28 Eylül 2024 Cumartesi
BALKANLAR GEZİSİ
BALKANLAR GEZİSİ (X) KARADAĞ (II)
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024-
-Balkanlarda, TİKA aracılığıyla karşılıklı çıkarlar gözetilerek önemli adımlar atılmış. O adımları görmek bizleri gururlandırdı. TİKA levhalarını her Balkan ülkesinde görmeniz mümkün. TİKA, Balkan ülkelerinin kaynaklarını sömürmek için gitmemiş oraya, halka, yeraltı ve yerüstü kaynaklarından istifade ederek, daha müreffeh bir yaşamı nasıl yakalayacaklarını öğretmeye gitmiş, başarılı da olmuş-
KOTOR
Karşımızda mükemmel bir tablo var. Hangi Ressam’ın fırçasıyla hayat bulduysa bulmuş, kusursuz bir tablo. Özene bezene yapıldığı belli. Büyüleyici bir manzara. Kotor.
Kotor Kalesi 9. yüzyıl ile 15. yüzyıl arasında Kotor'u işgallerden korumak amacıyla inşa edilmiş. 1420'den 1944'e kadar, Osmanlı kuşatması dahil olmak üzere sürekli saldırı ve işgallere, depremlere bir şekilde dayanarak günümüze kadar gelmiş.
Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Kotor, “Adriyatik Denizi’nde, Nova Körfezi kıyısında bulunan küçük bir kaleden ibarettir. Kale bir kaya üzerindedir ve etrafı verimsiz, taşlık, ormanlık dağlarla çevrilidir.” (EÇS, 2010: 130)
Piri Reis de Kotor’u ‘at eğeri’ ne benzetir: Kalenin üzerinde yüksek bir dağ vardır ki yazın öğleden sonra dağın harareti kaleye vurur ve çok sıcak olur. Çünkü güneşe karşı bir yerdir. Dağın iki tarafından iki su akar ve denize dökülür. Bu dağ iyi bir nişandır. Çünkü uzaktan at eğeri gibi görünür. İyi bir limandır. Çünkü, kale önüne kadar büyük gemiler gelebilirler.”
Eğer ne demektir: “Eğer, en basit tanımı ile hayvan sırtlığı, binek hayvanlarının sırtına konan, üstüne rahat oturulabilecek yer” dir. Eğer, hayvanın sırtına yerleştirilmeden önce keçe ya da pamuktan üretilmiş belleme adı verilen bir koruyucu atın sırtına yerleştirilir. Sonra üzerine eğer konularak kolan ile hayvanın gövdesine sabitlenir. Türk kültüründe eğerin önemli bir yeri vardır. Atasözlerine bile konu olmuştur. Mesela şöyle denir: “Ata eğer gerek, eğere er gerek.”
Bu deyim, elde edilen başarıda aletin ve insanın önemini belirtmek için söylenmiştir. Hiciv sanatında da ustalıkla kullanılmıştır eğer:
"Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma
Zer-dûz palan ursan eşek yine eşektir.”
Anlamı şöyle: Aslı bozuk olana üniforma soyluluk mu verir; eşeğe altın işlemeli eğer/semer vursan eşek yine eşektir.
Mehmet Akif Ersoy boşuna dememiştir, “Karadağ haydudu” diye. Karadağlılar Osmanlı’nın yıkılmasında pay sahibidirler. İhanetleri âşikârdır. Piri Reis Kotor’u at eğerine benzetirken gelecekte olacaklar acaba kendisine malum mu oldu dersiniz. Varın kararı siz verin.
Osmanlılar Kotor’u fethetmemişler, önce adet olduğu üzere onlara eman vermişler; olumlu cevap alınca da sadece vergiye bağlamakla yetinmişler. Kotor Körfezi’ni kontrol altında tutan Herceg Novi şehri zaten Osmanlı şehriymiş. Bundan dolayı da kalenin fethini zaman kaybı olarak görmüşler. Ek masraf da var elbet…Osmanlı bir yere giderken orayı tarumar etmeye değil, imar etmeye gidermiş. Bunu Kotor uygulamasında görüyoruz.
Osmanlılar, meydan savaşlarında ve kale kuşatmalarında, önce eman verirlermiş. Sonra savaş devreye girermiş. Yani savaş ikinci plandaymış. Eman şöyle: “Eğer İslam’ı din olarak seçerseniz veya Osmanlı sancağı altında yaşamayı kabul ederseniz; canlarınız, mallarınız, ibadethaneleriniz güvence altındadır. Teklifimizi kabul etmezseniz, o zaman kılıçlarımız gök girecek kızıl çıkacaktır.”
Kotor’a da aynen bu teklif yapılmış. Teklif kabul edilince de kendileriyle savaşılmamış. Vergi karşılığında halk kaldıkları yerden yaşamlarına devam etmiştir. Kotor yağmalanmamıştır, talan edilmemiştir. Kültür değerleri muhafaza edilmiştir. Sadece bazı kiliseler camiye çevrilmiş, yine ibadethane olarak işlevini devam ettirmiştir. Kadına-kıza, ihtiyara ve sivil halka dokunulmamıştır. Savaş ahlakı Kur’an buyruğudur. Osmanlının gittiği yerde halk tarafından kabul görmesi bu ahlakından dolayıdır. Üzüm bağlarından geçerken canı üzüm çeken asker, üzümlerden koparmıştır. Koparmasına koparmıştır da ancak bedelinden daha fazla altınını da bağın dallarına asmıştır. Kul hakkının gözetilmesi. İnsana saygı. Kültüre saygı. İnanca saygı. Savaşta olsan da saygı…
Kale önündeyiz
Saatin akrebi 10’nun yelkovanı da 12’nin üzerine geldiğinde, Kotor Kalesinin önüne gelmiştik. Skurda Nehrinin kenarında otobüsten indik. Kotor rehberimizi, orada bizi bekliyor olarak bulduk. Genç ve güzel bir bayan. Kotorluymuş. Karadağ kadar güzel. Alımlı. Türkçesi de güzel. Kotor’a en çok Türk ziyaretçi geliyormuş. Meslek icabı öğrenmiş Türkçeyi. Her birimize telsiz dağıttı. “Anlatılanları ben duyamıyorum, biraz yüksek sesle konuşur musunuz?” gibi bahanelere son vermek için yapılıyor olmalı bu uygulama. Bu uygulama benim hoşuma gitmedi. Rehber önden biz arkadan Kotor’u dolaşıyoruz. Radyo dinler gibi dinliyoruz rehberi. Rehberle göz göze gelmeden anlatılanları anlamak ve sindirmek ne mümkün.
Şehrin ana giriş kapısı olan Batı Deniz Kapısından (1555) tarihi şehir merkezine girdik.
Silah Meydanı olarak tanıtıldı, ilk adımı attığımız o meydan. Kotor’da benzer meydan çok fazla var. Orta Çağ’da silah pazarının kurulduğu yermiş burası. Dar, dikdörtgen şeklinde bir meydan. Silah meydanı; saat kulesi, dük sarayı, Napolyon tiyatro binası ve cephanelik binasına ev sahipliği yapıyormuş. Elbette etraftaki restoran ve kafeteryalarını da unutmamak lazım.
Giriş kapısının karşısında saat kulesi var,
1602 yılına tarihlenirmiş. Şehrin simgelerinden birisiymiş. Kulede birisi giriş kapısı tarafında, diğeri ise onun sağında kalan iki adet saat var. 19. Yüzyılda monte edilmiş. 1667 depreminden ciddi anlamda etkilenen kule ön tarafa doğru biraz eğilmiş, misafirlerini selamlamak için olmalı.
Saat kulesinin hemen altında, uç tarafı piramit biçiminde olan bir kaide var. Eski dönemde insanlar bir suç işlediklerinde onu bu taşa bağlarlar ve gelip geçenlerde kişinin suçuna göre bağırıp çağırır, domates fırlatır, hatta yüzüne tükürürlermiş. İki amaç güdülüyormuş bu uygulamayla: İlki suçluyu halk önünde rezil ederek cezasını çektikten sonra mümkünse şehri terk etmesini sağlamak. İkincisi de vatandaşlara "ayağınızı denk alın, dikkatli olun, yoksa sizin sonunuz da böyle olur..." mesajını vermek.
Daracık sokaklardan devam ediyoruz Kotor’u turlamaya. Un Meydanı çıkıyor bu sefer karşımıza. Evet yanlış duymadınız Un Meydanı. Bir dönem şehrin un pazarı burada kurulurmuş. Aynı zamanda un ambarları da burada bulunduğu için ismi böyle kalmış. Bu küçük meydan şehrin önemli iki küçük sarayına ev sahipliği yapıyor. Bunlardan ilki Pima Sarayı. İkincisi Buca Sarayı. Bu saraylar kalburüstü ailelere ait saraylarmış.
Kotor enteresan bir yer. Şehir sokakları belirli bir plan dahilinde oluşmamış, bu yüzden de gezmenin en iyi yöntemi kaybolmak olsa gerek. Ama emin olun ki kaybolmanız da çok zor zira nereye giderseniz gidin mutlaka şehrin birkaç meydanından birine çıkacaksınız. Bazı yerlerde sokaklar birbirini dik kesiyor bazı yerlerde ise birdenbire sağa sola bükülüveriyor. Sokaklar aynı genişlikte değil. Binalar da standart bir kat sayısına sahip değil. Tam bir Orta Çağ şehri. Tarihte yolculuk. Huzur veriyor. Hele bir de elini tutarak o sokakları birlikte arşınladığınız ve sohbet ettiğiniz sevgiliniz varsa yanınızda…
Arşınlamak: Bir yerde, geniş adımlarla gidip gelmek, amaçsızca dolaşmak, volta atmak demektir. Cümlede şöyle kullanılıyor; "Adam, sigara ağzında, eli arkasında bahçeyi arşınlamaktaydı."
Kısa süre içinde tur tamamlandı ve serbest zaman verildi, iki saat. Her birimiz bir yana dağıldık. Zeynep Hanım, Ayhan, Suna Hanım ve Gülseren Hanım bizler bir grup olduk. Kotor’da cami arıyoruz. Daracık sokaklarda dolaşıyoruz. Esnaflara soruyoruz, “bilmiyoruz, bildiğimiz kadarıyla burada cami yok” diyorlar. Derken Afrika ülkelerinden geldiğini tahmin ettiğimiz bir esnafa Suna Hanım yaklaştı ve sordu. O da önce eliyle tarif etmek için yeltendi ve sonra karar değiştirerek sanki böyle bir soruyu bekliyormuş gibi hemen düştü önümüze, o önden biz arkadan daracık sokaklardan geçerek camiye ulaştık. “Solda ikinci katta dedi.” Teşekkür ettik kendisine. Bizden ayrılırken de “Selemün aleyküm” dedi ve elini kalbinin üzerine koyarak hafif eğildi. İşte sana uluslararası bir iletişim cümlesi. İslâm ne kadar da güzel bir din…
Caminin, Suudi Arabistan tarafından finanse edildiğini duvarlardaki ilanlardan anladık. Osmanlı yıkılınca, mirasına sahip çıkan da olmayınca, Suudi Arabistan devreye girmiş. İyi ki girmiş… Cami ikinci katta. Oldukça geniş. Arkada sınıflar var. Kur’an kursu olarak kullanılıyor olmalı. Namazlarımızı camide kıldık ve ayağımızı oradaki rahlenin üzerine kaldırarak biraz da dinlendik. Camiden ayrıldıktan sonra Osmanlılar üzerine konuşmaya başladık…İttihatçıları ve Jön Türkleri yatırdık masaya…Osmanlı topraklarını ne hale getirdiklerini görünce dertlendik…Sadece dertlenmedik elbet, biraz da verdik veriştirdik… Sonra da bir yerde kahve içtik. Fotoğraflama işlemleri de bittikten sonra söylenen saatte söylenen yerde buluştuk. Deniz kapısında. Hedefimizde Budva var.
BUDVA
Budva, Adriyatik Denizinin kıyısında, Helenistik dönemden Osmanlı dönemine uzanan zengin geçmişe sahip. Harika bir yer. Evliya Çelebi Kotor’dan sonra güneye inerek Budva şehrini ziyaret etmiş. Budva hakkında verdiği bilgiler şöyle; “Budva, Venedik Frengi kalesidir. Deniz kıyısında dörtgen şekilli şeddadi (çok büyük ve sağlam) taştan yapılmış küçük, beyaz, hoş bir kaledir.” (EÇS, 2010: 130).
Budva’da gezilecek yer sadece eski şehirmiş (Old Town). İki saatte rahatlıkla gezilebilirmiş. Otobüsten indikten sonra 30 dakika kadar yaya yürüdük ve kaleye ulaştık. Yürüyüş hepimize iyi geldi. İkişer üçer kol halinde sohbet ede ede yürüyoruz, bazen parklardan geçiyoruz bazen de kaldırımlardan yürüyoruz.
Arnavut kaldırımlı dar sokakları ve göz kamaştıran sahiliyle hem doğal hem de tarihi mekânlar bir arada, iç içe. Müslüman nüfus, nüfusun %1’i kadarmış. Budva’da cami mevcut değilmiş.
Kalenin içinde tarihi bir şehir var; restoranı, sanat galerisi, sergi odaları, tarihi eşya ve maketleri ile eski bir kütüphanesi var. Sergilenen maketlerden en çok dikkatimi çekenler gemi maketleri oldu. Kristof Kolomb’un gemisi Caravella Santa Maria da burada. Bu gemi, Kolomb’un 1492 yılında gerçekleştirdiği deniz seyahatinde kullandığı gemilerden en büyük olanıymış.
Ayrıca Orta çağdan kalma St. Mary Kilisesi’nin kalıntıları da burada. Kale, Balkanlar’a adanmış en değerli kitap ve harita koleksiyonlarından birine de ev sahipliği yapmaktaymış. Sergi bölümünde, önemli sayıda kitap ve elle boyanmış tarihi haritaların çok nadir örneklerini görmek mümkün.
Orada ilerde dans den kız heykeli var. Bu heykel, Budva’nın simgelerindenmiş. Kaleden çıktık. Bazı arkadaşlarımız tekne turu yapmak istedi ama. Zamanımız kısıtlıydı. Dönüş yolunda deniz kenarında balık yemeyi ihmal etmedik. Sonra da Kosova’ya doğru çevirdik dümenimizi.
Sveti Stefan Adası
Kosova yolunda ilerlerken, otuz dakika kadar yol aldıktan sonra, otobüsümüz kenarda durdu. Neden durduk anlamaya çalışırken, önemli bir adadan bahsedildi. Onu görmek ve fotoğraflamak gerekiyormuş. Hep beraber indik. Orada denizin ortasında bir ada var. Sveti Stefan Adasıymış. Ada, 15. yüzyılda küçük bir balıkçı köyü imiş.
Osmanlı donanması Karadağ şehirlerini fethetmek için Budva ve Kotor dahil olmak üzere tüm körfezi kuşatma altına aldığında, adayı saldırılara karşı korumak için etrafını surlarla çevirerek adayı korunaklı bir yerleşim yeri haline getirmiş. Uzun yıllar boyunca güvenli yaşamın adresi olan Sveti Stefan adası, 19. Yüzyılda önemini kaybetmiş. Ada halkı da şehri terk etmiş.
2007 yılında oldukça yüklü bir meblağ karşılığında adayı 30 yıllığına Singapur kökenli International Group of Aman Resorts firması kiralamış. Sonra da turizme açmış.
Hollywood yıldızları, dünyaca ünlü şarkıcılar, ünlü sporcular, milyarder iş adamları, devlet adamları vb. tarafından tercih edilen bir tatil ve eğlence yeri haline gelmiş. Zenginin malı züğürdün ağzını yorarmış derler ya doğu galiba…Otobüste bir süre sohbet konumuz o ada oldu…
Sonuç
Artık Türkiye’nin Karadağ ile ortak bir bağı ve sınırı yok. Aradan 100 sene geçmiş. Ayrıca iki devlet arasında yüzlerce kilometre mesafe var. Tarihte yok yere yaşanan acılar içe atılarak ve kinler bir tarafa bırakılarak bu günlere gelinmiş. TİKA aracılığıyla karşılıklı çıkarlar gözetilerek önemli adımlar atılmış. O adımları görmek bizleri gururlandırdı. TİKA levhalarını her Balkan ülkesinde görmeniz mümkün. TİKA; kaynakları sömürmek için gitmemiş oraya, yeraltı ve yerüstü kaynaklarından istifade ederek, daha müreffeh bir yaşamı nasıl yakalayacaklarını öğretmeye gitmiş. Sadece tarihi eser restorasyonu yapmıyormuş TİKA, aynı zamanda oralarda üretilebilecek ne varsa meyve ve sebze cinsinden, onların en kolay yoldan nasıl üretileceğini de öğretiyormuş-
Yani, o insanlara balık tutmayı öğretiyormuş… Bilhassa tarım alanında çok büyük yol kat etmişler.
TİKA; 1992 yılında Dışişleri Bakanlığı'na bağlı olarak kurulmuş. 28 Mayıs 1999 'da Başbakanlığa bağlanmış. TİKA, Orta Asya, Balkanlar, Afrika, Doğu Asya ve Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere, yaklaşık 150 ülkede görev yapan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin tek, Teknik Yardım Kuruluşuymuş. Gel de övünme, gururlanma…
Karadağ devleti de geçmişte olduğu gibi, Türkiye’nin kendisine daima dost elini uzatacağından eminmiş. Osmanlı torunu olmak böyle bir şey…Ne kadar anlamlı…
Devam edecek
24 Eylül 2024 Salı
BALKANLAR GEZİSİ (X) KARADAĞ (I)
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024-
-Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde okuma yazma bilenlerin sayısını ortalama 10.6 gösterenlere cevap, tarihçi Kemal Karpat’tan gelmiştir: “Osmanlı topraklarında okuma yazma bilenlerin oranı ortalama %59,7 dir.” Ottoman Population (Osmanlı Nüfusu 1830-1914) isimli kitabının okunması tavsiyemdir.
Ama kastedilen Osmanlı sonrasında kurulan cumhuriyetin ilk kuruluşundaki okuma yazma bilmeme oranı ise; o başka hesaptır-
Türk Eğitim Derneği Balkanlara kültür ve araştırma gezisi düzenledi. Osmanlının devlet olarak kurulduğu coğrafyaya gitti. Sekiz ülke gezdi.
Ben de bugüne kadar Balkan ülkeleri ile ilgili gördüklerim ve bildiklerim ışığında dokuz yazı yazdım, bu onuncusudur. Yazı serisi devam edecek. Nelere şahit olduk o topraklarda onları siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
Biz o topraklarda, bırakın insana uygulanan soykırımı, kültürel değerlere bile uygulanan soykırım vahşetine şahit olduk. Emperyalist ülkelerin kışkırtmasıyla Osmanlıya karşı başkaldıran ırkçıların uyguladığı vahşete. Yüreğimiz sızladı. Balkanlar şurada. Gidin görün. Siz de şahit olun o vahşetlere. Öyle masa başında oturarak yazılmış birkaç kitabın yalan yanlış yazdıklarıyla tarihte olup bitenleri sağlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir. Ben siz saygıdeğer okuyucularım için yazdım ve yazmaya devam edeceğim. Okuyalım:
Balkanlarda Osmanlı tebaası olarak yaşayan ve 600 sene el üstünde tutulan halkın ırkçılık damarı emperyalistler tarafından parlatılmış. Halklar da getirisini-götürüsünü hesaplamadan Osmanlı Devleti’ne başkaldırmışlar. Sonuç ortada.
Yazımın başında sözü hemen kendisi de Balkanlarlı ve Arnavut olan ve orada olup bitenler karşısında ciğeri cayır cayır yanan Mehmet Akif Ersoy’a, İstiklal marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’a bırakmak istiyorum:
“Karadağ haydudu, Sırp eşeği, Bulgar yılanı,
Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı...
Târümâr eyleyiversin de bütün ordumuzu,
Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu.
Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa
Kimi bin türlü fecâ'atle çekilsin kucağa...
Birinin ırzı heder, diğerinin hûnı helâl...
İşte, ey unsur-i isyan, bu elîm izmihlâl,
Seni tahrîk eden üç beş alığın ma´rifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezîl âkıbeti?
Hani, milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.”…
Mehmet Akif Ersoy’un içi öyle yanmış olmalı ki, gördüğü o ihanetler yüzünden bu dizeler kaleminden bir anda dökülüvermiştir. 600 sene o topraklarda adaleti sağlamak için canla başla çalış, insanlara insan olduklarını hatırlat, huzur içinde devam edip giden yaşamın içine birileri gelip ırkçılık çomağını soksun ve halkın kavmiyet duygularını kamçılayarak milliyetçilik duygularını öne çıkarsın, sonra da kardeş kardeşin kanına girsin ve Mehmet Akif de sussun öyle mi? Susmamış zaten. Yukardaki dizelerde okuduğunuz gibi vermiş veriştirmiş… Allah rahmet eylesin.
Vatan- millet ve din uğruna hayatından vazgeçen büyük insan; biz şimdi Sen’in söz ettiğin o insanların yaşadığı topraklardayız, 600 senenin sonunda geriye ne kalmış görmek ve ibret almak için geldik buralara. Üstadım; sen az bile söylemişsin, buralar hâlâ hain dolu. O hainler tarafından tarumar edilmiş, tanınmaz hale gelmiş bu güzelim coğrafya. Müslümanlardan, Osmanlıdan geriye tek-tük eser kalmış. Hepsi o kadar. Heyhat!
KARADAĞ
Karadağ sınırında fazla beklemeden girdik içeriye. Coğrafya birden değişiverdi. İsmi üstünde Karadağ. Dağlık bir bölge. Adını yüksek dağlardan almış. O kadar hoş bir görüntüsü var ki; büyüleniyoruz. Dağın böğründe 50 kişilik koca bir otobüsle ağır ağır yol alırken, aşağıya baktığımızda başımız dönüyor. Dağların bittiği yerden metrelerce aşağıdan bir nehri akıyor. İbre nehri. Karadağ’ı Karadağ yapan, bu nehir olmalı. Cennet gibi bir coğrafya. Yol gidişli gelişli, nihayet bir cep bulduk ve hemen indik otobüsten ve o muhteşem güzellikleri ölümsüzleştiriverdik. Bütün grup üyeleri fotoğraf çekmek için yarışa girdiler. Ben de onlardan biriyim. Ben yoldan biraz daha yukarıya tırmanarak yaptım o işi. Arkadaşlar benim için endişelendiler elbet. “Hocam çok tehlikeli lütfen geriye dönünüz, daha yukarıya tırmanmayınız! Allah göstermesin ayağınız kayar, bir şey olur…” Ama ben dinlemedim onları. Çünkü Yörük, dağa nasıl tırmanacağını bilir. Çocuklar gibi şendik.
Karadağ; Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Sırbistan ile komşu olan bir devlet. Ekonomik yönden oldukça geri kalmış. İtalyanca ’da Montenegro adıyla anılıyor. Nüfusu 700.000 civarında (2022). Benim şehrim olan Denizli’den küçük. Ama devlet…Nüfusunun %20’ si Müslümanmış. Kalanı Ortodoks Hristiyanlardan ve Katoliklerden oluşuyormuş.
Tarih içinde, şamar oğlanı gibi gelen vurmuş giden vurmuş Karadağ’a. Kendisinin de duruşu belli olmadığı için, sahip çıkanlara da ihanet ettiğinden bir türlü ayağa kalkamamış. Eee, o kadar güzel ve alımlı olursan rahat mı bırakırlar insanı, bırakmamışlar zaten. O yüzden her gelen ile nikah masasına oturmuş, gönüllü veya gönülsüz. Sürekli eş değiştirmiş.
İlk evliliğini, 1189 yılında Sırbistan ile yapmış, zamanla aralarında geçimsizlik başlamış. 1385’te Fatih Sultan Mehmet gelmiş Karadağ’a, çıkmış meydana o beyaz küheylanıyla, küheylanı arka ayaklarının üzerinde şaha kaldırmış, çekmiş kılıcını ve şöyle bir kendisini göstermiş; yakışıklı, genç bir delikanlı. Aynı zamanda İstanbul’un Fatihi, çağ kapatmış çağ açmış bir padişah. Fatih’in cazibesine dayanamamış Karadağ ve Devlet-i Âli Osmaniye’nin nikahı altına girivermiş.
Birlikte oldukça mutlu olmuşlar. 600 sene sürmüş bu mutlu evlilik. Bu evliliğin devam etmesini istemeyenler, devamlı fırsat kollamışlar ve uzunca bir zaman sonra, Devlet-i Âli Osmaniye’nin yumuşak karnını keşfetmişler, Merhamet... Maraz doğmuş merhametten. Gel zaman git zaman, o koca imparatorluk parçalanıvermiş.
Sonunda Osmanlı İmparatorluğu’ndan da boşanan (1990) Karadağ, bu sefer SSCB ile nikahlanmış, bir müddet sonra ondan da boşanmış ve 1992 yılında tekrar eski kocasına dönmüş. Böylece, hülle gerçekleşmiş ve Karadağ-Sırbistan birliği kurulmuş. O evlilik de dikiş tutmayınca (2006) yeni birini aramış ve bulmuş. Şimdilerde Birleşmiş Milletler ’in 192’nci eşi olarak hayatına devam etmekteymiş. Bize Allah mesut etsin demek düştü…
İşte biz, o paramparça olan vücuttan geriye kalan bir şeyler var mıdır diye araştırmaya geldik Balkanlara. Ufak tefek bir şeyler bulduk elbet. Bulduklarımız otopsi için yeterli…
Eğitim
Karadağ, eğitim seviyesi yüksek olan bir bölge imiş Osmanlı zamanında. İslâm kültür ve medeniyetinin damgasını vurduğu bir bölge. 1570 tarihinde inşa edilen Hüseyin Paşa Camii, bu eserlerden biriymiş. Pljevlja’da (Taşlıca) inşa edilmiş. Karadağ’ın diğer şehirleri de İslam Kültürü açısından çok zenginmiş. Şairlerin, hattatların, âlimlerin yetiştiği bir bölge imiş Karadağ.
1840 yılında Karadağ’da yedi tane rüşdiye mektebi açılmış. Sadece Karadağ’da yedi tane rüşdiye açıldıysa diğer ülkelerde daha fazla olmalıdır. Nüfus yoğunluğu açısından düşünülürse.
Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde okuma yazma bilenlerin sayısını %10,6 olarak gösterenlere ne demeli. Ne denecekse onu Kemal Karpat demiş zaten. “Osmanlı topraklarında okuma yazma bilenlerin oranı %59,7 dir.” Ottoman Population (Osmanlı Nüfusu 1830-1914) isimli kitabında yazmıştır bu bilgiyi. O kitabın okunması tavsiyemdir.
Ama kastedilen Osmanlı sonrasında kurulan Cumhuriyetin ilk kuruluşundaki okuma yazma bilmeme oranı ise; o başka hesaptır. Balkanlarda şehid olanlar, Çanakkale’de şehit olanlar, Kurtuluş Savaşında şehit olanlar, Rus Cephesinde şehit olanlar, %59’un içinden gidenlerdir. Lise öğrencilerine kadar askere alınanlar %59’un içindekilerdir. Sadece, 23 Milyon km. kareden gelenler 780.000 km. kareye sıkıştırılmıştır. Gelmeyenler de vardır. %59’un bir bölümü de dışarıda kalmıştır. Bir gecede alfabe de değiştirilince herkes okuma yazma bilemez hale gelmiştir. Hesap doğru yapılmalı ve insanlar doğru bilgilendirilmelidir. Türk Dil Kurumu’nun başına Agop Martayan (Dilaçar)’ı getirirsen olacağı budur.
Prof. Dr. Kemal Karpat kimdir:
Kemal Karpat, Babadağ-Romanya doğumlu (1924–2019). İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Washington ve Rewington Üniversitelerinde siyasal ve sosyal bilimler üzerine master (yüksek lisans) ve doktora çalışması yapmış. Romanya'da tarih ihtisasının ardından Amerikan tarihi, Rus tarihi, Ortadoğu tarihi ve Osmanlı tarihi konularında çeşitli kurslara katılmıştır. 20 ülkede yayımlanmış 130 makalesi ve 16 kitabı bulunmaktadır. Amerika'daki Türk Araştırmaları Cemiyeti'nin kurucusu ve başkanıdır. Orta Asya Cemiyeti'nin (ACAS) kurucusu. Türk Tarih Kurumu’nun şeref üyesidir.
Yurtdışında en çok ilgi gören eseri Ottoman Population adlı çalışmasıdır. Wisconsin University tarafından basılmıştır. TBMM Onur Ödülü sahibidir. 2019 Şubat’ında. Madison, Wisconsin’de rahmeti Rahman’a kavuşmuştur. Allah rahmet eylesin.
Müslüman Katliamı
Osmanlı Devleti’nin bölgeden çekilmesinden sonra Müslümanlara karşı soykırım başlamış. Cami, mescid, medrese, misafirhane, hamam gibi tarihi eserler tahrip edilmiş. Müslümanlar, evlerini terk edip Bosna, Sancak ve Arnavutluk’ta daha güvenli bölgelere yerleşmeye başlamışlar. 1878-1910 yıllarında Karadağ’da yaşayan Müslümanların %80’i göç etmiş, geriye kalanlar katledilmiş. Osmanlı döneminde Karadağ’ın muhtelif köy ve şehirlerinde 162 cami inşa edilmiş. Bu camilerin 88’i savaş, isyan, yangın ve depremden dolayı yıkılmış. Geriye kalanların çoğu da 1993 yılında Sırplar tarafından tahrip edilmiş.
Günümüzde Karadağ
2006 yılında yapılan referandumla Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlığına kavuşan Karadağ’da günümüzde kültürel yönden çok güzel gelişmeler görülmeye başlanmış. Son yıllarda kırk cami yapılmış veya onarılmış. Bir kısmının da inşaatı devam etmekteymiş. Bu konuda Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) öncülük yapmaktaymış. Günümüzde Karadağ’ın nüfusunun %24’ü Müslümanmış.
Balkanların En Büyük Külliyesi
Adriyatik denizi kıyısındaki Bar şehri 1571 yılında II. Sultan Selim zamanında, Pertev Paşa tarafından fethedilmiş. O tarihte Bar kalesi içinde Osmanlı Padişahının ismini taşıyan ilk cami olan Selimiye inşa edilmiş. Selimiye Camii zamanla harabeye dönmüş, sadece temelleri kalmış. On dokuzuncu yüzyılda Fatima Ömerbaşiç tarafından vakfedilen arazi üzerine temelleri yeniden atılan Selimiye Camii ve külliyesi TİKA tarafından 30 Mayıs 2014 tarihinde hizmete sokulmuş.
Camide iki bin kişi namaz kılabilmekteymiş. Külliyenin Kütüphanesi, Konferans salonu, misafirhanesi, restoranı, okuma ve tercüme odaları, gasilhanesi, çocuk bahçesi gibi sosyal hizmet veren bölümleri de bulunmaktaymış.
İslam Kültür Merkezi, muhtelif yönleriyle sadece Bar’ın değil, bütün bölgenin her türlü dini ihtiyacına cevap verebilecek büyüklükte bir külliye imiş. Eşsiz güzellikte mimarisi, inşaat kalitesi, modern ekipman ve malzemeleri bakımından örnek bir yapıymış. Biz maalesef bu külliyeyi göremedik.
Tembellik Yarışması
Karadağ’da dünyada olmayan bir yarışma yapıyorlarmış. Garip bir yarışma. Tembellik yarışması. Zaruri ihtiyaçlar dışında, yataktan hiç çıkmadan uzun süre kalabilen kişi şampiyon oluyormuş. İnanmayacaksınız ama doğru; tembellik tavsiye edilen bir şeymiş Karadağ’da. Tembelliğin önemiyle ilgili tavsiyeler şöyle:
1- İnsan yorgun doğar, dinlenmek için yaşar.
2- Yatağını kendini öper gibi öp.
3- Geceleri uyumak için gündüzleri dinlen.
4- Çalışma; çalışmak öldürür.
5- Dinlenen birini gördüğünde ona yardım et!
6- Çalışabildiğinin en azını çalış, mümkünse işi başkasına yaptır (itele).
7- Gölgeler kurtuluştur, dinlenmekten kimse ölmez (Tarlada çalışanlar için).
8- Çalışmak ölüm getirir, çalışarak erken ölme.
9- Olur da çalışma isteğin gelirse, otur, bekle, göreceksin ki bu istek geçecek.
10- Yiyen birini görünce yanaş, çalışanı görünce uzaklaş, rahatsızlık verme.
Osmanlı Devleti’nin hoşgörüsüne örnek olsun diye…
14 Şubat 1858’de toplanan Meclis-i Mahsûs’ta, Osmanlı Hükümeti aşağıdaki kararları almıştır. Hangi işgalci işgal ettiği devletle böyle bir antlaşma yapar varın siz karar verin:
1- Karadağlıların ve Karadağ reisinin (vladika) Osmanlı hâkimiyetini kayıtsız şartsız tanıması karşılığında kadim Karadağ’ın iç idaresi kendilerine bırakılacak.
2- Karadağ idaresini üzerine alan reisin Osmanlı Devleti’nin verdiği unvanı kullanması ve reisliğinin bir fermanla tasdik edilmesini kabul etmesi karşılığında, kendisine bir rütbe verilecek ve münasip miktarda bir maaş bağlanacak.
3- Karadağlıların eşkıyalık faaliyetlerine son vermesi karşılığında, onlara devletin her yerinde ticaret yapabilme ve her yere rahatlıkla seyahat edebilme hakkı tanınacak.
4- Karadağ halkı Karadağ’a sınır olan bölgelerde ziraata elverişli mirî arazi ve otlaklardan istifade edebilecek, bunun karşılığında sadece öşür verecek.
5- Mekteb-i Şahane, Karadağ’dan gelen çocuklara da açık olacak. Bunların karşılığında Karadağ metropolitliği Rum Patrikhanesi’ne tabi olacak.
6- Hersek’le İşkodra (İşbuzi-Nikşiç) yolu arasındaki yol daima emin ve açık olacak.
7- Karadağ’dan vergi alınmayacak, toplanması halinde yine Karadağ için harcanacak.
2 Mart 1858’de Ost Deutsche Post gazetesinde yayınlanan bir makalede Karadağ için “devlet denilen” ibaresi kullanılmış, Karadağ’ın Osmanlı Devleti’nin bir parçası ve Sultan’ın hükümranlığı altında olduğu açıkça deklare edilmiştir.
Sonuç:
Karadağ’da bir Müslümanlara ait eser bulmanız oldukça zor. Var olan eserler de yok edilince Karadağ Müslümanlar açısından çorak bir ülke haline gelmiş. TİKA Karadağ’ın imdada yetişmiş ve Karadağ’ı yeniden Müslümanlar açısından verimli hale getirmek için gayret etmekteymiş…
Devam edecek
14 Eylül 2024 Cumartesi
MEVLİD KANDİLİ 2024
Sevgili okurlarım; 01.10.2020 tarihinde yazmışım bu yazıyı ha-ber.com daki köşemde. Tam 14 sene önce. Bazı tespitler de yapmışım o zaman. O tespitler maalesef aynen gerçekleşmiş. 14 senede olumlu bir adım atılamamış. Diyanet İşleri Başkanlığı ogün olduğu gibi bugün de sesi güzel mevlidhanlar bulmakla meşgul olmuş. Dini cemaatler, kanaat önderleri, din hizmetlileri kusura bakmasın ama şu cümleyi yazmak zorundayım. Kimse, çocuklarımız neden Deist oluyor diye sızlanmasın! Kendi insanına, gençliğine Peygamberini anlatamayan bir ülkede çocuklar ancak Deist olurlar veya Agnostik olurlar biraz daha akıllıları Ateist olurlar. Sen çocuklarına Peygamberini doğru dürüst anlatamazsan dindar nesil yetiştiremezsin?
Allah aşkına, mevlid kandilinde sadece Süleyman Çelebi’nin şiirlerini okumakla, camilerden canlı mevlid konseri yayınlamakla çocuklara peygamber sevgisi aşılanabilir mi? Ayağı yere basan bir kandil programı hazırlamak o kadar zor mudur? Bir hafta önceden AVM ler dahil olmak üzere toplumun uğrak yerlerinde çocuklara ve gençlere yönelik etkinlikler düzenlenemez mi?
Hz. İsa’nın doğumu için Avrupa ülkeleri bir ay önceden başlıyorlar etkinliklere. Diyanet’in 2022 yılında 137 bin 563’e ulaşan personelinin 133 bin 851’i müftülüklerde çalışıyor. Merkez teşkilattaki Diyanet personeli sayısı ise bin 752 ile ifade ediliyor. Dini ihtisas merkezlerinde 515, yurtdışı teşkilatlarında ise 520 Diyanet personeli görev yapıyor. Bunlar ne iş yaparlar Allah aşkına.
Kocaman bir ordu. Peygamberini halkına anlatmaktan aciz kocaman bir ordu! Ayıptır günahtır.
Ben o yazının virgülüne dahi dokunmadan aynen siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Okuyalım:
KUTLU DOĞUM HAFTASININ ARDINDAN
Hz. Peygamber bir taraftan herkesin kendi inandığı dinini, özgür bir şekilde yaşaması prensibini bir toplum olarak ilk defa uygulamış, yani dinleri serbest bırakmış, asla din düşmanlığı yapmamış, diğer taraftan da herkesi vatandaş sayarak devleti yönetmiş ve her vatandaşa hak, hukuk ve adalet götürmüştür. Hatta bu hususta daha açık bir ifade ile şöyle söyleyebiliriz:
Hz. Peygamber’in kurduğu devlette ve İslâm bayrağının dalgalandığı her yerde Yahudi, Hristiyan, Müslüman ve müşrikler-ateistler vatandaşlık nimetini birlikte paylaşarak yaşamışlardır. İşte işin asıl bu tarafı Michael Hart’ı* çarpıcı bir şekilde etkilemiş ve bu sebeple de o, hem din ve hem dünyayı birlikte götüren, herkesi dininde serbest bırakmakla birlikte, devlette İslâm’ın sadece dini yönünü değil, bilimsel ve kazai kurallarını uygulayan Hz. Muhammed’i tüm tarih boyunca insanlığa en etkin hizmet götürenlerin en başına, birinci sırasına koymayı ilmi bir görev saymıştır.
Biz Michael Hart’ın anladığı kadar Hz. Muhammed’i anlayamamışız maalesef:
“Kutlu Doğum Haftası” ** çerçevesinde hazırlanan bir etkinliğe davet edildim. Bu hazırlık An der Urania Salonu’nda sahneye konulmuş. Ben salona girdiğimde saat tam 18.00 idi. Salon hostesleri karşıladı beni. Şık giyimli kızlardı bunlar. “Buyurun, size yerinizi gösterelim efendim…”
Salona giriş ücretsizdi. Salonun dışında satış stantları da yoktu. Anlaşılan o ki amaç tamamen Peygamber’in doğum gününü kutlamak. Peygamber’i anlatmak, misyonunu anlatmak. Bu açıdan bakılınca organizeyi yapanları tebrik etmek gerekiyor.
Programın başında ve sonunda iki kez sahne alan kız çocukları ilahiler söylediler. Bu kızlara sazlarıyla eşlik eden kızlar vardı. Başörtülü o kızlar gitar çalıyor, ud çalıyor, def çalıyor ve ney üflüyordu. Cami kürsülerinden yıllardır haram olduğu söylenen müzik aletlerini bugün başörtülü kızlar çalıyor. Bu güzelliği alkışlamamak mümkün mü? Öncelikle bu kızların ailelerini, bu aileleri ikna eden bay/bayan hocaları ve o kızların sahne almasına müsaade eden Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kıymetli görevlilerini kutluyorum. Neden kutluyorum; haramdır hükmüyle güzel sanatlardan uzaklaştırılan Müslümanları tekrar güzel sanatlarla buluşturdukları için. Allah’ın haram kılmadığı bir şey helaldir. Ya bilgisizlikten, ya yobazlıktan, ya da art niyetten kaynaklanan bir hükümdür müziğin yasaklanması. İşte bu yasağın uydurma bir yasak olduğu fiili olarak ilan edildi bu gecede. Onun için kutluyorum.
Zaman iki saat olarak belirlendi başta. Bu açıdan olsa gerek, selamlama konuşmaları olması gerektiği gibi kısa oldu. DİTİB yetkilileri uzun uzun teşkilatlarını ve yaptıkları hizmetleri anlatmadılar. Kur’an tilaveti doyurucu oldu, aynı zamanda Almanca ve Türkçe tercümelerin sinevizyonla yansıtılması da iyi düşünülmüştü. İlahiler de arabesk formatında değil asli formatında okundu. Salonun dışında misafirlere takdim edilen 40 ayet seçiminden dolayı yetkilileri tebrik ediyorum.
T.C. Berlin Başkonsolos’u Sayın Ahmet Başar Şen, İslâm’ın Almanya’nın bir parçası olduğunu, kutlu doğum haftalarının burada yapılıyor olmasından da bunun anlaşılması gerektiğini söyleyerek, bu saatten sonra Almanya’da İslâmofobi üretmenin anlamsız olduğuna vurgu yaptı ve mesajını en güzel şekilde verdi. Bu siyasi bir mesajdı.
Konuklar, dini mesajın, Din Ataşesi Sayın Bilal Öztürk’ten veya Essen Din Hizmetleri Ataşesi ve DİTİB genel Sekreteri Sayın Suat Okuyan’dan gelmesini bekledi ama o bekledikleri mesajı alamadı. Hatibin konuşması sırasında salonun boşalmasından bu durum anlaşılıyordu. Programın sonuna konulan hediye çekilişi de olmasa hatip ortada kalacaktı sanki. Bu sıkıntıyı anlayan organizatörler, hazırlanan VTR’ yi yarıda kesmeyi akledebildiler.
Programın geneline baktığımızda bazı eksikliklerin olduğunu görmezden gelmemiz mümkün değildir:
Salon dolu değildi, kadınlar çoğunluktaydı. Organizasyonu Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) yapmış. Berlin gibi 300.000 Türkiye’li Müslümanın yaşadığı bir şehirde 850 kişilik salonun doldurulamaması manidardır. Yapılan programın adı “Kutlu Doğum Haftası” dır. Müslümanlar Peygamber’lerini çok severler, o sevgili Peygamber’in doğum gününün kutlandığı bir salon doldurulamıyorsa eksiklik programı organize edenlerindir diyebiliriz. Ya yeteri kadar duyuru yapılmadı, ya Müslümanlar yapılan programların doyurucu olmadığına geçmiş senelerden edindikleri tecrübelere dayanarak gelmediler, ya da Müslümanlar Peygamber de olsa kendi değerlerine yabancılaşmaya başladılar.
Sonuncusu vahim. Bu durumda en fazla 10 sene sonra Berlin’de Müslümanların ruhuna Fatiha okumak gerekecek demektir ki; düşüncesi bile ürkütücü.
İlahilerin dışında programda şu çok güzeldi diyebileceğimiz bir bölüm yoktu. VTR hazırlanmış, içerik açısından bakıldığında, verilen onca paraya çok yazık olmuş demekle yetinmek daha doğru olacaktır. İçi boş olsa da profesyonelce hazırlanmış bir VTR ‘nin ucuz bir şey olmaması gerekir.
Sunucu daha ehil birisi olabilirdi, programın akışının canlı tutulması açısından uygun düşerdi, herhalde bulunamamış olmalı.
Seçilen konu “Din ve Samimiyet”. Hz. Muhammed’in doğum gününde Hz. Muhammed’in anlatılması gerekmez miydi? Çocukluğundan başlayarak, gençliği, peygamberliği, evliliği, Mekke Dönemi, Medine Dönemi, Hicretleri, savaşları v.b.
Müslümanlar yüz sefer de dinleseler peygamberlerini yüz birinci sefer yine dinlemek isterler. Onunla beraber olmak isterler, onun yaptığı güzel uygulamaları birebir hayatlarına geçirmek isterler çünkü…
Senede bir düzenlenen ve ayrı ayrı konuların işlendiği kutlamanın anlamı olmaz, makbul da olmaz. Salonun tam dolmaması gelenlerin de salonu erken terk etmesi bu yanlış konu seçiminden de olabilir. Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine geçen sene gelen bu sene gelmemiştir. Bu sene gelen seneye gelmeyecektir. Ayrı ayrı konularda ısrar etmenin anlamı yoktur.
Kutlu Doğum Haftası demek, bir hafta sürecek bir kutlama demektir, halkımız böyle anlıyor. İki saatte bitecek bir programın adına kutlu doğum haftası denilmez. İçinde bulunduğumuz toplumda buna benzer kutlamalar aylar öncesinden başlıyor, en azından onlar örnek alınarak uygulama zenginleştirilebilirdi. Ya adını değiştirmek lazım bu kutlamaların, ya da bir haftaya dağıtarak değişik etkinliklerle kutlanmalıdır. Eğer bunlar yapılamayacaksa, eskisi gibi mevlit kandilinde kalınmalıdır.
Günün hatibi, sahneye çıktı. Yaklaşık 45 dakika konuştu. Ama konuşmanın içinde Hz. Muhammed yoktu. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen peygamberlerin neredeyse tamamı konuşmanın içinde vardı. Ama Hz. Muhammed’e bir türlü gelinemedi. Sadece miraçla ilgili iki cümleyle Hz. Muhammed anlatıldı kendi doğum gününde.
Bir de şuna dikkat etmek gerekiyor; bu gibi etkinliklerde vaaz etme yerine, kıssalar anlatma yerine Peygamberimiz’in misyonuna uygun mesajlar vermek gerekiyor. Hele Hristiyan bir ülkede yaşayan bizlere Peygamberimiz’in vereceği çok önemli mesajlar olmalıdır. Bu mesajlar Müslümanlara yön verecektir.
Hocalar konuya bu şekilde yaklaşacaksa, bu gibi etkinliklerde hocaların konuşması programların şartlarından olmamalı. İyi hazırlanmış bir metin tiyatro sanatçılarından birinin eline verilmeli ve ona okutturulmalıdır. Metne uygun ve Kutlu Doğuma uygun giysiler içinde ne de güzel olur. Mesela Çetin Tekindor.
Hazırlanan VTR’ler de Peygamber’in hayatından kesitler olmalıdır, misyonuna uygun kesitler. Böyle bir uygulama oldukça etkileyici olacaktır.
Din Hizmetleri Ataşeleri Müslümanlar açısından önemli gün ve gecelerde resmi kıyafetler giymeliler, cübbe ve sarık mutlaka olmalı. O koltuk resmi olarak Peygamber koltuğudur. O koltuğun bir ağırlığı vardır. O ağırlık korunmalıdır. Kravat ve takım elbiseyle o koltuk doldurulamıyor maalesef. Ben resmi toplantılara resmi kıyafetin dışında bir giysiyle gelen Hristiyan din görevlisi görmedim bugüne kadar.
Din Ataşesi mesajını Kur’an okuyarak ve o okuduğu Kur’an’ı anlamlandırarak verebilir, bu anlaşılır bir şeydir, ama kaside okuyarak veremez, kasideyi çok güzel de okusa bu böyledir.
Öte yandan, Diyanet işleri Başkanlığı Berlin Din Hizmetleri Ataşesinin yapacağı etkinlik bir cami görevlisinin yapacağı etkinlikten farklı olmalıdır. Din Hizmetleri Ataşesi’nin hazırlayacağı etkinlikte Alman davetliler de olmalıdır. Kilisesinden bürokratlarına ve sanat erbabına varıncaya kadar her kesimden insan davet edilmelidir Ataşenin organize ettiği etkinliğe. Ve orada sadece Hz. Muhammed ve O’nun misyonu anlatılmalıdır.
Kendimiz çalıp kendimiz oynayacaksak, bu organizeyi Din Hizmetleri Ataşesinin yapmasına gerek yoktur, bunun için salon tutmaya da gerek yoktur, camiler bu işi zaten yapıyor. Hem de daha güzelini yapıyor.***
………………………………………………
* Dünya tarihine yön veren en etkin 100 ismin başına Hz. Muhammed’i koyan Amerikalı bir bilim adamıdır Michael Hart. Bu sıralamanın birincisi ilan ettiği Hz. Muhammed (s) ile ilgili kısaca şu açıklamada bulunmaktadır:
“İslam peygamberi; Arabistan fatihidir. Birçok kişi Muhammed’i şaşırtıcı bir tercih olarak görebilir, fakat laik bir tarihçi perspektifiyle o hem kitleleri etkileyen bir din adamı hem de askeri-politik lider olması bakımından eşsizdir.”
** 1989 yılına kadar ülkemizde Hz. Peygamber’in doğumu, Kameri Takvime göre Rebi’ül Evvel ayının 12. gecesinde camilerde mevlit, Cuma günü de hutbe okunarak ve vaazlarda halkımıza anlatılarak Mevlid Kandili adı altında kutlanmıştır.
İlk defa Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1989 yılında Kameri Takvim, 1994 yılından itibaren de, Peygamberimiz’in Miladi doğum günü olan 20 Nisan tarihi esas alınarak “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri yapılmaya başlanmıştır.
Bu çerçevede bütün il ve ilçelerde değişik konularda panel ve konferanslar düzenlenmiş, 1994 yılından itibaren de hafta içerisinde sempozyum düzenlenmeye başlanmıştır.
Bu kutlamaların Hz. Peygamber’i tanıma ve anlama bakımından çok büyük bir önemi vardır. Fakat bazı Müslümanların bu konuda da aşırı giderek Hz. Peygamber’i diğer peygamberlerden üstün tutmak gibi bir yola girdikleri de gözden kaçmamaktadır. Halbuki Kuran’da müminlerin “Biz onun peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız. Ey Rabbimiz, işittik ve itaat ettik, affını isteriz ve dönüş ancak sanadır, dedikleri, zikredilmektedir. (Bakara 285).
*** Peygamberin Kutlu Doğum Haftasında sponsorlar Peygamber’den öne geçmemelidir. Kendilerinin Peygamberin önüne geçmelerini sponsor olan kişiler de istemez…
16 Temmuz 2024 Salı
BALKANLAR GEZİSİ (VIII) BOSNA- HERSEK (III) -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024-
“Sayın komutan…İstediğiniz kadar dağlara haç dikin. Gökyüzüne her baktığınızda çaresizce hilali ve yıldızları göreceksiniz.’’
Rüştü KAM
Avrupa’nın ortasında, dünyanın gözü önünde yapılan Boşnak Soykırımı’na tüm dünya kör olmuş ve yapılan bu soykırımı görmezden gelmişti (1992). O yıllarda sadece Türkiye ve birkaç ülke yaşanan bu vahşete sesini yükseltmişti.
Efsane Lider, Büyük Komutan, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, bir yandan elindeki sınırlı imkanlarla ülkesini ayakta tutmaya çalışırken öbür taraftan da İslam’ın bayrağını yere düşürmemek için büyük çaba sarf ediyordu. Gözü dönmüş Sırplar ve Hırvatlar, yaşlı-çocuk-kadın demeden önlerine gelen Boşnağı hunharca katlediyordu.
Hatta bu vahşeti o derece ileriye götürmüşlerdi ki; Saraybosna’yı çevreleyen tepelerden keskin nişancı (sniper) silahlarıyla sivil Boşnakları da birer birer avlıyorlardı. Ayrıca, İslâm adına ne varsa hepsini yakıp yıkıyorlardı; köprüler, camiler, hanlar, hamamlar …hepsini. Asıl gayeleri, Avrupa’dan sadece Boşnakları yok etmek değil Boşnak adı altında İslâm’ı da yok etmekti.
Bu örneklerden birisi Mostar köprüsüdür. Üç gün süreyle 54 tane top mermisi ile canlı yayında, dünyaya göstere göstere Hırvatların yıktığı köprü. Bosna Hersek’teki en önemli Osmanlı eserlerinden biri olan Mostar Köprüsü. Hırvatlarla, Müslümanların yaşadığı bölgeleri birbirine bağlayan köprü. İslâm mimarisinin en dikkat çekici yapılarından biri olan ve Boşnakça’da “Stari Most” olarak isimlendirilen Mostar Köprüsü. Dünya mimarlık anıtları listesinde yer alan ve şehre tek başına mimari bir değer katan köprü. Mimar Hayrettin’in köprüsü (1566). Mimar Sinan’ın talebesi Hayrettin’in. İki ismi birleştirerek çocuklarımıza isim olarak koyduğumuz iki mimarın; Sinan ve Hayrettin’in köprüsü.
Biz şimdi Mostar’dayız. 427 sene ayakta kalarak; dil, din ve ırk ayırımı yapmadan bütün insanları sırtında taşıyan o vefakâr ve de cefakâr köprüye selam vermeye geldik. Şehrin girişinde hemen mezarlığın yanında indik otobüsten. İki saat burada kalacakmışız. Otobüsten indiğimiz yer buluşma yerimiz olacakmış. Arnavut kaldırımlı o daracık yollar bizleri köprüye ulaştıracakmış. Sağ tarafta Türk Konsolosluğu var, Ay yıldızlı bayrağımız dalgalanıyor. Selamlıyoruz bayrağımızı, o da bizi. Yol boyunca, hediyelik eşya satan alışveriş yerleri sıra sıra dizilmiş, müşterisini bekliyorlar. Mostar’da her milletten insan var. Çok kültürlü bir şehir havasında. Sokak cıvıl cıvıl. Onlar da köprüyü görmeye gelmiş olmalılar.
Mostar Köprüsü karşıdan göründü. Yay gibi gerilmiş, her an düşmanına okunu salacakmış gibi hazır vaziyette öylece duruyor orada, mükemmel bir eser. Değil 54 topla 154 topla da yıksanız ben yine ayağa kalkar selamlarım ziyaretçilerimi der gibi. Gururlanıyor elbet. Haksız da değil. Bu insanlar dünyanın her bir tarafından sadece onu görmeye gelmişler. Az şey midir bu?
Yokuşun başındayız. Aramızda mesafe var, selamlaştık, biraz sonra köprü ile el sıkışacağız ve başından geçenleri anlatacak bize lisan-ı haliyle. Şimdi fotoğraf çekilme zamanı. Sağ tarafta bir duvar var, insanlar nehre uçmasınlar diye yapılmış olmalı. En güzel fotoğraf o duvarın üzerinde çekilirmiş. Boydan boya dizildik duvarın üstüne. Arkası uçurum. Hafif bir sendelemede düşebiliriz. Bu fotoğraf, Mostar Köprüsü’nün önünde çekilen anlamlı bir hatıra fotoğrafı oldu.
Duvarın üzerinden inerken Recai’nin sırtına elimi koyarak inmek istedim ve elimi omuzuna koydum, koydum koymasına da o benden böyle bir hareket beklemediğinden hazırlıksız yakalandı ve ayağının üzerine düştü. Ayağı zedelendi. Acı çektiği belli oluyordu. Doktora gidelim teklifimi her defasında reddetti. “Hocam bir şey olmaz, bir iki gün sonra geçer.” Üzüldüm tabi… İki gün acı çekerek öylece dolaştı.
Köprüye doğru yürürken el ele tutuştuk, çocuklar gibi şendik. Ayrı bir havaya girdik. Heyecanlıydık. Medeniyet düşmanı Hırvatların yıktığı (8 Kasım 1993) köprüyle el ele kol kolaydık. Ne büyük saadet. UNESCO ve Bosna-Hersek Devleti’nin çalışmaları sonucunda Türkiye Devleti tarafından aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş (23 Temmuz 2004). Yıllar Aliya’yı haklı çıkarmıştır. Köprü yeniden inşa edilmiştir. Yine Türkler tarafından inşa edilmiştir. “Yukarıdaki ay ve yıldız orada durduğu sürece siz, bizi yok edemezsiniz.”
Başladık köprüye doğru tırmanmaya, tam ortasına geldik. O deve hörgücü gibi olan tümsek yerdeyiz. Hasretle kucaklaştık. Aşağıya bir baktım ki, göz yaşları sel olmuş akıyor. Hasret çekmek kolay değildir. Kavuşunca da göz yaşlarınız sel olur akar. Neretva Nehri’ni seyrediyoruz. Blagay ’da kendisine Buna Nehri’nin de katıldığı Neretva Nehri’ni. Nehrin rengi bizi bizden almaya yetiyor da artıyor. Berrak. Masmavi. Altındaki taşları teker teker saymak mümkün.
Fotoğraf çekiliyoruz. Müthiş bir heyecan. Yıllardan beri resimlerde, haberlerde gördüğümüz o tarihi köprünün üzerindeyiz. Kavuşmanın verdiği heyecandan, sevinçten, kollarını makas gibi açarak avazının çıktığı kadar bağıranlarımız da var.
Fatma Mıdık var yanımda. Fatma Mıdık hakikatli bir kızdır. Türk Eğitim Derneği’nin düzenlediği kültür gezilerinin çoğuna katılmıştır. Dünyayı gezmek dolaşmak isteyen ve gittiği yerden de bol bol alış-veriş yapan Fatma Mıdık. Aynı zamanda cömerttir. Sineğin yağını hesap edenlerden değildir. Mevlâ’m ayağına taş değdirmesin.
Türk bir yere ayak basınca çığlık olur yükselir. Her yerde yükselir. Bazen minare olur yükselir, bazen kervansaray olur yükselir, bazen hamam olur yükselir, bazen de çarşı. Burada da köprü olmuş yükselmiş o çığlık. Mostar Köprüsü. Dünyada başka bir benzeri olmayan köprü. İşte biz tam da o köprünün hörgücünün üzerindeyiz. Tüm güzellikler onun etrafında toplanmış. O, orada olduğu için her şey güzel görünür olmuş.
Mostar Köprüsü üzerinde merdivenler var. Atların ve insanların rahat bir şekilde çıkıp inebilmeleri için yapılmış bu merdivenler. 99 adetmiş. Merdivenin, Allah’ın 99 ismini temsil ettiği bilgisi bizler için çok değerli. Çünkü Mostar biziz. Biz Mostar’ız. Köprünün her taşı, bölgede okunan her ezan biziz. İçilen kahvenin her zerresi biziz. Edilen her dua biziz. Nehirden akan suyun her dalgası biziz…
Yürüyerek, köprünün ayaklarına kadar indik. Yol üzerinde sağlı sollu dükkanlar var yine. Ellerine külahta dondurma alanlarımıza ne dersiniz. Eşler ve sevgililer ellerini, birbirinin kollarının içinden geçirerek birbirlerine ikramda bile bulunuyorlar. Mesele dondurma yemek değil o havayı teneffüs etmek. Sevgilinize Mostar Köprüsü’nün ayaklarında dondurma ikram ediyorsunuz…! Belki de tekrarı olmayacak… Ne kadar güzel ve ne kadar da anlamlı bir ikram.
Köprünün sol tarafında II. Selim’e nisbet edilen minaresiz bir mescid var. 1878’e kadar müezzin beş vakit ezanı, vakti geldiğinde köprünün ortasına gelir ve orada okurmuş. Hırvatlar köprüyü bunun niçin yıkmış olmasınlar?
Ayrıca Mostar Köprüsü, Osmanlılar zamanından beri gençlerin nehre atlayarak cesaretlerini gösterdikleri bir mekân olmuş, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu âdet bir spor türüne dönüşmüş.
Böylece bir gelenek oluşmuş Mostar’da. Evlenecek genç erkekler erkekliklerini ispat etmek için kendilerini köprüden aşağıya bırakırlarmış.
Orada bir genç vardı. Bize atlayışı göstermek istiyordu. Bunun için herkesten para topluyor. 100 Euro toplayınca dalışı gerçekleştirecekmiş. Orada uzun süre bekledik o dalışı görmek için. Ama göremedik. 100 Euro’yu toplayamadı mı yoksa gayesi atlamak değil de para toplamak mıydı onu anlayamadık. Verdiğimiz parayı da almadan oradan ayrıldık.
Köprüden büyük övgüyle söz eden Evliya Çelebi, o güne kadar on altı ülke gezdiğini, böyle yüksek bir köprü görmediğini belirtmiş eserinde. Köprü hakkındaki değerlendirmelerden birini de Ekrem Hakkı Ayverdi yapmış: “Bu köprü mimari dehânın terkibiyle taştan yapılmış değil de muhayyilenin cisim halini almasıyla meydana gelmiştir. Efsanevî bir mâna ve ruh kazanmıştır” (Avrupa’da Osmanlı Mimârî Eserleri II, III, 260).
Köprünün, yeniden inşasında orijinal yapısına sadık kalmak için çok emek harcanmış. Dalgıçlar köprünün taşlarına ulaşmışlar. Sonra da bu taşlar örnek alınarak, taş ocağında yenileri üretilmiş. 23 Temmuz 2004 tarihinde de görkemli bir törenle yeniden kullanıma açılmış.
Hum Tepesine Haç
Mostar’a hâkim bir noktaya, Hum Dağı’nın tepesine 2000 yılında 33 metre yüksekliğinde bir haç dikilmiş. Gece de ışıklandırılırmış. Bir kilisenin çan kulesine veya kenarına dikilirse haç, anlaşılabilir bir şeydir. Oraya dağın tepesine dikilirse haç, bu tamamen kışkırtmak için dikilmiştir. Müslümanlar da öbür dağın tepesine minare mi diksinler yani. Mostar şehrinin Hırvat komutanı niyetini açık etmiş Aliya’ya. Cevabını da almış:
Hırvat komutan Aliya İzzetbegoviç’e, tehdit havasında dağın tepesine dikilen devasa büyüklükteki haç’ı göstererek; “Aliya, görüyorsun biz haç’ımızı dağın tepesine diktik. Artık, sizin hilâlinizden daha yukarıda bir haçımız var. Bunu kaldırmaya gücünüz yeter mi?” diye imalı bir soru sorar.
Aliya İzzetbegoviç gülümseyerek; “Hele, gün geceye dönsün de tekrar görüşelim” der.
Akşam karanlığı basınca, Hırvat Komutanı dışarıya davet eder Aliya ve şahadet parmağıyla işaret ederek, daha sonra Bosna’da efsaneleşecek olan ve tüylerimizi diken diken eden şu sözü söyler: “Sayın komutan, şimdi sen de kafanı kaldır da semaya bakıver! Şu hilâli ve yıldızları görüyor musunuz? Senin onları yok etmeye gücün yeter mi? Ne kadar yükseklere dikerseniz dikin haçınızı, onları geçemezsiniz ve asla onları oradan da indiremezsiniz. Onlar semada durduğu müddetçe biz varlığımızı inşallah devam ettireceğiz. İstediğiniz kadar dağlara haç dikin. Gökyüzüne her baktığınızda çaresizce hilali ve yıldızları göreceksiniz.’’
POÇİTEL
Mostar’dan ayrıldık. Eski bir Osmanlı yerleşim merkezi olan Poçitel Köyü’ne doğru yol alıyoruz. 1471 yılında Osmanlı topraklarına katılan Poçitel 427 yıl boyunca bölgenin önemli şehirlerinden biri olmuş. Poçitel Köyü 1990’lı yıllardaki savaşta büyük hasar almış.
Tarihi yapılarıyla ve hala “biz kokan” eserleriyle Poçitel Köyü orada duruyor. Köye vardığımızda akşam olmuştu. Karanlık çökmek üzereydi. Sokakları bir başka güzel, evleri de bir başka güzel buranın da. Kaleye çıkmak istiyoruz. Yokuş yukarı çıkıyoruz. Biraz ilerledikten sonra bir camiye denk geldik. Maalesef bu cami de yaşanan savaşta topçu ateşiyle minaresi ve kubbesi hasar gören camilerdenmiş. Vurmadıkları cami yok zaten!
Lanet ediyorsunuz bu haysiyet ve namus düşmanlarına. Savaşın bile onuru, şerefi olur. Kutsal yerleri bombalamak, kadınları, çocukları öldürmek hangi dinde, hangi inançta var! İçeriye giremedik. Sadece Cuma namazı kılınıyormuş o camide.
Camiden yukarıya söylene söylene tırmandık ve kaleye çıktık. Maşallah genç ihtiyar o gece vaktinde hepimiz kaledeydik. Ne güzel hatıralar bırakmış önden gidenler. Milyonlarca para dökerek elde edilemeyen huzuru, yüzlerce yıl önce kurulmuş ve aslını korumayı başarabilmiş dağ başındaki evlerde, sokaklarda, camilerde, kalelerde buluyoruz. Sokaklar bizi, bir başka sokağa ve bambaşka bir dünyaya götürüyor. Yalanın, riyanın, sahtenin olmadığı sokaklara… Olanları düşünmek ve biraz tefekkür etmek yeterli aslında...
Poçitel Eski bir Osmanlı köyü imiş. Mostar’ın 35 km güneyinde, Neretva Nehri’nin doğu yakasında bir tepenin eteğinde kurulmuş. Köydeki yapılar, çatıları da dahil olmak üzere tümüyle taştan inşa edilmiş. Neretva Nehri kenarından köye bakıldığında tepedeki kaleden başka Saat Kulesi, Han, Şişman İbrahim Paşa Medresesi ve Şişman İbrahim Paşa Camii hemen göze çarpan Osmanlı yapıları.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde de övgüyle bahsedilen Poçitel, Osmanlı tarzı cumbalı evleri, camii, hamamı, imareti ve taş patika yollarıyla şair ve ressamlara da ilham kaynağı olan bir köy olarak UNESCO Kültür Mirası listesinde yerini almış.
Hersek bölgesinin hayat kaynağı olan “Neretva’nın hemen yanında bulunan Poçitel, aslında Osmanlıların sınır kasabasıymış. Poçitel, Osmanlı’nın batıdaki en büyük rakiplerinden olan Venediklilere bağlı Dubrovnik ile sınır komşusuymuş. Osmanlılar Poçitel’i, aynı Mostar gibi, Avrupa ülkelerine gücünü göstermek için oldukça görkemli bir şekilde inşa etmiş. Büyük, güçlü ve içinde her türlü yaşam alanlarının bulunması sebebiyle Poçitel, benzersiz bir sınır karakoluymuş.
Âdem’in Yeri
Poçitel’de hizmet veren bir de Türk restoranı bulunmaktadır. Âdem’in Yeri. Âdem ve hanımı ile konuştuk. Acıklı, yüreklerimizi dağlayan, hüzün dolu bir de hikayesi var Âdem’in: Savaş başladığında 13 yaşındaymış. Sırplar evlerini basmışlar. Ailesinin bütün fertlerini öldürmüşler. Âdem de silahını ateşlemiş ve bir Sırp askerini öldürmüş. Alıp götürmüşler karargâha Âdem’i ve orada sorgulamaya başlamışlar: “Hangi elinle ateşledin silahı?” Âdem de sağ elini göstermiş. O elini kesmişler, sonra da ‘Bu ders sana yaşadığın sürece ibret olsun.’ demişler ve öylece salıvermişler sokağa... Yani şimdi Âdem anlatırken bile tüylerimiz diken diken oldu, gözlerimiz doldu. Vahşetin bu kadarına dayanmak oldukça zor. Âdem aslında bu konuları konuşmak istemiyor. Biz rica etmiştik. Hatta evinden çağırttık hanımına. Keşke çağırmasaydık ve Âdemin o hatıralarını tekrar hatırlatmasaydık…
Bizler vakitlice gidemedik Poçitel Köyüne. Sizler vakitlice gidin de Âdem’in yerinde yemek yiyin, ona destek olun. Sadece yemek yiyin…
Konaklama yerimiz Hırvatistan kapısına yakın bir yerde. Ama Bosna Hersek topraklarında. Sl.Industry Hotel. Trebinye (Trebinje) kasabasında. Otele yerleşip yemeğimizi de yedikten sonra yürüyüşe çıktık. Cengiz ve Ekrem ile. Küçük bir kasaba Trebinje. Ama şirin. Yeşili bol. Ekrem dönüşte marketten Bosna kahvesi aldı. Sekiz kez öğütülen kahve. Bir paketini de bana verdi. Saygılı gençtir Ekrem. Nereden baksanız elimde büyümüş sayılır. Aynı mahallenin insanıyız. Teşekkür ederim Ekrem.
Devam edecek
15 TEMMUZ 2024
15 TEMMUZ; HAİNLERİN DARBE YAPTIĞI TARİH
Rüştü KAM
Ha-ber.com 2024
15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Anma Töreni’ne davet edildim. Katılabileceğimi belirttim ve verilen saatte büyükelçilik salonunda hazır bulundum. Kalabalık bir katılımcı kitlesi vardı. Alışılageldiğimiz simaların dışında yeni yüzler davet edilmiş besbelli. Devlet, adını aldığı kitleyle, cumhur ile kucaklaşmış. Güzel de olmuş. Ama gözlerim yine de büyük dernek olarak kendilerini adlandıran dernek başkanlarını aradı. Toplantıya temsilci göndermekle görevlerini yaptıklarını saymış olabilirler mi? Onu bilemiyorum. Bildiğim şey 15 Temmuz gibi önemli bir lanetleme gününde orada olmamaları hoş değildi.
Programdan birkaç gün önce bazı dernek başkanlarıyla programa katılıp katılmama konusunda istişare ettik. Varılan sonuç; “artık 15 Temmuz anlamını yitirdi” şeklindeydi. 1980 Darbesi ile 15 Temmuz’un arasındaki farkı soranlar bile oldu. “Darbe ise o da darbe. 15 Temmuz lanetleniyor da 1980 darbesi niçin lanetlenmiyor?” Yetkililerden bu sorulara cevap beklemek vatandaşın hakkı olsa grektir.
Salonu dolduran davetliler, o toplantıdan, heybelerine hatırı sayılır bilgiler doldurmak için gelmişlerdir mutlaka. Ne yazık ki; o gece, Büyükelçi Ahmet Başar Şen’in konuşmasının dışında ciddi denecek bir bilgiden söz etmek mümkün değildi.
Mesela, ne anlattığı belli olmayan bir film gösterildi. İçi bomboş. İletişim Başkanlığı tarafından hazırlanmış. Yazık hem de çok yazık. Oraya bir yorum koy. Vurucu sahneleri yorumla. Bir şey yap… Koskoca İletişim Başkanlığı fare doğurdu o gece. O resimlerin daha güzelini televizyonlardan izliyor vatandaş zaten. Onu vatandaşın önüne getirmenin anlamı nedir? O salon devletin özelinin servis edileceği yerdir. Vatandaş dışarıda alamadığı bazı bilgileri oradan alıp gitmelidir. Almanlar için o resimleri koyduk denilse orada bir tane bile Alman yok idi.
Sinema endüstrisini kullanmadan kendimizi dünyaya nasıl anlatacağız? Allah aşkına 15 Temmuz'dan bu yana geçen sekiz senede kaç adet uluslararası kalitede, dünya pazarında kendisine şans bulabilecek belgesel çekilmiştir? Belediyelerimiz 'demokrasi nöbeti katılım beratı' dağıtacaklarına, “kontrollü darbe” söylemleriyle algı oluşturacaklarına, hiç olmazsa kendi bölgelerinde böyle işlere kafa yorsalar olmaz mı?
Mesela İsmail Kılıçaslan’ın da dediği gibi; “Kültür Bakanlığının, Başbakanlığın ya da Cumhurbaşkanlığının toplantı odalarında 'çok yüksek bütçeli ve dünyada 100 ülkede gösterime girmesi planlanan bir 15 Temmuz filmini mutlaka hayata geçirmeliyiz' şeklinde bir cümle kurulmuş mudur? Böyle bir cümle kurulduysa sekiz seneden beri gereğinin yapılması için neler yapılmıştır.”
Bir tarafta Yurt Dışı Türkler Başkanlığı, bir tarafta Yunus Emre Enstitüsü, öbür tarafta Kültür Müşavirliği, Eğitim Müşavirliği, Din Hizmetleri Müşavirliği…Koca koca isimler. Ortada bir şey yok. Sivil Toplum Kuruluşları (STK) da kendi havalarında. Kaç tane STK 15 Temmuz ile ilgili bilgilendirme toplantısı düzenledi 15 Temmuz’dan önce derneğinde. Etmeyin eylemeyin, sadece 15 Temmuz’da hamasi nutuklar atmakla yürümez bu işler. Birileri algı oluşturmak için olanca gücü ile çalışma yaparken, temcit pilavı gibi ikide bir “kontrollü darbeyi” sofraya getirirken, diğerleri yan gelip yatarsa, sadece yatmış olur…Yatın bakalım. Karpuz yata yata büyürmüş…
Günün mana ve ehemmiyetini anlatan iyi formüle edilmiş konuşmayı, Büyükelçi Ahmet Başar Şen’in konuşmasını siz okuyucularımla paylaşmak istedim:
“Değerli Vatandaşlarımız,
Kıymetli Basın Mensupları,
Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler,
15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Anma Töreni vesilesiyle Siz değerli konuklarımızla bugün Büyükelçiliğimizde biraraya gelmekten memnuniyet duyuyoruz.
Hepinizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum. Hoşgeldiniz. Değerli Konuklar,
Hain 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden sekiz yıl geçti.
Terör örgütü FETÖ tarafından planlanan ve tatbik edilen; 251 vatandaşımızın şehadetine ve iki binden fazla vatandaşımızın yaralanmasına sebep olan bu elim olay hafızalarımızdaki acı hatırasını hala koruyor.
15 Temmuz şehitlerimizi, Demokrasi Kahramanlarımızı, Milli Birlik Kahramanlarımızı bir kez daha rahmet ve minnetle anıyor, gazilerimizi ve bu mücadelede yeralan tüm vatandaşlarımızı yürekten selamlıyorum.
Değerli Misafirler,
Terör örgütünün ordumuza sızdırılmış mensupları tarafından, emir komuta zinciri dışına çıkılmak suretiyle yapılan 15 Temmuz hain darbe teşebbüsü FETÖ’nün devletimizin bekasına karşı oluşturduğu tehlikeyi açıkça ortaya koymuştur.
Bu tehlikenin bertaraf edilmesinde en büyük katkıyı şüphesiz Türk halkı yapmıştır. İnsanımız kendi iradesi üzerinde güç tanımadığını, devletini ve demokratik kazanımlarını korumak için hayatını feda etmeye hazır olduğunu açıkça göstermiştir.
15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan darbe girişimi, aziz milletimizin ve canlarını hiçe sayan kahraman güvenlik güçlerimizin onurlu direnişi ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliği sayesinde bozguna uğratılmıştır.
15 Temmuz gecesinde, toplumumuzun tüm kesimleri, farklılıkları bir yana koyarak tek bir amaç etrafında, ülkesine, bayrağına, demokrasisine sahip çıkmak için birleşmiştir.
Vatandaşlarımız, milli irademizin timsali TBMM’yi bombalayan, kahraman Mehmetçiğimizin üniformasına bürünen teröristlere karşı koymuştur. Demokrasimize, milletimize, milli iradeye ve Gazi Meclisimize yönelik hain darbe girişiminde bulunanlara en kuvvetli yanıtı vermiştir.
15 Temmuz gecesi canları pahasına vatan müdafaası yapan aziz milletimiz ve kahraman güvenlik güçlerimiz 15 Temmuz destanın tarihe altın harflerle yazdırmıştır.
Demokrasinin Zaferi niteliğini taşıyan 15 Temmuz’u bu anlayışla bizler de “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” olarak anıyoruz.
Hain darbe girişiminin FETÖ tarafından organize edildiği, bir kez daha örgüt içerisinden gelen itiraf ve ifşaatlarla ortaya konulmuştur.
Buna rağmen, iradesini, aklını ve vicdanını bu şebekeye kaptıran birçok şahsın ne yazık ki hala bu gerçeği kabullenemediği görülmektedir.
Terör örgütü olmasının yanısıra, “kült” niteliğini taşıyan bir casusluk örgütü olan FETÖ, karanlık örgüt yapısı ve tüm evrensel değerleri kendi amaçları için kullanan çıkarcı, fırsatçı, yozlaşmış unsurlarıyla, yurtdışındaki Türk toplumları için de büyük bir tehlike arzetmektedir.
Bu bağlamda hain saldırıdan bu yana geçen sekiz yılda devletimizin temel önceliklerinden biri, yurt içinde ve yurt dışında FETÖ’yle kararlı mücadelemize devam etmek olmuştur.
Saygıdeğer Konuklar,
Yurt içinde, öncelikle 15 Temmuz ihaneti sorumlularının hukukun üstünlüğü ilkesi temelinde adalet önünde hesap vermeleri sağlanmıştır. Ayrıca, FETÖ’nün devlet kurumları içindeki örgütsel yapılanması deşifre edilmiş, mensupları hakkında idari ve adli süreçler başlatılmış, nihai tahlilde örgütün “paralel devlet yapılanması” çökertilmiştir.
FETÖ, ülkemizdeki yapısının giderek zayıflaması sonucunda yurtdışı faaliyetlerine ağırlık vermeye başlamış; bu durum Türkiye dışındaki FETÖ yapılarıyla mücadeleye daha da önem kazandırmıştır.
FETÖ’nün yurt dışı yapılanmasıyla mücadelemize uluslararası hukuk temelinde kararlılıkla devam ediyoruz. Bu mücadele, mensubu olmaktan gurur duyduğum Dışişleri Bakanlığımızın en öncelikli gündem maddelerinden biridir.
Yabancı muhataplarımızla yaptığımız temaslarda, FETÖ’nün faaliyet gösterdiği diğer ülkeler bakımından da güvenlik tehdidi olduğu, örgütün kendisine siyasi ve ekonomik nüfuz alanları yaratmayı amaçladığı, bu doğrultuda bulunduğu ülkelerin kanunlarını ihlal etmekten çekinmediği, adeta bir istihbarat ve uluslararası suç örgütü gibi çalıştığını somut örnekleriyle anlattık. Bundan sonra da anlatmaya devam edeceğiz.
Değerli Katılımcılar,
FETÖ terör örgütünün yurtdışındaki hareket alanının daraltılması, mensuplarının adaletten kaçmalarının ve para transferlerinin engellenmesi amacıyla idari tedbirler ve adli süreçler de devreye konulmuş, FETÖ’nün yurtdışı yapılanmasının önde gelen elebaşlarına yönelik olarak Türkiye’de açılan soruşturmalar kapsamında, şahısların bulunduğu ülkelere iade taleplerimiz iletilmiştir.
FETÖ terör örgütünün yurtdışı yapılanmasında görev alan ve örgüte finansman sağlayan kişi ve kuruluşların malvarlıklarının dondurulması talep edilmiştir.
Öte yandan, yurtdışındaki FETÖ iltisaklı eğitim kurumlarının kapatılması, FETÖ unsurlarından tamamen arındırılması ve Türkiye Maarif Vakfı’na devredilmesine yönelik girişimlerimiz de sürmektedir.
Bu taleplerimiz FETÖ’nün yurtdışı yapılanmasının güçlü olduğu ülkelerden biri olan Almanya’ya da iletilmekte ve sıkı bir şekilde takip edilmektedir.
Kıymetli Vatandaşlarımız,
Yurtdışı misyonlarımızın katkılarıyla sürdürülen yoğun çabaların somut neticeleri alınmaya devam etmektedir.
Bu bağlamda, yeni nesil bir terör örgütü niteliği taşıyan FETÖ’nün kendisini lanse etmeye çalıştığı gibi eğitim ve hayır işleriyle uğraşan toplumsal bir hareket olmadığı, siyasi ve ekonomik gündemleri ve hedefleri bulunan, dini inancın istismarına dayalı, karanlık ve sinsi bir örgüt olduğu uluslararası planda tedricen de olsa anlaşılmaya başlanmıştır.
Çeşitli ülkeler ve uluslararası teşkilatlar, FETÖ’yü terör örgütü olarak ilan etmişler; bazı ülkelerde ise FETÖ’ye karşı farkındalık oluşmaya başlamıştır. Sözkonusu ülkeler tarafından bu unsurların faaliyetleri yakından izlenmeye ve soruşturulmaya başlanmıştır.
Nihayetinde çabalarımız yurtdışındaki örgüt üyeleri üzerindeki baskıyı artırmış, örgütün yurtdışı yapılanmasında ve manevra alanında daralma yaşanmıştır.
FETÖ’nün küresel ağında ciddi bir bozulma yaşanırken, örgüt, halkla ilişkiler ve lobi imkânlarını kullanarak asılsız haberler üzerinden mağduriyet hikâyesi yaratmaya, basında görünür olmaya, ülkemize düşman çevrelerle işbirliğini güçlendirmeye gayret etmektedir.
FETÖ’nün yurtdışındaki yapılanmasıyla mücadele şüphesiz kararlılıkla sürdürülecektir.
Değerli Misafirler,
Türk milletinin bağımsızlığına, demokrasisine, milli birliğine ve milli iradesine kasteden dâhili ve harici hiçbir girişime teslim olmayacağını, geçen yıl 100. yılını coşkuyla kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin, büyük mücadeleler sonucu elde ettiği kazanımlarını ne pahasına olursa olsun koruyacağını bir kez daha belirtmek istiyorum.
Bu noktada, FETÖ’yle mücadeleye Almanya’daki Türk toplumu olarak verdiğiniz desteğin kıymetini de tekrar vurgulamak isterim. Almanya Türk Toplumunun sergilediği takdire şayan dayanışma ruhu, 15 Temmuz bilincinin buradaki kardeşlerimiz arasında da muhafaza edilmesi için vazgeçilmezdir.
Sözlerime son verirken, hainlere karşı duran ve vatanı canı pahasına koruyan kahramanlarımızın destanı olan “Milletin ve Demokrasinin Zaferi”ni asla unutmayacağımızı ve unutturmayacağımızı vurgulamak istiyorum.
15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Kahramanlarımızı ve vatanı, milleti, ülkemizin bölünmez bütünlüğü, bağımsızlık ve egemenliği için hayatını feda eden tüm şehitlerimizi bir kez daha rahmet ve minnetle anıyor, hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.
Teşekkür ederim.”
7 Temmuz 2024 Pazar
BALKLANLAR VII
BALKANLAR GEZİSİ (VII) BOSNA- HERSEK (II)
Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024
Aliya İzzetbegoviç ziyaretimizden oldukça memnun kaldı. “Ey Türk’ün evladı…” diye başlayan vasiyetini tekrar etti bize. Müsaade aldık ve elimizi önden bağlayıp hafif de öne eğilerek huzurdan ayrıldık.
Akşam yemeği için restorana geçtik. Türk restoranı. Menüde ekmek içi cevapcici var. Yanında da ayran. Cevapciciye yazık etmişler. Bosna’da Türk restoranında cevapcici yersen olacağı budur. Akşam yemeği yiyoruz. Yoldan gelmişiz. Büfede değil restorandayız. Ayaküstü akşam yemeği yiyoruz. Olacak şey değil. Garsona sordum o da beni restoranın sahibine götürdü. Beyefendi, önce bir çorba arkasından tabakta köfte ve yanında yeşillik... Menünün böyle olması gerekmez miydi? Dedim. “Abi, bize böyle söylendi” dedi. Çok da nazik olmayan bir şekilde söyledi bunu. Dil ucundan. Sanki bizim restorana gelmemizden memnun değilmiş gibi. Yapacak bir şey yok. Olan olmuş. Oradan otele geçtik. Otel şehrin 25 km dışında. Sabah erkenden Bosna Piramitlerine gideceğiz. Sonrasında Mostar’a, oradan da Sarı Saltuk Türbesi’ne. Son olarak Poçitel Köyü’ne varacağız.
Bosna Piramitleri
Önce Bosna Piramitleri. Yunus İnci ve Zeynep Tel ekletmişlerdi yol güzergâhına Bosna piramitlerini. İyi de yapmışlar. Saraybosna’ya 15 km. uzaklıkta. Visoko Kasabası’nın biraz ötesinde. Zenica’da. Gelecekte, Visoko kasabasını bütün dünyaya tanıtacak olan bir kâşif dünyaya gelmiş orada. Semir Osmanagic. Sarajevo Üniversitesi’nde uluslararası ekonomi okumuş. Yüksek lisansını ve doktorasını aynı üniversitede yapmış. Bosna-Hersek’ten, iç savaştan önce ayrılıp Houston’a (ABD) yerleşmiş (1993). Orada bulunduğu süreç içerisinde Aztek, İnka ve Maya medeniyetleriyle ilgili araştırmalar yapmış. Orta ve Güney Amerika’da piramitlerle tanışmış. Haklarında bilgi toplamış. 2005 yılında Visoko’ya dönünce ilk işi, çocukluktan beri dikkatini çeken Visoko tepelerine gitmek olmuş. Piramit görünümlü tepelerin kendi kendine olamayacağını, doğanın kendi kendine böyle tepeleri inşa edemeyeceğini düşünmüş ve başlamış toprağı eşelemeye.
Çalışmalarını yoğunlaştırmış. Aradığını da bulmuş. “Evet bunlar piramittir” kararına kesin olarak varmış. Ancak kendi imkanlarıyla piramitleri gün yüzüne çıkarması da mümkün değilmiş. Bu kararını önce yakın çevresine açıklamış. Sonra da resmi makamlara ve arkeologlara. Önce gülüp geçmişler. Osmanagiç ısrar edince. Detaylı bir çalışma istemişler. “Bir bakalım” demişler. Aslında, Osmanagiç’in yaptığı bu keşif Bosna-Hersek’in değil dünyanın tarihini değiştirecek bir keşifmiş. Çalışmalar başlayınca ve kitle iletişim araçlarında gündem de olunca, Avrupa’daki ve Amerika’daki ‘bilim’ çevrelerinden sesler yükselmeye başlamış. “Bosna’da piramitler vardır” diyenler ile, “hayır, yoktur” diyenler arasında kıyasıya bir tartışma başlamış.
Ben bu itirazlara yabancı değilim. Benzer tartışmalar Türkiye’de de yapılmıştı. Hâlâ yapılıyor. “Türkiye’de petrol vardır, hayır Türkiye’de petrol yoktur…Biz uçak yaptık ama çok pahalı bir üründü, hayır pahalı değildi... Araba yaptık ama yürümedi, hayır yürüdü; depoya benzin koymayı unuttular…”
Demek ki, sıkıntı her yerde var. Siz sömürgecilerin düzenine çomak sokarsanız; aynı sesleri dünyanın her yerinde duymanız mümkündür. Nedense bu tartışmalar az gelişmiş ülkelerde yapılıyor. Hele o ülke bir de Müslümansa orada tartışmaların dozu artırılarak devam ediyor.
Rehberlerimiz tarafından da oraya gitmemiz engellenmeye çalışılmadı mı? Bilinçli veya bilinçsiz. Orasını bilemem. Ancak, Bosna Piramitlerini görünce ve oradaki rehber hanımefendi tarafından bilgilendirilince, aklımıza bu sorular düşmedi değil. Rehberler tarafından turistlerin bile oraya gitmesine tahammül edilmiyorsa; vardır bu işte bir bit yeniği.
Biz orada piramide benzer tepeler gördük. Üzeri bitki örtüsüyle kaplıydı. O tepelerde kazı yapılmasına müsaade edilmiyormuş. Gerekçe; doğaya zarar verilecekmiş... Eğer tepenin birisinde kazı yapılmasına müsaade edilseydi zaten mesele anlaşılmış olacaktı. Dolayısıyla, piramitlerin meydana çıkışı birilerini rahatsız edebilir mi? Diye düşünmemek mümkün değil.
Şırnak’ta bulunan petrolün, Karadeniz’de çıkarılan gazın, Bandırma’da kurulan Bor işletmelerinin, savunma sanayiinde atılan adımların birilerini rahatsız ettiği gibi…Kararı sizler verin…
Uzun bir maratondan sonra, Osmanagiç o piramitlere üç km. uzaklıkta bir yerde kazı yapılmasına müsaade alabilmiş. Bunun için gerekli desteği de almış. Ancak onların istediği, piramitlerin gün yüzüne çıkarılması değil, turistlerin bölgeyi ziyaret etmesini sağlamak olabilirmiş. Öyle veya böyle, neticede Osmanagiç kazı iznini almış.
“Hiç kazı izni vermeyebilirler ve çalışmalarımı yasaklayabilirlerdi” dermiş ve sevinirmiş.
İlk kazmanın vurulmasıyla 300 metre uzunluğunda bir tünel bulunmuş. Biz o tünele girdik. Orada görevlendirilmiş bir rehber var. Bosnalı. Güzel Türkçe konuşuyor. Piramitler ve tünel hakkında bilgiler verdi bizlere. Orada bir tünel değil birkaç tünel varmış. Yol işaretleri takip edilmez ise kaybolmanız bile mümkünmüş. Tünelin ortasında kocaman ve yuvarlak bir taş var. Etrafına dizildik o taşın. “Elinizi üzerine koyarsanız enerjinizi alır.” dedi rehberimiz. Söyleneni yaptık. Hepimiz elimizi o taşın üzerine koyduk. Biraz karıncalanma oldu elimizde ama taşın soğukluğundan mıdır yoksa gerçekten enerjimizi almış olmasından mıdır, o nu bilmiyorum.
Tünelde kalıntılar var. Kil ve taşlarla örülmüş duvar ve teras kalıntıları bunlar. Tünellerde yer alan yığma duvarları da gördük. Osmanagiç bu duvarları, tüneli kapatmak isteyen ikinci bir uygarlığın yaptığını söylüyormuş. Rehberimizin anlattıkları böyle…
Büyük keyif aldık piramitlerle ilgili yapılan bilgilendirmeden. Belli mi olur, belki yarın tepelerin üzerinde kazı izni çıkar da o zaman evet biz de oraya gitmiştik diyebiliriz.
Piramitlerle ilgili kuşkunun sebebinin, piramitlerin toprakla ve bitki örtüsüyle kaplı olması olsa gerektir. Çünkü dünya, taş bloklardan yapılmış Mısır ve Meksika piramitlerine aşinadır. Tabii ki çölde, piramitlerin üzerinin toprakla kaplanması ve üzerinde ağaçların bitmesi beklenemez. Binlerce piramit var dünyada. Ama Bosna-Hersek’e benzeyen iklimlerde değil o piramitler. Keşfi yapan Osmanagiç; Bosna piramitlerinin 25 bin yıl önce yapıldığını ve daha sonra gelen başka bir medeniyetin, tünelleri bilinçli olarak kapattığını söylüyormuş.
Osmanagiç’e göre; “bu piramitlerin ortaya çıkmasına müsaade etmeyenler karanlık güçlermiş.” Hatta şu anda kendi ülkesindeki yetkililerin de karanlık güçlerle birlikte çalıştıklarından şüphelenirmiş. Olur mu, olur….
Yaklaşık 300 metre sonra tünelin kazılan kısmının sonuna ulaşıyoruz. Osmanagic, 2,2 kilometre uzaklıktaki Visoco Tepesi'ne kadar kazmayı planladığını ve ek bağışlarla üç yıl gibi kısa bir sürede oraya ulaşabileceğini söylermiş. Ve devamla şöyle dermiş; “ışığa doğru yürümeye başladığımızda, bundan on yıl sonra beni eleştirenleri kimse hatırlamayacak ve milyonlarca insan sahip olduklarımızı görmeye gelecek."
Biz seni destekliyoruz Osmanagiç, yolun açık olsun…
Blagaj Tekkesi
Blagay, Bosna-Hersek’te, Mostar şehrine 10 km uzaklıkta bir yerleşim merkezi. Orada bir tekke var. Balkanlarda önemi büyük olan bir tekke. Bektaşi Şeyhi Sarı Saltuk tekkesi. Buna nehrinin çıktığı kaynağın hemen yanı başında. Tekkenin içinde Sarı Saltuk’un mezarı bulunmakta. Sarı Saltuk, Türkistanlıdır. Hoca Ahmed Yesevî’nin müridlerindendir. Hocası; "Saltuk, seni diyar-ı Rum'a saldım, var git oraya ve çalışmalarına başla" diyerek, Anadolu'nun bağrına salıvermiştir. Sarı Saltuk'un Anadolu'ya geldiği günler, Anadolu'nun Türk birliğinin sancısını çektiği günlerdir. O günlerde her beylik kendi istiklâlinin sevdasındadır. Sarı Saltuk, bunların arasında, Kayı Boyu'nun devlet yönetimindeki liyakatlini görür ve onları destekler. Sarı Saltuk aynı zamanda, etrafta kahramanlığı ile tanınan değme yiğitlerdendir. Asıl adı, Şerif Hızır’dır.
Selçuklu ve Osmanlı, bir yeri fethedeceği zaman yıllar öncesinden o yöreye önce gönüllerin fethi için irşad erleri gönderirmiş. Sarı Saltuk da o erlerden bir ermiş. Gönül eri (1465). Bu tekke Bosna halkının Müslümanlığı seçmesinde çok önemli bir rol oynamış. Bektaşi şeyhi Sarı Saltuk ve dervişleri çok kısa sürede yüzbinlerce kişinin Müslümanlaşmasını sağlamış.
Bektaşi dervişlerinin hoşgörülü ve özellikle hakkaniyetli tavırları, tarih boyunca hep karmaşa ve savaş içinde yaşamış olan bölge halkının Müslümanlığa büyük sempati duymasını sağlamışlar. Osmanlı da bu yeni Müslüman olan halka hemen kucak açmış ve en fazla yatırımı da bu bölgeye yapmış. Hala Boşnakların “Biz Osmanlıyız!’’ demelerinin sebebi bu karşılıklı sevgiymiş.
Blagay Tekkesi, oldukça mütevazı bir tekke. Orada kayanın dibinde misafirlerini ağırlıyor. Girişte hemen sağda ‘hu’ yazıları tekkeye ulaşıncaya kadar misafirlerine eşlik ediyor. Solda bir de çeşme var. Tekke iki katlı. Müze olarak kullanılıyor.
Tekke daha sonraları Halvetîler, Kadirîler, Nakşîler tarafından kullanılmış. Şimdilerde tekkeyi 30 yıllığına Fidan adında bir dernek kiralamış. Bu dernek hangi cemaate aittir onu bilmiyorum ama bildiğim kadarıyla, onların amaçları para kazanmak olmalı.
Girişte, hemen orada hediyelik eşya standı var. O ne öyle. Orası bir tekke. Balkanlara damgasını vuran bir tekke. Hemen girişte hediyelik eşya mı satılırmış. Tekkelerin fonksiyonunu bilen kalmadı ki; onlar nereden bilsin. Yazıktır günahtır.
Odalara dervişlerin kullandıkları birkaç eşyayı koymuşlar; “işte dervişler bu eşyaları kullanıyordu ve bu sofrada yemek yiyiyorlardı” şeklinde bilgilenmemiz için. Bana ne onların ne yediğinden ne içtiğinden; bana insanlara yaptıkları hizmetler, halk için yapılan özverili çalışmalar ve insanların akın akın gelip dervişlerin saflarına katılmasına sebep olan, o tebliğler ve onların tebliğ metodları lazım.
Gönül isterdi ki; dervişler, misafirlerini, Bektaşi nefesleriyle karşılasınlar. İçeride bir panorama olsun. Bektaşi dervişlerinin halka temaslarının nasıl olduğunu anlatılsın orada. Bir de tanıtım filmi olsun, böylece tekkeyi ziyarete gelenler de Sarı Saltuk’un öğretilerinden istifade etsinler. Ziyaretten sonra, evlerine götürecekleri ve çocuklarıyla paylaşacakları azıklar doldursunlar heybelerine. Vizyon meselesi…
Sarı Saltuk, güçlü, korkusuz ama bir o kadar da bağışlayıcı ve hakkaniyetli bir yiğitmiş. Bu özellikleriyle birçok coğrafyada halkın sevgilisi olmuş. Hatta sadece Müslümanlar için değil Hristiyanlar için de önemli bir kahramanmış o.
Önceki gelişimde, eşimle birlikte Blagay Tekkesi’nin girişinde bulunan balık restoranda yemek yemiştik. Tekkeye nazır yemiştik yemeğimizi. Yanımızdan sessiz ve sakin bir şekilde akıp giden Buna nehrinin kıyısında. İnsanın karşısında iki tane çok güzel ve eşsiz birer değer olursa o yemeğin tadı da başka oluyor… Bu gelişimde o zevki tekrar yaşayamadım.
Yugoslavya’da tekkeler Tito döneminde kapatılmış. Cumhuriyet döneminde Türkiye’de kapatıldığı gibi. Zihniyet aynı olsa gerek. Ancak, Bosna-Hersek’in bağımsızlığıyla birlikte tekkeler yeniden açılmış. Ancak bu sefer gönüllere değil, turizme açılmış. Türkiye de ise henüz açılmadı tekkeler. Hakkında kanun var. 677 sayılın kanun. Sevsinler sizi…
Blagay'daki Sarı Saltık Tekkesi’nin geçmişi ile ilgili birçok efsane anlatılırmış. Bir efsaneye göre, çok eski zamanda, Blagay’daki Buna ırmağının kaynadığı olan mağarada bir ejderha yaşarmış. Halk, yaşamını devam ettirebilmek için her yıl kendisine bir genç kızı kurban olarak vermek zorundaymış. Derken yıllardan bir yılda sıra Hersek hükümdarı Styepan'ın, güzeller güzeli kızı Miliça gelmiş.
Hükümdarın uykuları kaçmaya başlamış. Yemeden içmeden kesilmiş. Kızını kurban olarak verse bir dert vermese başka bir dert. O sıralarda; Suriye taraflarından bir genç gelmiş Blagay’a. Oldukça yakışıklı bir delikanlıymış. Aynı zamanda cengâver ve dindarmış da. Kısa sürede herkesin sevgisini kazanmasını bilmiş.
Bu arada Hersek hükümdarının güzeller güzeli kızı Miliça’ya da âşık olmuş. Yıldırım aşkı derler ya işte ondan. Sarı Saltuk âşık olduğu kızın ejderhaya kurban edileceğini öğrenince, yıldırım aşkının verdiği o olağanüstü güçle, çekmiş kılıcını yürümüş canavarın üstüne. Herkesin gözünün önünde bir hamlede alıvermiş kellesini canavarın. Canavar durur mu, can havliyle saldırmış Sarı Saltuk’a. Bir kuyruk darbesiyle havalarda uçmaya başlamış Sarı Saltuk. Halk korkudan saklanmış erimlerin dibine. Kuyruğunu bir oraya bir buraya savururmuş Ejderha. Sarı Saltuk kuyruğu takip etmekteymiş. Bir ara fırsatını bulmuş ve ikinci darbeyi indirmiş, arkasından üç, dört derken ejderhayı serivermiş yere. Boylu boyunca uzatıvermiş köy meydanına. Canavar yoktur artık. Aşk bu, ferman mı dinlermiş, dinlememiş işte… Böylesi aşka can kurban. Kızının kurban olarak ejderhaya vermekten kurtulduğuna sevinen kral, çıkmış meydana ve avazının çıktığı kadar bağırarak; “herkes bilsin ve duysun, duymayanlara duyanlar duyursun! Kızım Milaç’ı Sarı Saltuk’a verdim gitti.” Demiş. Halkıyla sevincini paylaşıvermiş. Kırk gün kırk gece sürmüş düğün. Düğün hediyesi olarak da hemen oraya bir tekke inşa ettirmiş Kral. İşte bu tekke o tekkeymiş.
Balkanlarda bulunan tekkeler, yalnız dinî faaliyetlerle sınırlı kalmamış, aynı zamanda içtimaî hayatın her safhasında tesirli bir rol oynamışlar. Kısaca bu tekkeler ilim, kültür, sanat ve edebiyat gibi pek çok alanda hizmetler vermişler.
Bu dönemin din ve insan anlayışı, iki asra yakın bir süre boyunca, Sarı Saltuk adıyla bütünleşmiştir. Gerçek şahsiyeti, menkıbevî nakillerinin gölgesinde kalan Sarı Saltuk, faziletlere dayalı bir medeniyetin münevver mümessili olarak, Dobruca’da, hayatının sonuna kadar unutulmaz çalışmalar yapan gazi bir dervişmiş.
Günümüzde de Yahya Kemal’in:
“Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan
Bir bir Diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan”
Mısralarında ifade ettiği gibi, Anadolu’nun bağrından çıkıp memleketine dönemeden diyar-ı gurbetteki sade mezarlarında yatmakta olan nice Alperen torunları vardır. Balkanlardan Sibirya’ya, Amerika’dan Afrika’ya kadar yayılmış bu Alperenlerin her geçen gün sayıları artmaktadır. Belki de dünyanın dört bir tarafına defnedilen bu kutlu muhacirler, zaman içinde hayırlarla anılır da kabirleri teveccühle ziyaret edilen birer mübarek mekâna dönüşür. Sarı Saltuk Tekkesi’ne gösterilen teveccüh gibi. Belki de küllerinden yeniden doğuverirler…Neden olmasın…Öldüren de O dirilten de O!
Devam edecek
30 Haziran 2024 Pazar
BALKANLAR GEZİSİ (VI) BOSNA- HERSEK Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024
- Soykırımın o kapkara günlerinde, umudunu asla yitirmeyen Bilge Kral Aliya’nın, “Düşmanlarımız burada, dostlarımız nerede?” sitemli sorusunu, gecikmeli de olsa, “Buradayız!” diye cevapladık-
Rüştü KAM
ha-ber.com
Aliya’nın vasiyetini kulaklarıma küpe yaptım. 90’lı yıllara gidip geldim. Bugün Gazze ne ise o gün Bosna da aynıydı. Yanıyordu Bosna ve Bosnalı. Dumanı arşa kadar yükselmişti. Avrupalı susuyordu. İslâm ülkeleri susuyordu. Herkes susuyordu. Bir tek Bosnalı Müslüman susmuyordu, avazı çıktığı kadar bağırıyordu ama onun sesini de işiten yoktu.
Ben yapabileceğimi yaptım, duamı ettim; “Allah’ım sadece Müslümanları değil, bütün insanları vahşetten koru.”
Ben böylesine hayallere dalmış giderken, kulağımda bir ses; ‘30 dakika mola. İhtiyaç molası.’ Aynı zamanda pişi molası. Annem yapardı çocukluğumda. Yolun solunda biraz yukarıda bir restoran var. Yokuş yukarı yürümemiz gerekiyor. Kalabalık. Herkes pişi kuyruğuna girmiş. Biz de girdik sıraya. O kadar seri çalışıyorlar ki; sıranın ne zaman geldiğini anlayamadım. Yanında ayranı da var. Yağlar akışmıyor, sanki yağda pişmemiş gibi. Lezzetli. Annemin pişisi daha lezzetliydi tabi ki. Ormanın içindeyiz. Kuşlar eşlik ediyor melodileriyle. Akort tamam. Detone de olmuyorlar. Cır cır… Koro halinde okuyorlar şarkılarını. Hiçbir sanatkâr bu kadar kalabalık seyirciye konser vermemiştir. Bütün orman onları dinliyor. Tabii biz de. Ahengi bozan bir ses, Recai’nin sesi; “Herkes otobüse, geç kalan 5 Euro ceza öder! …“
Otobüse binince, arkadaşlar, benden dua yapmamı istediler. Önce Kur’an okudum. Arkasından da birkaç ilahi. Sonrasında duamı da yaptım. Duamın merkezinde, kazasız belasız turumuzu tamamlayarak sevdiklerimize, sevgililerimize, çocuklarımıza kavuşmak vardı. Âmin sesleriyle çınladı arabanın içi. On yedinci kültür gezimizi yapıyoruz. Bütün gezilerimizde eşim hep yanımdaydı. Son iki gezide yalnızım. Emin kardeşimin Fatma Anası yok artık. Zaman zaman hüzün çökse de üstüme, arkadaşlar bu hüznü dağıtmasını başarıyorlar… Allah onlardan razı olsun… Her gezide değişik insanlar gezilerimize katılıyorlar. Hepsi dünya tatlısı insanlar. Ben onları seviyorum. Galiba onlar da beni…
Bosna’ya kavuşmamıza az bir zaman kaldı. Yine bir ses. Bir saat ihtiyaç molası. Öğle yemeğini burada yiyeceğiz. Burada, bu coğrafyada, başka bir yerde bulamayacağınız bir lezzetle tanışacaksınız. Kuzu çevirme. İndik otobüsten. Dağın zirvesinde, ormanların içinde bir restoran. Aşağıdan nehir akıyor. Tam bir doğa harikası. Çocukluğumda babam (Allah rahmet eylesin) yapardı kuzu çevirmesini. Uzunca bir demire kuzuyu boydan boya geçirirdi. Evin önünde kocaman bir kavak ağacı vardı, o ağacın dibinde yapardı bunu. Kuzuyu da kendisi keserdi. Yerden 50 santim kadar yüksek olan karşılıklı iki de küçük küçük duvar örmüştü. Duvarın üzerine bir düzenek yerleştirirdi. Düzeneğe bağlı olan o kuzuyu eliyle yavaş yavaş döndürerek pişirirdi. Ateşini fazla harlamazdı. Nar gibi kızarırdı mübarek. Babam bu ziyafeti bütün aile bir araya toplanınca yapardı. Yıldan yıla, bazen de iki yılda bir.
Bosna’da başka yapıyorlar. Kocaman bir hangar. İçine fırın yapmışlar. Fırında odun kömürü kullanıyorlar. Hangarın dışında iki tane kocaman kocaman çark dönüyor, suyun gücüyle dönen çarklar bunlar. Su değirmeni gibi düşünün. Dışarda çarklar döndükçe içerde kuzular da dönüyor. Kuzuları şişlere takmışlar, 10 tane birden. Ağır ağır dönerek kızarıyorlar. Üç saatte kızarırlarmış. Fırının başında bir görevli var. Herhalde günde beş litre ter döküyor olmalı. Kızaran kuzular yan tarafta parçalanarak servis için mutfağa gidiyor. Patates haşlamasıyla servis yapılıyor. Patatesler, fırının yan tarafındaki başka bir bölümde et suyuyla haşlanıyor. Oksijeni bol, püfür püfür esen rüzgâr, aşağıda iki dağın arasından yıllardır usanmadan, üşenmeden biteviye menziline ulaşmak için akan bir de nehir. Şimdi burada o kebap yenmez mi. Yenir elbet, biz de yedik zaten.
Yemekten sonra ben fotoğraf çekme derdine düştüm. Herkes otobüste yerini almış. Ben hariç. Recai de kaçırmadı fırsatı hem de bu sefer 10 Euro aldı benden. Savunmamı almadı bile.
Yaşam Tüneli (1993)
Başçarşı’dan önce, Yaşam Tüneli’ne doğru çevirdik direksiyonumuzu. Doğru olan da buydu. Önce, imkansızın başarıldığı o malum tünele gitmek lazımdı. O tüneli görmeden, hikayesini dinlemeden, Bosna’da savaş döneminde neler yaşanmıştır onu anlamak mümkün olmazdı.
Bosna’nın Şerife Bacısı, Kara Fatma’sı olan ev sahibesi Sida Teyze’mizin elini öpmek lazımdı. Hayır duasını almak lazımdı. Avrupa Millî Görüş Teşkilatları Genel Merkezi’nde çalışırken Bosnalı İlyas kardeşimle birlikte lojistik destek sağlayanlardan birisiydim ben. Şimdi Şida Teyzeden vize almadan şehre mi girilir. Bana yakışanı yaptık. Allah’ım Sen nelere kâdirsin…
Saraybosna dört yılda beri kuşatma altındaymış. Şehrin etrafını Sırplar sarmışlar. Şehre giriş de çıkış da yasaklanmış. Peygamberimiz ‘in de içinde bulunduğu Kureyş Kabilesi’ne uygulanan ambargo gibi.
Halk aç susuz bî ilaç sefil olmuşlar. Açlıktan susuzluktan yüzlerce Boşnak ölmüş. Onlara insani yardım ulaştırmak için bir şeyler yapmak lazımmış. Aliya başkanlığında subaylar toplanmışlar ve bir karar almışlar. O insanlara insani yardım ulaştırmanın tek yolu havaalanının altından tünel kazmakmış. Sadece havaalanı tarafı açıkmış ama orası da Birleşmiş Milletlerin gözetimi altında tutuluyormuş.
Kararı uygulamaya koymuşlar. Saraybosna Havaalanı’nın altından tünel kazmak için kollar sıvanmış. 800 metre uzunluğunda, bir metre genişliğinde bir metre 60 santim yüksekliğinde bir tünel kazmışlar. Dört ay dört günde tamamlanmış tünel. Boşnak askerlerin her birinin en az 1.80 olduğunu düşünürsek tünelin ne kadar zor şartlarda kazıldığını tahmin etmek o kadar zor olmasa gerektir.
Sırp katiller tarafından dünya ile ilişkisi kesilen halk biçare şekilde ölümü beklerken birdenbire yüzlerce insan çıkıverir toprağın altından mantar gibi. Hayattan ümidini kesmiş olan o insanları yeniden hayata döndürmek için gelmişlerdir. Onların neye ihtiyacı varsa hepsini yanlarında getirmişler. Mucize değildir de nedir bu?
Vücutlarında kan dolaşmaya başlamıştır halkın. Ellerine silahını alan dalar düşmanın ortasına, yermisin yemez misin… Tıpkı Çirmen Savaşı’nda 70 bin kişiyi darmadağın eden 800 Osmanlı askeri gibi.
Tünele her gelişimde ayrı bir hüzün kaplar içimi. Lanet olası savaşta, Sırp katillerin uyguladığı soykırım sırasında, Saray Bosna’da, kuşatma altında tutulan halka, insani yardım ulaştırmak için binbir güçlükle açılmış olan Tüneldir o tünel. Yaşam Tüneli. Onun için adı yaşam tünelidir.
İşte, Türk Eğitim Derneği’nin üyeleri olan bizler; yaklaşık 200 bin insanın öldüğü savaşta 300 bin insanın hayatta kalmasına neden olan o tünelin kapısındayız. Önümüzde delik deşik olmuş bir ev var. Kolar Ailesi’nin evi. İki katlı.
Tünel fikri kendilerine ulaşınca hiç tereddüt etmeden ve para da almadan evlerini orduya bağışlayan aile. Bizim önünde toplu olarak hatıra fotoğrafı çekilemediğimiz gazi evin sahipleri. İnsanlara zulmetmek için Sırp olmak gerekmez. Sırp ruhlu insanlar her zaman vardır. Irkı da önemli değildir. Kendi nefislerini tatmin etmek için insanlara zulmetmekten zevk alırlar…
Kolvar Ailesinin ve Sida Teyze’nin fedakarlığı sadece evi hibe etmekten ibaret değilmiş. Onlar da görev almışlar tünel kazısında. Sida Teyze, tünel bitinceye kadar orada çalışan askerlere yemekler pişirmiş su dağıtmış, umut kaynağı olmuş askerlerin. Bizim Nene Hatunlar, Kara Fatmalar, Şerife Bacılar gibi…
Önce bir odaya aldılar bizi, tünel ve savaş ile ilgili bilgilendirmek için almış olmalılar. Ancak ne söylediği anlaşılamayan bir tanıtım filmi izledik. Doğru dürüst bir tanıtım filmi yapmak o kadar mı zordur. Sonra da Tünele giriş yaptık. Daha başlangıçta kanımız donmadı desem yalan olur. Ben biraz da sulu gözlüyüm galiba…
Evin alt katı müze olarak kullanılıyor. Tünelde kullanılan malzemeleri, toprak taşımasında kullanılan el arabalarını, insanların yiyecek taşıdığı çuval ve sırt çantalarını orada görebiliyoruz. Kumları boşaltmak için kullanılan kamyon da evin önünde duruyor. Tünelin 20 metrelik kısmı açık ama oraya girmeyi yasaklamışlar. O açık olan tünele paralel bir tünel daha kazmışlar. 20 metre kadar. Bizi oraya aldılar. Eski tüneli güvenlik sebebiyle kapatmışlar. Ben eşimle beraber 2017 yılında o orijinal tünele girmiş ve orada yürüyerek askerlerin ruh halini az da olsa içime sindirebilmiştim.
Müzede savaşta ölenlerin adlarının yazıldığı listeler ile savaş sırasında yaşananları anlatan fotoğrafların yer aldığı, askeri malzemelerin sergilendiği bir de oda var. Burada yer alan fotoğraf panosunda ise Kevin Spacey, Michael Moore ve Morgan Freeman gibi pek çok ünlü oyuncu, yazar, düşünür ve devlet başkanlarının burayı ziyaret ettiklerinde çektirdikleri fotoğraflar yer alıyor. Tünel ziyareti bizde derin duygular uyandırdı.
Başçarşı Sebili
Başçarsı’nın giriş kısmında yer alan çeşme (Sebil), şehrin simge yapılarından biri. Sebil çeşmesi. 1753 yılında Mehmet Paşa tarafından, taş ve ahşaptan inşa ettirilen bu çeşme harika bir Osmanlı eseri. Şehrin buluşma noktası olan Sebil ve çevresi oturup dinlenmek, bir şeyler içmek için ideal bir yer.
Başçarşı’nın kalbi niteliğindeki bu Sebil hemen girişte. Bugün hâlâ ayakta. Duruşuyla meyden okuyor bütün dünyaya. Sebil etrafında uçuşan güvercinler, onlara buğday atan insanlar, çocuklar ve geçip giden yüzlerce insan. Burası her daim hareketli ve cıvıl cıvıl. Gece görüntüsü ise bir başka güzel. Oturun ve sadece seyredin olup bitenleri.
Bosna-Hersek savaş öncesinde çok kültürlü bir şehirmiş. Bilhassa Saraybosna’ da Boşnak, Hırvat, Sırp ve Yahudiler birlikte yaşarlarmış. 500 yıldan beri bu böyleymiş. 1992-1995 yıllar arasındaki savaşta, insanlar ayrıştırılmış, Müslümanlar Bosna’dan atılmak istenmiş. Hatta Sebil Çeşmesini bile yıkmak istemiş Sırplar. Sadece çeşmeyi değil Müslümanlara ait tüm eserleri yıkmak istemişler, yıkmışlar da. Yıktıkları yıkamadıklarından daha fazlaymış. Ancak Sırplar, kendilerinden başka bir hesap yapanın daha var olduğunu unutmuşlar. “Onlar hileli düzenlerine karşı bir düzen kuran vardır.” (Neml Suresi, 50)
Siz siz olun, Başçarşı Sebili’nden su içmeyi sakın unutmayın. Biraz da soluklanın orada. Etrafınıza bakın. Güvercinlere buğday atın. Başçarşı’ya ruhunu veren Arnavut kaldırımlı sokaklarda tarihe yolculuk yapın ve kaybolun o küf kokulu dehlizlerde… Ne gam.
Gazi Hüsrev Bey (1480-1541)
Hüsrev Paşa, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Bosna’da uzun süre görev yapan sancak beyidir. Babası Boşnak annesi Türk’tür. Sultan II. Bayezid’in torunudur.
Bosna’da İslam kültür ve medeniyetine hayat veren kişi Gazi Hüsrev Bey’dir. Hüsrev Bey, İstanbul’da Enderûn mektebinde yetişmiştir. Türbesi kendi inşa ettirdiği Hüsrev Bey Külliyesinin avlusundadır. Caminin duvarında Sultan Abdülaziz tarafından gönderilen kutsal emanetler vardır (1876). Emânât-ı Mukaddese şehre girerken 101 pâre top atışı ile selamlanmıştır. Her sene Kadir gecesi bu emanetler, halkın ziyaretine açılırmış. Hacca gidemeyen Boşnaklar, hayatlarında en az bir kere Hüsrev Bey türbesine gelip ziyaretlerde bulunurlarmış. Toplam 17 yıl Bosna’da sancak beyliği yapmış olan Gazi Hüsrev Bey, 18 Haziran 1541 tarihinde Karadağ’ın Drobnjaci şehrinde çıkan bir Sırp isyanını bastırırken Mokro köyünde şehit düşmüştür. Ruhu şâd olsun.
Saat Kulesi
Orada bir saat kulesi var. Saraybosna Saat Kulesi, Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna'da. Gazi Hüsrev Bey Camii'nin yanında. Ay takvimine göre çalışırmış. Beş asırdan beri hiç şaşmadan zamanı göstermeye devam edermiş. Bir görevli tarafından haftada en az bir gün saatinin mekanizması kurulurmuş, temizliği yapılırmış. Abdurrahman Akgül kardeşim yanıma yaklaştı ve bana dedi ki; “Hocam geçtiğimiz ülkelerin hepsinde saat kulesi var. Şehre kimlik kazandırıyor. Göze de hoş görünüyor. Denizli'ye de yapılması için ön ayak olsak nasıl olur?” Güzel olur elbet dedim. Çok güzel düşünmüşsün dedim. Belki birileri yetkililere bu teklifi ulaştırırlar da Çınar meydanına bir saat kulesi dikerler. Türkiye’den Avrupa’ya her sene binlerce devlet yetkilisi gelip gidiyor. Ben Türkiye'nin dokuz sene de dokuz bölgesini her bölgesinde 10 gün kalarak dolaştım, Avrupa'dan esinlenerek yapılmış bir güzellik göremedim, göremedik. Temizlik dahil, tuvalet temizliği de dahil. Ören yerlerinin ve müzelerin düzenlemeleri de dahil.
Saraybosna’da Türkiye İzleri
Saraybosna şehir merkezinde, birçok yapıda levhalar var. Üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı, Türkiye İş birliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve örneğin Konya gibi Bursa gibi Büyükşehir Belediyelerinin logoları bulunuyor. Balkanlarda, özellikle tarihi eser, eski han ve camilerin yeniden inşasında Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük pay sahibi olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Park ve cami avlularında bulunan oturma banklarında Türkiye’nin değişik belediyelerinin isimleri yazıyor. Bunlar göğsümüzü kabartıyor elbet.
Daracık sokaklar, alçak binalar, el sanatçıları, kitapçılar, hediyelik eşya satanlar, bakırcılar, baklavacılar, kuruyemiş ve lokumcular, esnaf lokantaları, çay ve kahvehaneler… Sanki Türkiye’deyiz. Üstüne üstlük bir de her vakitte ezan sesi yok mu? Ruhumuzu dinlendiriyor. Müslüman bir beldede olduğumuz hatırlatıyor. Avrupa’da değil sanki Türkiye’deyiz. Allahu Ekber… Lâ İlahe illallah…
Bosna’da çay kültürü gelişmemiş. Saraybosna’da daha çok Türk kahvesi meşhur. Neredeyse her köşede kahve içmek için bir imkân bulunuyor. ÇAYKUR Genel Müdürlüğü’nün Bosna’ya uğramaları gerekiyor anlaşılan.
Bosna’da köfteye “cevapcici’’ diyorlar. Köfteler parmak gibi, uzun ve ince. Yemek porsiyonları büyük ve doyurucu. Boşnak Böreği ise harika. Ayranla birlikte ikram ediliyor. Çıtır çıtır bir börek. Ispanaklı, peynirli, kıymalı, patatesli olarak servis ediliyor. Başörtülü, uzun boylu, ceylan gözlü, beyaz tenli o güzel Boşnak kızlarının elinden yiyoruz börekleri. Başörtüleriyle dünyaya meydan okuyorlar. Evet biz Müslümanız. Küllerimizden yeniden doğarız. Biz bir ölür bin diriliriz. Ne Sırpların soykırımı ne de Birleşmiş Milletlerin Hollandalı ihaneti…
Çok kısa sürede hazırlanıp tel tel dökülen bu böreğe bayılıyoruz. Her köşe başında börekçi var ama yine de siz tavsiye edeceğim yere gidin…Sebil çeşmesinden aşağıya doğru ilerleyin solunuzda cami kalacak, caminin köşesinden dönün sola ve ilk sokaktan sağa girin işte orası. Bana dua edeceğinizden eminim. Afiyet olsun.
Bosna Kütüphanesi
Bosna-Hersek kütüphanesi orada nehrin kenarında yıllardan beri insanlığa hizmet veriyormuş. İçinde altı milyon kitap ve arşiv belgeleri bulunduruyormuş. Ülkenin hafızası konumunda bir mekanmış. Endülüs mimarisiyle inşa edilmiş. Sırplar bu kütüphaneyi ateşe vermişler. Avrupalı dedeleri gibi. Müslüman Boşnak, Sırp, Hırvat ve Yahudilere ait el yazması eserlerin de bulunduğu bu kütüphaneyi Sırplar yakmışlar. Üç gün boyunca cayır cayır yanmış. 155 bini el yazması olmak üzere iki milyon eser Avrupa'nın göbeğinde kül olup gitmiş. 25 Ağustos 1992. Çetnikler de geçmişler karşısına pişmiş kelle gibi sırıtarak seyretmişler. Osmanlı’nın 500 sene barış içinde adaletle yönettiği Bosna-Hersek, avazının çıktığı kadar bütün dünyaya bağırırmış; medeni! Avrupa'nın ortasında bağırırmış. Gözyaşı olmuş bağırmış, alev olmuş bağırmış, kül olmuş bağırmış, kan olmuş bağırmış ve bağırmış. Ancak sesini kimselere duyuramamış. Hatta demokrat Avrupalılar; Sırplar, Bosna -Hersek’e rahat bir şekilde tecavüz edebilsinler diye; kollarını ve bacaklarını yanlara açarak onlara yardımcı olmuşlar. Birleşmiş Milletler (BM) de bu rezaleti sadece seyretmişler…
İşte biz bugün tam da buradayız. Kütüphanenin önünde. O yaşanmışlıklardan geriye kalan eserleri görüyoruz, çekilen acıları sadece hissetmeye çalışıyoruz. Hepsi o kadar.
Suikast Köprüsü
Hemen karşımızda bir de köprü duruyor. Suikast köprüsü. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda yaklaşık 85 milyon insanın ölümüne sebep olan suikast işte tam burada gerçekleşmiş. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Veliaht Prensi Franz Ferdinand ve eşi Sophia burada öldürülmüş. Saraybosna’nın en eski köprüsü olan Latin Köprüsü’nde (28 Haziran 1914). Üzerinden yüz seneyi aşan zaman geçmiş. Geziyoruz görüyoruz ama. Ne kadar ibret alıyoruz onu bilmiyorum.
İnat Evi
Köprünün biraz ilerisinde yamaca yaslanmış vaziyette duran bir de ev var. İnat evi diyorlarmış o eve. Önünde durduğumuz kütüphanenin yerindeymiş eskiden o ev. Belediye istimlak etmek istemiş, ev sahibi “hayır demiş, evimi yıktırmam.” Israr edilince; “nehrin öbür yakasına aynısını inşa ederseniz o zaman olur” demiş. Evin bütün malzemelerini titizlikle nehrin öbür kenarına taşımışlar ve o evi aynen oraya inşa etmişler. Şimdi orası restoran olarak kullanılıyor. Adı İnat Kuça. İnat evi demekmiş.
Bosna Hersek’le İlgili Kısa Bilgiler
500 yıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde varlığını sürdüren Bosna-Hersek, 1878 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun kontrolüne geçmiş. Bu süreçte Bosna-Hersek Şubat 1992’de bağımsızlığını ilan etmiş.
Bu bağımsızlık kararını tanımayan Sırplar, 1992-1995 yılları arasında sürecek kanlı bir savaş başlatmışlar. 20. yüzyılın en büyük soykırımlarından biri burada gerçekleşmiş. Yaşanan savaşta 100.000’in üzerinde Boşnak hayatını kaybetmiş. Batılı ülkeler, etnik temizlik yürüten Sırpları sadece seyretmişler.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu en büyük soykırımın (Srebrenitsa soykırımı) yapılmasına yardımcı olan Hollandalı askerler memleketlerine döndüklerinde Hollanda hükümeti tarafından “madalya” ile ödüllendirilmişler. Helal olsun koçlara! …
Kovaći Şehitliği
“Beni şehitlerimin arasına defnedin!” Bu, Aliya’nın vasiyetidir. Vasiyet şöyledir: “Öldüğümde Osmanlı şehitleriyle ve Bosna şehitleriyle yan yana yatmak istiyorum. Benim yanım onların yanıdır. Beni ayrı bir yere defnetmeyin, zira benim ziyaretime gelenler onlardan da dualarını esirgemesin, mahzun da kalmasınlar.’’ Vasiyet yerine getirilmiş ve şehitlerinin arasına defnedilmiş. Aynı gaye için şehit olan mücahitleri birbirinden sadece yol ayırıyor. Yolun sonunda da Aliya’nın müzesi var.
Arkadaşlarımızın bazıları yorulduklarını bahane ederek Aliya’yı ve vatanları için savaşırken şehit düşen o mücahitleri ziyaret etmek istemediler.
Biraz önce yaşam Tünelini gördük. 200 bin Boşnak’ın vatanı uğruna mücadele verirken şehit düştüğünü öğrendik. Bosna’nın hafızası olan kütüphanenin yakıldığını öğrendik v.d. Ancak arkadaşlarımızdan bazıları, 500 metre yürüme mesafesinde olan o şehitlerimizi yattıkları yerde ziyaret edemediler. Yorgunluklarını bahane ederek yaptılar bunu. Ben ne diyeyim yani şimdi.
Boşnakların ve aynı zamanda Avrupalı Müslümanların özgürlüğünün en önemli temsilcilerinden Bosna Hersek'in ilk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç'in, Bilge Kral’ın kabrinin de bulunduğu Kovaći Şehitliği’ni ziyaret edip şehitlere en azından bir Fatiha okumadan dönmek ne kadar doğru oldu? Emin olun; ben o kadar zor soruları cevaplayacak bilgi donanımına sahip değilim. Beni aşan sorular bunlar.
Aliya İzzetbegoviç'in kabri, hilal şeklindeki bir havuzun ortasında bir yıldızı simgeliyor. Ve bu havuzdan diğer mezarlara akan sular, altından ırmaklar akan cennetleri andırıyor. Bilge Kral sen yerinde rahat uyu. Senin emanetine sahip çıkan yüz binler var. Seni örnek alarak yolunda yürüyorlar. Sen Rabbinin sevgili bir kulu imişsin ki; O sana halkın için hiç yoktan bir devlet kurmayı nasip etmiş; Bosna-Hersek devleti.
Aliya’nın vasiyetini hatırlayarak şehitlikten ayrıldık. Osmanlı'nın şehitleriyle yan yana defnedilmişler. Aradan bir yol geçiyor. Gerçek bir mücahid, Peygamber yolunun yolcusu ve yiğit bir dava adamı görmek istiyorsanız yüzünüzü Bosna’ya çevirmeniz yeterli olacaktır. O dava eri, Boşnaklara imkansızlıklar arasında yoktan bir devlet inşa etmiştir. O yiğit adam; orada savaş arkadaşlarının tam ortasında sizleri bekliyor. Sadece beklemiyor çağırıyor da…
“Unutma, Türk'ün evladı!
Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve kendi çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler, Saraybosna'da, Srebrenitsa'da, Mostar'da toprağın altına gömüldü.
Hem de çok acı hatıralarla! Biz, kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye yaşadıklarımızı yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız. Ama sen, bizim yaşadıklarımızı sakın unutma! Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork…Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık, tecavüze uğradık. Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok edildik.
Türk'ün Evladı!
Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen'de, Çanakkale'de, Filistin'de, Kırım'da, Açe'de, Türkistan'da korunmak istenen sancaktı. O ne bir dinin ne bir ırkın ne bir dilin ne bir mezhebin sancağıydı. İnsanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi.
Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale'den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız. Ama unutma!”
Onun bizim duamıza ihtiyacı yoktur. Bizim onun yaptıklarına şahit olarak yolumuzu onun ışığıyla aydınlatmamıza ihtiyacımız vardır.
Devam edecek
27 Haziran 2024 Perşembe
14 İLAHİTAÇIDAN BİLDİRİ
14 İlahiyatçı tarafından bir bildir kaleme alınmıştır. Mocca dergisinin 42. sayısında Almanca ve Türkçe olarak aynen yayınlanacaktır. Önemine binaen kendi sayfamda da paylaşarak siz okuyucularımın istifadesine sunmak istedim.
DİAMOND TEMA SONRASI... 14 İLAHİYATÇIDAN ORTAK BİLDİRİ: ŞERİATIN İNSAN ONURUNA YAKIŞIR KARŞILIĞI YOK
- Bu bildiri; bilimsel bir görüş beyanı olmaktan ziyade politik bir itirazın ifadesi olmuş. İktidarın din siyasetindeki hatalarının belli kesimleri çok yorduğu malum. Ama bunun alternatifi Atatürkçülük olmasa gerektir-
Rüştü KAM
14 İlahiyatçı bir araya gelmişler ve bir bildiri yayınlamışlar. “Diamond Tema sonrası... 14 ilahiyatçıdan ortak bildiri: Şeriatın insan onuruna yakışır karşılığı yok” başlığını taşıyor.
Öncelikle böyle bir çalışma yapmak için 14 ilahiyatçının bir araya gelmesi ve kavga etmeden bir bildirinin altına hep beraber imza koymaları takdire şayandır. Olması gereken budur. Arzumuz; DİN konusunda sözü olan ilim adamlarının zaman zaman bir araya gelerek “evet bu bizim ortak görüşümüzdür, halkımıza duyurulur” demeleridir. Halkımızın bu birlikteliğe çok ihtiyacı vardır. Ne zaman iki ilahiyatçı televizyona çıksa kanal değiştiren çok insan tanıyorum ben. Kavgadan başka ürettikleri ele gelen bir değer olmuyor. Bu açıdan bakarsak ben bu 14 İlahiyatçıyı gerçekten kutluyorum.
Ancak ürettikleri değer açısından baktığımda hayır olarak üretilen bir değer görmüyorum. Bir değeri inkar ederek yerine başka bir değer konulacaksa en azından kendi cinsinden olmalıdır. “Şeriatın insan onuruna yakışır karşılığı yok” ne demektir. Bu ifadeyle ilahiyatçılar kendi topuklarına sıkmış olmuyorlar mı?
Bu bildirinin temel hareket noktasına katılmakla beraber Şeriat tanımına ve Şeriat 'tan soyutlanmış İslam tarifine katılmam asla mümkün değildir. İslam hem din hem şeriattır, din sabittir, Şeriat dinamiktir. Bu vazgeçilmemesi gereken kesin bir kuraldır.
"Şeriatın çok eşliliği, köleliği, çocuk yaşta evliliği, haremlik selamlık uygulamasını, kadınların ikincil konumunu ve otoriter-totaliter bir rejimi öngördüğü" ifadesi eksiktir, sorunludur ve yanlıştır. Öncelikle şunu belirtmek lazımdır ki; bu hükümlerin bir kısmının ve burada zikredilmeyen (hırsızın elinin kesilmesi ve miras ahkamı gibi) başka hükümlerin kaynağı Kur'an'dır. O zaman Kur'an'ı da İslam'ın dışına mı atalım?
Şeriat, metinde anlatıldığı gibi Ortaçağ'da üretilmiş ve dondurulmuş bu fıkıhtan ibaretse, metinde neden Ebu Hanife'ye atıfta bulunuluyor ve gerektiğinde hükümlerin değişebileceğinden/değişmesi gerektiğinden bahseden Mecelle hükmü zikrediliyor? Gerekli değişiklikler yapılırsa ortaya çıkacak sistem yine Şeriat olmayacak mı?
Velhasıl bu bildiri; bilimsel bir görüş beyanı olmaktan ziyade politik bir itirazın ifadesi olmuş. İktidarın din siyasetindeki hatalarının belli kesimleri çok yorduğu malum. Ama bunun alternatifi Atatürkçülük olmasa gerektir.
Arzu edenler için bildiri aynen şöyledir:
Diamond Tema sonrası... 14 ilahiyatçıdan ortak bildiri: Şeriatın insan onuruna yakışır karşılığı yok
Şeriatla ilgili sözleri sebebiyle hakkında yakalama kararı çıkarılan Diamond Tema'nın tutuklanma talebine giden tartışma üzerine açıklama yapan ilahiyatçılar "Laiklik dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için de yaşamsal önem taşımaktadır" şeklinde bir bildiri yayımladı.
YouTuber Diamond Tema, Yer 6 isimli YouTube kanalında sosyal medya fenomeni Asrın Tok ile yaptığı tartışmada şeriat hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Tema, şeriata neden karşı olduğunu anlatırken Sahih-i Buhârî adlı hadis derlemesinden örnekler sundu.
Tema'nın "Şeriat dışında hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" şeklindeki açıklamaları ve Hz. Muhammed ile ilgili söyledikleri nedeniyle "halkın bir kesimini ve dini değerleri aşağılamak" suçlamasıyla hakkında soruşturma açıldı ve yakalama kararı çıkarıldı.
Hakkında yakalama kararı çıkartılan Tema’nın tutuklanması bir grup şeriatçı tarafından talep edilirken 14 ilahiyatçı şeriat konusuna ilişkin ortak bir bildiri yayımladı.
Bildiride, şeriatın "çok eşliliği, köleliği, çocuk yaşta evliliği, haremlik selamlık uygulamasını, kadınların ikincil konumunu ve otoriter-totaliter bir rejimi" öngördüğü belirtilerek, bu unsurların şeriatı kabul edilemez kıldığı vurgulandı. "İslam dini, inanç, ibadet ve ahlak esasları olarak şeriattan tamamen ayrıdır" denilen açıklamada, laikliğin dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için önemli olduğu belirtildi.
"Şeriat, İslam demek değildir" başlıklı bildirinin tamamı şu şekilde:
"Cumhuriyetimizin 100. yılını kutladığımız bu dönemde, toplumumuz tehlikeli ve dar bir tartışmanın içine çekilmek istenmektedir. Bu tartışma, adeta dine rağmen din, İslam’a rağmen İslam olarak tanımlanabilecek derecede cehalet içeren bir şeriat tartışmasıdır. Arap dilinde pek çok anlama sahip olan şeriat sözcüğü, terminolojik olarak dilimizdeki hukuk sözcüğünün karşılığıdır. Hem dinsel inanışları referans alan hem de laik ve seküler dünya görüşüne dayanan yasalar Arap dilinde şeriat sözcüğü ile ifade edilir. Bu nedenle, şeriatı din ve İslam ile özdeşleştirmek gerçek dışıdır.
BÜTÜNSEL ŞERİAT ANLAYIŞI OLAMAZ
İslam şeriatı kavramı, İslam’ın kendisi değildir. Şeriat kurallarının çok azı Kur’an ayetlerine dayanmaktadır ve bu ayetlerin çoğu da dönemsel olup esbab-ı nüzul çerçevesinde değerlendirilmesi gereken hükümlerdir. İslam tarihinde bütünsel ve tek yapı halinde bir şeriat anlayışı yoktur. Fıkhî ve itikadi meselelere ilişkin onlarca şeriat yorumu ve uygulaması vardır. Bu yorum ve uygulamalar, sahabilerin farklı görüşlerinden, sıhhati tartışmalı bazı hadislerden ve İslam bilginlerinin çeşitli aklî çıkarımlarından doğan ve çoğu zaman birbiriyle çelişen ictihadî hükümlerdir. Hangi şeriat ekolü olursa olsun, içerdiği kurallar açısından hiçbiri günümüz toplumsal yaşamına, insan ihtiyaçlarına, temel hak ve özgürlüklere ve çağdaş hukuksal sorunlara yanıt verebilecek nitelikte değildir. Bu nedenle, insanlığın ve Müslümanların geçirdiği hukuki evrimi dikkate almayan şeriat taleplerine itibar etmek mümkün değildir.
ŞERİAT KURALLARI GÜNCEL YAŞAMDA İNSAN ONURUNA UYGUN DEĞİLDİR
Birey kimliği, kadın-erkek eşitliği, ekonomik ilişkiler, suç ve ceza kavramı, aile hukuku, siyasi sistem ve bilimsel çalışmalar açısından şeriat hukuku, dönemin Arap toplumunda değişim ve dönüşüme öncülük etmiş olsa da, günümüzde uygulanabilirliği olmayan kurallar yığını olarak yalnızca akademik bir değer taşıyabilir. Şeriat kurallarının güncel yaşamda insan onuruna uygun bir karşılığı yoktur. Çok eşliliği, köleliği, çocuk yaşta evliliği, haremlik selamlık uygulamasını, kadınların ikincil konumunu, mürtedin idamını ve tekfirciliği içermesi, ekonomik tezleri bağlamında günümüz karmaşık ekonomik ilişkilerini karşılayamayacak kadar basit olması, siyasal sistem açısından ise otoriter ve totaliter bir rejimi öngörmesi, şeriatı kabul edilemez kılmaktadır. İslam dini, inanç, ibadet ve ahlak esasları olarak şeriattan tamamen ayrıdır. Şeriat uygulanamasa da, İslam dini iman esaslarıyla, ibadetleriyle ve ahlakî kurallarıyla yüzyıllardır yaşanmakta ve yaşanmaya devam edecektir. İslam azizdir ve şeriatla kısıtlanamayacak kadar değerlidir.
DEVLETİN DİNİ ANCAK ADALETTİR
Büyük İslam bilgini Ebu Hanife’nin dediği gibi, din, Hz. Âdem’den beri gelen tevhid inancıdır ve değişmez. Şeriat ise değişir. Tarih boyunca her ümmet için ayrı bir şeriat olmuştur. Osmanlı’nın Mecelle’sinde de belirtildiği üzere, 'ezmanın tegayyürü ile ahkamın tebeddülü inkar olunamaz.' Ancak bu durum din için geçerli değildir. Din sabittir ve aksi düşünülemez.
Bu gerçekler ışığında, biz ilahiyatçılar olarak halkımızı, aziz dinimiz İslam’ı yaşarken aynı zamanda Atatürk’ün ve şehitlerimizin emaneti olan laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkmaya davet ediyoruz. Laiklik, dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için yaşamsal öneme sahiptir. Devletin dini ancak adalettir anlayışıyla, her türlü dinsel ve mezhepsel ayrımcılığa karşı ulusal birlik ve bütünlüğümüzü korumalı ve güçlendirmeliyiz. Kamuoyuna saygıyla duyururuz."
İmzacılar:
Cemil Kılıç (İlahiyatçı Yazar)
Şahin Filiz (İlahiyatçı Prof. Dr.)
Mustafa Öztürk (İlahiyatçı Prof. Dr.)
İsrafil Balcı (İlahiyatçı Prof. Dr.)
Hatice Doğan (İlahiyatçı Dr.)
Hakkı Yılmaz (İlahiyatçı Yazar)
Hıdır Temel (Din Bilimleri Dr.)
İdris Şahin (İlahiyatçı)
Yaşar Koçer (İlahiyatçı)
Fikret Eroğlu (İlahiyatçı)
Halis Dinçer (İlahiyatçı)
Emine Yücel (İlahiyatçı)
Mehmet Göl (İlahiyatçı)
Mustafa Sağer (İlahiyatçı)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)