği el işlemeli fistan o kadar yakışmış ki, fistan mı yakışmış  kadın mı fistanı yakıştırmış onu bilmiyorum ama ben fistana talip oldum. “Bu fistandan var mı dükkanda?” “hayır” dedi. “Bu benim fistanım, satılık değil. Ben Suriyeliyim.”
Kadının mülteci olarak Türkiye’ye geldiğine, yerinden yurdundan edildiğine mi acıyayım, yoksa fistanı alamadığıma mı?

Ve elveda Bursa, sana geliyoruz Çanakkale...Yol üzerinden kestane şekerlerimizi de alarak tuttuk Çanakkale’nin yolunu...Yorumlar faslına geçtik otobüsümüzde. İskender kebap dışında ve de rehberimizin aç gözlülüğü dışında herşey mükemmel... Kaptanımız Sezgin sürdü CDçalara CD yi..”Çanakkale içinde vurdular beni...”

Devam edecek

20 Ekim 2017 Cuma

KANÇILARYA´DA MATEM ORUCU


-Gerçeğe Hü- 
 
Aleviler için Muharrem ayı yas ayıdır. Aleviler, Ehl-i Beyt ile Muaviye ve oğlu Yezid arasındaki mücadeleye “iktidar kavgası” olarak bakmazlar. Onlara göre bu mücadele mazlum ile zalimin mücadelesidir. Hz. Ali ve oğlu Hz. Hüseyin mazlumluğun, direnişin ve adaletin, Muaviye ve oğlu Yezid ise zalimliğin sembolleridir. Muharremin onuncu gününde, Halife Yezid, iktidarının önünde bir engel olarak gördüğü Hz. Hüseyin’in başını Kerbela’da hunharca kestirmiş, sonra da o başı bir sancağa takarak, Şam sokaklarında dolaştırtmış ve eğlenmişlerdir. Muharrem ayına yas ayı denmesinin, oruca da yas orucu denmesinin sebebi budur. Bundan dolayı Aleviler, Muharrem ayında 10 gün oruç tutarlar. Bu oruç Kerbela’da Yezid tarafından öldürülen Hz. Hüseyin ve beraberindekilerin (71 kişi) katledilmesini protesto için tutulur.

Muharrem Orucu insanın nefsini terbiye etmeye, bilmeye, Hüseynî bir duruşa vesiledir. Muharrem orucu, insanın kendi benliğine yönelmesine, yanlışlarını-doğrularını, eksilerini-artılarını tartmasına, kendisiyle yüzleşmesine, hesaplaşmasına ve bütün bunların sonucunda daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yönelmesine bir dâvettir. Muharrem orucunun onuncu gününden sonra, On iki İmamlar 'ın ve bu yolda şehit olan bütün canların anısına on çeşit/veya daha fazla gıdadan oluşan Aşure pişirilerek o yılki Muharrem Orucu noktalanır. (O akşam bizim yediğimiz aşurede 10 çeşit malzeme yoktu) 
 
Oruç süresince: 
 
-Su içilmemelidir. Sıvı içilebilir ancak sıvıyı içmenin de bir usulü vardır. Bardakla, tasla kafaya dikilerek kana kana içilmemelidir. -Çamaşır yıkanmamalı, -Tıraş olunmamalı, -Sigara, içki içilmemeli, -Hayvan kesilmemeli, et yenilmemeli, -Soğan-sarımsak-yumurta yenilmemeli, -Ağaç kesilmemeli, -Hiçbir canlı, böcek dahi öldürülmemeli, -Parfüm ve benzeri kokulu maddeler kullanılmamalı, -Geceler dahil olmak üzere, cinsel ilişkiye girilmemeli, -Süslenilmemeli, aynaya bakılmamalı, -Türkü şarkı söylenilmemeli, oyun oynanmamalı, düğün yapılmamalı, -Cem dahi yapılmamalıdır. Alevilerde sahur olmaz, belirlenmiş bir iftar vakti de yoktur. Ne yenirse gece yarısından önce yenir. Gece yarısını geçince niyet edilir ve vücut mühürlenir. Güneş batınca da oruç açılır. Mükellef iftar sofraları kurulmaz, sofrada basit yiyecekler olmalıdır.
İftar duası şöyledir:
Bismişah Allah, Allah Niyetlerimiz kabul, lokmalarımız makbul, muratlarımız hasıl ola, Üçlerin, Beşlerin, Yedilerin, Kırkların, Oniki İmamların, Ondört Masum-u Pakların, Onyedi Kemerbestlerin dergahına yazıla, Kerbela şehitlerimizin, gelmiş geçmiş cümle ulularımızın, atalarımızın ruhu revanları şad-u handan ola, Allah bizleri görünür görünmez kazalardan, belalardan, afetlerden, ve her türlü kötülüklerden koruya, Bizleri Ehlibeyt'in katarından, didarından ayırmaya, cümlemize sağlık, huzur, birlik, dirlik, hayırlı kazançlar ve hayırlı kısmetler nasip eyleye, Gerçeğe Hü.
Evet biz de Türk Eğitim Derneği ve Mocca Dergisi olarak Hüseyin Bozkurt ile birlikte bu iftara davet edildik. Davet sahibi T.C. Berlin Büyükelçisi. İftar saatinde (18.21) oradaydık. C/4 numaralı masadayız, masamızda TDU yönetim kurulu üyesi Gökhan Öztaş eşi ile birlikte ve Hannover'den gelen iki misafrimiz var. Ayhan Aydın ve Recep Bilgi. Hasan Babur'un da ismi yazılıydı masada ama teşrif etmedi. Salon dolu. Büyükelçi Ali Kemal Aydın mesaj yüklü bir konuşma yaptı. Alevi dedesi Haydar Soylu iftar duasını yaptı. Kur'an okundu ve anlamı verildi. Ayet seçimi isabetli, günün anlam ve mahiyetine uygun olarak seçilmiş:
 
“Siz ey imana ermiş olanlar! Derin bir duyarlıkla Allah'a karşı sorumluluğunuzun hakkıyla bilincinde olun ve O'na kendinizi yürekten teslim etmeden önce ölümün sizi alt etmesine izin vermeyin.... Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; ….Kendilerine açık-seçik kanıtlar geldikten sonra, çekişmeye girip fırkalar halinde parçalananlar gibi olmayın... “
Anlam yüklü ibretlik ayetler, Büyükelçi Ali Kemal Aydın’ın konuşmasıyla da örtüştü:

“Kerbela'yı doğru okumak doğru anlamak ve bundan dersler çıkarmak hepimiz için önemlidir. Zulüm ve haksız-lığın karşısında durmak bu derslerin başında gelmekte. Hz. Hüseyin'in can verdiği değerleri sahiplenerek işe başlamak ve yeni nesillere onun bu mirasını aktarmak, hepimizin görevi olmalıdır. Özellikle bizler gibi yaşamlarını ana vatandan uzakta geçiren insanların inancının ve kültürünün yaşatılması daha da önemlidir. Avrupa ve Almanya'da müslümanlara karşı ön yargılara dayalı uygulamaların ayrıntılı ve dışlayıcı dönemlerinden geçiyoruz. Dinimizi ve inancımızı bulunduğumuz topluma doğru anlatmamız lazımdır, anlattıklarımızı davranışlarımıza yansıtmak her zaman çok daha önemlidir. Farklılıkların bizleri bölmesine fırsat verirsek, üzülerek söylemeliyimki dışlanır ve marjinal duruma düşeriz. Kerbela'nın bize öğrettiği en kıymetli ders birlik beraberlik ve kardeşliktir. Eğer bu mesajı hayatımıza geçiremezsek, İslâm coğrafyasında şahit olduğumuz hüznün, matemin acı örnekleri devam edecektir. Bugün Suriye'den Yemen'e, Afganistan'a Libya'ya kadar müslümanların ülkelerinde başta çocuklar olmak üzere insanlar büyük acılar yaşamaktadır. Temennimiz odur ki, yeni Kerbelalar yaşanmasın, masum insanlar, masum hayatlar kurban edilmesin. Nasıl ki, Aşure acısıyla, tatlısıyla, ekşisiyle, bir tat oluşturuyorsa, bizlerde aziz milletimizin ortak unsurlarını oluşturan tüm renklerimizle, gün içerisinde kardeşlik bağlarımızı oluşturalım ve sağlam tutalım. Aramıza ekilmek istenen kin ve nefret tohumlarının yeşermesine fırsat vermeyelim. Birbirimizi dinleyelim, anlayalım, tanıyalım ve sevelim. Değerli kardeşlerim, sevgili canlar, Muharrem ayında yapılan ibadetlerin, tutulan oruçların, Mevlamız katında kabul görmesini temenni ediyorum. Bu vesi-leyle Hz. Hüseyin ve Kerbela Şehitleri ile birlikte, Edirne'den Çanakkale'ye İstiklal mücadelemizden 15 Temmuz'da Hak ve hakikat yolunda canını feda eden bütün şehitlerimizi saygıyla rahmetle yad ediyor, sizlere mutluluklar diliyorum.“ 
 
2017 Muharreminde Kançılarya'nın çatısı altında Aleviler ve Sünniler birlikte iftar açıyorlar, Kur’an okuyor, dua ediyorlar. Allah’ım bu ne saadet. Yıllarca birbirlerine düşman yapılmak istenen o insanlar bir araya gelmişler, birlikte tüm Yezidler ve zalimler için beddua ediyorlar. Devletin kanatları altında güven içindeler. 
 
Devlet artık tebasını ayrıştırmıyor, kendine düşman olmayan herkesi kucaklıyor ve bağrına basıyor. Alevi dedesi Babaerenler dua ediyor Alevisi de Sünnisi de amin diyor. Bu birlikteliğin, bu Hüseynî duruşun Kançılarya'nın dışında da devam etmesi halinde tüm zalimler korkulu rüyalar görmeye başlayacaklardır. Aradan geçen bu 94 yıla rağmen birbirlerinin davetlerine giden ve hep birlikte dua eden o canlara selam olsun... Zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.
Gerçeğe Hü…

11 Ekim 2017 Çarşamba

'Peygamberin idrarı temiz' diyenlere Said Hatiboğlu'ndan net cevap

Kur'an Çalışmaları Vakfı'nın düzenlemiş olduğu Kur'an Vahiy Sempozyumuna katılan Prof. Dr. M.Said Hatiboğlu Peygamberin gaybı bilemeyeceğini söyleyerek Peygamberin ağzından her çıkan vahiydir algısını eleştirdi. 10-10-2017
    

 İşte Hatiboğlu'nun sempozyumdaki tebliğinden bazı bölümler: 
                                            
Ben 1953’te girdim İlahiyat Fakültesine. Burdur’un ilk talebesi bendim. Ve anladım ki İlahiyat Fakültesi açıldığında tefsir, hadis okutacak bir tek Türk Profesör bulamadıkları için dogmatik eğimler kürsüsü kurmuşlar. İlk tefsir kürsüsünü rahmetli Tayyip hocamız kurdu. Sonra hadis kürsüsünü kurdu. Sonra biz fakirleri asistanı olarak aldı. Şimdi zannediyorum ki Türkiye’de en yaşlı hadis hocası benim... Ben lisedeyken doktora tezi yazmama sebep olan bir hadise ceyran etti. Ömer Nasuhi Bilmen hocamız çıkmış Ramazan ayında uyurken yemek yemek orucu bozar demişti. 
Bende bu soruyla talebelerime anket yaptım. Sınıfta bozulmaz hocam diyenler oldu. Ama Ömer Nasuhi hocanın yazdığı cevap bozulurdu. Herkesin evinde bu ilmihal vardır, lütfen bakın...
Şimdi kafam attı benim, yahu dedim kendi kendime 'mantık dini olarak savunduğumuz müdafaa ettiğimiz İslamiyet böyle şey söyler mi?' Nasıl olsa İlahiyata gideceğim, ben orda bu meseleyi tetkik ederim dedim. Ve bir fırsat düştü tetkik ettim, hikayesi uzun. Bütün delilleriyle gösterdim. 'İslami Mükellefiyet Anlayışı ve Buna Aykırı Bir Maliki, Hanefi Kıyası' makalemin ismi bu, boş bir zamanınızda lütfen okuyun.
İslam adına yapılmış mantık fecaatlerini orada görürsünüz. Bunlar bizi neye götürdü. Doktora tezimi dedim ben 'İslami Tenkit Zihniyeti' üzerinde hazırlayayım. Tayyip hocama anlattım, kabul buyurdu. Ve kendi çapımda hazırladım. Ve orada da gördüm ki Resulullah (A.S) gibi dünyanın en büyük insanını dahi tenkitten geçiren Müslümanlar var, Sahabeler var. Ama hangi sebeple tenkit ediyorlar. Vahyin dışında... O'nu da vahyin talimatı ile bir beşer olarak kabul etmişler. Vahyin dışında hata yapabileceğini teslim etmişler. Sahabe böyle bir zümre. 
Ama biz O'nun ve Asrı Saadetinin nasıl takdim edildiğini gördük. Peygamberimizin her konuştuğu vahiydir diyen bir ulema zümresiyle karşılaştık. Mesela İbn-i Hazm der ki; Hazreti Resul buyurdu ki insanlar arasında en sevdiğim Aişe’dir. Şimdi İbn-i Hazm hükmünü veriyor. Bu hüküm vahiydir diyor. Durum bu kadar vahim...
Bu hükümleri bizim usul-ü hadise dahi geçirdiler. Ve dediler ki Peygamberimizin söylediği her şey vahiydir. Bir hatıramı anlatayım. Şimdi Profesör olan bir zat ben vaktiyle Diyanet İşleri Din İşleri Yüksek Kurulunda Fakültemizin temsilcisi olarak bulunuyorum. 1998’de oradan emekli ettiler beni. Emekliliğime 5-10 gün kala, benim sorumluluğumda olan uzmanım Doktora tezini getirdi. Diyanet’e teklif etmiş basılması için. Ben önce kabul etmedim, ayıp olur dedim. Siz yapın dedim öteki hocalarımıza. Ama 15 gün sonra mecbur kaldılar yine bana getirdiler. Tezde Peygamberin her söylediği vahiydir diyor. Şimdi ben hiç kızmadım bildiğim için çağırın şu zatı dedim. Şimdi profesördür kendisi ismini söylemeyeyim. Yahu dedim, farz edelim ki Peygamber Efendimiz Hz. Aişe’ye 'Ya Aişe ben tuvalete gidiyorum' dememiş midir diye sordum. Evet demiştir dedi. Ee bu vahiy mi dedim. Şunu Allah aşkına değiştir dedim.
Bu bizim usül kitaplarımızda da vardır, bizim bazı hadis profesörlerimiz de aynı şeyi söylemektedirler. Biz maalesef o büyük Peygamberi  tahrif etmekte birinci sırayı almış bir nesiliz. Resulullah’ı Kur'an tarif ediyor ama biz ona kani değiliz. Senin anlattığın gibi değil ya Cenab-ı Hak diyoruz sanki. Peygamber senin anlattığından daha yücedir diyoruz. Mesela ne diyoruz, "beşerdir, bizim gibi affedersin tabii ihtiyaçlarını görür." 
BÖYLE BİR PEYGAMBER YOK
Ama bizim kitaplarımızda ne yazılıdır, peygamberlerin kazuratı şusu busu olduğu yerde parfüm haline gelir. Veyahut yer yarılır içine girer. Geçenlerde bir hadis Profesörümüz yeniden tercüme etmiş. Gazali'nin Kitab-uş Şifa'sına baktım acaba dedim bu konuda ne diyor? 
Türkiye’nin hadis Profesörü 'Peygamber efendimizden çıkan her şey temizdir' diyor. Bütün şeyleri dahil. Allah allah acaba bir not düştü mü diye baktım katiyen bir not yok. Aynı şeyi sadece hadisçiler değil hukuk allameleri dediğimiz adamlar da yaptı. Zuheyli diye Ezher mezunu bir Profesörümüz diyorki Peygamberin kazuratı, sidiği, kusmuğu, sümüğü şusu busu hepsi neymiş tahirmiş. Allah'tan korkun. Böyle bir Peygamber yok. Böyle bir din de olamaz. Peki bunların kaynağı ne? 
Ben Doktora tezimden sonra Emeviler ve Abbasiler zamanında ki siyasi hadiselerle hadis münasebetlerini inceledim. Ve orada gördüm ki Peygamberimizden sonra ki devirlerde İslam ümmetinde cereyan eden her türlü siyasi akıdevi hadisenin bir aksi hadislerde var. Bunun olmaması için ne olması lazım Peygamber efendimizin gaybi bilmemesi lazım. Ama biz bilmiyor diyebilir miyiz, imkanı var mı, güya her şeyi biliyor peygamberimiz. Bunun üzerine biraz emek sarfettim işte o 'Kur'an Dışı Vahiy' denen kitabı yazmak cürretinde bulundum.
RESULULLAH’IN VAHİY DIŞINDA GAYBI BİLMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR
Şimdi bu sahalarla ilgili olan arkadaşlarımızdan, hocalarımızdan istirhamım şu, lütfen ciddiyetle okuyun benim hatalarım varsa ikaz edin. Ölmeden düzeltme imkanı bulayım. 
Ama halen aynı kanaatteyim. Resulullah’ın vahiy dışında gaybi bilmesi mümkün değildir. İstihbalden bilmesi mümkün değildir. Dayandığımız kaynaklar yine bizim kitaplarımızda olan kaynaklar. 
Hz. Aişe validemiz diyor ki: “Kim peygamberin gaybden haber verdiğini söylerse yalan söylüyordur”. Ama biz ne söyledik?  'Gelecekte olan her şeyi peygamberimiz haber verir' dedik. Bu sahada misal olarak hilafetin Kureyşiliği meselesini inceledim. Ne demekti bu? Güya peygamber efendimiz buyurmuş ki 'Halife Kureyş'tendir.' Kureyş denilince akan sular duruluyor. O kabilenin dışında senin halife seçmen mümkün olmuyor. Çünkü onlara göre bu bir vahiydir. Ama işin acınacak tarafı bu iddiayı ileri süren alimlerimizin ekseriyeti kelam alimleridir, akaid alimleridir. Maturidi'sinden tut Eş'ari'sinden tut İbn-i Teymiye'sinden tut say sayabildiğin kadar. Yakınlarda bir Abdül Cebbar'ın kitabını okumuştum da tekrar okuma imkanı buldum o da aynı şeyi söylüyor. Şimdi bunun dayandığı yanlış nedir? İlk hilafet seçiminin yanlış anlatılması hadisesidir. Bu alimlerimiz diyorlar ki, işte bildiğiniz husus Peygamber efendimiz vefat etmişler, Ensar toplanmış, Muhacirler halife seçecekler. Önce Ensar davranmış bir halife seçmiş ama Hazreti Ebubekir ile Ömer ve bazıları geldikleri zaman yahu demiş siz ne yapıyorsunuz? Siz halife olamazsınız, peygamberin emri var 'Halife Kureyş'tendir.' Bu hükmü duyunca akan sular duruyor. Hemen hilafetten vazgeçmişler vesaire vesaire bu %100 yanlıştır. Böyle bir şey yoktur. Böyle bir şey vuku bulmamıştır.( Hilal Haber)

2 Ekim 2017 Pazartesi

KURTLAR VADİSİ VATAN

-İnsanların dini ve milli duygularını gıdıklayarak sadece para kazanmak için film çevrilmemeli-
 
Kurtlar Vadisi deyince „derin “ilişkiler dizisi akla geliyor. 2003 yılında ekrandan seyircisine merhaba diyen "Bir mafya dizisi." Polat Alemdar ismiyle özdeşleşmiş bir dizi. Filmin isminden ziyade başrol oyuncusunun ismi ön planda. Yaptığı işin büyüklüğü Polat Alemdar’ın boyunu da otomatik olarak büyütüyor. Osman Sınav’ın yarattığı bu mafya dizisinde Türkiye’nin ünlü oyuncularının neredeyse hepsi rol almıştır denilse abartılı olmaz. Bugüne kadar 399 bölüm çekilmiş. Mafyaya karşı milli ve dini duygularla bezenmiş bir cengaverin kapışması konu ediliyor dizide. O cengâver mafyanın bütün kirli oyunlarını bozarak adaletin sağlanmasına yardımcı oluyor. O cengâver aslında devletin bir polisi. 
 
Türk halkını motive eden bir film Kurtlar Vadisi. 100 yıldan beri Batılılar karşısında bir türlü dik yürüyemeyen Türk halkı, bu film sayesinde kafasını kaldırarak geleceğe ümitle bakmaya başlamıştır. Türk halkı, milli ve dini motiflerin fazlaca işlendiği bu dizi sayesinde unutturulan geçmişini ve dedelerini hatırlamaya başlamıştır, komplekslerinden kurtulmaya başlamıştır . Polat Alemdar gençlerin idolü olmuştur. Kurtlar Vadisi Filistin, Kurtlar Vadisi Irak bilhassa gençler arasında gurur kaynağı olmuştur. Filmde de olsa bir Amerikalı Generalin, bir Türk polisi tarafından etkisiz hale getirilmesi gençleri motive etmiştir, Türk halkını motive etmiştir. Yıllarca Amerikan rambolarını seyretmek için ekrana kilitlenen gençler, kendi rambolarıyla bir başka mutlu olmuştur.
Ancak, Vadide bir araya gelen kurtlar birsüre sonra birbirinden kopmaya başlayınca, dizinin de tadı kaçmaya başladı. Baronları seyrederken alınan o tad, Tapınakçıları seyrederken alınamamıştır. Tapınakçıları işlerken değinilen konular çok önemli olmasına rağmen böyle olmuştur. 
 
Kurtlar vadisi Vatan’a gelince
 
Kurtlar Vadisi Vatan, 15 Temmuz darbe girişimi'ni ele alan bir film. Filmin senaristliğini Alper Erze, Necati Şaşmaz, Cahit Kayaoğlu ve Murat Koca yapmış. Yönetmenliğini ise Serdar Akar. Filmin yapımcılığı da Necati Şaşmaz'a aitmiş. Türk halkının birebir yaşadığı olay konu edilmiş bu filmde. Dünyada eşi ve benzeri olmayan bir olay “15 Temmuz Darbe Girişimi.” Konu seçimi isabetli, mekân seçimi isabetli, FETO karakterini oynayan oyuncu da isabetli; özellikle zikretmem gerekiyor, bir karakter ancak bu kadar güzel canlandırılır. Necati Şaşmaz ve ekibini tebrik ediyorum, milli ve dini duyguların alabildiğine rencide edilmeye çalışıldığı böyle bir zamanda şok tedavilerle insanımızın kendisine gelmesini sağlıyorlar. Hollywood’un yıllarca yaptığı tahribatın izleri, Kurtlar Vadisi ve benzer filmlerle yeni yeni temizlenmeye başlandı. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bu görevi Cüneyt Arkın, Serdar Gökhan ve Kartal Tibetler yapıyordu.
 
Bir ara, birden kendi değerlerimize yabancılaştırılmaya başlandık, TRT’nin “Kuruluş” dizisiyle şöyle bir debelendik ama ayağa kalkamadık. Devletin en tepesindeki zat “bunlar ata sağ ayaklarıyla biniyorlar” gibi talihsiz bir cümle kurarak Türk halkının heyecanını kursağında bıraktı. 2003 yılına kadar Cesur Yürek dışında bu misyonu maalesef üstlenen de olmadı. Tarihimiz tarihin çöplüğüne terkedildi. 
 
Kurtlar Vadisi, “Vatan” filmiyle tekrar halkın karşısına çıkacak denilince halkımız sinemaya koştu. 15 Temmuz gibi talihsiz bir olayı yaşamıştı Türk halkı. “Kurtlar Vadisi Vatan” ismi “15 Temmuz Darbe Girişimi’ni çağrıştırıyordu çünkü. Sinemanin birinci salonu dolmuştu, ikinci bir salon açıldı. Saat 20 olarak verilen zaman 21.00 e kadar uzayınca huzursuzluklar başladı. Bu arada dedikodular üretilildi, resmi makamlar izin vermemiş kurtların vadiye inmesine, “gidelim öyleyse, bir saat geçti aradan, neden bir açıklama yapılmıyor? bu saygısızlıktır“ gibi sıkıntılar başlamışken seyirciler arasında, yeni bir haber; tamam geldiler, biraz sonra başlayacak film gösterilmeye, ama önce basın toplantısı.
Basın salonunun kapısına konan görevliler çok sıkıntılı tipler, nezaket falan hak getire..., derken zar-zor içeriye girebildik kısa bir basın toplantısı yapıldı. Basın toplantısında “Kurtlar Vadisi Kaos” isimli bir dizinin 2018 de başlayacağının müjdesi verildi Necati Şaşmaz tarafından... 
 
Ve, FETO'nun tansiyonunun ölçüldüğü sahne ile sinema başladı... İstiklal Marşı'nın okunmasıyla da bitti. FETO ile İstiklal Marşı arasında 15 Temmuz cendereye sıkıştırıldı ve pres edildi desek yanlış olmaz. Dağ fare doğurdu demek daha doğru olacak. “Bu vatanı sahipsiz mi sandınız?” cümlesi birden fazla söylenince anlamını kaybetmeye başladı. Dünya çapında bir konuyu “Kurtlar Vadisi Vatan” filmi maalesef küçültüverdi. 
 
Senerya çala kalem yazılmış; seyirciye verilen bir bilgi yok, kurgu yok, aksiyon yok, sahneler birbirinden kopuk gibi ve sonuç olarak heyacan da yok. O kadar kurşun altında başrol oyuncularına bir kurşun isabet etmez mi? Filmin az da olsa inandırıcılığı olması gerekiyor.
Birkaç cılız alkışın dışında kayde değer bir beğeni de almadı zaten “Kurtlar Vadisi Vatan.” Esasen 5 hafta içinde çekilen filmden başkaca bir şey de beklenmezdi. İnsanların dini ve milli duygularını gıdıklayarak sadece para kazanmak için film çevrilmemeli. Bilhassa Avrupa’da faaliyetlerini sürdüren dini cemaatler benzer faaliyetlerle bu insanları bıktırdılar. 
 
Ben Necati Şaşmaz’a Er Ryan’ı Kurtarmak (Saving Private Ryan) filmini ekibiyle birlikte seyretmelerini tavsiye etsem herhalde saygısızlık yapmış olmam... Bir kez daha tecrübe ettik ki; gerçekten, “ucuz etin yahnisi yavan olur” muş.

21 Eylül 2017 Perşembe

KERBELA FACİASI...MUHARREM AYI

Kerbela faciasına ağlamak, bir meşrebin veya mezhebin, senenin belirli zamanında merâsim olarak icra ettiği bir aslışkanlıktan ibaret değildir. İnsanın özündeki hakikate reva görülen bu zulme, tüm insanlık âlemi ağlamalıdır. Zira Kerbela, insanlığın ortak bir vâkıasıdır. Hz.Hüseyn’e, onun evlâdına ve ashâbına ağlayıp mâtemlerini tutmak, olmuş bitmiş bir hâdisenin sürekli gündeme getirilmesi de değildir. Hüseyin insanlığın canı ve cânânıdır. Hüseyin ve Hüseynîlerin başına gelenler, kendi mânâsına doğru yolculuk eden herkesin canını yakar, gözünden yaş getirir.
1 Muharrem terkediş günüdür. Sevgilileri, sahip olunan maddi varlıkları terkediş günüdür. Peygamber ve dostlarının dünyalıkları sevgililerini annelerini ve babalarını terkederek Tevhid inancının peşine takılıp, neden ve niçin sorularını sormadan, arkalarına bile bakmadan yeni bir başlangıç için Mekke'den kaçıp gittikleri gündür 1 Muharrem. Herşeye la =hayır , sadece Allah'a evet, ilahlar yoktur, sadece tek bir İlah vardır anlayışının şuurunun kalplere yerleştiği gündür 1 Muharrem. 1 Muharrem kıyamdır, zulme başkaldırıdır. 400 km. çöl sıcağında aç susuz, neler ile karşılaşılacağı bilinmeyen bir yere doğru yol alınan gündür 1 Muharrem. Oralarda nerede kalacağız, yolda ne yiyip ne içeceğiz? gibi soruların sorulmadığı Tevekkülün doruğa ulaştığı gündür 1 Muharrem. Bu gün kutlanmalıdır. Zalimlere başkaldırı günü olarak kutlanmalıdır. Hicret buyruğunun muhatabı olan o mübarek insanlara selam olsun... Haydi biz de bir karar alalım bugün ve bütün ağırlıklarımızı arkada bırakalım ve Tevhide hicret edelim, tıpkı Peygamber ve Sahabelerinin yaptığı gibi. Hicretiniz kutlu olsun.

KURBANLAR NEDEN TÜRKİYE’DE DEĞİLDE AFRİKA ÜLKELERİNDE KESİLİR HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ?

 Bir Kurban Bayramı’nı daha geride bıraktık. Bayram süresince büyüklerimizi ziyaret ettik, bizleri ziyarete gelenler oldu. Telefonlarla e-Maillerle uzaktaki yakınlarımıza ulaşmaya çalıştık. Birbirimize ikramlarda bulunduk, güzel giysilerimizi giyerek bayramın farklı olduğunu çocuklarımıza anlatmaya çalıştık. Camilerimiz doldu taştı, değişik etkinlikler yapıldı, kucaklaştık, hediyeleştik, sevinçlerimizi paylaştık. Almanya’da yaşayan Müslümanlardan bazıları kurbanlarını Berlin’de kestirdiler. Kurban paylarından Alman dostlarımıza da verdik. Değişik etkinlikler düzenleyerek kurban paylarımızdan diğer insanların da istifade etmesini sağladık. Allah kabul etsin. 
 
Kurbanlarını Berlin’in/ Almanya’nın dışında kestirmeyi tercih edenler de oldu. Değişik yardım kuruluşları ve dini cemaatler bu konuda öncülük yaptılar. Allah değişik organizasyonlara kurbanlarını verenlerin kurbanlarını da kabul etsin... Bu organizasyonlar kurbanlarını daha ziyade Afrika ülkelerinde kestiklerini söylediler. Bunu niçin böyle yapıyorsunuz diye sorduğumuzda aldığımız cevap; „ hayatlarında hiç et yemeyen insanlara bir lokma et götürdük” şeklinde oldu. Söylediklerini destekleyici resimler de gösterdiler. Kurban bayramına daha 3 ay varken bazı dini cemaatler camilerinin ilan panolarına Afrikalı insanların bu perişan hallerini gösteren resimlerini astılar. Ajitasyon. 
 
 Kurbanlar neden Almanya’da, Türkiye’de değil de Afrika ülkelerinde kesilir? Bu sene kurban kesme konusunda organize olan dini cemaatlerin ve diğer organizasyonların aldıkları kurban bedeli 20 Euro ile 100 Euro arasında değişti. Kurban kesmek isteyenlere bu fiyatlar cazip geldi, çünkü daha az para ile kurban keserek Cenneti garantilemek karlı bir alış-veriştir diye düşünüldü. Oysa kurban Türkiye’de ve Almanya’da kesilecek olursa 150-200 Euro arası bir para gerekecektir. 20 Euro’ya Cennet’i garantilemek varken 200 Euro vermek karlı bir alış-veriş değildir. Müslümanın böyle düşünmesine sebep olanlar din baronlarıdır. Kürsüdeki hocalardan bazıları da o baronların temsilcileridir. Yapılan işin anlamı din istismarıdır, insanları Allah ile kandırmaktır. İbadetler kişilerin yaşadığı ikamet ettiği yerlerdeki şartlar göz önünde bulundurularak yapılır. Almanya'da bir Müslüman kurban kesecekse buradaki kurbanlıkların fiyatını esas almalıdır. Berlin’de kurbanlık fiyatı 150-200 Euro civarındadır. Kurban kesecek olan kişiden bu para alınmalıdır. Gidilen yerde o miktar kaç kurban ediyorsa o kadar kurban kesilmelidir. Gidilen yerde daha ucuza kurbanlık buluyoruz diye Almanya’daki kurbanlık fiyatının altında para toplamak sahtekarlıktır, din istismarıdır, Allah ile kandırmaktır. 
 
 Dini cemaatler ve yardım kuruluşları, Almanya'da ve Türkiye'de niçin kurban kesmiyorlar? sorusunun cevabını bulmak o kadar da zor değilmiş. Özellikle Türkiye’nin Güneydoğu’su, Doğusu, diğer bazı bölgeleri ve de Mülteciler, o bir lokma ete muhtaçlarken, Türkiye’nin kurban kesmek için tercih edilmeyişi manidardır. Türkiye’de 4 Milyon Mülteci vardır, evleri, işleri, aşları yoktur bunların, vatanları da yoktur. Böyle bir fiili durum varken ortada, kurban kesmek için Afrika’nın seçiliyor oluşu manidar değil midir? Dini cemaatlerden birisi sosyal medyada kendi teşkilatlarında toplanan kurban paraları ile 100’den fazla ülkede 410 gözlemci nezaretinde kurban kesildiğini yazmış. Yaklaşık 30 seneden beri Berlin Mevlâna Camii’nin inşaatı devam ederken bu 18 Milyon Euro’nun neden Almanya'nın dışına çıkarıldığını anlamak zordur. Türkiye'de 4 Milyon Suriyeli Mülteci ve 40 yıldan beri devam eden terör belasından mustarip binlerce insanımız varken, şehit aileleri varken, bu 18 Milyon Türkiye'deki o insanlara niçin gitmiyor, onlara bir lokma et lazım değil mi? Bu soruya yardım kuruluşlarının ve dini cemaatlerin ne cevap vereceklerini merak ediyorum. Afrika’daki insanlar senenin 364 gününde bir lokma et yemeden yaşayabiliyorlarsa, 365. gün onlara bir lokma et yedirmenin mantığı nedir? Bu sorunun cevabını da merak ediyorum. 
 
40 seneden beri Filistin'e, Afganistan'a, Irak'a, Çeçenistan'a bir lokma et yedirmek için gidildiğini biliyoruz, hâlâ da gidiliyor; o bir lokma eti yiyerek o ülkeler bağımsızlıklarını mı kazandılar, işgal edilmekten mi kurtuldular? Aşağılanmaktan mı kurtuldular, dünya çapında ilim adamları yetiştirecek eğitim kurumları mı kurdular? 
 
55 seneden beri içinde yaşadığımız Almanlar bize neden güvenmiyorlar, hiç düşündünüz mü? İşte bu yaptıklarımız yüzünden, güvenilmez insanlar olduğumuz için. Müslümanız deriz; yalan söyleriz, ticaretimiz hilelidir, sözümüzde durmayız, ilişkilerimizde insani duyarlılık yoktur, zina yaparız, içki içeriz, kumar oynarız, oturduğumuz sokaklar pislik içindedir, yüksek sesle konuşarak insanları rahatsız ederiz, insanları yargılarız. Biraz düşünsek, özeleştiri yapsak sanırım sorunlarımız kendiliğinden çözülecektir. 
 
Bu dine yazık oluyor, gerçekten yazık oluyor, gerçek Mü’minlere yazık oluyor, Dünya`ya rezil oluyoruz. “Adil Olun, İyilik Yapın, Yakınlarınıza Verin” Allah ve O’nun Peygamberi sadakalarınızı en yakınınıza verin diye ısrar ederken, yakınları bırakıp uzakları tercih etmek doğ değildir. Bu anlayış Allah ile inatlaşmaktır. 
 
Buyruklar şöyledir: “Ey Muhammed! Sana nereye infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayır olarak verdiğiniz nafaka, ana baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak daha ne yaparsanız herhalde Allah onu bilir.” (Bakara, 215) 
 
“Ya Resul Allah! Kime iyilik ve ihsanda bulunayım?” deyince, Resülullah (asm): “Annene, sonra annene, sonra annene, sonra babana ve sonra da sırasıyla yakınlarına” buyurdu. (Ebu Davud, Nesai, Tirmizi) 
“Selam vermekle de olsa akrabalarınıza iyiliğiniz dokunsun.” (Taberânî, Beyhâkî) 
“Annene, babana, kız ve erkek kardeşlerine iyi muamele et onlardan sonra sırasıyla en yakınlara iyilikte bulun.” (Nesâî, Ahmet bin Hanbel) 
“Sevabını Allah’tan umarak insanın nefsine ve ehline harcadığı şeye karşılık, Allah muhakkak ona mükâfat verir. Önce geçimine baktığın kimseye harcayıp işe başla. Eğer fazla (mal) varsa sırasıyla en yakına ve ondan sonraki yakına ver. Eğer daha (artan mal) olursa, dilediğine ver.” (Edebü’l-Müfred) 

13 Eylül 2017 Çarşamba

KURUMLAŞALIM, SU ÜZERİNE YAZI YAZMAYALIM 2017

Kurban bayramı günlerindeyiz. Müslümanlar ibadet sevinciyle coşuyorlar, seviyorlar ve seviliyorlar, sevinçlerini kurban keserek dostlarıyla, komşularıyla, sevdikleriyle paylaşıyorlar. Hayırlarımızı yaparken, sadakalarımızı verirken, kurbanlarımızı pay ederken önceliği Berlin’e vermemiz gerekir, bu tercih çok önemlidir. 
 
Yüce Allah „Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın “der. Ayetin işaret ettiği yöne doğru bakmamız gerekir, bu bakış görev aşkıyla yapılan bir bakış olacaktır. Böyle yapmazsak, Allah Alman komşularınıza niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız? Hatta Alman komşunuz Hans’la, Rose ile İslam’ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye hesap soracaktır. Berlin’de kurumlaşalım, su üzerine yazı yazmayalım. Sadece Afrika’daki, Ortadoğu’daki, Asya’daki insanlara bir lokma et yedirmek için organize olacağımıza, uğraş vereceğimize; biraz da bulunduğumuz ülkelerdeki çocuklarımıza, insanımıza hizmet etmek için, yardım etmek için „kurbanlarımızı paylaşmak“ için organize olalım. Zekatlarımızla, sadakalarımızla, kurbanlarımızla öncelikle bulunduğumuz bölgelerde aktif hale gelelim. Özel okullar, üniversiteler, hastaneler, kültür merkezleri açalım. Hatta bu kurumlarımıza Afrika ülkelerinden çocuklar getirelim, bu okullarda onları da okutalım, onların bu okullarda okumalarına bu hastanelerde tedavi olmalarına yine sadakalarımızdan pay ayırarak yardımcı olalım. Sonra da onları ülkelerine gönderelim. Böylelikle hem kendi çocuğumuz için hem de o insanların çocukları için daha hayırlı yatırımlar yapmış oluruz. Bu işi önceden yapmış olsaydık; şimdi Berlin’de ve o ülkelerde aktif görev içinde olan, Berlin’in ve o ülkelerin rengini değiştirecek binlerce uzman kendi alanında hizmet ediyor olurdu. Yardımlarımızı yaparken, kurbanlarımızı değerlendirirken biraz da konuya bu tarafından bakmamız gerekir… 
 
55 seneden beri Berlin’de yaşayan Müslümanlar kaç tane milyonluk kurumun altına imza attılar? Kaç tane kültür merkezi açtılar? Kaçtane özel okulları vardır? Cevaplanması gereken sorular bunlardır. Almanlar, Müslümanlarla birlikte yaşamanın avantajlarını görmelidirler. Müslümanların yardımlaşma gayretlerini, fedakârlıklarını görmelidirler. Müslümanın elinden ve dilinden insanlara zarar gelmediğini görmelidirler. Hatta Müslüman eli, ihtiyaç sahibi olan herkese din, dil, ırk ayırımı yapmadan ulaşır anlayışı, Almanlar arasında yaygın hale gelmelidir. Bu anlayış kendiliğinden oluşmaz, gelişmez. Gayret etmek lazımdır, irade ortaya koymak lazımdır, eyleme geçmek lazımdır. Almanlar komşularımız, medya üzerinden kendisine tanıtılan Müslümanla, aralarında yaşayan Müslümanlar arasında bir farkın olduğunu işte o zaman fark edecektir. O zaman yabancılara önyargı ile bakan siyasiler, bürokratlar veya Sarrazin gibi insanlar Müslümanları çıkarları için malzeme olarak kullanamayacaklardır. 
 
 55 yıldan beri aynı coğrafyada yaşayan aynı havayı teneffüs eden, aynı sokakta oturan, aynı okula giden Müslüman, birlikte yaşadığı Almanın, Müslümanlarla ilgili düşünce dünyasını değiştirememişse sorun biraz da Müslümanlarda aranmalıdır. Müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun ayağına çivi batan bir insanın acısını içinde hissetmesi gereken kişidir. Müslüman Arakan’daki, Suriye’deki veya dünyanın başka bir yerindeki insanlara yapılan yardıma karşı olamaz, bu mümkün değildir. Müslümanın eli oralara mutlaka uzanmalıdır. Ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o elleri tutmaya çalışmayalım, tutamayız. Tutsak bile içine düştüğü çukurdan onu çıkaramayız. Her Müslüman öncelikle kendinden, kendi çocuğundan, bölgesinde yaşayan kendi insanından sorumludur. Kendi çocuklarımız bugün kuyudadır. Kendisine uzanacak bir el beklemektedir, hatta babasının- annesinin elini beklemektedir. 
 
Anneler –babalar öncelikle bizi bekleyen o eli tutalım. Her iki eli birden tutabiliyorsak tutalım, o daha anlamlı olacaktır. Biraz düşünelim, öz eleştiri yapalım; yıllardan beri Afrika ülkelerine gönderdiğimiz kurbanlar, sadakalar, zekâtlarlar, bağışlar kontrol dışı olduğu için, darbe olarak, kurşun olarak birgün geri dönebiliyor. 
 
15 Temmuz kalkışmasını ve şehit edilen 250 kişiyi unutmamak gerekir. İslâm hoşgörü dinidir, barış dinidir. Kim İslâm’ın barış mesajına gölge düşürmek isterse bilsin ki o, Müslümanlardan değildir. İslâm öldürmek için değil, yaşatmak için gelmiştir. Bilakis huzuru tesis etmek için gelmiştir. Teröre asla prim vermez. Adı ne olursa olsun, dini ne olursa olsun, kılık kıyafeti nasıl olursa olsun, tüm terör örgütlerini ve o örgütlere yardım ve yataklık edenleri, ister özel, isterse tüzel kişilik olsun hepsini şiddetle lanetliyorum. 
 
Budist rahipler, Arakan’da Müslümanlara karşı yeniden katliam başlattı. Çoluk çocuk demeden, yaşlı-kadın demeden Müslüman olan herkesi acımasızca katlediyorlar. Çocuklar araba lastiklerinin içine konularak diri diri yakılıyorlar, kadınlara tecavüz ediliyor, boğazları kesilerek hunharca katlediliyorlar. Dünya bu katliamı konulu filim gibi seyrediyor. Arakanlı diri diri yakılırken, 10 milyon Suriyeli evlerini yurtlarını ölüm pahasına terkederken, lastik botlarda ölümlerden ölüm beğenirlerken; dünya neden sessiz kalıyor dersiniz? 
Birleşmiş milletler nerededir?
Nerededir dünyanın her bölgesine demokrasi ihraç eden Amerika? 
İslâm ülkeleri nerededir? 
Nerededir her fırsatta demokrasiden insan haklarından bahseden demoktrasi havarisi Batılılar? 
 
Ben bugün, umutsuzluğa varan bezginliğimden utanıyorum. Savaşı, zulmü, haksızlığı engellemek, bir nebze de olsa azaltmak için çırpınmakla geçen bir ömrün sonunda, büyük bir boşluk var, hiçlik var, yenilgi duygusu var içimde. Bu duygu kahrediyor beni. Ve ben bütün bu olup bitenlere rağmen, buruk da olsa bu bayramı dostlarımla birlikte yaşamak için gayret sarfediyorum. 
 Bayramınız mübarek olsun.

3 Eylül 2017 Pazar

ANA- BABA KAVGASINA SON VERİLSİN !

“Eğin dedikleri küçük bir şehir /Ana ben yetimem çekemem kahır/ Yediğim içtiğim ağu ile zehir/ Dön gel ağam dön gel paşam Eğinli misin/ Sılaya dönmeye yeminli misin/ Eğin viran olmuş baykuşlar öter / Diken olan yerde güller mi biter / Benim bu derdime derman mı yeter / Ya ben ağlamayım kimler ağlasın /Şu garip gönlümü kimler eğlesin.” Oğlum Zülfikar’ın CD çalara verdiği komutla Yavuz Bingöl başladı okumaya: “Dön gel ağam dön gel paşam Eğinli misin/ Sılaya dönmeye yeminli misin..” 
 
Buram buram Anadolu kokusu bir anda dolduruverdi arabanın içini. İster istemez burkuldu gönlümüz, gözyaşlarımız çoktan terk etmiş bile göz pınarlarımızı. Ne zaman otoyolda bir türkü dinlesem bir hoş olurum. Sanki sılaya gidiyorum gibi kıpır kıpır olur yüreğim. Sene 12 ay. Bizler 11 ay sıla özlemiyle yanar tutuşuruz, iki kişi bir araya gelince ilk sorulan soru; bu sene izin var mı? olur. Ananı özlersin, babanı özlersin, çocukluk arkadaşlarını özlersin, çocukken top koşturduğun sokakları özlersin… Ama sadece özlersin. Her sene gidemezsin sılaya. İstediğin halde gidemezsin. Ekonomik gücünüz yetmez her sene sılaya gitmeye. Sen de her fırsatta sıla türküleri dinleyerek içindeki sıla ateşini söndürmeye çalışırsın. “Dön gel ağam dön gel paşam Eğinli misin/ Sılaya dönmeye yeminli misin. 
 
Bu bir Erzincan Türküsüdür. Eğin’in ismini değiştirip Kemaliye yapmışlar, yanlış yapmışlar. Türkülere bile konu olan şehrin ismini neden değiştirirler anlamam… Eşim ve oğlum Zülfikar ile birlikteyiz “Eğin” türküsünü dinliyoruz. Türkü bitiyor ve biz CD çaların başka bir türkü çalmasına müsaade etmiyoruz. Uzun süren bir sessizlik hâkim oluyor içeriye. Bir zaman sonra eşim sessizliği bozuyor. Su ister misiniz? Birer şişe su hepimize iyi geldi, açıldık. Oldukça yoğun geçen bir haftayı geride bırakarak çıkmıştık yola. Türkiye özleminin dile geldiği ziyaretler yapmıştık devlet büyüklerimizle Berlin’de. Ziyaret süresince ev sahipleriyle Türkiye ile Türkiye kökenli insanların dertleriyle dertlenmiştik. Ne yapacağız, nasıl yapacağız? sorularının cevabını aramıştık hep birlikte. Önce Büyükelçimiz Sayın Ali Kemal Aydın Bey’e hoş geldin ziyaretinde bulunduk. Türk Eğitim Derneği Yönetim Kurulu Üyelerinden bazı arkadaşlarımızla yaptık bu ziyareti. Sohbete nasıl başlayacağımızı, nereden başlayacağımızı bilemedik. Alacağımız tepkileri hesapladık. Çaylar söylendi, masa zaten önceden donatılmış, çok cömert davranılmış masa hazırlanırken. Tanışma faslı, arada bir laf atmalar derken sohbet ilerledi ve konuşulan kelimeler aynı kaba düşmeye başladı, hep birlikte rahatladık ve yüzlerimiz güldü. 
 
Derdimiz aynı, elimizde avucumuzda ne varsa döktük ortaya. Çözümler üzerinde ayrıştığımız yerler var. Ancak bu ayrışmalar çözüme mani değil, çözüme giden yollar da biliniyor, sadece araç-gereç ve yolluk sıkıntısı var. Baktık ki, biz bu yolu birlikte yürüyebiliriz. Geç kalınmış olması mazeret edilmemeli, kısa sürede yola çıkılırsa aradaki mesafe kapatılabilir dedik. En önemlisi bu büyük yürüyüşe çıkmak için irade ortaya koymak, biz de o iradeyi koyduk ortaya. Büyükelçimizin bizim yaptığımız yol hazırlıklarını yerinde görmek ve incelemek için -vakit bulursa- derneğimize kadar gelmek istemesi konuşulanlara verilen önemi gösteriyordu. Ben ve arkadaşlarım, yol arkadaşımızı sevdik ve aynı yolda dört sene birlikte yürümeye karar verdik. Vatan birdir bölünmez, bayrak kutsaldır çiğnenmez ve çiğnetilmez, geleneklerimizden, örflerimizden, adetlerimizden vazgeçilmez... Sayın Büyükelçimiz Berlin’e hoş geldiniz. Hemen ertesi gün sayın başkonsolosumuz M. Mustafa Çelik Beyefendi’ye de hoş geldin ziyaretinde bulunduk. Aynı duyguları Mustafa Bey’le de paylaştık. Onun derdinin de bizim derdimizle aynı olduğuna şahit olduk. Teşhis tamam, tedavi için neler lazımdır onun derdine düştük: “Dernekler arasında daha sıcak ilişkiler kurulmalıdır, Türkçenin, Türk Kültürü’nün yok olmaması gerekir.” Birlikte yapılabileceğimiz çalışmaların altını özenle çizdi Mustafa Bey. Bizi de sabırla dinledi. “9. Berlin Kurban Bayramı Şenliği ”ne gelmeye çalışacağını, gelemez ise mutlaka temsilen bir arkadaşını görevlendireceğini söylemeyi de ihmal etmedi. Teşekkür ederek ayrıldık mekândan. Mutlu ayrıldık. Başkonsolosumuzu da sevdik. Sayın başkonsolosumuz Berlin’e hoş geldiniz. 
 
Gurbette, sıla üzerine bu kadar yoğun bir programdan hemen sonra yola çıkılırsa ve çıkılan bu yol da sılaya çıkmıyorsa, hüzün çöküyor üstünüze. Otoyol çekilmez oluyor; çünkü sizi sılaya götürmüyor o yol. İçimiz, içilen bir şişe sudan sonra serinledi. Ve bir zaman sonra, Grup Abdal, CD çalarda yerini aldı. “Ervah-ı ezelde levh-i kalemden/Bu benim bahtımı kara yazmışlar/ Bilirim güldürmez devr-i âlemden/ Bir günümü yüz bin zârâ yazmışlar/Dünyayı sevenler veli değildir/ Canı terk edenler deli değildir/ İnsanoğlu gamdan hâli değildir/ Her birini bir efkâra yazmışlar/ Nedir bu sevdanın nihayetinde/ Yâdlar gezer yârin vilayetinde / Herkes diyârında muhabbetinde / Bilmem bizi ne civâra yazmışlar /Olaydım dünyada ikbali yâver/ El etsem sevdiğim acep kim ne der / Bilmem tecelli mi yoksa ki kader / Beni bir vefâsız yâre yazmışlar / Yazanlar Leyla’yı Mecnun kitabın / Sümmani'yi bir kenara yazmışlar.” Grup Abdal devam etti çalıp çığırmaya, müdahil olmadık, bildiği gibi yürüdü kendi yolundan. 
 
Frankfurt’a vardığımızda akrep üçün yelkovan 12’ nin üzerinde duruyordu. Oğlum Hureyre ve kızım Dilruba Frankfurt’ta yaşıyorlar. Etiyopya (Habeşistan) dan geldiler. Onlara hoş geldiniz demek için çıkmıştık yola. Arabanın direksiyonunu bir türlü sılaya döndüremeyişimiz ondandı. Gerçekten hoş gelmişler. Habeşistan’ı anlattılar bize. Habeşistan’daki insanların durumundan, onların acınacak hallerinden bahsettiler. İnsan hakları savunucularının oralara fazla uğramadığından söz ettiler. 1.500 sene evvel Hz. Muhammed’in arkadaşları Mekkeli Müşriklerin zulmünden kaçarak, Habeş Kralı Necaşi’ye sığınmışlardı. Sisteminin adı “…demokratik cumhuriyet” değildi, krallıkla yönetiliyordu ülke, orada insan haklarına sahip çıkan bir kral vardı. Kral Necaşi. Ülkesinin kapılarını sonuna kadar Müslümanlara açan Necaşi. 14 sene kaldı Müslümanlar Habeşistan’da. Mekkeli Müşriklerin zulmünden kaçan sadece onlar değildi. Peygamberleri Hz. Muhammed ve arkadaşları da terk ettiler yurtlarını onlardan sonra. Onlar Medine’ye yerleşmişlerdi. Hudeybiye barışından sonra gerçekleşen Mekke’nin fethi özlemlerin giderilmesine vesile oldu. 14 sene sonra hep birlikte Medine’de buluştular. O acılı günler artık geride kaldı. Aslında onlar orada ev- bark, çoluk- çocuk sahibi olmuşlardı. Ancak bu sahip olunanlar, onların sıla özlemlerini bitirememişti. Bizimki gibi. 
 
Biz Almanyalı Türkiyeliler onlar gibi değildik. Kaçarak gelmedik buralara; kendi devletimiz gönderdi bizleri. Karnımızı doyuramadığı için gönderdi. Alın terimizi Almanya’da döktük, imar ettik Almanya’yı, en ağır işlerde çalıştık, belimiz Almanya’da büküldü; ama karnımız doydu. Karnımız doydu doymasına da yine aç kalırız korkusuyla bir türlü dönemedik Sıla’ya. ‘Yeter artık dönün vatanınıza…’ diye bir davet de almadık devlet yetkililerinden. Aradan geçen 55 yıl sonra geriye dönmemiz daha da imkânsız hale geldi. 
 
Çocuklarımız gözlerini dünyaya Almanya’da açtılar, eğitimlerini burada tamamladılar. Avrupa’nın her bir şehrine kök saldık. İki tane vatanımız oldu. Anavatan ve Babavatan. Şimdilerde Anamız ile babamız kavga ediyorlar, onların bu kavgası bize zarar veriyor. Bizler ne anamızdan ve ne de babamızdan vazgeçebiliriz. Böyle bir tercihe zorlamayın bizleri. Bizlere zarar verecek tartışmalar da yapmayın. Varsa meseleniz oturun bir köşeye sessizce çözün kendi aranızda. Ama lütfen bizleri kavganıza malzeme yapmayın, sizlerin bu kavgası; içimizi acıtıyor! 
 
Sıla özlemi çeken insanların canı her gün biraz daha fazla yanar, içi acır. Sılada işi-işyeri vardır, karnı doymaktadır, yaşam standardını da bir seviyeye çıkarmıştır ama buna rağmen o “Ah vatanım” der. “Dön gel ağam dön gel paşam Eğinli misin/ Sılaya dönmeye yeminli misin…” 
 
 Rüştü Kam

KURUMLAŞALIM, SU ÜZERİNE YAZI YAZMAYALIM

 Kurban bayramı günlerindeyiz. Müslümanlar ibadet sevinciyle coşuyorlar, seviyorlar ve seviliyorlar, sevinçlerini kurban keserek dostlarıyla, komşularıyla, sevdikleriyle paylaşıyorlar. Hayırlarımızı yaparken, sadakalarımızı verirken, kurbanlarımızı pay ederken önceliği Berlin’e vermemiz gerekir, bu tercih çok önemlidir. Yüce Allah „Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın “der. Ayetin işaret ettiği yöne doğru bakmamız gerekir, bu bakış görev aşkıyla yapılan bir bakış olacaktır. Böyle yapmazsak, Allah Alman komşularınıza niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız? Hatta Alman komşunuz Hans’la, Rose ile İslam’ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye hesap soracaktır. Berlin’de kurumlaşalım, su üzerine yazı yazmayalım. 
 
Sadece Afrika’daki, Ortadoğu’daki, Asya’daki insanlara bir lokma et yedirmek için organize olacağımıza, uğraş vereceğimize; biraz da bulunduğumuz ülkelerdeki çocuklarımıza, insanımıza hizmet etmek için, yardım etmek için „kurbanlarımızı paylaşmak“ için organize olalım. Zekatlarımızla, sadakalarımızla, kurbanlarımızla öncelikle bulunduğumuz bölgelerde aktif hale gelelim. Özel okullar, üniversiteler, hastaneler, kültür merkezleri açalım. Hatta bu kurumlarımıza Afrika ülkelerinden çocuklar getirelim, bu okullarda onları da okutalım, onların bu okullarda okumalarına bu hastanelerde tedavi olmalarına yine sadakalarımızdan pay ayırarak yardımcı olalım. Sonra da onları ülkelerine gönderelim. Böylelikle hem kendi çocuğumuz için hem de o insanların çocukları için daha hayırlı yatırımlar yapmış oluruz. Bu işi önceden yapmış olsaydık; şimdi Berlin’de ve o ülkelerde aktif görev içinde olan, Berlin’in ve o ülkelerin rengini değiştirecek binlerce uzman kendi alanında hizmet ediyor olurdu. Yardımlarımızı yaparken, kurbanlarımızı değerlendirirken biraz da konuya bu tarafından bakmamız gerekir… 
 
55 seneden beri Berlin’de yaşayan Müslümanlar kaç tane milyonluk kurumun altına imza attılar? Kaç tane kültür merkezi açtılar? Kaçtane özel okulları vardır? Cevaplanması gereken sorular bunlardır. Almanlar, Müslümanlarla birlikte yaşamanın avantajlarını görmelidirler. Müslümanların yardımlaşma gayretlerini, fedakârlıklarını görmelidirler. Müslümanın elinden ve dilinden insanlara zarar gelmediğini görmelidirler. Hatta Müslüman eli, ihtiyaç sahibi olan herkese din, dil, ırk ayırımı yapmadan ulaşır anlayışı, Almanlar arasında yaygın hale gelmelidir. Bu anlayış kendiliğinden oluşmaz, gelişmez. Gayret etmek lazımdır, irade ortaya koymak lazımdır, eyleme geçmek lazımdır. Almanlar komşularımız, medya üzerinden kendisine tanıtılan Müslümanla, aralarında yaşayan Müslümanlar arasında bir farkın olduğunu işte o zaman fark edecektir. O zaman yabancılara önyargı ile bakan siyasiler, bürokratlar veya Sarrazin gibi insanlar Müslümanları çıkarları için malzeme olarak kullanamayacaklardır. 
 
 55 yıldan beri aynı coğrafyada yaşayan aynı havayı teneffüs eden, aynı sokakta oturan, aynı okula giden Müslüman, birlikte yaşadığı Almanın, Müslümanlarla ilgili düşünce dünyasını değiştirememişse sorun biraz da Müslümanlarda aranmalıdır. Müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun ayağına çivi batan bir insanın acısını içinde hissetmesi gereken kişidir. Müslüman Arakan’daki, Suriye’deki veya dünyanın başka bir yerindeki insanlara yapılan yardıma karşı olamaz, bu mümkün değildir. Müslümanın eli oralara mutlaka uzanmalıdır. Ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o elleri tutmaya çalışmayalım, tutamayız. Tutsak bile içine düştüğü çukurdan onu çıkaramayız. Her Müslüman öncelikle kendinden, kendi çocuğundan, bölgesinde yaşayan kendi insanından sorumludur. Kendi çocuklarımız bugün kuyudadır. Kendisine uzanacak bir el beklemektedir, hatta babasının- annesinin elini beklemektedir. Anneler –babalar öncelikle bizi bekleyen o eli tutalım. Her iki eli birden tutabiliyorsak tutalım, o daha anlamlı olacaktır. 
 
Biraz düşünelim, öz eleştiri yapalım; yıllardan beri Afrika ülkelerine gönderdiğimiz kurbanlar, sadakalar, zekâtlarlar, bağışlar kontrol dışı olduğu için, darbe olarak, kurşun olarak birgün geri dönebiliyor. 15 Temmuz kalkışmasını ve şehit edilen 250 kişiyi unutmamak gerekir. İslâm hoşgörü dinidir, barış dinidir. Kim İslâm’ın barış mesajına gölge düşürmek isterse bilsin ki o, Müslümanlardan değildir. İslâm öldürmek için değil, yaşatmak için gelmiştir. Bilakis huzuru tesis etmek için gelmiştir. Teröre asla prim vermez. Adı ne olursa olsun, dini ne olursa olsun, kılık kıyafeti nasıl olursa olsun, tüm terör örgütlerini ve o örgütlere yardım ve yataklık edenleri, ister özel, isterse tüzel kişilik olsun hepsini şiddetle lanetliyorum. 
 
Budist rahipler, Arakan’da Müslümanlara karşı yeniden katliam başlattı. Çoluk çocuk demeden, yaşlı-kadın demeden Müslüman olan herkesi acımasızca katlediyorlar. Çocuklar araba lastiklerinin içine konularak diri diri yakılıyorlar, kadınlara tecavüz ediliyor, boğazları kesilerek hunharca katlediliyorlar. Dünya bu katliamı konulu filim gibi seyrediyor. Arakanlı diri diri yakılırken, 10 milyon Suriyeli evlerini yurtlarını ölüm pahasına terkederken, lastik botlarda ölümlerden ölüm beğenirlerken; dünya neden sessiz kalıyor dersiniz? Birleşmiş milletler nerededir? Nerededir dünyanın her bölgesine demokrasi ihraç eden Amerika? İslâm ülkeleri nerededir? Nerededir her fırsatta demokrasiden insan haklarından bahseden demoktrasi havarisi Batılılar? 
 
Ben bugün, umutsuzluğa varan bezginliğimden utanıyorum. Savaşı, zulmü, haksızlığı engellemek, bir nebze de olsa azaltmak için çırpınmakla geçen bir ömrün sonunda, büyük bir boşluk var, hiçlik var, yenilgi duygusu var içimde. Bu duygu kahrediyor beni. Ve ben bütün bu olup bitenlere rağmen, buruk da olsa bu bayramı dostlarımla birlikte yaşamak için gayret sarfediyorum. Bayramınız mübarek olsun. Rüştü Kam