24 Ekim 2024 Perşembe

BALKANLAR GEZİSİ XII OHRİ

BALKANLAR GEZİSİ (XII) OHRİ -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024- -Osmanlı Devleti, 1364 yılında Çirmen Muharebesi’yle Balkanlar’a giden yolun kapısını açmıştır. Bu kapıdan içeriye girerek 1385 yılında da Ohri’ye gelmiştir. 300 Spartalı’nın Perslere karşı yaptığı kanlı Termofil (Thermopylae) Muharebesi, defalarca filme çekilmiştir, her fırsatta da büyük bir kahramanlık destanı olarak anlatılır. Ancak; Lala Paşa komutasındaki 800 akıncının, bir gece baskınıyla 70.000 Haçlı ordusunu darmadağın etmesinden nedense hiç söz edilmez. Anlayan beri gelsin…- Rüştü KAM 22.10.2025 Balkanların önemli bir parçası olan Makedonya, 1371 yılından itibaren peyderpey Osmanlı hâkimiyeti altına girmiş. 1912-1913 Balkan Savaşlarına kadar da Osmanlı coğrafyasının önemli bir parçası olmuş. Altı yüz yıllık süreç içinde Osmanlı Devleti Makedonya topraklarını ihya etmiş. Bunun için o topraklarda çok sayıda cami, mektep, medrese, külliye, tekke, zaviye, han, hamam, kervansaray, bedesten, imaret, çeşme, sebil, köprü inşa etmiş. Vakıflarla da bu eserleri desteklemiş. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden getirdiği Türkleri de iskân etmiş. Rehber Levent Ohri’de iskân edilen Saruhan Türklerinin torunlarındanmış. Böylece Osmanlı, bir taraftan Türk imar kültürü ile buralarda kalıcı olmaya çalışırken öbür taraftan da iskân politikasıyla Makedonya’ya İslâm medeniyetinin mührünü vurmuş. Dolayısıyla Makedonya toprakları altı yüzyıl boyunca bilfiil Osmanlı Devleti'nin siyasî ve kültür coğrafyasının can damarını oluşturmuş. Geldik ve gördük ki; Osmanlı Devleti yıkılmış olsa da Makedonya, Türk kültür coğrafyasının ayrılmaz bir parçası olmaya devam etmektedir. Gururlandık…Göğsümüz kabardı. Çirmen Savaşı (26 Eylül 1371) Tarih inanılması zor savaşlarla, zaferlerle ve yenilgilerle doludur elbet. Olamaz denilen çok şey gerçekleşmiştir tarihte. Mesela Çirmen Savaşı. Öyle bir savaş ki; 800 asker ile 70.000 Haçlı ordusunun tarumar edildiği ve üç kralın öldürüldüğü bir savaş. Osmanlı için Balkanlara açılan kapının anahtarı olan Savaş; Çirmen Savaşı. 300 Spartalı’nın Perslere karşı yaptığı kanlı Termofil Muharebesi, defalarca filme alınmış. Her fırsatta da büyük bir kahramanlık destanı olarak anlatılır. Ancak, Lala Paşa komutasındaki 800 akıncının, bir gece baskınıyla 70.000 Haçlı ordusunu darmadağın etmesinden nedense! hiç söz edilmez. Okullarda da birkaç cümle ile geçiştirilir. Detaylı okutulmaz. Bizden başka kendi tarihine düşman olan ve kendi tarihine acımasızca saldıran bir millet daha var mıdır onu bilmiyorum… Yazıktır günahtır… Osmanlı, Çirmen Savaşı ile açılan kapıdan içeriye girmiş ve o topraklarda 600 yıl hüküm sürmüş. İnişli çıkışlı da olsa bu süre zarfında geriye sayısız eser bırakmış. Makedonya’ya ayak basar basmaz o kültürden geri kalanları az da olsa görebiliyoruz. Her meydana sıra sıra sağlı sollu kahveler dizilmiş. Masalar atılmış dışarıya, insanlar keyifle Türk kahvesi ve çayını yudumluyorlar. Ohri’de de Osmanlı kültürünün; diliyle, kılık-kıyafetiyle, yemesi-içmesiyle, gelenek-göreneğiyle canlı bir şekilde yaşatıldığını görmekle mutlu olduk. Heveslendik ve hemen oturup biz de çayımızı kahvemizi içelim istedik ama Ohri rehberi Levent önce turumuzu tamamlayalım sonra gelir içersiniz deyince hevesimiz kursağımızda kaldı. O da haklı…Kendisine verilen sürede turunu tamamlaması lazım. Onun işi de bu. Geldik, gezdik ve gördük ki; Balkanlar ve Makedonya tarihi Osmanlı ’sız Türkiye Cumhuriyeti kültür tarihi de Balkan ’sız ve Makedonya ‘sız düşünülemezmiş, düşünülmemeliymiş. Et ile tırnak gibi… Ohri Takıldık rehber Levent’in peşine, Orada meydanda yaşlı bir ağaç var. St. Clement Meydanı’nda. O ağaç telaşlı görünüyor, bizlere bir şeyler söylemek istediği besbelli. El ediyor bize, kollarını kocaman açmış kendisine doğru koşmamızı istiyor. Koştuk ve kucaklaştık, tanıştık. Meğer, 200 yıldan beri orada öylece durup bizim gelmemizi beklermiş. Biraz da öfkeliydi, lisan-ı haliyle bize sorduğu ilk soru, “Neden bu kadar geciktiniz?” oldu. Son 200 yıldan beri başımıza gelenleri bir bir anlattık ona; “Bilmez miyim, biliyorum elbet, siz geldiniz ya bundan sonrası da gelir.” İnşallah... Eskilerden idam cezalarını burada senin gölgenin altında gerçekleştirirlermiş, doğru mudur? Şeklindeki sorumuza; “yok öyle bir şey, uydurmadır” dedi. Üsküplü şair Yahya Kemal Beyatlı’nın, annesi vefat ettiğinde, senin gölgende, "dünyalar yıkılmıştır" diyerek ağlamış, bu doğru mudur? “Evet o doğrudur” dedi. Sonrasında başladık Ohri’yi turlamaya. Önce bir tekne turu gerçekleştirdik. Bolca oksijen aldık. Ciğerlerimiz bayram etti. Göl sakin, Ohri’yi seyrediyoruz, rehberimiz karşı tepede görünen evleri işaret ederek, “o gördüğünüz evler Safranbolu evleriyle birebir örtüşmektedir” Yani Türk mimarisinin eserleridir, ancak, “Ohri makamları bu evlerin Makedon mimarisinin örnekleri olduğunu söylüyorlar” diye de ilave etti… Tekne turu bitince Safranbolu evlerini arkamıza alarak topluca hatıra fotoğrafı çekildik. Sonrasında da Ohri hakkında bilgi aldık kendisinden: “Ohri’nin nüfusu 1930 yılında 30 bin iken bugün iki bine düşmüştür. Göçe zorlananlar, savaşlarda ölenler/öldürülenler, bilinçli olarak bir plan çerçevesinde yok edilenler öldürülenler… Bir şekilde yok edilmiş işte…! Makedonya’nın en güzel şehirlerinden biri olan Ohri, bu gördüğünüz gölün kıyısına kurulmuştur. Eşsiz güzellikteki bu göl; şehirle aynı ismi taşımakta ve Ohri Gölü olarak anılmaktadır. Avrupa’nın en eski göllerinden birisi olması ve birçok endemik türe ev sahipliği yapması, Ohri şehrinin ününe ün katmıştır. Ohri gölünde bulunan canlı çeşitliliğinin yarısından fazlası, dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamaktadır. Bunun en büyük sebebi, gölün suyunun oksijen bakımından zengin ve temiz olmasıdır. Ohri, incisiyle de meşhur bir şehirdir. Ancak birçok kişinin düşündüğü gibi inci istiridyenin içinde oluşmuyor. Sadece Ohri gölünde yetişen bir tür balıktan özel yöntemlerle elde ediliyor.” Bu kısa bilgilendirmeden sonra, eski Ohri bölgesine geçtik. Kilise iken camiye, cami iken de kiliseye çevrilen Ayasofya kilisesine gittik. Kapalı olduğu için, içini göremedik. Camiye çevrildiği zaman içerideki ikonlara hiç dokunulmamış, ikonları, tahrip etmeyecek bir teknik kullanılarak aynen muhafaza edilmişler. Osmanlı farkı… Dönüş yolunda Ohri’nin en eski kâğıt imalathanesine uğradık, kâğıt yapım tekniğiyle ilgili bilgiler aldık oradaki çalışanlardan. Günümüzde aynı teknik ile üretim yapan iki imalathaneden biriymiş. Sonrasında hediyelik inciler almak üzere bir dükkâna götürdü rehber Levent ve oradan sonra da serbest zaman verdi. İki saat sonra belirlenen yerde bulaşacaktık. Herkes bir yerlere dağıldı. Ben hediyelik incilerimi aldım. Sonrasında, Ohri’nin girişindeki kahveye gittim. Bir çift var, yan masada. Bir de çocukları. Tanıştım onlarla. Denizli’nin gölcük mahallesindenmiş. Komşu köyden. Üzerlerine geldiğim için ve hemşerim oldukları için çay parasını onlar ödedi. Türk misafirperverliğinin canlı örneği… Verilen süre dolunca otobüsün yanında toplandık. Bu arada yağmur da bastırdı. İki kişi yok. Züleyha ve Dilek. O yağmurda aramaya çıktı arkadaşlar onları. Bulamadılar. Bu arada bir saat geçti. Telefonla da ulaşamayınca otele doğru hareket ettik. Onlar kaldı Ohri’de. Otelin adresi vardı nasıl olsa, bir şekilde gelirler dedik. Düşündüğümüz gibi bir zaman sonra taksi ile geldiler. Alışveriş için girdikleri dükkânda işleri uzamış. Onun için geç kalmışlar. Otele yerleşir yerleşmez aşağıda toplandık. Sıra gecesine gideceğiz, Balkan türküleri dinleyeceğiz ve yemek yiyeceğiz. Geç kaldık. Salona zamanında gelemeyince bize ayrılan yerleri başka bir gruba vermişler. Uzunca bir cebelleşmeden sonra bizim için yer açtılar, yeni masa ve sandalye getirdiler. Sıkışık bir vaziyette yerlerimize oturduk. Salon çok kalabalık. Çalanlar çaldı, oynayanlar oynadı, alkışlayanlar alkışladı, dinleyenler de dinledi. Güzel bir gece geçirmek istedik ama olmadı, aksilikler peşimizi bırakmadı. İzleyicilerin çoğunluğu Türk. Türkiye’den gelmişler belli. Biz oraya Balkan Türküleri dinlemeye gittik. Oradaki Türkler başladılar Türkiye türküleri istemeye. Arada bir de cumhuriyet marşı okuyorlar. Biraz saygı lazımdır. Salonda sadece siz yoksunuz. Birçok grup var. Biz ve bizim gibi olan gruplar oraya Balkan Türküleri dinlemek için Balkan oyunları oynamak ve oynayanları seyretmek için gelmişiz. Sen okuyacaksan cumhuriyet marşını ve Türkçe türkülerini git otobüsünde oku… Tadımız kaçtı. Sabah da erkenden kalkacağız ve Manastıra doğru yola çıkacağız. Terkettik salonu ve Otobüste homurdana homurdana otele vardık… Toplu gezilerde uyum çok önemlidir. Grup kararı esastır. Gruptan ayrılarak bir kenara çekilmek şık durmaz. Durmuyor da zaten. Tabi ki grup yöneticisi olmak da ayrı bir sorumluluktur, sorumluluk gerektiren bir iştir grup yöneticiliği. Kimsenin kalbini kırmamak lazımdır. Geziyi de planlandığı gibi bitirmek önemlidir. Kimisi A der kimisi B. Sabır gerekir. Sabır taşı olsan da çatlayacağın zaman gelir, gelir gelmesine de sabır işte o zaman gerekir. Yoksa sabretmenin bir anlamı kalmaz. Kiril Alfabesi Ohri, tarihi süreç içinde Slavların hükmü altına da girmiş. Hatta şehri dini bir merkez haline getirmişler. Başta Rusya olmak üzere birçok Slav toplumunun kullandığı Kiril Alfabesi, Ohri şehrinde ortaya çıkmış. Antik Yunan alfabesinden esinlenerek hazırlanan bu alfabe; Ohri’de yaşayan Kiril ve Metodiy ismindeki iki papaz tarafından gizli görüşmelerde kullanılmak üzere icat edilmiş. Rehberimiz levent anlattı bunları. Heykelleri de oraya dikilmiş idi. Kahve Kültürü̈ Balkanlarda kahve kültürü oldukça yaygın. Tıpkı bizdeki gibi. Kahve Yavuz Sultan Selim döneminde (1512- 1520) Mısır’ın fethinden sonra Müslüman tüccarlar tarafından İstanbul’a getirilmiş. Ancak, Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520 -1566) gündelik hayata taşınabilmiş. Kahve, “Türk Kahvesi” adı altında Balkanlar’a ve bütün Avrupa’ya Osmanlılar vasıtasıyla yayılmış̧. O günden bugüne Balkanlarda halkın vazgeçemediği bir içecek haline gelmiş. Türk usulü pişiriliyor ve servise ediliyor. Lokumu ve suyu yanında. Bol köpüklü. Telveli. Resneli Niyazi "Geyik Muhabbeti" ve "Ne şehittir ne gazi pisi pisine gitti Niyazi" Deyişleri meğer hakikatmiş, hayal ürünü değilmiş. Resne,Ohri ile Manastır arasında yer alan bir kasabanın adı. Niyazi de o kasabada doğan, büyüyen (1873- 1913) bir çocuk. Manastır Askeri İdadisinde okumuş ve teğmen rütbesini almış, Osmanlı-Yunan Savaşı (1897)’nda gösterdiği başarıdan dolayı da Üsteğmenliğe terfi ettirilmiş. Asıl adı Ahmet Niyazi. Sonradan ittihatçılardan olmuş. II. Abdülhamit’i tahttan indirmek için emrindeki 200 asker ile dağlara çıkmış. Bugünkü adıyla Terörist Niyazi (3 Temmuz 1908). Besle kargayı oysun gözünü… Acıkmışlar, avlanmak için dağda dolaşırlarken, bir geyiğe rastlamışlar, tam tetiği çekecekken geyiğin gözlerini fark etmiş ve gözlerinden etkilenmiş, çok güzel gözleri varmış ve tetiği çekmekten vazgeçmiş. Geyiği evcilleştirmeye karar vermiş. Geyiğin tanrı tarafından kendisine yol gösterici olarak gönderildiğine inanmış. Ondan sonra yanından hiç ayırmamış. O nereye geyik de oraya. Af çıkıp İstanbul’a gelirken bile yanında geyiği ile gelmiş. İstanbul basını Resneli Niyazi’yi değil de geyiğini haber yapmış, böylece geyik meşhur olmuş, büyük bir üne kavuşmuş. Hatta, Gülhane Parkı'nda halka teşhir edilmiş. Veliaht Abdülmecit dahi çocuklarıyla geyiği görmeye gelmiş. Günlerce, haftalarca, aylarca, senelerce terörist Niyazi’nin geyiği konuşulmuş. Geyik muhabbeti almış başını gitmiş. ''Geyik Muhabbeti'' lafı da işte buradan çıkmış. Bitmek tükenmek bilmeyen, uzadıkça uzayan matrak ve boş konuşmalar için 'Geyik Muhabbeti' deyimi kullanılır olmuş. İttihatçılar tarafından Abdülhamit’i tahttan indirmek için kullanılan Resneli Niyazi; son kullanma tarihi bitince, İstanbul’da işinin kalmadığını bir şekilde ona anlatmışlar. O da anlayacağını anlamış ve memleketine dönmüş. Nedense bir zaman sonra İstanbul’a dönmek istemiş, belki de ‘beni böyle kirli mendil gibi buruşturup çöpe atamazsınız’ demek içindir, burası bilinmiyor… 17 Nisan 1913’te İtalya üzerinden İstanbul’a ulaşmak için Arnavutluk’un Avlonya iskelesinde vapur beklerken, kendisine ittihatçılar tarafından tahsis edilen koruması tarafından, arkadan hançerlenerek öldürülmüş. İhanetin sonu… Öldürülme nedeni karanlıkta kaldığı için, şöyle bir deyimin de kaynak kişisi olmuş; ” Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi.” Günümüzde bu ifade 'talihsizlik yaşayan, emeği boşa giden, yaptığı işin karşılığını alamayan, anlamsızca işler yapıp sonuçta zarar gören' kişiler için de kullanılmaya devam etmektedir. Niyazi pisi pisine gitmiştir gitmesine de arkasında iki deyimi de miras olarak bırakmıştır: “Geyik muhabbeti.” “Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi.” Devam edecek

17 Ekim 2024 Perşembe

BALKANLAR GEZİSİ XII MAKEDONYA

BALKANLAR GEZİSİ (XII) MAKEDONYA -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024- -Meydanın tam ortasında Büyük İskender’in Heykeli var. Heykel ismiyle mütenasip olarak yapılmış. Büyük İskender…Hatta heykellerin meydanda yerini almasından sonra burada şöyle bir espiri gelişmiş; “Makedonya’nın %70’i Makedon, %20’si Arnavut, %10’u da heykeldir.”- Üsküp Murat Hüdavendigâr ile vedalaştık ve hemen yola çıktık. Abdurrahman Akgül vakitlice Üsküp’e varmak için acele ediyor. “Ben bu geziye Üsküp ve Bosna için katıldım” diyor. Mamuşa’ya gidişimiz vakit açısından onu ve bazı arkadaşları rahatsız etti. Mamuşa’yı görünce de fikirlerini değiştirdiler. “İyi ki buraya gelmişiz“dediler.  Abdurrahman’a gezinin fotoğraflanması için görev vermiştim. O da Schönefeld havaalanından beri görevini yaptı. Kendisiyle 1985 ten beri tanışırız. Aynı zamanda hemşerimdir. Geziye eşi Ayşe Hanım’la katıldı. Endişe etmemesi gerektiği, zamanında Üsküp’te olunacağı kendisine söylendi. Söylendi söylenmesine de o ne kadar ikna oldu onu bilemem.  Üsküp’teyiz. Üsküp’ü tanımak için yeteri kadar zamanımız var. Ancak hesapta yağmur yoktu. Üsküp rehberinden önce yağmur karşıladı bizi. Şemsiyesi olanlar, mümkün olduğu ölçüde şemsiyesi olmayanları koruma altına aldılar. Benim gibi rahmetten kaçmayanlar da vardı. Üsküp’ün seması madem özlemiş bizi bırakalım da hasret gidersin. Doya doya akıtsın gözyaşlarını. Eeee, kolay mı, aradan 700 sene geçmiş. Zordur yol gözlemek. Hele bir de yolu gözlenen Türk ise... Rehberimiz önden biz arkadan hızlı adımlarla köprünün üstüne kadar vardık. Toplandık rehberin etrafında. O anlattı biz dinledik. Nazik ve saygılı bir genç. Retoriği ve bilgisi oldukça güzel. Bilgilendik. Sorular soruldu, cevapları alındı. Ah bir de semanın göz yaşları olmasaydı… Her tarafa heykel dikilmiş Köprünün üzerinden bakınca etrafımızda sadece heykelleri görüyoruz. Rehber eliyle de işaret ediyor. Anlatılanlardan anladığımız kadarıyla devlet; Üsküp’ün yüzünü geçmişe döndürerek halka mesaj vermek istiyormuş. “Sen Müslüman değildin pagan idin, geçmişini unutma!” Mesajı… Bunun için dikilmiş o heykeller. Hem de bir gecede. Amaç, Üsküp’ü kendine getirmekmiş. Müslüman kimliğinin dışında farklı bir kimliğinin olduğunu hatırlatmakmış. Osmanlı ruhunu Üsküp’ten söküp atmakmış.  Parayı Avrupa Birliği vermiş. Halk sabah kalktığında başka bir ülkeye uyanmış, heykeller ülkesine. Meydanın tam ortasında Büyük İskender’in Heykeli var. Heykel ismiyle mütenasip olarak yapılmış. Büyük İskender…Hatta heykellerin meydanda yerini almasından sonra burada şöyle bir espiri gelişmiş; “Makedonya’nın %70’i Makedon, %20’si Arnavut, %10’u da heykeldir.” Ayrıca Makedonya Kuzey Makedonya olarak anılmaya başlanınca yeni bir şehir planı uygulamaya konulmuş. Vardar Nehri üzerine köprüler inşa edilmiş, Meydana Arkeoloji Müzesi gibi yapılar yapılmış. Bu hummalı çalışmanın en güzel tarafı şehrin ışıklandırılması olmuş. Hava kararınca şehre sihirli bir el değiyor ve şehir birdenbire başka bir yer oluveriyor.  Tanıtım sonrasında meydandaki heykellerin arasından geçerek Osmanlı çarşısına vardık. Müslüman Arnavut ve Ortodoks Sırpların bir arada yaşadığı ve esnaflık yaptığı çarşıya. Şehrin Sultanahmet’i veya Eminönü’sü niteliğindeki tarihi çarşıya.  Birdenbire yüzler gülmeye başladı. Dükkanlar tanıdık geldi. Minareler de. Türkiye'nin bir prototipi. Kendi yetiştirdikleri meyveleri ve sebzeleri satan manavlar, dükkanlar, Türk ve Balkan lokantaları, Osmanlı’dan kalma hanlar, hamamlar, kervansaraylar, camiler ve türbelerin olduğu bir çarşı burası. Etrafı seyrederken içimiz huzurla doluyor. Çarşı esnafıyla Türkçe konuşabiliyor ve alışveriş yapabiliyorsunuz. Türkiye’deymişsiniz gibi. İletişim sıkıntısı çekmiyorsunuz. Halk arasında bir söz varmış; “Üsküp’te su bile Türkçe akar” derlermiş.   Balkanlar’da aradığımız ve birer ikişer bulabildiğimiz Osmanlı eserlerinin çoğunlukla ayakta olduğu ülke Makedonya imiş. Özellikle de Üsküp. Üsküp'te Osmanlı mimarisi korunuyormuş. Mustafa Paşa Camii, Kapan Han, İsa Bey Camii, Kurşunlu Han ve Davut Paşa Hamamı, Yiğit Paşa Kültür Merkezi ve Medar camii bu eserlerden bazılarıymış. Hemen çarşının girişinde solda kadim dostum Ali var. Köfteci Ali. Türkiye’ye her gidişimde Ali’nin köftesini ve yanında acı biberiyle birlikte kuru fasulyesini yemeden geçip gitmem, bu sefer de öyle yaptım. Yanımda Recai ve Ekrem de vardı. Üsküp rehberimizin anlattığına göre, belediye şehrin elden geçirilmesi için karar almış. Müteahhit firmaya vermiş. Firma, Osmanlıdan kalma Arnavut kaldırımlarını “eskimişler” bahanesiyle söküp, onların yerine yeni taşlar döşemenin daha iyi olacağını söylemiş ve yetkilileri ikna etmiş.  Ancak kazın ayağının öyle olmadığı sonradan anlaşılmış. Müteahhit firma o taşları tarihi eser diye yüksek fiyatlara satarmış. Yetkililer bu durumu öğrenir öğrenmez müdahale etmişler ama meydanın büyük bölümünün taşları sökülmüş. Söküme meydanın aşağısından başlamışlar. Medar Camii’ne kadar gelmişler. Düşmanlık mı desem yoksa hırs mı desem? Ne dersem diyeyim olan olmuş. Belki milyonlarca para kazanmış firma oradan. Çarşıda yürürken aradaki uyumsuzluğu ve çirkinliği hemen fark ediyorsunuz baten… Ezan okunuyor Birdenbire ezan sesleri geldi kulağımıza. Müezzinin biri bitiriyor öbürü başlıyor. Bazen de sesler birbirine karışıyor. Ayrı ayrı zamanlarda başlayıp birkaç saniye sonra birbirine karışarak o kadar güzel bir harmoni oluşturuyorlar ki; duygu seline kapılıyoruz, dizlerimizin bağı çözülüyor. Sonuna kadar dinliyoruz ezanı. Allah-ü Ekber…Leilâhe illallah. (Allah büyüktür ve tektir, O’ndan başka ilah da yoktur) Aman Allah’ım ne kadar gurur verici bir an… Tabii özlem de var.Almanya’dan geliyoruz. Çan seslerine aşina olduğumuz bir ülkeden. Bazılarımız için en az bir senedir duymadığımız ses, o ses, ezan sesi. Kayıt altına alarak o anı ölümsüzleştirmeyi bile unutmuşum heyecanımdan.  Sonrasında yemek için önceden rezervasyon yapılmış olan restorana geçtik. Köfte ve kuru fasulye yiyeceğiz. Köfteci Ramiz’in dükkanının hemen karşısında. “Balkan Ninnisi” filmindeki Ramiz’den bahsediyorum.   Üsküp’ün Tarihi Üsküp’ün tarihi MÖ IV. yüzyıllara kadar uzanırmış, eski adı Scupi imiş. Arapçada "suların akması ve kaynaması"anlamına gelirmiş. Üsküp, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış eski bir şehir. Bizans HükümdarıI.Justinyonos Üsküp doğumluymuş. Çok sayıda eser bırakmış Üsküp’e. 1154 tarihinden itibaren Sırp hâkimiyetine girmiş.   İkinci Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya’nın Komünist eyaletlerinden biri haline gelmiş. Çok geçmeden de (1991) bağımsızlığını ilan etmiş. 2000 yıllık Hristiyanlığın anısına Vodno Dağı’nın tepesine bir haç dikilmiş, Milenyum Haçıymış. 66 metre yüksekliğinde olan bu haç, dünyanın en büyük haçı ünvanını elinde bulundurmaktaymış (2024). Mostar’ da. Hum tepesinde de görmüştük benze bir haç. Kiliselerdeki ve benzer yerlerdeki Haç anlamlıdır elbet, onlara sözümüz olmaz. Ama dağların tepelerine dikilen haçlar kışkırtıcıdır. Müslümanlar da aynı şekilde dağlara sembollerini (Hilal) dikmeye kalkarlarsa ne olacağını düşünmek lazım değil midir? Bir de demokrasi dediğimiz bir şey var… Taşköprü Üsküp’ün sembolü olan Taşköprü, şehrin tam ortasından geçen Vardar Nehri’nin iki yakasını birleştiriyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa edilmiş. Köprüye, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü diyenler olduğu gibi  Vardar Köprüsü, veya  Taşköprü diyenler de varmış. 12 kemerli ve 6 metre genişliğinde bir köprü. Köprü eskiden Üsküp’te bir yakadan öbür yakaya geçmek için kullanılırmış. 1971 yılında başka köprünün inşa edilmesiyle Taşköprü sadece yayalar tarafından kullanılabilir duruma gelmişÜsküp’e biraz geç geldiğimizden ve hava da yağmurlu olduğundan fotoğraf çekememiştik. Otele yerleştikten sonra Züleyha Hanım ile fotoğraf çekmek için geriye döndük. Meydan ışıklandırılmıştı ve yağmur da dinmiş idi.  Üsküp için şu cümleyi kurmam yerinde olacaktır; değil Üsküp’ün, Makedonya’nın bütün şehirlerini heykellerle donatsanız da o camiler ayakta kaldığı sürece Osmanlı ruhunu oralardan söküp atamayacaksınız! Matka Kanyonu Sabah 08 de otobüs hareket etti. Hedefimizde Selanik var. Geceyi Ohri de geçireceğiz. Ohri’de sıra gecesinde eğleneceğiz ve yemek yiyeceğiz. Bol bol Makedon şarkıları dinleyeceğiz. Ama önce Matka Kanyonu.  Üsküp'e sadece 15 kilometre mesafede. Otobüsten indikten sonra yokuş yukarı yürüdük. Bazı arkadaşlar aşağıda kalmayı tercih etti. Neden böyle yaparlar bilmem. Grup gelinceye kadar, orada otobüsün yanında pineklemek nasıl bir duygudur, anlayan varsa beri gelsin.  O yemyeşil ağaçların içinde yürüyerek, ciğerlerimizi oksijenle doldurmak var iken… Baraj gölünde tekne turu da yaptık. Sağımızda solumuzda dağ. Tekne ile dağın eteğinde yol alıyoruz. Uzun süre yukarıya bakmak boyun ağrısına sebep oluyor. Dağın ulaştığı yere bizim uzun süre bakışlarımızla ulaşmamız mümkün değil. Kaptanın seçtiği türküler de Türkçe olunca…İşte budur diyoruz… XIII.yüzyıldan kalma bir de kilise bulunuyor kanyonda. Hemen barajın başında dinlenme tesisleri de var. Bazı arkadaşlarımız tekne turu yapma yerine orada oturup bir şeyler içmeyi tercih ettiler.  Kalkandelen Şar dağlarının eteğine kurulmuş bir şehir Kalkandelen. Pena Nehri ile ikiye bölünmüş. Üsküp’e 50 kilometre mesafede. Küçük bir şehir. Sokakları Arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş. Kalkandelen, XIV. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı hâkimiyetine girmiş. Tetova ismiyle de anılırmış. Sahip olduğu eserler ile günümüzde bir Osmanlı şehri olarak varlığını sürdürmekte. Tarihin ve doğal güzelliklerin sarıp sarmaladığı şehir Kalkandelen. Kalkandelen’de bir cami varmış, Alaca camii, o camiyi ziyaret etmek için girdik şehre. Ben böylesine süslü bir camiyi ilk defa görüyorum. İki kız kardeşin desteği ile yapılmış; Osmanlı döneminde inşa edilen, Pena Nehri manzarasının enfes güzelliklerine pencere aralayan Alaca Camiinin dış cephesi, geometrik desenlerle kaplı. Harika bir görünümü var. İbadet yapmamız için davetiye çıkarıyor gibi.  Rivayet edildiğine göre, boya yapımında 30.000 yumurta kullanılmış. Küçücük ama hoş bir de bahçesi var. İçi de başka bir güzellikte. İşte burası Müslümanların ibadet ettiği yerdir denildiğinde evet denilmesi, göğsümüzün kabarmasına vesile olacak güzellikte. Caminin yapılmasına sebep olan iki kardeşin kadın olması etkili olmuş olmalı, bu tezyinatın yapılmasında. İbadethaneler sade olmalı şeklinde bir anlayış var Müslümanlar arasında. Doğru bir anlayış değil bu. Selçuklu ve Osmanlı camileri de aynı şekilde tezyin edilmişler. Dış cepheleri Alaca Camii kadar olmasa da göze hoş gelen bir estetiğe sahipler. Divriği Ulu Camii; dünyada benzeri olmayan bir taş işçiliğine sahip. Hiçbir figürü tekrar edilmemiş. Ne yani, Müslümanlar estetikten uzak insanlar mı? Kim bu anlayışı Müslümanlara enjekte ettiyse, estetik düşmanı birisi olmalı… Allah bu dünyayı özene bezene yaratmış, ne kadar güzel yaratmış. Her bir yaratılanın ayrı bir özelliği ve güzelliği var, cazibesi var. Rengarenk çiçekler, kuşlar, böcekler. Hepsinin rengi ve kokusu farklı. Kuşlar alemi ve hayvanlar alemi de öyle. Dağların ve denizlerin oluşturdukları o harmoni hayretimizi mucip olmuyor mu? Kanyonları görünce vay beee demiyor muyuz? Denizlerdeki çeşitliliğe ne demeli… Ben derim ki; evet ibadethaneler de o yöredeki insanların estetik anlayışını en güzel şekilde üzerinde taşımalı.  Kalkandelen’de bugüne kadar ulaşan daha çok tarihî eser varmış. Bektaşî tarikatına bağlı olan Harâbâtî Baba Tekkesi gibi. Tekke; yazlık köşkü, çeşmesi, havuzlu çardağı, semahanesi, türbesi, mutfağı ve depolarıyla görmeye değer bir esermiş. Biz o tekkeyi göremedik.  Hemen unutmadan yazayım, Recai’nin dünürü Kalkandelenli imiş. Otobüste ilan etti…Bir seneye kadar düğünlerini de yapacaklarmış…Allah tamamına erdirsin. Devam edecek 

10 Ekim 2024 Perşembe

BALKANLAR GEZİSİ XI KOSOVA

BALKANLAR GEZİSİ (XI) KOSOVA -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024- Kosova’dayız. Kosova 2008 yılında bağımsızlığını kazanmış ve bugün itibariyle 114 ülke tarafından tanınmış olan bir Balkan ülkesi. Altı asır Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Kosova, savaş meydanında şehit düşen, Sultan Murat’ın gözdesi olan bir ülkedir. Sultan Murat savaş meydanında şehit düşen tek Osmanlı Padişahıdır. Coğrafi konum itibariyle Arnavutluk, Makedonya ve Karadağ ile çevrili olan Kosova stratejik önemi haizdir. Nüfusu:1.816.200 (2016) imiş. Bu nüfusun %92,9 Arnavut, %1,6 Boşnak, %1,5 Sırp, %1,1Türk, %2,9 diğerleri. Nüfusunun %95’i Müslümanlardan, %1,5 Ortodoks Hristiyanlardan, %2,2 Katoliklerden oluşmaktaymış. Neredeyse nüfusunun tamamı Müslüman olmasına rağmen, ülkede bilinçli bir şekilde uygulanan politikalar ile Müslüman kimliği yok edilmeye çalışılmaktaymış. Osmanlının miras bıraktığı 365 tarihi eserden, (cami, medrese, kervansaraya, hamam, köprü) bugün itibariyle (2024) ayakta kalan sadece 25 esermiş. Prizren Prizren’deyiz. İki saat serbest zaman verildi. Herkes bir yerlere dağıldı. Biz Cengiz ve Ekrem ile bir grup olduk ve Prizren’i keşfe çıktık. Prizren Kosova’nın ikinci büyük şehriymiş. Şehri Akdere (Bistriça) nehri ortadan ikiye ayırıyor. Nehrin üzerinde iki yaka arasındaki bağlantıyı sağlayan bir köprü var. Osmanlıdan miras kalan köprü. Taşköprü ismiyle biliniyor. Köprünün hemen yanında kafeler var. Orada iki Türk askeriyle karşılaştık. Nato’da görevlilermiş. Uzunca sohbet ettik onlarla. Züleyha ve Dilek hanımlarla birlikteydik. Anlattıklarına göre, “Kosovalılar Türkleri çok seviyorlarmış. Prizren'de 35.000 civarında Türk yaşarmış, şehrin Arnavut sakinlerinin de Türkçe bilmesiyle Prizren, Kosova'da Türkçenin en yoğun konuşulduğu şehir haline gelmiş.” Köprünün üzerinde hatıra fotoğrafı çekildik ve ayrıldık onlardan. Şadırvan Meydanı Prizren şehir meydanına Şadırvan deniliyor. Şadırvan meydanının zemini Osmanlı dönemi kaldırımları ile döşeli. Ortada bir çeşme var. Meydan, ismini bu şadırvandan almış. Kosova aslında çeşmeler şehriymiş. Her köşe başında bir çeşme varmış. Osmanlı döneminden kalan ve Kosova’yı süsleyen 150 tarihi çeşme. Ata yadigârı çeşmelerden en özeli, şehrin meydanındaki şadırvan çeşmesiymiş. Kosova’nın tarihi için ayrı bir önemi haiz olan çeşmeler, geçmişte gençlerin buluşma noktasıymış. Rivayet edilir ki; bu şadırvandan su içenler ya Prizren’e tekrar geri gelirlermiş ya da buradan birisiyle evlenip buraya yerleşirlermiş. Hepimiz içtik o çeşmenin suyundan ama rivayetteki anlatılanların hiçbirisi gerçekleşmedi. Aynı hikâye Karlofça’da da vardı. Aşk çeşmesi. O çeşme de şehrin meydanındaydı. Şadırvan meydanının etrafında kafeterya ve lokantalar sıra sıra dizilmişler. Meydanı anlamlı kılan mekanlar buralar. Hepsi tıklım tıklım. Yer açılması için biraz beklemeniz lazım. Biz etrafı fotoğraflarken, yer açıldı ve öğle yemeğini o meydanın hemen kenarındaki restoranda yedik. Beklememize değdi. Günlerdir ağız tadıyla bir yemek yiyememiştik. Hem servisleri hem de yemekleri taktire şayan... Sinan Paşa Camii Şadırvanın hemen yukarısında bir cami var. 1615 yılında Bosna Beylerbeyi Sinan Paşa tarafından yaptırılmış. İnce uzun bir minaresi var. Genişçe bir de bahçesi. İç süslemeleri de ayrı bir güzellikte. Gerçi Balkanlarda camilerin iç süslemeleri hep böyle, içinizi açan ferahlıkta. Ağırlıklı olarak mavi renkler hâkim. Caminin arka tarafında hediyelik eşya satan dükkanlar var. Oradan yukarı doğru giderseniz kaleye ulaşıyorsunuz. Biz kaleye çıkmadık. Cengiz ve Ekrem’le birlikte şehri turlamayı tercih ettik. Ana cadde üzerinde yürüdük. Camekânları ağırlıklı olarak bildik markalar süslüyor. Ana cadde bitince yol değiştirdik, ara sokaklara daldık. Halveti tekkesine uğradı yolumuz. Halveti Tekkesi Tekke, Türk Konsolosluğunun hemen arkasında. Prizren'in tarihi sembollerinden biriymiş. Şeyh Pir Osman Baba (ö. 1164/1747) tarafından 1712 yılında kurulmuş. Türbe; cami şadırvan ve birkaç mezarın bulunduğu bahçeden oluşuyor. Değişik bir havası var, küçücük bir Tekke. İçinizi ısıtıyor. Bütün tekkeler öyle değil midir zaten? Balkanları İslamlaştıran merkezlerden birisiymiş bu tekke. Tekkeler Balkanlarda dün ne yapmışlarsa bugün de aynı görevi icra etmektelermiş. Balkanların İslamlaşmasında bu tekkelerin önemi büyükmüş. Tekkeleri dimdik ayakta görünce ve icra ettikleri göreve de şahit olunca; Osmanlı sonrası Cumhuriyet Türkiye’sinde Tekke ve Zaviyelerin niçin yasaklandığını (1925) daha iyi anlıyorsunuz. Halveti Tarikatı Halvetilik/Halvetiyye tarikatı 14’üncü yüzyılda Azerbaycan ve İran coğrafyasında ortaya çıkmış. Tarikatın kurucusu Şeyh Ebu Abdullah Sirâcüddin imiş. Halvetiyye Tarikatında yedi makam varmış bu makamları geçemeyenler Kemâle eremezlermiş: Nefs-i emmâre, Nefs-i levvâme, Nefs-i mülhime, Nefs-i mutmainne, Nefs-i radiyye, Nefs-i mardiyye, Nefs-i kâmile. Halvetiler zikre çok önem verirlermiş. Nefsi kötülükten ve günahlardan arındırmanın yolu; dille, kalple, ruhla ve sırla yapılan zikirlermiş. Zikir yapılırken mûsiki önemliymiş. Başta ney, def ve kudüm olmak üzere çeşitli mûsiki aletleri kullanılırmış. Halvetiyye tarikatında; az yeme, az konuşma, az uyuma, inzivâ, zikir, fikir, şeyhe gönülden bağlı olma ilkelerine hassasiyetle uyulması gerekirmiş. Müşâhede mertebesine ulaşmak için mücâhede (Cihad) şartmış. Mücâhede tarikatın kuruluş amacıymış, olmazsa olmaz bir şartmış. Halvet; dervişin veya müridlerin dar bir mekâna, hücreye veya dar bir alana çekilip orada ibadet, murakabe, zikir ve fikirle meşgul olmasına verilen isimmiş. Bu tekkelerin, bugün dahi Kosova toplumu üzerinde hâkimiyeti devam etmekteymiş. Manevi öncüler, şeyhler halk arasında yeri geldiğinde bir kamu gücü, yeri geldiğinde ise bir sosyal vakıf gibi hareket ederlermiş. Hû diyelim erenler Hû… Mamuşa (Mahmut Paşa) Balkanlar’da halkının tamamının Türkçe konuştuğu tek kasaba Mamuşa’yı görmeden olmazdı. Biz de kırdık direksiyonu Mamuşa’ya. Prizren’e 20 km. mesafede şirin bir kasaba Mamuşa. Mamuşa adı, Osmanlı padişahı II. Mahmut’tan gelirmiş. 19’uncu yüzyılın başında Padişah II. Mahmud bu çevreye hanlar, saraylar, camiler inşa ettirmiş. Tokat civarından getirilen Türk ahali ile de köy meskûn hâle getirilmiş. Mamuşa’nın toplam nüfusu 2011 yılında yapılan genel nüfus sayımı sonuçlarına göre 5.513 müş. Köyün girişinde bir okul var. Sağ tarafta. 1.000 öğrencisi olan büyük bir okul. Anadolu İlköğretim Okulu. Otobüs önünde durunca çocuklar dışarıya çıktı ve Türkiye! Türkiye! şeklinde tempo tutarak karşıladılar bizi. O nasıl bir duygu seliydi öyle, anlatamam. Çocukların sesleri hâlâ kulağımda çınlıyor. Türkiye! Türkiye! Türkiye! Köyde Genç Osman adında bir lokanta ve bir de Osmanlının yaptırdığı saat Kulesi var. Tabelalar tamamıyla Türkçe. İki de cami var. Mamuşa, Anadolu'daki bir kasabadan farksız. Benim orada Emrah adında bir arkadaşım vardı. Ama onu bulamadık. Tarlaya gitmiş. Hemen hemen her evde Türk bayrağı bulunan kasabada herkes kusursuz bir Türkçe konuşuyor, eğitim dili Türkçe, halk Türk televizyon kanallarını izlermiş. Bizi gören halk birer ikişer etrafımızda toplanmaya başladılar. Hoş-beşten sonra biraz soluklanmamızı istediler, tekliflerinde samimi oldukları her hallerinden belliydi. Birer çay içmemiz konusunda ısrar ettiler ama akşam olmadan Üsküp’e ulaşmamız gerekiyordu. Sırada Mazgit köyü de var. Sultan Murat’ın elini öpeceğiz Mazgit’te. Hayır dualarını alacağız. Sultan’ı bekletmek olmaz. Gelişimize sevindiler ama çay içme tekliflerini reddedince de çok üzüldüler… Vedalaştık. Ehem ile mühim arasındaki farkı fark edemeyen kifayetsiz muhterislerle iş tutarsanız, ağız tadıyla gezi yapamıyorsunuz. Sultan I.Murat Türbesi Mamuşa’dan Mazgit köyüne geçtik. Sultan I. Murad'ın iç organları oradaa gömülüymüş (1389). Türbenin giriş kapısının üzerinde bir kitabe yazılı: “Pek harap olmuş idi türbe-i Şah-i Murad Emrü ferman eyledi tamirini Sultan Reşad Bir zafer tarihini yad ettiren millete Ruh-i pâk-i şad eden âlî himmete Arz edüp bu cevher-i tarihi ta’zim eyleriz Meşhedin ihyasını (Şevkat) saadet bekleriz.” (Hicrî 1329 / Milâdî 1909) Sekiz saatte zaferle sonuçlanan bir savaştan bahsediyorum. Birinci Kosova Meydan Savaşı'ndan. Bir tarafta Haçlı orduları; Lehler, Bosna, Çekler, Macarlar, Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar, Eflak Prensi öbür tarafta Müslümanlar. 70.000 Haçlı askerine karşı 40.000 Müslüman askeri. Savaş bitmiş. Zafer kazanılmış. Padişah çadırına çekilmiyor, gözyaşları içinde bizzat meydana iniyor. Sevinemiyor bile kazandığı zafere. Birçok insan ölmüş, bir kısmı yaralı bir kısmı da şehit. Nasıl sevinsin ki… Yaralılara şifa diliyor, şehitlere ise dua ediyor. Bu sırada subaylarından birisi yaklaşıyor yanına ve yaralı bir Sırp askerinin Müslüman olmak istediğini fısıldıyor kulağına, heyecanlanıyor Sultan Murat, “getirin yanıma” diyor. Gayesi Allah’ın muştusunu insanlara ulaştırmak değil miydi zaten. Bir kişinin Müslüman olması büyük bir kazanım. Yakınına kadar çağırıyor. Getiriyorlar o askeri. Neredeyse kucaklayacak. Tedbir almıyor. Subaylar da tedbir almıyorlar. Asker Sultan Murat’a iyice yaklaşınca elindeki zehirli hançeri saplayıveriyor Sultan Murat’ın kalbine. Miloş Obiliç. İşte biz o koca yürekli Padişah I. Murat’ın türbesini ziyaret edeceğiz. Miloş Obiliç tarafından hançerlenerek şehit edilen Sultan I.Murad’ın Türbesini. Orhan ve Yar Hisar Tekfurunun kızı Holifira’nın oğlu Murat’ın, I. Murad’ın şehit edildiği yere gideceğiz. "Meşhed-i Hüdâvendigâr’a. Aman ne saadet. Padişahların hanımlarının Türk olmadığından dem vurarak Osmanlıyı itibarsızlaştırmaya çalışanlara kapak olsun… Orada bir türbedar var. Boşnak Saniye teyze. Ona türbedarlık ailesinden geçmiş. 42 yıldır bu görevi yapıyormuş. Saniye teyzemizin elini öpmek de nasip oldu. Türbedar demek; türbenin koruyucusu, bakımını, temizliğini yapan kişi demek. Türbedar Saniye teyzenin bizleri samimi-candan karşılaması yüreklerimizi ısıttı. “Burası benim dünyadaki küçük cennetim” diyen Saniye Teyze’nin o samimiyeti karşısında duygulandık. Allah hayırlı ömürler versin. Bu dünyada herkes bir vazife icra ederken, Saniye teyzeye de Kosova’ya İslâm’ın bayrağını taşıyan Sultan Murad’ın meşhedinde nöbet tutmak düşmüş. İlahî taksimatın hikmetine akıl-sır mı erermiş… Ermiyor işte. Mevla’ma şükürler olsun ki; Osmanlı’nın devlet kurduğu ve medeniyetler inşa ettiği o Balkan topraklarını gezip dolaşmayı ve ibret almayı bizlere nasip etti. Ne kadar şükretsek azdır. Elhamdülillah. Yazımın burasında o toprakların emzirdiği çocuk olan Mehmet Akif Ersoy’a, İstiklal Marşımızın Şairi Mehmet Akif Ersoy’a kulak verelim: “Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı; Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.” Sultan Murad’ın savaştan önce ettiği duayı, Allah’a yakarışını duvara asmışlar. Odaya girince hemen gözünüze çarpıyor. Sanki şehitlik kendisine malum olmuş da duası kabul olmuş gibi. Okuyunca anlıyorsunuz bunu. Duvardaki o dua metnini okudum bazı arkadaşlara, âmin dediler. Bizim gruptan olmayan birileri de vardı âmin diyenler arasında. Bir tanesi vardı ki; ağlıyordu. Tarih hocasıymış. Emekli olmuş. Tokat’tan geliyormuş. Sultan Murad, herkes yattıktan sonra abdest almış, iki rekât namaz kılmış. Alnını toprağa koymuş ve şöyle yakarmış Mevla’sına: “Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden mâsum askerlerimi cezâlandırma!.. Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sâdece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı teblîğ etmek için geldiler! İlâhî! Bunca kere beni zaferden mahrûm etmedin. Dâimâ duâmı kabul buyurdun. Yine Sana ilticâ ediyorum, duâmı kabûl eyle! Bir yağmur nasîb eyle de! Bu toz bulutu kalksın. Kâfirin askerini âşikâr görüp, yüz yüze cenk edelim! Yâ İlâhî! Mülk de bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrârımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızânı isterim. Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlup edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lütfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbânı da şu Murad kulun olsun! Yâ İlâhî! Bunca Müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben cânımı kurbân ederim; yeter ki Sen beni şehîdler zümresine kabûl eyle!.. İslâm askerleri için rûhumu teslîme râzıyım... Beni gâzî kıldın. Sonunda lütfen ve keremen şehîdlik de nasîb eyle!.. Âmîn!” Sultan Murat ile vedalaştıktan sonra Makedonya’ya doğru yola koyulduk. Biraz hüzünlüydük… Biraz da sevinçliydik. İslâm muştusunu Avrupa’ya taşıyan Murat Hüdâvendigâr ile sohbet ettik. Savaş anılarını anlattı bize…Bizim otobüsle gezmekte zorlandığımız o beldelere at üzerinde ve yaya olarak nasıl geldiklerini, 40.000 kişinin ihtiyaçlarını nasıl karşıladıklarını anlattı bize…Ne saadet… Devam edecek

28 Eylül 2024 Cumartesi

BALKANLAR GEZİSİ

BALKANLAR GEZİSİ (X) KARADAĞ (II) -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024- -Balkanlarda, TİKA aracılığıyla karşılıklı çıkarlar gözetilerek önemli adımlar atılmış. O adımları görmek bizleri gururlandırdı. TİKA levhalarını her Balkan ülkesinde görmeniz mümkün. TİKA, Balkan ülkelerinin kaynaklarını sömürmek için gitmemiş oraya, halka, yeraltı ve yerüstü kaynaklarından istifade ederek, daha müreffeh bir yaşamı nasıl yakalayacaklarını öğretmeye gitmiş, başarılı da olmuş- KOTOR Karşımızda mükemmel bir tablo var. Hangi Ressam’ın fırçasıyla hayat bulduysa bulmuş, kusursuz bir tablo. Özene bezene yapıldığı belli. Büyüleyici bir manzara. Kotor. Kotor Kalesi 9. yüzyıl ile 15. yüzyıl arasında Kotor'u işgallerden korumak amacıyla inşa edilmiş. 1420'den 1944'e kadar, Osmanlı kuşatması dahil olmak üzere sürekli saldırı ve işgallere, depremlere bir şekilde dayanarak günümüze kadar gelmiş. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Kotor, “Adriyatik Denizi’nde, Nova Körfezi kıyısında bulunan küçük bir kaleden ibarettir. Kale bir kaya üzerindedir ve etrafı verimsiz, taşlık, ormanlık dağlarla çevrilidir.” (EÇS, 2010: 130) Piri Reis de Kotor’u ‘at eğeri’ ne benzetir: Kalenin üzerinde yüksek bir dağ vardır ki yazın öğleden sonra dağın harareti kaleye vurur ve çok sıcak olur. Çünkü güneşe karşı bir yerdir. Dağın iki tarafından iki su akar ve denize dökülür. Bu dağ iyi bir nişandır. Çünkü uzaktan at eğeri gibi görünür. İyi bir limandır. Çünkü, kale önüne kadar büyük gemiler gelebilirler.” Eğer ne demektir: “Eğer, en basit tanımı ile hayvan sırtlığı, binek hayvanlarının sırtına konan, üstüne rahat oturulabilecek yer” dir. Eğer, hayvanın sırtına yerleştirilmeden önce keçe ya da pamuktan üretilmiş belleme adı verilen bir koruyucu atın sırtına yerleştirilir. Sonra üzerine eğer konularak kolan ile hayvanın gövdesine sabitlenir. Türk kültüründe eğerin önemli bir yeri vardır. Atasözlerine bile konu olmuştur. Mesela şöyle denir: “Ata eğer gerek, eğere er gerek.” Bu deyim, elde edilen başarıda aletin ve insanın önemini belirtmek için söylenmiştir. Hiciv sanatında da ustalıkla kullanılmıştır eğer: "Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma Zer-dûz palan ursan eşek yine eşektir.” Anlamı şöyle: Aslı bozuk olana üniforma soyluluk mu verir; eşeğe altın işlemeli eğer/semer vursan eşek yine eşektir. Mehmet Akif Ersoy boşuna dememiştir, “Karadağ haydudu” diye. Karadağlılar Osmanlı’nın yıkılmasında pay sahibidirler. İhanetleri âşikârdır. Piri Reis Kotor’u at eğerine benzetirken gelecekte olacaklar acaba kendisine malum mu oldu dersiniz. Varın kararı siz verin. Osmanlılar Kotor’u fethetmemişler, önce adet olduğu üzere onlara eman vermişler; olumlu cevap alınca da sadece vergiye bağlamakla yetinmişler. Kotor Körfezi’ni kontrol altında tutan Herceg Novi şehri zaten Osmanlı şehriymiş. Bundan dolayı da kalenin fethini zaman kaybı olarak görmüşler. Ek masraf da var elbet…Osmanlı bir yere giderken orayı tarumar etmeye değil, imar etmeye gidermiş. Bunu Kotor uygulamasında görüyoruz. Osmanlılar, meydan savaşlarında ve kale kuşatmalarında, önce eman verirlermiş. Sonra savaş devreye girermiş. Yani savaş ikinci plandaymış. Eman şöyle: “Eğer İslam’ı din olarak seçerseniz veya Osmanlı sancağı altında yaşamayı kabul ederseniz; canlarınız, mallarınız, ibadethaneleriniz güvence altındadır. Teklifimizi kabul etmezseniz, o zaman kılıçlarımız gök girecek kızıl çıkacaktır.” Kotor’a da aynen bu teklif yapılmış. Teklif kabul edilince de kendileriyle savaşılmamış. Vergi karşılığında halk kaldıkları yerden yaşamlarına devam etmiştir. Kotor yağmalanmamıştır, talan edilmemiştir. Kültür değerleri muhafaza edilmiştir. Sadece bazı kiliseler camiye çevrilmiş, yine ibadethane olarak işlevini devam ettirmiştir. Kadına-kıza, ihtiyara ve sivil halka dokunulmamıştır. Savaş ahlakı Kur’an buyruğudur. Osmanlının gittiği yerde halk tarafından kabul görmesi bu ahlakından dolayıdır. Üzüm bağlarından geçerken canı üzüm çeken asker, üzümlerden koparmıştır. Koparmasına koparmıştır da ancak bedelinden daha fazla altınını da bağın dallarına asmıştır. Kul hakkının gözetilmesi. İnsana saygı. Kültüre saygı. İnanca saygı. Savaşta olsan da saygı… Kale önündeyiz Saatin akrebi 10’nun yelkovanı da 12’nin üzerine geldiğinde, Kotor Kalesinin önüne gelmiştik. Skurda Nehrinin kenarında otobüsten indik. Kotor rehberimizi, orada bizi bekliyor olarak bulduk. Genç ve güzel bir bayan. Kotorluymuş. Karadağ kadar güzel. Alımlı. Türkçesi de güzel. Kotor’a en çok Türk ziyaretçi geliyormuş. Meslek icabı öğrenmiş Türkçeyi. Her birimize telsiz dağıttı. “Anlatılanları ben duyamıyorum, biraz yüksek sesle konuşur musunuz?” gibi bahanelere son vermek için yapılıyor olmalı bu uygulama. Bu uygulama benim hoşuma gitmedi. Rehber önden biz arkadan Kotor’u dolaşıyoruz. Radyo dinler gibi dinliyoruz rehberi. Rehberle göz göze gelmeden anlatılanları anlamak ve sindirmek ne mümkün. Şehrin ana giriş kapısı olan Batı Deniz Kapısından (1555) tarihi şehir merkezine girdik. Silah Meydanı olarak tanıtıldı, ilk adımı attığımız o meydan. Kotor’da benzer meydan çok fazla var. Orta Çağ’da silah pazarının kurulduğu yermiş burası. Dar, dikdörtgen şeklinde bir meydan. Silah meydanı; saat kulesi, dük sarayı, Napolyon tiyatro binası ve cephanelik binasına ev sahipliği yapıyormuş. Elbette etraftaki restoran ve kafeteryalarını da unutmamak lazım. Giriş kapısının karşısında saat kulesi var, 1602 yılına tarihlenirmiş. Şehrin simgelerinden birisiymiş. Kulede birisi giriş kapısı tarafında, diğeri ise onun sağında kalan iki adet saat var. 19. Yüzyılda monte edilmiş. 1667 depreminden ciddi anlamda etkilenen kule ön tarafa doğru biraz eğilmiş, misafirlerini selamlamak için olmalı. Saat kulesinin hemen altında, uç tarafı piramit biçiminde olan bir kaide var. Eski dönemde insanlar bir suç işlediklerinde onu bu taşa bağlarlar ve gelip geçenlerde kişinin suçuna göre bağırıp çağırır, domates fırlatır, hatta yüzüne tükürürlermiş. İki amaç güdülüyormuş bu uygulamayla: İlki suçluyu halk önünde rezil ederek cezasını çektikten sonra mümkünse şehri terk etmesini sağlamak. İkincisi de vatandaşlara "ayağınızı denk alın, dikkatli olun, yoksa sizin sonunuz da böyle olur..." mesajını vermek. Daracık sokaklardan devam ediyoruz Kotor’u turlamaya. Un Meydanı çıkıyor bu sefer karşımıza. Evet yanlış duymadınız Un Meydanı. Bir dönem şehrin un pazarı burada kurulurmuş. Aynı zamanda un ambarları da burada bulunduğu için ismi böyle kalmış. Bu küçük meydan şehrin önemli iki küçük sarayına ev sahipliği yapıyor. Bunlardan ilki Pima Sarayı. İkincisi Buca Sarayı. Bu saraylar kalburüstü ailelere ait saraylarmış. Kotor enteresan bir yer. Şehir sokakları belirli bir plan dahilinde oluşmamış, bu yüzden de gezmenin en iyi yöntemi kaybolmak olsa gerek. Ama emin olun ki kaybolmanız da çok zor zira nereye giderseniz gidin mutlaka şehrin birkaç meydanından birine çıkacaksınız. Bazı yerlerde sokaklar birbirini dik kesiyor bazı yerlerde ise birdenbire sağa sola bükülüveriyor. Sokaklar aynı genişlikte değil. Binalar da standart bir kat sayısına sahip değil. Tam bir Orta Çağ şehri. Tarihte yolculuk. Huzur veriyor. Hele bir de elini tutarak o sokakları birlikte arşınladığınız ve sohbet ettiğiniz sevgiliniz varsa yanınızda… Arşınlamak: Bir yerde, geniş adımlarla gidip gelmek, amaçsızca dolaşmak, volta atmak demektir. Cümlede şöyle kullanılıyor; "Adam, sigara ağzında, eli arkasında bahçeyi arşınlamaktaydı." Kısa süre içinde tur tamamlandı ve serbest zaman verildi, iki saat. Her birimiz bir yana dağıldık. Zeynep Hanım, Ayhan, Suna Hanım ve Gülseren Hanım bizler bir grup olduk. Kotor’da cami arıyoruz. Daracık sokaklarda dolaşıyoruz. Esnaflara soruyoruz, “bilmiyoruz, bildiğimiz kadarıyla burada cami yok” diyorlar. Derken Afrika ülkelerinden geldiğini tahmin ettiğimiz bir esnafa Suna Hanım yaklaştı ve sordu. O da önce eliyle tarif etmek için yeltendi ve sonra karar değiştirerek sanki böyle bir soruyu bekliyormuş gibi hemen düştü önümüze, o önden biz arkadan daracık sokaklardan geçerek camiye ulaştık. “Solda ikinci katta dedi.” Teşekkür ettik kendisine. Bizden ayrılırken de “Selemün aleyküm” dedi ve elini kalbinin üzerine koyarak hafif eğildi. İşte sana uluslararası bir iletişim cümlesi. İslâm ne kadar da güzel bir din… Caminin, Suudi Arabistan tarafından finanse edildiğini duvarlardaki ilanlardan anladık. Osmanlı yıkılınca, mirasına sahip çıkan da olmayınca, Suudi Arabistan devreye girmiş. İyi ki girmiş… Cami ikinci katta. Oldukça geniş. Arkada sınıflar var. Kur’an kursu olarak kullanılıyor olmalı. Namazlarımızı camide kıldık ve ayağımızı oradaki rahlenin üzerine kaldırarak biraz da dinlendik. Camiden ayrıldıktan sonra Osmanlılar üzerine konuşmaya başladık…İttihatçıları ve Jön Türkleri yatırdık masaya…Osmanlı topraklarını ne hale getirdiklerini görünce dertlendik…Sadece dertlenmedik elbet, biraz da verdik veriştirdik… Sonra da bir yerde kahve içtik. Fotoğraflama işlemleri de bittikten sonra söylenen saatte söylenen yerde buluştuk. Deniz kapısında. Hedefimizde Budva var. BUDVA Budva, Adriyatik Denizinin kıyısında, Helenistik dönemden Osmanlı dönemine uzanan zengin geçmişe sahip. Harika bir yer. Evliya Çelebi Kotor’dan sonra güneye inerek Budva şehrini ziyaret etmiş. Budva hakkında verdiği bilgiler şöyle; “Budva, Venedik Frengi kalesidir. Deniz kıyısında dörtgen şekilli şeddadi (çok büyük ve sağlam) taştan yapılmış küçük, beyaz, hoş bir kaledir.” (EÇS, 2010: 130). Budva’da gezilecek yer sadece eski şehirmiş (Old Town). İki saatte rahatlıkla gezilebilirmiş. Otobüsten indikten sonra 30 dakika kadar yaya yürüdük ve kaleye ulaştık. Yürüyüş hepimize iyi geldi. İkişer üçer kol halinde sohbet ede ede yürüyoruz, bazen parklardan geçiyoruz bazen de kaldırımlardan yürüyoruz. Arnavut kaldırımlı dar sokakları ve göz kamaştıran sahiliyle hem doğal hem de tarihi mekânlar bir arada, iç içe. Müslüman nüfus, nüfusun %1’i kadarmış. Budva’da cami mevcut değilmiş. Kalenin içinde tarihi bir şehir var; restoranı, sanat galerisi, sergi odaları, tarihi eşya ve maketleri ile eski bir kütüphanesi var. Sergilenen maketlerden en çok dikkatimi çekenler gemi maketleri oldu. Kristof Kolomb’un gemisi Caravella Santa Maria da burada. Bu gemi, Kolomb’un 1492 yılında gerçekleştirdiği deniz seyahatinde kullandığı gemilerden en büyük olanıymış. Ayrıca Orta çağdan kalma St. Mary Kilisesi’nin kalıntıları da burada. Kale, Balkanlar’a adanmış en değerli kitap ve harita koleksiyonlarından birine de ev sahipliği yapmaktaymış. Sergi bölümünde, önemli sayıda kitap ve elle boyanmış tarihi haritaların çok nadir örneklerini görmek mümkün. Orada ilerde dans den kız heykeli var. Bu heykel, Budva’nın simgelerindenmiş. Kaleden çıktık. Bazı arkadaşlarımız tekne turu yapmak istedi ama. Zamanımız kısıtlıydı. Dönüş yolunda deniz kenarında balık yemeyi ihmal etmedik. Sonra da Kosova’ya doğru çevirdik dümenimizi. Sveti Stefan Adası Kosova yolunda ilerlerken, otuz dakika kadar yol aldıktan sonra, otobüsümüz kenarda durdu. Neden durduk anlamaya çalışırken, önemli bir adadan bahsedildi. Onu görmek ve fotoğraflamak gerekiyormuş. Hep beraber indik. Orada denizin ortasında bir ada var. Sveti Stefan Adasıymış. Ada, 15. yüzyılda küçük bir balıkçı köyü imiş. Osmanlı donanması Karadağ şehirlerini fethetmek için Budva ve Kotor dahil olmak üzere tüm körfezi kuşatma altına aldığında, adayı saldırılara karşı korumak için etrafını surlarla çevirerek adayı korunaklı bir yerleşim yeri haline getirmiş. Uzun yıllar boyunca güvenli yaşamın adresi olan Sveti Stefan adası, 19. Yüzyılda önemini kaybetmiş. Ada halkı da şehri terk etmiş. 2007 yılında oldukça yüklü bir meblağ karşılığında adayı 30 yıllığına Singapur kökenli International Group of Aman Resorts firması kiralamış. Sonra da turizme açmış. Hollywood yıldızları, dünyaca ünlü şarkıcılar, ünlü sporcular, milyarder iş adamları, devlet adamları vb. tarafından tercih edilen bir tatil ve eğlence yeri haline gelmiş. Zenginin malı züğürdün ağzını yorarmış derler ya doğu galiba…Otobüste bir süre sohbet konumuz o ada oldu… Sonuç Artık Türkiye’nin Karadağ ile ortak bir bağı ve sınırı yok. Aradan 100 sene geçmiş. Ayrıca iki devlet arasında yüzlerce kilometre mesafe var. Tarihte yok yere yaşanan acılar içe atılarak ve kinler bir tarafa bırakılarak bu günlere gelinmiş. TİKA aracılığıyla karşılıklı çıkarlar gözetilerek önemli adımlar atılmış. O adımları görmek bizleri gururlandırdı. TİKA levhalarını her Balkan ülkesinde görmeniz mümkün. TİKA; kaynakları sömürmek için gitmemiş oraya, yeraltı ve yerüstü kaynaklarından istifade ederek, daha müreffeh bir yaşamı nasıl yakalayacaklarını öğretmeye gitmiş. Sadece tarihi eser restorasyonu yapmıyormuş TİKA, aynı zamanda oralarda üretilebilecek ne varsa meyve ve sebze cinsinden, onların en kolay yoldan nasıl üretileceğini de öğretiyormuş- Yani, o insanlara balık tutmayı öğretiyormuş… Bilhassa tarım alanında çok büyük yol kat etmişler. TİKA; 1992 yılında Dışişleri Bakanlığı'na bağlı olarak kurulmuş. 28 Mayıs 1999 'da Başbakanlığa bağlanmış. TİKA, Orta Asya, Balkanlar, Afrika, Doğu Asya ve Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere, yaklaşık 150 ülkede görev yapan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin tek, Teknik Yardım Kuruluşuymuş. Gel de övünme, gururlanma… Karadağ devleti de geçmişte olduğu gibi, Türkiye’nin kendisine daima dost elini uzatacağından eminmiş. Osmanlı torunu olmak böyle bir şey…Ne kadar anlamlı… Devam edecek

24 Eylül 2024 Salı

BALKANLAR GEZİSİ (X) KARADAĞ (I)

-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024- -Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde okuma yazma bilenlerin sayısını ortalama 10.6 gösterenlere cevap, tarihçi Kemal Karpat’tan gelmiştir: “Osmanlı topraklarında okuma yazma bilenlerin oranı ortalama %59,7 dir.” Ottoman Population (Osmanlı Nüfusu 1830-1914) isimli kitabının okunması tavsiyemdir. Ama kastedilen Osmanlı sonrasında kurulan cumhuriyetin ilk kuruluşundaki okuma yazma bilmeme oranı ise; o başka hesaptır- Türk Eğitim Derneği Balkanlara kültür ve araştırma gezisi düzenledi. Osmanlının devlet olarak kurulduğu coğrafyaya gitti. Sekiz ülke gezdi. Ben de bugüne kadar Balkan ülkeleri ile ilgili gördüklerim ve bildiklerim ışığında dokuz yazı yazdım, bu onuncusudur. Yazı serisi devam edecek. Nelere şahit olduk o topraklarda onları siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Biz o topraklarda, bırakın insana uygulanan soykırımı, kültürel değerlere bile uygulanan soykırım vahşetine şahit olduk. Emperyalist ülkelerin kışkırtmasıyla Osmanlıya karşı başkaldıran ırkçıların uyguladığı vahşete. Yüreğimiz sızladı. Balkanlar şurada. Gidin görün. Siz de şahit olun o vahşetlere. Öyle masa başında oturarak yazılmış birkaç kitabın yalan yanlış yazdıklarıyla tarihte olup bitenleri sağlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir. Ben siz saygıdeğer okuyucularım için yazdım ve yazmaya devam edeceğim. Okuyalım: Balkanlarda Osmanlı tebaası olarak yaşayan ve 600 sene el üstünde tutulan halkın ırkçılık damarı emperyalistler tarafından parlatılmış. Halklar da getirisini-götürüsünü hesaplamadan Osmanlı Devleti’ne başkaldırmışlar. Sonuç ortada. Yazımın başında sözü hemen kendisi de Balkanlarlı ve Arnavut olan ve orada olup bitenler karşısında ciğeri cayır cayır yanan Mehmet Akif Ersoy’a, İstiklal marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’a bırakmak istiyorum: “Karadağ haydudu, Sırp eşeği, Bulgar yılanı, Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı... Târümâr eyleyiversin de bütün ordumuzu, Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu. Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa Kimi bin türlü fecâ'atle çekilsin kucağa... Birinin ırzı heder, diğerinin hûnı helâl... İşte, ey unsur-i isyan, bu elîm izmihlâl, Seni tahrîk eden üç beş alığın ma´rifeti! Ya neden beklemiyordun bu rezîl âkıbeti? Hani, milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne! Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.”… Mehmet Akif Ersoy’un içi öyle yanmış olmalı ki, gördüğü o ihanetler yüzünden bu dizeler kaleminden bir anda dökülüvermiştir. 600 sene o topraklarda adaleti sağlamak için canla başla çalış, insanlara insan olduklarını hatırlat, huzur içinde devam edip giden yaşamın içine birileri gelip ırkçılık çomağını soksun ve halkın kavmiyet duygularını kamçılayarak milliyetçilik duygularını öne çıkarsın, sonra da kardeş kardeşin kanına girsin ve Mehmet Akif de sussun öyle mi? Susmamış zaten. Yukardaki dizelerde okuduğunuz gibi vermiş veriştirmiş… Allah rahmet eylesin. Vatan- millet ve din uğruna hayatından vazgeçen büyük insan; biz şimdi Sen’in söz ettiğin o insanların yaşadığı topraklardayız, 600 senenin sonunda geriye ne kalmış görmek ve ibret almak için geldik buralara. Üstadım; sen az bile söylemişsin, buralar hâlâ hain dolu. O hainler tarafından tarumar edilmiş, tanınmaz hale gelmiş bu güzelim coğrafya. Müslümanlardan, Osmanlıdan geriye tek-tük eser kalmış. Hepsi o kadar. Heyhat! KARADAĞ Karadağ sınırında fazla beklemeden girdik içeriye. Coğrafya birden değişiverdi. İsmi üstünde Karadağ. Dağlık bir bölge. Adını yüksek dağlardan almış. O kadar hoş bir görüntüsü var ki; büyüleniyoruz. Dağın böğründe 50 kişilik koca bir otobüsle ağır ağır yol alırken, aşağıya baktığımızda başımız dönüyor. Dağların bittiği yerden metrelerce aşağıdan bir nehri akıyor. İbre nehri. Karadağ’ı Karadağ yapan, bu nehir olmalı. Cennet gibi bir coğrafya. Yol gidişli gelişli, nihayet bir cep bulduk ve hemen indik otobüsten ve o muhteşem güzellikleri ölümsüzleştiriverdik. Bütün grup üyeleri fotoğraf çekmek için yarışa girdiler. Ben de onlardan biriyim. Ben yoldan biraz daha yukarıya tırmanarak yaptım o işi. Arkadaşlar benim için endişelendiler elbet. “Hocam çok tehlikeli lütfen geriye dönünüz, daha yukarıya tırmanmayınız! Allah göstermesin ayağınız kayar, bir şey olur…” Ama ben dinlemedim onları. Çünkü Yörük, dağa nasıl tırmanacağını bilir. Çocuklar gibi şendik. Karadağ; Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Sırbistan ile komşu olan bir devlet. Ekonomik yönden oldukça geri kalmış. İtalyanca ’da Montenegro adıyla anılıyor. Nüfusu 700.000 civarında (2022). Benim şehrim olan Denizli’den küçük. Ama devlet…Nüfusunun %20’ si Müslümanmış. Kalanı Ortodoks Hristiyanlardan ve Katoliklerden oluşuyormuş. Tarih içinde, şamar oğlanı gibi gelen vurmuş giden vurmuş Karadağ’a. Kendisinin de duruşu belli olmadığı için, sahip çıkanlara da ihanet ettiğinden bir türlü ayağa kalkamamış. Eee, o kadar güzel ve alımlı olursan rahat mı bırakırlar insanı, bırakmamışlar zaten. O yüzden her gelen ile nikah masasına oturmuş, gönüllü veya gönülsüz. Sürekli eş değiştirmiş. İlk evliliğini, 1189 yılında Sırbistan ile yapmış, zamanla aralarında geçimsizlik başlamış. 1385’te Fatih Sultan Mehmet gelmiş Karadağ’a, çıkmış meydana o beyaz küheylanıyla, küheylanı arka ayaklarının üzerinde şaha kaldırmış, çekmiş kılıcını ve şöyle bir kendisini göstermiş; yakışıklı, genç bir delikanlı. Aynı zamanda İstanbul’un Fatihi, çağ kapatmış çağ açmış bir padişah. Fatih’in cazibesine dayanamamış Karadağ ve Devlet-i Âli Osmaniye’nin nikahı altına girivermiş. Birlikte oldukça mutlu olmuşlar. 600 sene sürmüş bu mutlu evlilik. Bu evliliğin devam etmesini istemeyenler, devamlı fırsat kollamışlar ve uzunca bir zaman sonra, Devlet-i Âli Osmaniye’nin yumuşak karnını keşfetmişler, Merhamet... Maraz doğmuş merhametten. Gel zaman git zaman, o koca imparatorluk parçalanıvermiş. Sonunda Osmanlı İmparatorluğu’ndan da boşanan (1990) Karadağ, bu sefer SSCB ile nikahlanmış, bir müddet sonra ondan da boşanmış ve 1992 yılında tekrar eski kocasına dönmüş. Böylece, hülle gerçekleşmiş ve Karadağ-Sırbistan birliği kurulmuş. O evlilik de dikiş tutmayınca (2006) yeni birini aramış ve bulmuş. Şimdilerde Birleşmiş Milletler ’in 192’nci eşi olarak hayatına devam etmekteymiş. Bize Allah mesut etsin demek düştü… İşte biz, o paramparça olan vücuttan geriye kalan bir şeyler var mıdır diye araştırmaya geldik Balkanlara. Ufak tefek bir şeyler bulduk elbet. Bulduklarımız otopsi için yeterli… Eğitim Karadağ, eğitim seviyesi yüksek olan bir bölge imiş Osmanlı zamanında. İslâm kültür ve medeniyetinin damgasını vurduğu bir bölge. 1570 tarihinde inşa edilen Hüseyin Paşa Camii, bu eserlerden biriymiş. Pljevlja’da (Taşlıca) inşa edilmiş. Karadağ’ın diğer şehirleri de İslam Kültürü açısından çok zenginmiş. Şairlerin, hattatların, âlimlerin yetiştiği bir bölge imiş Karadağ. 1840 yılında Karadağ’da yedi tane rüşdiye mektebi açılmış. Sadece Karadağ’da yedi tane rüşdiye açıldıysa diğer ülkelerde daha fazla olmalıdır. Nüfus yoğunluğu açısından düşünülürse. Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde okuma yazma bilenlerin sayısını %10,6 olarak gösterenlere ne demeli. Ne denecekse onu Kemal Karpat demiş zaten. “Osmanlı topraklarında okuma yazma bilenlerin oranı %59,7 dir.” Ottoman Population (Osmanlı Nüfusu 1830-1914) isimli kitabında yazmıştır bu bilgiyi. O kitabın okunması tavsiyemdir. Ama kastedilen Osmanlı sonrasında kurulan Cumhuriyetin ilk kuruluşundaki okuma yazma bilmeme oranı ise; o başka hesaptır. Balkanlarda şehid olanlar, Çanakkale’de şehit olanlar, Kurtuluş Savaşında şehit olanlar, Rus Cephesinde şehit olanlar, %59’un içinden gidenlerdir. Lise öğrencilerine kadar askere alınanlar %59’un içindekilerdir. Sadece, 23 Milyon km. kareden gelenler 780.000 km. kareye sıkıştırılmıştır. Gelmeyenler de vardır. %59’un bir bölümü de dışarıda kalmıştır. Bir gecede alfabe de değiştirilince herkes okuma yazma bilemez hale gelmiştir. Hesap doğru yapılmalı ve insanlar doğru bilgilendirilmelidir. Türk Dil Kurumu’nun başına Agop Martayan (Dilaçar)’ı getirirsen olacağı budur. Prof. Dr. Kemal Karpat kimdir: Kemal Karpat, Babadağ-Romanya doğumlu (1924–2019). İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Washington ve Rewington Üniversitelerinde siyasal ve sosyal bilimler üzerine master (yüksek lisans) ve doktora çalışması yapmış. Romanya'da tarih ihtisasının ardından Amerikan tarihi, Rus tarihi, Ortadoğu tarihi ve Osmanlı tarihi konularında çeşitli kurslara katılmıştır. 20 ülkede yayımlanmış 130 makalesi ve 16 kitabı bulunmaktadır. Amerika'daki Türk Araştırmaları Cemiyeti'nin kurucusu ve başkanıdır. Orta Asya Cemiyeti'nin (ACAS) kurucusu. Türk Tarih Kurumu’nun şeref üyesidir. Yurtdışında en çok ilgi gören eseri Ottoman Population adlı çalışmasıdır. Wisconsin University tarafından basılmıştır. TBMM Onur Ödülü sahibidir. 2019 Şubat’ında. Madison, Wisconsin’de rahmeti Rahman’a kavuşmuştur. Allah rahmet eylesin. Müslüman Katliamı Osmanlı Devleti’nin bölgeden çekilmesinden sonra Müslümanlara karşı soykırım başlamış. Cami, mescid, medrese, misafirhane, hamam gibi tarihi eserler tahrip edilmiş. Müslümanlar, evlerini terk edip Bosna, Sancak ve Arnavutluk’ta daha güvenli bölgelere yerleşmeye başlamışlar. 1878-1910 yıllarında Karadağ’da yaşayan Müslümanların %80’i göç etmiş, geriye kalanlar katledilmiş. Osmanlı döneminde Karadağ’ın muhtelif köy ve şehirlerinde 162 cami inşa edilmiş. Bu camilerin 88’i savaş, isyan, yangın ve depremden dolayı yıkılmış. Geriye kalanların çoğu da 1993 yılında Sırplar tarafından tahrip edilmiş. Günümüzde Karadağ 2006 yılında yapılan referandumla Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlığına kavuşan Karadağ’da günümüzde kültürel yönden çok güzel gelişmeler görülmeye başlanmış. Son yıllarda kırk cami yapılmış veya onarılmış. Bir kısmının da inşaatı devam etmekteymiş. Bu konuda Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) öncülük yapmaktaymış. Günümüzde Karadağ’ın nüfusunun %24’ü Müslümanmış. Balkanların En Büyük Külliyesi Adriyatik denizi kıyısındaki Bar şehri 1571 yılında II. Sultan Selim zamanında, Pertev Paşa tarafından fethedilmiş. O tarihte Bar kalesi içinde Osmanlı Padişahının ismini taşıyan ilk cami olan Selimiye inşa edilmiş. Selimiye Camii zamanla harabeye dönmüş, sadece temelleri kalmış. On dokuzuncu yüzyılda Fatima Ömerbaşiç tarafından vakfedilen arazi üzerine temelleri yeniden atılan Selimiye Camii ve külliyesi TİKA tarafından 30 Mayıs 2014 tarihinde hizmete sokulmuş. Camide iki bin kişi namaz kılabilmekteymiş. Külliyenin Kütüphanesi, Konferans salonu, misafirhanesi, restoranı, okuma ve tercüme odaları, gasilhanesi, çocuk bahçesi gibi sosyal hizmet veren bölümleri de bulunmaktaymış. İslam Kültür Merkezi, muhtelif yönleriyle sadece Bar’ın değil, bütün bölgenin her türlü dini ihtiyacına cevap verebilecek büyüklükte bir külliye imiş. Eşsiz güzellikte mimarisi, inşaat kalitesi, modern ekipman ve malzemeleri bakımından örnek bir yapıymış. Biz maalesef bu külliyeyi göremedik. Tembellik Yarışması Karadağ’da dünyada olmayan bir yarışma yapıyorlarmış. Garip bir yarışma. Tembellik yarışması. Zaruri ihtiyaçlar dışında, yataktan hiç çıkmadan uzun süre kalabilen kişi şampiyon oluyormuş. İnanmayacaksınız ama doğru; tembellik tavsiye edilen bir şeymiş Karadağ’da. Tembelliğin önemiyle ilgili tavsiyeler şöyle: 1- İnsan yorgun doğar, dinlenmek için yaşar. 2- Yatağını kendini öper gibi öp. 3- Geceleri uyumak için gündüzleri dinlen. 4- Çalışma; çalışmak öldürür. 5- Dinlenen birini gördüğünde ona yardım et! 6- Çalışabildiğinin en azını çalış, mümkünse işi başkasına yaptır (itele). 7- Gölgeler kurtuluştur, dinlenmekten kimse ölmez (Tarlada çalışanlar için). 8- Çalışmak ölüm getirir, çalışarak erken ölme. 9- Olur da çalışma isteğin gelirse, otur, bekle, göreceksin ki bu istek geçecek. 10- Yiyen birini görünce yanaş, çalışanı görünce uzaklaş, rahatsızlık verme. Osmanlı Devleti’nin hoşgörüsüne örnek olsun diye… 14 Şubat 1858’de toplanan Meclis-i Mahsûs’ta, Osmanlı Hükümeti aşağıdaki kararları almıştır. Hangi işgalci işgal ettiği devletle böyle bir antlaşma yapar varın siz karar verin: 1- Karadağlıların ve Karadağ reisinin (vladika) Osmanlı hâkimiyetini kayıtsız şartsız tanıması karşılığında kadim Karadağ’ın iç idaresi kendilerine bırakılacak. 2- Karadağ idaresini üzerine alan reisin Osmanlı Devleti’nin verdiği unvanı kullanması ve reisliğinin bir fermanla tasdik edilmesini kabul etmesi karşılığında, kendisine bir rütbe verilecek ve münasip miktarda bir maaş bağlanacak. 3- Karadağlıların eşkıyalık faaliyetlerine son vermesi karşılığında, onlara devletin her yerinde ticaret yapabilme ve her yere rahatlıkla seyahat edebilme hakkı tanınacak. 4- Karadağ halkı Karadağ’a sınır olan bölgelerde ziraata elverişli mirî arazi ve otlaklardan istifade edebilecek, bunun karşılığında sadece öşür verecek. 5- Mekteb-i Şahane, Karadağ’dan gelen çocuklara da açık olacak. Bunların karşılığında Karadağ metropolitliği Rum Patrikhanesi’ne tabi olacak. 6- Hersek’le İşkodra (İşbuzi-Nikşiç) yolu arasındaki yol daima emin ve açık olacak. 7- Karadağ’dan vergi alınmayacak, toplanması halinde yine Karadağ için harcanacak. 2 Mart 1858’de Ost Deutsche Post gazetesinde yayınlanan bir makalede Karadağ için “devlet denilen” ibaresi kullanılmış, Karadağ’ın Osmanlı Devleti’nin bir parçası ve Sultan’ın hükümranlığı altında olduğu açıkça deklare edilmiştir. Sonuç: Karadağ’da bir Müslümanlara ait eser bulmanız oldukça zor. Var olan eserler de yok edilince Karadağ Müslümanlar açısından çorak bir ülke haline gelmiş. TİKA Karadağ’ın imdada yetişmiş ve Karadağ’ı yeniden Müslümanlar açısından verimli hale getirmek için gayret etmekteymiş… Devam edecek

14 Eylül 2024 Cumartesi

MEVLİD KANDİLİ 2024

Sevgili okurlarım; 01.10.2020 tarihinde yazmışım bu yazıyı ha-ber.com daki köşemde. Tam 14 sene önce. Bazı tespitler de yapmışım o zaman. O tespitler maalesef aynen gerçekleşmiş. 14 senede olumlu bir adım atılamamış. Diyanet İşleri Başkanlığı ogün olduğu gibi bugün de sesi güzel mevlidhanlar bulmakla meşgul olmuş. Dini cemaatler, kanaat önderleri, din hizmetlileri kusura bakmasın ama şu cümleyi yazmak zorundayım. Kimse, çocuklarımız neden Deist oluyor diye sızlanmasın! Kendi insanına, gençliğine Peygamberini anlatamayan bir ülkede çocuklar ancak Deist olurlar veya Agnostik olurlar biraz daha akıllıları Ateist olurlar. Sen çocuklarına Peygamberini doğru dürüst anlatamazsan dindar nesil yetiştiremezsin? Allah aşkına, mevlid kandilinde sadece Süleyman Çelebi’nin şiirlerini okumakla, camilerden canlı mevlid konseri yayınlamakla çocuklara peygamber sevgisi aşılanabilir mi? Ayağı yere basan bir kandil programı hazırlamak o kadar zor mudur? Bir hafta önceden AVM ler dahil olmak üzere toplumun uğrak yerlerinde çocuklara ve gençlere yönelik etkinlikler düzenlenemez mi? Hz. İsa’nın doğumu için Avrupa ülkeleri bir ay önceden başlıyorlar etkinliklere. Diyanet’in 2022 yılında 137 bin 563’e ulaşan personelinin 133 bin 851’i müftülüklerde çalışıyor. Merkez teşkilattaki Diyanet personeli sayısı ise bin 752 ile ifade ediliyor. Dini ihtisas merkezlerinde 515, yurtdışı teşkilatlarında ise 520 Diyanet personeli görev yapıyor. Bunlar ne iş yaparlar Allah aşkına. Kocaman bir ordu. Peygamberini halkına anlatmaktan aciz kocaman bir ordu! Ayıptır günahtır. Ben o yazının virgülüne dahi dokunmadan aynen siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Okuyalım: KUTLU DOĞUM HAFTASININ ARDINDAN Hz. Peygamber bir taraftan herkesin kendi inandığı dinini, özgür bir şekilde yaşaması prensibini bir toplum olarak ilk defa uygulamış, yani dinleri serbest bırakmış, asla din düşmanlığı yapmamış, diğer taraftan da herkesi vatandaş sayarak devleti yönetmiş ve her vatandaşa hak, hukuk ve adalet götürmüştür. Hatta bu hususta daha açık bir ifade ile şöyle söyleyebiliriz: Hz. Peygamber’in kurduğu devlette ve İslâm bayrağının dalgalandığı her yerde Yahudi, Hristiyan, Müslüman ve müşrikler-ateistler vatandaşlık nimetini birlikte paylaşarak yaşamışlardır. İşte işin asıl bu tarafı Michael Hart’ı* çarpıcı bir şekilde etkilemiş ve bu sebeple de o, hem din ve hem dünyayı birlikte götüren, herkesi dininde serbest bırakmakla birlikte, devlette İslâm’ın sadece dini yönünü değil, bilimsel ve kazai kurallarını uygulayan Hz. Muhammed’i tüm tarih boyunca insanlığa en etkin hizmet götürenlerin en başına, birinci sırasına koymayı ilmi bir görev saymıştır. Biz Michael Hart’ın anladığı kadar Hz. Muhammed’i anlayamamışız maalesef: “Kutlu Doğum Haftası” ** çerçevesinde hazırlanan bir etkinliğe davet edildim. Bu hazırlık An der Urania Salonu’nda sahneye konulmuş. Ben salona girdiğimde saat tam 18.00 idi. Salon hostesleri karşıladı beni. Şık giyimli kızlardı bunlar. “Buyurun, size yerinizi gösterelim efendim…” Salona giriş ücretsizdi. Salonun dışında satış stantları da yoktu. Anlaşılan o ki amaç tamamen Peygamber’in doğum gününü kutlamak. Peygamber’i anlatmak, misyonunu anlatmak. Bu açıdan bakılınca organizeyi yapanları tebrik etmek gerekiyor. Programın başında ve sonunda iki kez sahne alan kız çocukları ilahiler söylediler. Bu kızlara sazlarıyla eşlik eden kızlar vardı. Başörtülü o kızlar gitar çalıyor, ud çalıyor, def çalıyor ve ney üflüyordu. Cami kürsülerinden yıllardır haram olduğu söylenen müzik aletlerini bugün başörtülü kızlar çalıyor. Bu güzelliği alkışlamamak mümkün mü? Öncelikle bu kızların ailelerini, bu aileleri ikna eden bay/bayan hocaları ve o kızların sahne almasına müsaade eden Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kıymetli görevlilerini kutluyorum. Neden kutluyorum; haramdır hükmüyle güzel sanatlardan uzaklaştırılan Müslümanları tekrar güzel sanatlarla buluşturdukları için. Allah’ın haram kılmadığı bir şey helaldir. Ya bilgisizlikten, ya yobazlıktan, ya da art niyetten kaynaklanan bir hükümdür müziğin yasaklanması. İşte bu yasağın uydurma bir yasak olduğu fiili olarak ilan edildi bu gecede. Onun için kutluyorum. Zaman iki saat olarak belirlendi başta. Bu açıdan olsa gerek, selamlama konuşmaları olması gerektiği gibi kısa oldu. DİTİB yetkilileri uzun uzun teşkilatlarını ve yaptıkları hizmetleri anlatmadılar. Kur’an tilaveti doyurucu oldu, aynı zamanda Almanca ve Türkçe tercümelerin sinevizyonla yansıtılması da iyi düşünülmüştü. İlahiler de arabesk formatında değil asli formatında okundu. Salonun dışında misafirlere takdim edilen 40 ayet seçiminden dolayı yetkilileri tebrik ediyorum. T.C. Berlin Başkonsolos’u Sayın Ahmet Başar Şen, İslâm’ın Almanya’nın bir parçası olduğunu, kutlu doğum haftalarının burada yapılıyor olmasından da bunun anlaşılması gerektiğini söyleyerek, bu saatten sonra Almanya’da İslâmofobi üretmenin anlamsız olduğuna vurgu yaptı ve mesajını en güzel şekilde verdi. Bu siyasi bir mesajdı. Konuklar, dini mesajın, Din Ataşesi Sayın Bilal Öztürk’ten veya Essen Din Hizmetleri Ataşesi ve DİTİB genel Sekreteri Sayın Suat Okuyan’dan gelmesini bekledi ama o bekledikleri mesajı alamadı. Hatibin konuşması sırasında salonun boşalmasından bu durum anlaşılıyordu. Programın sonuna konulan hediye çekilişi de olmasa hatip ortada kalacaktı sanki. Bu sıkıntıyı anlayan organizatörler, hazırlanan VTR’ yi yarıda kesmeyi akledebildiler. Programın geneline baktığımızda bazı eksikliklerin olduğunu görmezden gelmemiz mümkün değildir: Salon dolu değildi, kadınlar çoğunluktaydı. Organizasyonu Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) yapmış. Berlin gibi 300.000 Türkiye’li Müslümanın yaşadığı bir şehirde 850 kişilik salonun doldurulamaması manidardır. Yapılan programın adı “Kutlu Doğum Haftası” dır. Müslümanlar Peygamber’lerini çok severler, o sevgili Peygamber’in doğum gününün kutlandığı bir salon doldurulamıyorsa eksiklik programı organize edenlerindir diyebiliriz. Ya yeteri kadar duyuru yapılmadı, ya Müslümanlar yapılan programların doyurucu olmadığına geçmiş senelerden edindikleri tecrübelere dayanarak gelmediler, ya da Müslümanlar Peygamber de olsa kendi değerlerine yabancılaşmaya başladılar. Sonuncusu vahim. Bu durumda en fazla 10 sene sonra Berlin’de Müslümanların ruhuna Fatiha okumak gerekecek demektir ki; düşüncesi bile ürkütücü. İlahilerin dışında programda şu çok güzeldi diyebileceğimiz bir bölüm yoktu. VTR hazırlanmış, içerik açısından bakıldığında, verilen onca paraya çok yazık olmuş demekle yetinmek daha doğru olacaktır. İçi boş olsa da profesyonelce hazırlanmış bir VTR ‘nin ucuz bir şey olmaması gerekir. Sunucu daha ehil birisi olabilirdi, programın akışının canlı tutulması açısından uygun düşerdi, herhalde bulunamamış olmalı. Seçilen konu “Din ve Samimiyet”. Hz. Muhammed’in doğum gününde Hz. Muhammed’in anlatılması gerekmez miydi? Çocukluğundan başlayarak, gençliği, peygamberliği, evliliği, Mekke Dönemi, Medine Dönemi, Hicretleri, savaşları v.b. Müslümanlar yüz sefer de dinleseler peygamberlerini yüz birinci sefer yine dinlemek isterler. Onunla beraber olmak isterler, onun yaptığı güzel uygulamaları birebir hayatlarına geçirmek isterler çünkü… Senede bir düzenlenen ve ayrı ayrı konuların işlendiği kutlamanın anlamı olmaz, makbul da olmaz. Salonun tam dolmaması gelenlerin de salonu erken terk etmesi bu yanlış konu seçiminden de olabilir. Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine geçen sene gelen bu sene gelmemiştir. Bu sene gelen seneye gelmeyecektir. Ayrı ayrı konularda ısrar etmenin anlamı yoktur. Kutlu Doğum Haftası demek, bir hafta sürecek bir kutlama demektir, halkımız böyle anlıyor. İki saatte bitecek bir programın adına kutlu doğum haftası denilmez. İçinde bulunduğumuz toplumda buna benzer kutlamalar aylar öncesinden başlıyor, en azından onlar örnek alınarak uygulama zenginleştirilebilirdi. Ya adını değiştirmek lazım bu kutlamaların, ya da bir haftaya dağıtarak değişik etkinliklerle kutlanmalıdır. Eğer bunlar yapılamayacaksa, eskisi gibi mevlit kandilinde kalınmalıdır. Günün hatibi, sahneye çıktı. Yaklaşık 45 dakika konuştu. Ama konuşmanın içinde Hz. Muhammed yoktu. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen peygamberlerin neredeyse tamamı konuşmanın içinde vardı. Ama Hz. Muhammed’e bir türlü gelinemedi. Sadece miraçla ilgili iki cümleyle Hz. Muhammed anlatıldı kendi doğum gününde. Bir de şuna dikkat etmek gerekiyor; bu gibi etkinliklerde vaaz etme yerine, kıssalar anlatma yerine Peygamberimiz’in misyonuna uygun mesajlar vermek gerekiyor. Hele Hristiyan bir ülkede yaşayan bizlere Peygamberimiz’in vereceği çok önemli mesajlar olmalıdır. Bu mesajlar Müslümanlara yön verecektir. Hocalar konuya bu şekilde yaklaşacaksa, bu gibi etkinliklerde hocaların konuşması programların şartlarından olmamalı. İyi hazırlanmış bir metin tiyatro sanatçılarından birinin eline verilmeli ve ona okutturulmalıdır. Metne uygun ve Kutlu Doğuma uygun giysiler içinde ne de güzel olur. Mesela Çetin Tekindor. Hazırlanan VTR’ler de Peygamber’in hayatından kesitler olmalıdır, misyonuna uygun kesitler. Böyle bir uygulama oldukça etkileyici olacaktır. Din Hizmetleri Ataşeleri Müslümanlar açısından önemli gün ve gecelerde resmi kıyafetler giymeliler, cübbe ve sarık mutlaka olmalı. O koltuk resmi olarak Peygamber koltuğudur. O koltuğun bir ağırlığı vardır. O ağırlık korunmalıdır. Kravat ve takım elbiseyle o koltuk doldurulamıyor maalesef. Ben resmi toplantılara resmi kıyafetin dışında bir giysiyle gelen Hristiyan din görevlisi görmedim bugüne kadar. Din Ataşesi mesajını Kur’an okuyarak ve o okuduğu Kur’an’ı anlamlandırarak verebilir, bu anlaşılır bir şeydir, ama kaside okuyarak veremez, kasideyi çok güzel de okusa bu böyledir. Öte yandan, Diyanet işleri Başkanlığı Berlin Din Hizmetleri Ataşesinin yapacağı etkinlik bir cami görevlisinin yapacağı etkinlikten farklı olmalıdır. Din Hizmetleri Ataşesi’nin hazırlayacağı etkinlikte Alman davetliler de olmalıdır. Kilisesinden bürokratlarına ve sanat erbabına varıncaya kadar her kesimden insan davet edilmelidir Ataşenin organize ettiği etkinliğe. Ve orada sadece Hz. Muhammed ve O’nun misyonu anlatılmalıdır. Kendimiz çalıp kendimiz oynayacaksak, bu organizeyi Din Hizmetleri Ataşesinin yapmasına gerek yoktur, bunun için salon tutmaya da gerek yoktur, camiler bu işi zaten yapıyor. Hem de daha güzelini yapıyor.*** ……………………………………………… * Dünya tarihine yön veren en etkin 100 ismin başına Hz. Muhammed’i koyan Amerikalı bir bilim adamıdır Michael Hart. Bu sıralamanın birincisi ilan ettiği Hz. Muhammed (s) ile ilgili kısaca şu açıklamada bulunmaktadır: “İslam peygamberi; Arabistan fatihidir. Birçok kişi Muhammed’i şaşırtıcı bir tercih olarak görebilir, fakat laik bir tarihçi perspektifiyle o hem kitleleri etkileyen bir din adamı hem de askeri-politik lider olması bakımından eşsizdir.” ** 1989 yılına kadar ülkemizde Hz. Peygamber’in doğumu, Kameri Takvime göre Rebi’ül Evvel ayının 12. gecesinde camilerde mevlit, Cuma günü de hutbe okunarak ve vaazlarda halkımıza anlatılarak Mevlid Kandili adı altında kutlanmıştır. İlk defa Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1989 yılında Kameri Takvim, 1994 yılından itibaren de, Peygamberimiz’in Miladi doğum günü olan 20 Nisan tarihi esas alınarak “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri yapılmaya başlanmıştır. Bu çerçevede bütün il ve ilçelerde değişik konularda panel ve konferanslar düzenlenmiş, 1994 yılından itibaren de hafta içerisinde sempozyum düzenlenmeye başlanmıştır. Bu kutlamaların Hz. Peygamber’i tanıma ve anlama bakımından çok büyük bir önemi vardır. Fakat bazı Müslümanların bu konuda da aşırı giderek Hz. Peygamber’i diğer peygamberlerden üstün tutmak gibi bir yola girdikleri de gözden kaçmamaktadır. Halbuki Kuran’da müminlerin “Biz onun peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız. Ey Rabbimiz, işittik ve itaat ettik, affını isteriz ve dönüş ancak sanadır, dedikleri, zikredilmektedir. (Bakara 285). *** Peygamberin Kutlu Doğum Haftasında sponsorlar Peygamber’den öne geçmemelidir. Kendilerinin Peygamberin önüne geçmelerini sponsor olan kişiler de istemez…

16 Temmuz 2024 Salı

BALKANLAR GEZİSİ (VIII) BOSNA- HERSEK (III) -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024-

“Sayın komutan…İstediğiniz kadar dağlara haç dikin. Gökyüzüne her baktığınızda çaresizce hilali ve yıldızları göreceksiniz.’’ Rüştü KAM Avrupa’nın ortasında, dünyanın gözü önünde yapılan Boşnak Soykırımı’na tüm dünya kör olmuş ve yapılan bu soykırımı görmezden gelmişti (1992). O yıllarda sadece Türkiye ve birkaç ülke yaşanan bu vahşete sesini yükseltmişti. Efsane Lider, Büyük Komutan, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, bir yandan elindeki sınırlı imkanlarla ülkesini ayakta tutmaya çalışırken öbür taraftan da İslam’ın bayrağını yere düşürmemek için büyük çaba sarf ediyordu. Gözü dönmüş Sırplar ve Hırvatlar, yaşlı-çocuk-kadın demeden önlerine gelen Boşnağı hunharca katlediyordu. Hatta bu vahşeti o derece ileriye götürmüşlerdi ki; Saraybosna’yı çevreleyen tepelerden keskin nişancı (sniper) silahlarıyla sivil Boşnakları da birer birer avlıyorlardı. Ayrıca, İslâm adına ne varsa hepsini yakıp yıkıyorlardı; köprüler, camiler, hanlar, hamamlar …hepsini. Asıl gayeleri, Avrupa’dan sadece Boşnakları yok etmek değil Boşnak adı altında İslâm’ı da yok etmekti. Bu örneklerden birisi Mostar köprüsüdür. Üç gün süreyle 54 tane top mermisi ile canlı yayında, dünyaya göstere göstere Hırvatların yıktığı köprü. Bosna Hersek’teki en önemli Osmanlı eserlerinden biri olan Mostar Köprüsü. Hırvatlarla, Müslümanların yaşadığı bölgeleri birbirine bağlayan köprü. İslâm mimarisinin en dikkat çekici yapılarından biri olan ve Boşnakça’da “Stari Most” olarak isimlendirilen Mostar Köprüsü. Dünya mimarlık anıtları listesinde yer alan ve şehre tek başına mimari bir değer katan köprü. Mimar Hayrettin’in köprüsü (1566). Mimar Sinan’ın talebesi Hayrettin’in. İki ismi birleştirerek çocuklarımıza isim olarak koyduğumuz iki mimarın; Sinan ve Hayrettin’in köprüsü. Biz şimdi Mostar’dayız. 427 sene ayakta kalarak; dil, din ve ırk ayırımı yapmadan bütün insanları sırtında taşıyan o vefakâr ve de cefakâr köprüye selam vermeye geldik. Şehrin girişinde hemen mezarlığın yanında indik otobüsten. İki saat burada kalacakmışız. Otobüsten indiğimiz yer buluşma yerimiz olacakmış. Arnavut kaldırımlı o daracık yollar bizleri köprüye ulaştıracakmış. Sağ tarafta Türk Konsolosluğu var, Ay yıldızlı bayrağımız dalgalanıyor. Selamlıyoruz bayrağımızı, o da bizi. Yol boyunca, hediyelik eşya satan alışveriş yerleri sıra sıra dizilmiş, müşterisini bekliyorlar. Mostar’da her milletten insan var. Çok kültürlü bir şehir havasında. Sokak cıvıl cıvıl. Onlar da köprüyü görmeye gelmiş olmalılar. Mostar Köprüsü karşıdan göründü. Yay gibi gerilmiş, her an düşmanına okunu salacakmış gibi hazır vaziyette öylece duruyor orada, mükemmel bir eser. Değil 54 topla 154 topla da yıksanız ben yine ayağa kalkar selamlarım ziyaretçilerimi der gibi. Gururlanıyor elbet. Haksız da değil. Bu insanlar dünyanın her bir tarafından sadece onu görmeye gelmişler. Az şey midir bu? Yokuşun başındayız. Aramızda mesafe var, selamlaştık, biraz sonra köprü ile el sıkışacağız ve başından geçenleri anlatacak bize lisan-ı haliyle. Şimdi fotoğraf çekilme zamanı. Sağ tarafta bir duvar var, insanlar nehre uçmasınlar diye yapılmış olmalı. En güzel fotoğraf o duvarın üzerinde çekilirmiş. Boydan boya dizildik duvarın üstüne. Arkası uçurum. Hafif bir sendelemede düşebiliriz. Bu fotoğraf, Mostar Köprüsü’nün önünde çekilen anlamlı bir hatıra fotoğrafı oldu. Duvarın üzerinden inerken Recai’nin sırtına elimi koyarak inmek istedim ve elimi omuzuna koydum, koydum koymasına da o benden böyle bir hareket beklemediğinden hazırlıksız yakalandı ve ayağının üzerine düştü. Ayağı zedelendi. Acı çektiği belli oluyordu. Doktora gidelim teklifimi her defasında reddetti. “Hocam bir şey olmaz, bir iki gün sonra geçer.” Üzüldüm tabi… İki gün acı çekerek öylece dolaştı. Köprüye doğru yürürken el ele tutuştuk, çocuklar gibi şendik. Ayrı bir havaya girdik. Heyecanlıydık. Medeniyet düşmanı Hırvatların yıktığı (8 Kasım 1993) köprüyle el ele kol kolaydık. Ne büyük saadet. UNESCO ve Bosna-Hersek Devleti’nin çalışmaları sonucunda Türkiye Devleti tarafından aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş (23 Temmuz 2004). Yıllar Aliya’yı haklı çıkarmıştır. Köprü yeniden inşa edilmiştir. Yine Türkler tarafından inşa edilmiştir. “Yukarıdaki ay ve yıldız orada durduğu sürece siz, bizi yok edemezsiniz.” Başladık köprüye doğru tırmanmaya, tam ortasına geldik. O deve hörgücü gibi olan tümsek yerdeyiz. Hasretle kucaklaştık. Aşağıya bir baktım ki, göz yaşları sel olmuş akıyor. Hasret çekmek kolay değildir. Kavuşunca da göz yaşlarınız sel olur akar. Neretva Nehri’ni seyrediyoruz. Blagay ’da kendisine Buna Nehri’nin de katıldığı Neretva Nehri’ni. Nehrin rengi bizi bizden almaya yetiyor da artıyor. Berrak. Masmavi. Altındaki taşları teker teker saymak mümkün. Fotoğraf çekiliyoruz. Müthiş bir heyecan. Yıllardan beri resimlerde, haberlerde gördüğümüz o tarihi köprünün üzerindeyiz. Kavuşmanın verdiği heyecandan, sevinçten, kollarını makas gibi açarak avazının çıktığı kadar bağıranlarımız da var. Fatma Mıdık var yanımda. Fatma Mıdık hakikatli bir kızdır. Türk Eğitim Derneği’nin düzenlediği kültür gezilerinin çoğuna katılmıştır. Dünyayı gezmek dolaşmak isteyen ve gittiği yerden de bol bol alış-veriş yapan Fatma Mıdık. Aynı zamanda cömerttir. Sineğin yağını hesap edenlerden değildir. Mevlâ’m ayağına taş değdirmesin. Türk bir yere ayak basınca çığlık olur yükselir. Her yerde yükselir. Bazen minare olur yükselir, bazen kervansaray olur yükselir, bazen hamam olur yükselir, bazen de çarşı. Burada da köprü olmuş yükselmiş o çığlık. Mostar Köprüsü. Dünyada başka bir benzeri olmayan köprü. İşte biz tam da o köprünün hörgücünün üzerindeyiz. Tüm güzellikler onun etrafında toplanmış. O, orada olduğu için her şey güzel görünür olmuş. Mostar Köprüsü üzerinde merdivenler var. Atların ve insanların rahat bir şekilde çıkıp inebilmeleri için yapılmış bu merdivenler. 99 adetmiş. Merdivenin, Allah’ın 99 ismini temsil ettiği bilgisi bizler için çok değerli. Çünkü Mostar biziz. Biz Mostar’ız. Köprünün her taşı, bölgede okunan her ezan biziz. İçilen kahvenin her zerresi biziz. Edilen her dua biziz. Nehirden akan suyun her dalgası biziz… Yürüyerek, köprünün ayaklarına kadar indik. Yol üzerinde sağlı sollu dükkanlar var yine. Ellerine külahta dondurma alanlarımıza ne dersiniz. Eşler ve sevgililer ellerini, birbirinin kollarının içinden geçirerek birbirlerine ikramda bile bulunuyorlar. Mesele dondurma yemek değil o havayı teneffüs etmek. Sevgilinize Mostar Köprüsü’nün ayaklarında dondurma ikram ediyorsunuz…! Belki de tekrarı olmayacak… Ne kadar güzel ve ne kadar da anlamlı bir ikram. Köprünün sol tarafında II. Selim’e nisbet edilen minaresiz bir mescid var. 1878’e kadar müezzin beş vakit ezanı, vakti geldiğinde köprünün ortasına gelir ve orada okurmuş. Hırvatlar köprüyü bunun niçin yıkmış olmasınlar? Ayrıca Mostar Köprüsü, Osmanlılar zamanından beri gençlerin nehre atlayarak cesaretlerini gösterdikleri bir mekân olmuş, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu âdet bir spor türüne dönüşmüş. Böylece bir gelenek oluşmuş Mostar’da. Evlenecek genç erkekler erkekliklerini ispat etmek için kendilerini köprüden aşağıya bırakırlarmış. Orada bir genç vardı. Bize atlayışı göstermek istiyordu. Bunun için herkesten para topluyor. 100 Euro toplayınca dalışı gerçekleştirecekmiş. Orada uzun süre bekledik o dalışı görmek için. Ama göremedik. 100 Euro’yu toplayamadı mı yoksa gayesi atlamak değil de para toplamak mıydı onu anlayamadık. Verdiğimiz parayı da almadan oradan ayrıldık. Köprüden büyük övgüyle söz eden Evliya Çelebi, o güne kadar on altı ülke gezdiğini, böyle yüksek bir köprü görmediğini belirtmiş eserinde. Köprü hakkındaki değerlendirmelerden birini de Ekrem Hakkı Ayverdi yapmış: “Bu köprü mimari dehânın terkibiyle taştan yapılmış değil de muhayyilenin cisim halini almasıyla meydana gelmiştir. Efsanevî bir mâna ve ruh kazanmıştır” (Avrupa’da Osmanlı Mimârî Eserleri II, III, 260). Köprünün, yeniden inşasında orijinal yapısına sadık kalmak için çok emek harcanmış. Dalgıçlar köprünün taşlarına ulaşmışlar. Sonra da bu taşlar örnek alınarak, taş ocağında yenileri üretilmiş. 23 Temmuz 2004 tarihinde de görkemli bir törenle yeniden kullanıma açılmış. Hum Tepesine Haç Mostar’a hâkim bir noktaya, Hum Dağı’nın tepesine 2000 yılında 33 metre yüksekliğinde bir haç dikilmiş. Gece de ışıklandırılırmış. Bir kilisenin çan kulesine veya kenarına dikilirse haç, anlaşılabilir bir şeydir. Oraya dağın tepesine dikilirse haç, bu tamamen kışkırtmak için dikilmiştir. Müslümanlar da öbür dağın tepesine minare mi diksinler yani. Mostar şehrinin Hırvat komutanı niyetini açık etmiş Aliya’ya. Cevabını da almış: Hırvat komutan Aliya İzzetbegoviç’e, tehdit havasında dağın tepesine dikilen devasa büyüklükteki haç’ı göstererek; “Aliya, görüyorsun biz haç’ımızı dağın tepesine diktik. Artık, sizin hilâlinizden daha yukarıda bir haçımız var. Bunu kaldırmaya gücünüz yeter mi?” diye imalı bir soru sorar. Aliya İzzetbegoviç gülümseyerek; “Hele, gün geceye dönsün de tekrar görüşelim” der. Akşam karanlığı basınca, Hırvat Komutanı dışarıya davet eder Aliya ve şahadet parmağıyla işaret ederek, daha sonra Bosna’da efsaneleşecek olan ve tüylerimizi diken diken eden şu sözü söyler: “Sayın komutan, şimdi sen de kafanı kaldır da semaya bakıver! Şu hilâli ve yıldızları görüyor musunuz? Senin onları yok etmeye gücün yeter mi? Ne kadar yükseklere dikerseniz dikin haçınızı, onları geçemezsiniz ve asla onları oradan da indiremezsiniz. Onlar semada durduğu müddetçe biz varlığımızı inşallah devam ettireceğiz. İstediğiniz kadar dağlara haç dikin. Gökyüzüne her baktığınızda çaresizce hilali ve yıldızları göreceksiniz.’’ POÇİTEL Mostar’dan ayrıldık. Eski bir Osmanlı yerleşim merkezi olan Poçitel Köyü’ne doğru yol alıyoruz. 1471 yılında Osmanlı topraklarına katılan Poçitel 427 yıl boyunca bölgenin önemli şehirlerinden biri olmuş. Poçitel Köyü 1990’lı yıllardaki savaşta büyük hasar almış. Tarihi yapılarıyla ve hala “biz kokan” eserleriyle Poçitel Köyü orada duruyor. Köye vardığımızda akşam olmuştu. Karanlık çökmek üzereydi. Sokakları bir başka güzel, evleri de bir başka güzel buranın da. Kaleye çıkmak istiyoruz. Yokuş yukarı çıkıyoruz. Biraz ilerledikten sonra bir camiye denk geldik. Maalesef bu cami de yaşanan savaşta topçu ateşiyle minaresi ve kubbesi hasar gören camilerdenmiş. Vurmadıkları cami yok zaten! Lanet ediyorsunuz bu haysiyet ve namus düşmanlarına. Savaşın bile onuru, şerefi olur. Kutsal yerleri bombalamak, kadınları, çocukları öldürmek hangi dinde, hangi inançta var! İçeriye giremedik. Sadece Cuma namazı kılınıyormuş o camide. Camiden yukarıya söylene söylene tırmandık ve kaleye çıktık. Maşallah genç ihtiyar o gece vaktinde hepimiz kaledeydik. Ne güzel hatıralar bırakmış önden gidenler. Milyonlarca para dökerek elde edilemeyen huzuru, yüzlerce yıl önce kurulmuş ve aslını korumayı başarabilmiş dağ başındaki evlerde, sokaklarda, camilerde, kalelerde buluyoruz. Sokaklar bizi, bir başka sokağa ve bambaşka bir dünyaya götürüyor. Yalanın, riyanın, sahtenin olmadığı sokaklara… Olanları düşünmek ve biraz tefekkür etmek yeterli aslında... Poçitel Eski bir Osmanlı köyü imiş. Mostar’ın 35 km güneyinde, Neretva Nehri’nin doğu yakasında bir tepenin eteğinde kurulmuş. Köydeki yapılar, çatıları da dahil olmak üzere tümüyle taştan inşa edilmiş. Neretva Nehri kenarından köye bakıldığında tepedeki kaleden başka Saat Kulesi, Han, Şişman İbrahim Paşa Medresesi ve Şişman İbrahim Paşa Camii hemen göze çarpan Osmanlı yapıları. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde de övgüyle bahsedilen Poçitel, Osmanlı tarzı cumbalı evleri, camii, hamamı, imareti ve taş patika yollarıyla şair ve ressamlara da ilham kaynağı olan bir köy olarak UNESCO Kültür Mirası listesinde yerini almış. Hersek bölgesinin hayat kaynağı olan “Neretva’nın hemen yanında bulunan Poçitel, aslında Osmanlıların sınır kasabasıymış. Poçitel, Osmanlı’nın batıdaki en büyük rakiplerinden olan Venediklilere bağlı Dubrovnik ile sınır komşusuymuş. Osmanlılar Poçitel’i, aynı Mostar gibi, Avrupa ülkelerine gücünü göstermek için oldukça görkemli bir şekilde inşa etmiş. Büyük, güçlü ve içinde her türlü yaşam alanlarının bulunması sebebiyle Poçitel, benzersiz bir sınır karakoluymuş. Âdem’in Yeri Poçitel’de hizmet veren bir de Türk restoranı bulunmaktadır. Âdem’in Yeri. Âdem ve hanımı ile konuştuk. Acıklı, yüreklerimizi dağlayan, hüzün dolu bir de hikayesi var Âdem’in: Savaş başladığında 13 yaşındaymış. Sırplar evlerini basmışlar. Ailesinin bütün fertlerini öldürmüşler. Âdem de silahını ateşlemiş ve bir Sırp askerini öldürmüş. Alıp götürmüşler karargâha Âdem’i ve orada sorgulamaya başlamışlar: “Hangi elinle ateşledin silahı?” Âdem de sağ elini göstermiş. O elini kesmişler, sonra da ‘Bu ders sana yaşadığın sürece ibret olsun.’ demişler ve öylece salıvermişler sokağa... Yani şimdi Âdem anlatırken bile tüylerimiz diken diken oldu, gözlerimiz doldu. Vahşetin bu kadarına dayanmak oldukça zor. Âdem aslında bu konuları konuşmak istemiyor. Biz rica etmiştik. Hatta evinden çağırttık hanımına. Keşke çağırmasaydık ve Âdemin o hatıralarını tekrar hatırlatmasaydık… Bizler vakitlice gidemedik Poçitel Köyüne. Sizler vakitlice gidin de Âdem’in yerinde yemek yiyin, ona destek olun. Sadece yemek yiyin… Konaklama yerimiz Hırvatistan kapısına yakın bir yerde. Ama Bosna Hersek topraklarında. Sl.Industry Hotel. Trebinye (Trebinje) kasabasında. Otele yerleşip yemeğimizi de yedikten sonra yürüyüşe çıktık. Cengiz ve Ekrem ile. Küçük bir kasaba Trebinje. Ama şirin. Yeşili bol. Ekrem dönüşte marketten Bosna kahvesi aldı. Sekiz kez öğütülen kahve. Bir paketini de bana verdi. Saygılı gençtir Ekrem. Nereden baksanız elimde büyümüş sayılır. Aynı mahallenin insanıyız. Teşekkür ederim Ekrem. Devam edecek

15 TEMMUZ 2024

15 TEMMUZ; HAİNLERİN DARBE YAPTIĞI TARİH Rüştü KAM Ha-ber.com 2024 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Anma Töreni’ne davet edildim. Katılabileceğimi belirttim ve verilen saatte büyükelçilik salonunda hazır bulundum. Kalabalık bir katılımcı kitlesi vardı. Alışılageldiğimiz simaların dışında yeni yüzler davet edilmiş besbelli. Devlet, adını aldığı kitleyle, cumhur ile kucaklaşmış. Güzel de olmuş. Ama gözlerim yine de büyük dernek olarak kendilerini adlandıran dernek başkanlarını aradı. Toplantıya temsilci göndermekle görevlerini yaptıklarını saymış olabilirler mi? Onu bilemiyorum. Bildiğim şey 15 Temmuz gibi önemli bir lanetleme gününde orada olmamaları hoş değildi. Programdan birkaç gün önce bazı dernek başkanlarıyla programa katılıp katılmama konusunda istişare ettik. Varılan sonuç; “artık 15 Temmuz anlamını yitirdi” şeklindeydi. 1980 Darbesi ile 15 Temmuz’un arasındaki farkı soranlar bile oldu. “Darbe ise o da darbe. 15 Temmuz lanetleniyor da 1980 darbesi niçin lanetlenmiyor?” Yetkililerden bu sorulara cevap beklemek vatandaşın hakkı olsa grektir. Salonu dolduran davetliler, o toplantıdan, heybelerine hatırı sayılır bilgiler doldurmak için gelmişlerdir mutlaka. Ne yazık ki; o gece, Büyükelçi Ahmet Başar Şen’in konuşmasının dışında ciddi denecek bir bilgiden söz etmek mümkün değildi. Mesela, ne anlattığı belli olmayan bir film gösterildi. İçi bomboş. İletişim Başkanlığı tarafından hazırlanmış. Yazık hem de çok yazık. Oraya bir yorum koy. Vurucu sahneleri yorumla. Bir şey yap… Koskoca İletişim Başkanlığı fare doğurdu o gece. O resimlerin daha güzelini televizyonlardan izliyor vatandaş zaten. Onu vatandaşın önüne getirmenin anlamı nedir? O salon devletin özelinin servis edileceği yerdir. Vatandaş dışarıda alamadığı bazı bilgileri oradan alıp gitmelidir. Almanlar için o resimleri koyduk denilse orada bir tane bile Alman yok idi. Sinema endüstrisini kullanmadan kendimizi dünyaya nasıl anlatacağız? Allah aşkına 15 Temmuz'dan bu yana geçen sekiz senede kaç adet uluslararası kalitede, dünya pazarında kendisine şans bulabilecek belgesel çekilmiştir? Belediyelerimiz 'demokrasi nöbeti katılım beratı' dağıtacaklarına, “kontrollü darbe” söylemleriyle algı oluşturacaklarına, hiç olmazsa kendi bölgelerinde böyle işlere kafa yorsalar olmaz mı? Mesela İsmail Kılıçaslan’ın da dediği gibi; “Kültür Bakanlığının, Başbakanlığın ya da Cumhurbaşkanlığının toplantı odalarında 'çok yüksek bütçeli ve dünyada 100 ülkede gösterime girmesi planlanan bir 15 Temmuz filmini mutlaka hayata geçirmeliyiz' şeklinde bir cümle kurulmuş mudur? Böyle bir cümle kurulduysa sekiz seneden beri gereğinin yapılması için neler yapılmıştır.” Bir tarafta Yurt Dışı Türkler Başkanlığı, bir tarafta Yunus Emre Enstitüsü, öbür tarafta Kültür Müşavirliği, Eğitim Müşavirliği, Din Hizmetleri Müşavirliği…Koca koca isimler. Ortada bir şey yok. Sivil Toplum Kuruluşları (STK) da kendi havalarında. Kaç tane STK 15 Temmuz ile ilgili bilgilendirme toplantısı düzenledi 15 Temmuz’dan önce derneğinde. Etmeyin eylemeyin, sadece 15 Temmuz’da hamasi nutuklar atmakla yürümez bu işler. Birileri algı oluşturmak için olanca gücü ile çalışma yaparken, temcit pilavı gibi ikide bir “kontrollü darbeyi” sofraya getirirken, diğerleri yan gelip yatarsa, sadece yatmış olur…Yatın bakalım. Karpuz yata yata büyürmüş… Günün mana ve ehemmiyetini anlatan iyi formüle edilmiş konuşmayı, Büyükelçi Ahmet Başar Şen’in konuşmasını siz okuyucularımla paylaşmak istedim: “Değerli Vatandaşlarımız, Kıymetli Basın Mensupları, Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Anma Töreni vesilesiyle Siz değerli konuklarımızla bugün Büyükelçiliğimizde biraraya gelmekten memnuniyet duyuyoruz. Hepinizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum. Hoşgeldiniz. Değerli Konuklar, Hain 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden sekiz yıl geçti. Terör örgütü FETÖ tarafından planlanan ve tatbik edilen; 251 vatandaşımızın şehadetine ve iki binden fazla vatandaşımızın yaralanmasına sebep olan bu elim olay hafızalarımızdaki acı hatırasını hala koruyor. 15 Temmuz şehitlerimizi, Demokrasi Kahramanlarımızı, Milli Birlik Kahramanlarımızı bir kez daha rahmet ve minnetle anıyor, gazilerimizi ve bu mücadelede yeralan tüm vatandaşlarımızı yürekten selamlıyorum. Değerli Misafirler, Terör örgütünün ordumuza sızdırılmış mensupları tarafından, emir komuta zinciri dışına çıkılmak suretiyle yapılan 15 Temmuz hain darbe teşebbüsü FETÖ’nün devletimizin bekasına karşı oluşturduğu tehlikeyi açıkça ortaya koymuştur. Bu tehlikenin bertaraf edilmesinde en büyük katkıyı şüphesiz Türk halkı yapmıştır. İnsanımız kendi iradesi üzerinde güç tanımadığını, devletini ve demokratik kazanımlarını korumak için hayatını feda etmeye hazır olduğunu açıkça göstermiştir. 15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan darbe girişimi, aziz milletimizin ve canlarını hiçe sayan kahraman güvenlik güçlerimizin onurlu direnişi ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliği sayesinde bozguna uğratılmıştır. 15 Temmuz gecesinde, toplumumuzun tüm kesimleri, farklılıkları bir yana koyarak tek bir amaç etrafında, ülkesine, bayrağına, demokrasisine sahip çıkmak için birleşmiştir. Vatandaşlarımız, milli irademizin timsali TBMM’yi bombalayan, kahraman Mehmetçiğimizin üniformasına bürünen teröristlere karşı koymuştur. Demokrasimize, milletimize, milli iradeye ve Gazi Meclisimize yönelik hain darbe girişiminde bulunanlara en kuvvetli yanıtı vermiştir. 15 Temmuz gecesi canları pahasına vatan müdafaası yapan aziz milletimiz ve kahraman güvenlik güçlerimiz 15 Temmuz destanın tarihe altın harflerle yazdırmıştır. Demokrasinin Zaferi niteliğini taşıyan 15 Temmuz’u bu anlayışla bizler de “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” olarak anıyoruz. Hain darbe girişiminin FETÖ tarafından organize edildiği, bir kez daha örgüt içerisinden gelen itiraf ve ifşaatlarla ortaya konulmuştur. Buna rağmen, iradesini, aklını ve vicdanını bu şebekeye kaptıran birçok şahsın ne yazık ki hala bu gerçeği kabullenemediği görülmektedir. Terör örgütü olmasının yanısıra, “kült” niteliğini taşıyan bir casusluk örgütü olan FETÖ, karanlık örgüt yapısı ve tüm evrensel değerleri kendi amaçları için kullanan çıkarcı, fırsatçı, yozlaşmış unsurlarıyla, yurtdışındaki Türk toplumları için de büyük bir tehlike arzetmektedir. Bu bağlamda hain saldırıdan bu yana geçen sekiz yılda devletimizin temel önceliklerinden biri, yurt içinde ve yurt dışında FETÖ’yle kararlı mücadelemize devam etmek olmuştur. Saygıdeğer Konuklar, Yurt içinde, öncelikle 15 Temmuz ihaneti sorumlularının hukukun üstünlüğü ilkesi temelinde adalet önünde hesap vermeleri sağlanmıştır. Ayrıca, FETÖ’nün devlet kurumları içindeki örgütsel yapılanması deşifre edilmiş, mensupları hakkında idari ve adli süreçler başlatılmış, nihai tahlilde örgütün “paralel devlet yapılanması” çökertilmiştir. FETÖ, ülkemizdeki yapısının giderek zayıflaması sonucunda yurtdışı faaliyetlerine ağırlık vermeye başlamış; bu durum Türkiye dışındaki FETÖ yapılarıyla mücadeleye daha da önem kazandırmıştır. FETÖ’nün yurt dışı yapılanmasıyla mücadelemize uluslararası hukuk temelinde kararlılıkla devam ediyoruz. Bu mücadele, mensubu olmaktan gurur duyduğum Dışişleri Bakanlığımızın en öncelikli gündem maddelerinden biridir. Yabancı muhataplarımızla yaptığımız temaslarda, FETÖ’nün faaliyet gösterdiği diğer ülkeler bakımından da güvenlik tehdidi olduğu, örgütün kendisine siyasi ve ekonomik nüfuz alanları yaratmayı amaçladığı, bu doğrultuda bulunduğu ülkelerin kanunlarını ihlal etmekten çekinmediği, adeta bir istihbarat ve uluslararası suç örgütü gibi çalıştığını somut örnekleriyle anlattık. Bundan sonra da anlatmaya devam edeceğiz. Değerli Katılımcılar, FETÖ terör örgütünün yurtdışındaki hareket alanının daraltılması, mensuplarının adaletten kaçmalarının ve para transferlerinin engellenmesi amacıyla idari tedbirler ve adli süreçler de devreye konulmuş, FETÖ’nün yurtdışı yapılanmasının önde gelen elebaşlarına yönelik olarak Türkiye’de açılan soruşturmalar kapsamında, şahısların bulunduğu ülkelere iade taleplerimiz iletilmiştir. FETÖ terör örgütünün yurtdışı yapılanmasında görev alan ve örgüte finansman sağlayan kişi ve kuruluşların malvarlıklarının dondurulması talep edilmiştir. Öte yandan, yurtdışındaki FETÖ iltisaklı eğitim kurumlarının kapatılması, FETÖ unsurlarından tamamen arındırılması ve Türkiye Maarif Vakfı’na devredilmesine yönelik girişimlerimiz de sürmektedir. Bu taleplerimiz FETÖ’nün yurtdışı yapılanmasının güçlü olduğu ülkelerden biri olan Almanya’ya da iletilmekte ve sıkı bir şekilde takip edilmektedir. Kıymetli Vatandaşlarımız, Yurtdışı misyonlarımızın katkılarıyla sürdürülen yoğun çabaların somut neticeleri alınmaya devam etmektedir. Bu bağlamda, yeni nesil bir terör örgütü niteliği taşıyan FETÖ’nün kendisini lanse etmeye çalıştığı gibi eğitim ve hayır işleriyle uğraşan toplumsal bir hareket olmadığı, siyasi ve ekonomik gündemleri ve hedefleri bulunan, dini inancın istismarına dayalı, karanlık ve sinsi bir örgüt olduğu uluslararası planda tedricen de olsa anlaşılmaya başlanmıştır. Çeşitli ülkeler ve uluslararası teşkilatlar, FETÖ’yü terör örgütü olarak ilan etmişler; bazı ülkelerde ise FETÖ’ye karşı farkındalık oluşmaya başlamıştır. Sözkonusu ülkeler tarafından bu unsurların faaliyetleri yakından izlenmeye ve soruşturulmaya başlanmıştır. Nihayetinde çabalarımız yurtdışındaki örgüt üyeleri üzerindeki baskıyı artırmış, örgütün yurtdışı yapılanmasında ve manevra alanında daralma yaşanmıştır. FETÖ’nün küresel ağında ciddi bir bozulma yaşanırken, örgüt, halkla ilişkiler ve lobi imkânlarını kullanarak asılsız haberler üzerinden mağduriyet hikâyesi yaratmaya, basında görünür olmaya, ülkemize düşman çevrelerle işbirliğini güçlendirmeye gayret etmektedir. FETÖ’nün yurtdışındaki yapılanmasıyla mücadele şüphesiz kararlılıkla sürdürülecektir. Değerli Misafirler, Türk milletinin bağımsızlığına, demokrasisine, milli birliğine ve milli iradesine kasteden dâhili ve harici hiçbir girişime teslim olmayacağını, geçen yıl 100. yılını coşkuyla kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin, büyük mücadeleler sonucu elde ettiği kazanımlarını ne pahasına olursa olsun koruyacağını bir kez daha belirtmek istiyorum. Bu noktada, FETÖ’yle mücadeleye Almanya’daki Türk toplumu olarak verdiğiniz desteğin kıymetini de tekrar vurgulamak isterim. Almanya Türk Toplumunun sergilediği takdire şayan dayanışma ruhu, 15 Temmuz bilincinin buradaki kardeşlerimiz arasında da muhafaza edilmesi için vazgeçilmezdir. Sözlerime son verirken, hainlere karşı duran ve vatanı canı pahasına koruyan kahramanlarımızın destanı olan “Milletin ve Demokrasinin Zaferi”ni asla unutmayacağımızı ve unutturmayacağımızı vurgulamak istiyorum. 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Kahramanlarımızı ve vatanı, milleti, ülkemizin bölünmez bütünlüğü, bağımsızlık ve egemenliği için hayatını feda eden tüm şehitlerimizi bir kez daha rahmet ve minnetle anıyor, hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Teşekkür ederim.”