16 Temmuz 2024 Salı

BALKANLAR GEZİSİ (VIII) BOSNA- HERSEK (III) -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024-

“Sayın komutan…İstediğiniz kadar dağlara haç dikin. Gökyüzüne her baktığınızda çaresizce hilali ve yıldızları göreceksiniz.’’ Rüştü KAM Avrupa’nın ortasında, dünyanın gözü önünde yapılan Boşnak Soykırımı’na tüm dünya kör olmuş ve yapılan bu soykırımı görmezden gelmişti (1992). O yıllarda sadece Türkiye ve birkaç ülke yaşanan bu vahşete sesini yükseltmişti. Efsane Lider, Büyük Komutan, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, bir yandan elindeki sınırlı imkanlarla ülkesini ayakta tutmaya çalışırken öbür taraftan da İslam’ın bayrağını yere düşürmemek için büyük çaba sarf ediyordu. Gözü dönmüş Sırplar ve Hırvatlar, yaşlı-çocuk-kadın demeden önlerine gelen Boşnağı hunharca katlediyordu. Hatta bu vahşeti o derece ileriye götürmüşlerdi ki; Saraybosna’yı çevreleyen tepelerden keskin nişancı (sniper) silahlarıyla sivil Boşnakları da birer birer avlıyorlardı. Ayrıca, İslâm adına ne varsa hepsini yakıp yıkıyorlardı; köprüler, camiler, hanlar, hamamlar …hepsini. Asıl gayeleri, Avrupa’dan sadece Boşnakları yok etmek değil Boşnak adı altında İslâm’ı da yok etmekti. Bu örneklerden birisi Mostar köprüsüdür. Üç gün süreyle 54 tane top mermisi ile canlı yayında, dünyaya göstere göstere Hırvatların yıktığı köprü. Bosna Hersek’teki en önemli Osmanlı eserlerinden biri olan Mostar Köprüsü. Hırvatlarla, Müslümanların yaşadığı bölgeleri birbirine bağlayan köprü. İslâm mimarisinin en dikkat çekici yapılarından biri olan ve Boşnakça’da “Stari Most” olarak isimlendirilen Mostar Köprüsü. Dünya mimarlık anıtları listesinde yer alan ve şehre tek başına mimari bir değer katan köprü. Mimar Hayrettin’in köprüsü (1566). Mimar Sinan’ın talebesi Hayrettin’in. İki ismi birleştirerek çocuklarımıza isim olarak koyduğumuz iki mimarın; Sinan ve Hayrettin’in köprüsü. Biz şimdi Mostar’dayız. 427 sene ayakta kalarak; dil, din ve ırk ayırımı yapmadan bütün insanları sırtında taşıyan o vefakâr ve de cefakâr köprüye selam vermeye geldik. Şehrin girişinde hemen mezarlığın yanında indik otobüsten. İki saat burada kalacakmışız. Otobüsten indiğimiz yer buluşma yerimiz olacakmış. Arnavut kaldırımlı o daracık yollar bizleri köprüye ulaştıracakmış. Sağ tarafta Türk Konsolosluğu var, Ay yıldızlı bayrağımız dalgalanıyor. Selamlıyoruz bayrağımızı, o da bizi. Yol boyunca, hediyelik eşya satan alışveriş yerleri sıra sıra dizilmiş, müşterisini bekliyorlar. Mostar’da her milletten insan var. Çok kültürlü bir şehir havasında. Sokak cıvıl cıvıl. Onlar da köprüyü görmeye gelmiş olmalılar. Mostar Köprüsü karşıdan göründü. Yay gibi gerilmiş, her an düşmanına okunu salacakmış gibi hazır vaziyette öylece duruyor orada, mükemmel bir eser. Değil 54 topla 154 topla da yıksanız ben yine ayağa kalkar selamlarım ziyaretçilerimi der gibi. Gururlanıyor elbet. Haksız da değil. Bu insanlar dünyanın her bir tarafından sadece onu görmeye gelmişler. Az şey midir bu? Yokuşun başındayız. Aramızda mesafe var, selamlaştık, biraz sonra köprü ile el sıkışacağız ve başından geçenleri anlatacak bize lisan-ı haliyle. Şimdi fotoğraf çekilme zamanı. Sağ tarafta bir duvar var, insanlar nehre uçmasınlar diye yapılmış olmalı. En güzel fotoğraf o duvarın üzerinde çekilirmiş. Boydan boya dizildik duvarın üstüne. Arkası uçurum. Hafif bir sendelemede düşebiliriz. Bu fotoğraf, Mostar Köprüsü’nün önünde çekilen anlamlı bir hatıra fotoğrafı oldu. Duvarın üzerinden inerken Recai’nin sırtına elimi koyarak inmek istedim ve elimi omuzuna koydum, koydum koymasına da o benden böyle bir hareket beklemediğinden hazırlıksız yakalandı ve ayağının üzerine düştü. Ayağı zedelendi. Acı çektiği belli oluyordu. Doktora gidelim teklifimi her defasında reddetti. “Hocam bir şey olmaz, bir iki gün sonra geçer.” Üzüldüm tabi… İki gün acı çekerek öylece dolaştı. Köprüye doğru yürürken el ele tutuştuk, çocuklar gibi şendik. Ayrı bir havaya girdik. Heyecanlıydık. Medeniyet düşmanı Hırvatların yıktığı (8 Kasım 1993) köprüyle el ele kol kolaydık. Ne büyük saadet. UNESCO ve Bosna-Hersek Devleti’nin çalışmaları sonucunda Türkiye Devleti tarafından aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş (23 Temmuz 2004). Yıllar Aliya’yı haklı çıkarmıştır. Köprü yeniden inşa edilmiştir. Yine Türkler tarafından inşa edilmiştir. “Yukarıdaki ay ve yıldız orada durduğu sürece siz, bizi yok edemezsiniz.” Başladık köprüye doğru tırmanmaya, tam ortasına geldik. O deve hörgücü gibi olan tümsek yerdeyiz. Hasretle kucaklaştık. Aşağıya bir baktım ki, göz yaşları sel olmuş akıyor. Hasret çekmek kolay değildir. Kavuşunca da göz yaşlarınız sel olur akar. Neretva Nehri’ni seyrediyoruz. Blagay ’da kendisine Buna Nehri’nin de katıldığı Neretva Nehri’ni. Nehrin rengi bizi bizden almaya yetiyor da artıyor. Berrak. Masmavi. Altındaki taşları teker teker saymak mümkün. Fotoğraf çekiliyoruz. Müthiş bir heyecan. Yıllardan beri resimlerde, haberlerde gördüğümüz o tarihi köprünün üzerindeyiz. Kavuşmanın verdiği heyecandan, sevinçten, kollarını makas gibi açarak avazının çıktığı kadar bağıranlarımız da var. Fatma Mıdık var yanımda. Fatma Mıdık hakikatli bir kızdır. Türk Eğitim Derneği’nin düzenlediği kültür gezilerinin çoğuna katılmıştır. Dünyayı gezmek dolaşmak isteyen ve gittiği yerden de bol bol alış-veriş yapan Fatma Mıdık. Aynı zamanda cömerttir. Sineğin yağını hesap edenlerden değildir. Mevlâ’m ayağına taş değdirmesin. Türk bir yere ayak basınca çığlık olur yükselir. Her yerde yükselir. Bazen minare olur yükselir, bazen kervansaray olur yükselir, bazen hamam olur yükselir, bazen de çarşı. Burada da köprü olmuş yükselmiş o çığlık. Mostar Köprüsü. Dünyada başka bir benzeri olmayan köprü. İşte biz tam da o köprünün hörgücünün üzerindeyiz. Tüm güzellikler onun etrafında toplanmış. O, orada olduğu için her şey güzel görünür olmuş. Mostar Köprüsü üzerinde merdivenler var. Atların ve insanların rahat bir şekilde çıkıp inebilmeleri için yapılmış bu merdivenler. 99 adetmiş. Merdivenin, Allah’ın 99 ismini temsil ettiği bilgisi bizler için çok değerli. Çünkü Mostar biziz. Biz Mostar’ız. Köprünün her taşı, bölgede okunan her ezan biziz. İçilen kahvenin her zerresi biziz. Edilen her dua biziz. Nehirden akan suyun her dalgası biziz… Yürüyerek, köprünün ayaklarına kadar indik. Yol üzerinde sağlı sollu dükkanlar var yine. Ellerine külahta dondurma alanlarımıza ne dersiniz. Eşler ve sevgililer ellerini, birbirinin kollarının içinden geçirerek birbirlerine ikramda bile bulunuyorlar. Mesele dondurma yemek değil o havayı teneffüs etmek. Sevgilinize Mostar Köprüsü’nün ayaklarında dondurma ikram ediyorsunuz…! Belki de tekrarı olmayacak… Ne kadar güzel ve ne kadar da anlamlı bir ikram. Köprünün sol tarafında II. Selim’e nisbet edilen minaresiz bir mescid var. 1878’e kadar müezzin beş vakit ezanı, vakti geldiğinde köprünün ortasına gelir ve orada okurmuş. Hırvatlar köprüyü bunun niçin yıkmış olmasınlar? Ayrıca Mostar Köprüsü, Osmanlılar zamanından beri gençlerin nehre atlayarak cesaretlerini gösterdikleri bir mekân olmuş, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu âdet bir spor türüne dönüşmüş. Böylece bir gelenek oluşmuş Mostar’da. Evlenecek genç erkekler erkekliklerini ispat etmek için kendilerini köprüden aşağıya bırakırlarmış. Orada bir genç vardı. Bize atlayışı göstermek istiyordu. Bunun için herkesten para topluyor. 100 Euro toplayınca dalışı gerçekleştirecekmiş. Orada uzun süre bekledik o dalışı görmek için. Ama göremedik. 100 Euro’yu toplayamadı mı yoksa gayesi atlamak değil de para toplamak mıydı onu anlayamadık. Verdiğimiz parayı da almadan oradan ayrıldık. Köprüden büyük övgüyle söz eden Evliya Çelebi, o güne kadar on altı ülke gezdiğini, böyle yüksek bir köprü görmediğini belirtmiş eserinde. Köprü hakkındaki değerlendirmelerden birini de Ekrem Hakkı Ayverdi yapmış: “Bu köprü mimari dehânın terkibiyle taştan yapılmış değil de muhayyilenin cisim halini almasıyla meydana gelmiştir. Efsanevî bir mâna ve ruh kazanmıştır” (Avrupa’da Osmanlı Mimârî Eserleri II, III, 260). Köprünün, yeniden inşasında orijinal yapısına sadık kalmak için çok emek harcanmış. Dalgıçlar köprünün taşlarına ulaşmışlar. Sonra da bu taşlar örnek alınarak, taş ocağında yenileri üretilmiş. 23 Temmuz 2004 tarihinde de görkemli bir törenle yeniden kullanıma açılmış. Hum Tepesine Haç Mostar’a hâkim bir noktaya, Hum Dağı’nın tepesine 2000 yılında 33 metre yüksekliğinde bir haç dikilmiş. Gece de ışıklandırılırmış. Bir kilisenin çan kulesine veya kenarına dikilirse haç, anlaşılabilir bir şeydir. Oraya dağın tepesine dikilirse haç, bu tamamen kışkırtmak için dikilmiştir. Müslümanlar da öbür dağın tepesine minare mi diksinler yani. Mostar şehrinin Hırvat komutanı niyetini açık etmiş Aliya’ya. Cevabını da almış: Hırvat komutan Aliya İzzetbegoviç’e, tehdit havasında dağın tepesine dikilen devasa büyüklükteki haç’ı göstererek; “Aliya, görüyorsun biz haç’ımızı dağın tepesine diktik. Artık, sizin hilâlinizden daha yukarıda bir haçımız var. Bunu kaldırmaya gücünüz yeter mi?” diye imalı bir soru sorar. Aliya İzzetbegoviç gülümseyerek; “Hele, gün geceye dönsün de tekrar görüşelim” der. Akşam karanlığı basınca, Hırvat Komutanı dışarıya davet eder Aliya ve şahadet parmağıyla işaret ederek, daha sonra Bosna’da efsaneleşecek olan ve tüylerimizi diken diken eden şu sözü söyler: “Sayın komutan, şimdi sen de kafanı kaldır da semaya bakıver! Şu hilâli ve yıldızları görüyor musunuz? Senin onları yok etmeye gücün yeter mi? Ne kadar yükseklere dikerseniz dikin haçınızı, onları geçemezsiniz ve asla onları oradan da indiremezsiniz. Onlar semada durduğu müddetçe biz varlığımızı inşallah devam ettireceğiz. İstediğiniz kadar dağlara haç dikin. Gökyüzüne her baktığınızda çaresizce hilali ve yıldızları göreceksiniz.’’ POÇİTEL Mostar’dan ayrıldık. Eski bir Osmanlı yerleşim merkezi olan Poçitel Köyü’ne doğru yol alıyoruz. 1471 yılında Osmanlı topraklarına katılan Poçitel 427 yıl boyunca bölgenin önemli şehirlerinden biri olmuş. Poçitel Köyü 1990’lı yıllardaki savaşta büyük hasar almış. Tarihi yapılarıyla ve hala “biz kokan” eserleriyle Poçitel Köyü orada duruyor. Köye vardığımızda akşam olmuştu. Karanlık çökmek üzereydi. Sokakları bir başka güzel, evleri de bir başka güzel buranın da. Kaleye çıkmak istiyoruz. Yokuş yukarı çıkıyoruz. Biraz ilerledikten sonra bir camiye denk geldik. Maalesef bu cami de yaşanan savaşta topçu ateşiyle minaresi ve kubbesi hasar gören camilerdenmiş. Vurmadıkları cami yok zaten! Lanet ediyorsunuz bu haysiyet ve namus düşmanlarına. Savaşın bile onuru, şerefi olur. Kutsal yerleri bombalamak, kadınları, çocukları öldürmek hangi dinde, hangi inançta var! İçeriye giremedik. Sadece Cuma namazı kılınıyormuş o camide. Camiden yukarıya söylene söylene tırmandık ve kaleye çıktık. Maşallah genç ihtiyar o gece vaktinde hepimiz kaledeydik. Ne güzel hatıralar bırakmış önden gidenler. Milyonlarca para dökerek elde edilemeyen huzuru, yüzlerce yıl önce kurulmuş ve aslını korumayı başarabilmiş dağ başındaki evlerde, sokaklarda, camilerde, kalelerde buluyoruz. Sokaklar bizi, bir başka sokağa ve bambaşka bir dünyaya götürüyor. Yalanın, riyanın, sahtenin olmadığı sokaklara… Olanları düşünmek ve biraz tefekkür etmek yeterli aslında... Poçitel Eski bir Osmanlı köyü imiş. Mostar’ın 35 km güneyinde, Neretva Nehri’nin doğu yakasında bir tepenin eteğinde kurulmuş. Köydeki yapılar, çatıları da dahil olmak üzere tümüyle taştan inşa edilmiş. Neretva Nehri kenarından köye bakıldığında tepedeki kaleden başka Saat Kulesi, Han, Şişman İbrahim Paşa Medresesi ve Şişman İbrahim Paşa Camii hemen göze çarpan Osmanlı yapıları. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde de övgüyle bahsedilen Poçitel, Osmanlı tarzı cumbalı evleri, camii, hamamı, imareti ve taş patika yollarıyla şair ve ressamlara da ilham kaynağı olan bir köy olarak UNESCO Kültür Mirası listesinde yerini almış. Hersek bölgesinin hayat kaynağı olan “Neretva’nın hemen yanında bulunan Poçitel, aslında Osmanlıların sınır kasabasıymış. Poçitel, Osmanlı’nın batıdaki en büyük rakiplerinden olan Venediklilere bağlı Dubrovnik ile sınır komşusuymuş. Osmanlılar Poçitel’i, aynı Mostar gibi, Avrupa ülkelerine gücünü göstermek için oldukça görkemli bir şekilde inşa etmiş. Büyük, güçlü ve içinde her türlü yaşam alanlarının bulunması sebebiyle Poçitel, benzersiz bir sınır karakoluymuş. Âdem’in Yeri Poçitel’de hizmet veren bir de Türk restoranı bulunmaktadır. Âdem’in Yeri. Âdem ve hanımı ile konuştuk. Acıklı, yüreklerimizi dağlayan, hüzün dolu bir de hikayesi var Âdem’in: Savaş başladığında 13 yaşındaymış. Sırplar evlerini basmışlar. Ailesinin bütün fertlerini öldürmüşler. Âdem de silahını ateşlemiş ve bir Sırp askerini öldürmüş. Alıp götürmüşler karargâha Âdem’i ve orada sorgulamaya başlamışlar: “Hangi elinle ateşledin silahı?” Âdem de sağ elini göstermiş. O elini kesmişler, sonra da ‘Bu ders sana yaşadığın sürece ibret olsun.’ demişler ve öylece salıvermişler sokağa... Yani şimdi Âdem anlatırken bile tüylerimiz diken diken oldu, gözlerimiz doldu. Vahşetin bu kadarına dayanmak oldukça zor. Âdem aslında bu konuları konuşmak istemiyor. Biz rica etmiştik. Hatta evinden çağırttık hanımına. Keşke çağırmasaydık ve Âdemin o hatıralarını tekrar hatırlatmasaydık… Bizler vakitlice gidemedik Poçitel Köyüne. Sizler vakitlice gidin de Âdem’in yerinde yemek yiyin, ona destek olun. Sadece yemek yiyin… Konaklama yerimiz Hırvatistan kapısına yakın bir yerde. Ama Bosna Hersek topraklarında. Sl.Industry Hotel. Trebinye (Trebinje) kasabasında. Otele yerleşip yemeğimizi de yedikten sonra yürüyüşe çıktık. Cengiz ve Ekrem ile. Küçük bir kasaba Trebinje. Ama şirin. Yeşili bol. Ekrem dönüşte marketten Bosna kahvesi aldı. Sekiz kez öğütülen kahve. Bir paketini de bana verdi. Saygılı gençtir Ekrem. Nereden baksanız elimde büyümüş sayılır. Aynı mahallenin insanıyız. Teşekkür ederim Ekrem. Devam edecek

15 TEMMUZ 2024

15 TEMMUZ; HAİNLERİN DARBE YAPTIĞI TARİH Rüştü KAM Ha-ber.com 2024 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Anma Töreni’ne davet edildim. Katılabileceğimi belirttim ve verilen saatte büyükelçilik salonunda hazır bulundum. Kalabalık bir katılımcı kitlesi vardı. Alışılageldiğimiz simaların dışında yeni yüzler davet edilmiş besbelli. Devlet, adını aldığı kitleyle, cumhur ile kucaklaşmış. Güzel de olmuş. Ama gözlerim yine de büyük dernek olarak kendilerini adlandıran dernek başkanlarını aradı. Toplantıya temsilci göndermekle görevlerini yaptıklarını saymış olabilirler mi? Onu bilemiyorum. Bildiğim şey 15 Temmuz gibi önemli bir lanetleme gününde orada olmamaları hoş değildi. Programdan birkaç gün önce bazı dernek başkanlarıyla programa katılıp katılmama konusunda istişare ettik. Varılan sonuç; “artık 15 Temmuz anlamını yitirdi” şeklindeydi. 1980 Darbesi ile 15 Temmuz’un arasındaki farkı soranlar bile oldu. “Darbe ise o da darbe. 15 Temmuz lanetleniyor da 1980 darbesi niçin lanetlenmiyor?” Yetkililerden bu sorulara cevap beklemek vatandaşın hakkı olsa grektir. Salonu dolduran davetliler, o toplantıdan, heybelerine hatırı sayılır bilgiler doldurmak için gelmişlerdir mutlaka. Ne yazık ki; o gece, Büyükelçi Ahmet Başar Şen’in konuşmasının dışında ciddi denecek bir bilgiden söz etmek mümkün değildi. Mesela, ne anlattığı belli olmayan bir film gösterildi. İçi bomboş. İletişim Başkanlığı tarafından hazırlanmış. Yazık hem de çok yazık. Oraya bir yorum koy. Vurucu sahneleri yorumla. Bir şey yap… Koskoca İletişim Başkanlığı fare doğurdu o gece. O resimlerin daha güzelini televizyonlardan izliyor vatandaş zaten. Onu vatandaşın önüne getirmenin anlamı nedir? O salon devletin özelinin servis edileceği yerdir. Vatandaş dışarıda alamadığı bazı bilgileri oradan alıp gitmelidir. Almanlar için o resimleri koyduk denilse orada bir tane bile Alman yok idi. Sinema endüstrisini kullanmadan kendimizi dünyaya nasıl anlatacağız? Allah aşkına 15 Temmuz'dan bu yana geçen sekiz senede kaç adet uluslararası kalitede, dünya pazarında kendisine şans bulabilecek belgesel çekilmiştir? Belediyelerimiz 'demokrasi nöbeti katılım beratı' dağıtacaklarına, “kontrollü darbe” söylemleriyle algı oluşturacaklarına, hiç olmazsa kendi bölgelerinde böyle işlere kafa yorsalar olmaz mı? Mesela İsmail Kılıçaslan’ın da dediği gibi; “Kültür Bakanlığının, Başbakanlığın ya da Cumhurbaşkanlığının toplantı odalarında 'çok yüksek bütçeli ve dünyada 100 ülkede gösterime girmesi planlanan bir 15 Temmuz filmini mutlaka hayata geçirmeliyiz' şeklinde bir cümle kurulmuş mudur? Böyle bir cümle kurulduysa sekiz seneden beri gereğinin yapılması için neler yapılmıştır.” Bir tarafta Yurt Dışı Türkler Başkanlığı, bir tarafta Yunus Emre Enstitüsü, öbür tarafta Kültür Müşavirliği, Eğitim Müşavirliği, Din Hizmetleri Müşavirliği…Koca koca isimler. Ortada bir şey yok. Sivil Toplum Kuruluşları (STK) da kendi havalarında. Kaç tane STK 15 Temmuz ile ilgili bilgilendirme toplantısı düzenledi 15 Temmuz’dan önce derneğinde. Etmeyin eylemeyin, sadece 15 Temmuz’da hamasi nutuklar atmakla yürümez bu işler. Birileri algı oluşturmak için olanca gücü ile çalışma yaparken, temcit pilavı gibi ikide bir “kontrollü darbeyi” sofraya getirirken, diğerleri yan gelip yatarsa, sadece yatmış olur…Yatın bakalım. Karpuz yata yata büyürmüş… Günün mana ve ehemmiyetini anlatan iyi formüle edilmiş konuşmayı, Büyükelçi Ahmet Başar Şen’in konuşmasını siz okuyucularımla paylaşmak istedim: “Değerli Vatandaşlarımız, Kıymetli Basın Mensupları, Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Anma Töreni vesilesiyle Siz değerli konuklarımızla bugün Büyükelçiliğimizde biraraya gelmekten memnuniyet duyuyoruz. Hepinizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum. Hoşgeldiniz. Değerli Konuklar, Hain 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden sekiz yıl geçti. Terör örgütü FETÖ tarafından planlanan ve tatbik edilen; 251 vatandaşımızın şehadetine ve iki binden fazla vatandaşımızın yaralanmasına sebep olan bu elim olay hafızalarımızdaki acı hatırasını hala koruyor. 15 Temmuz şehitlerimizi, Demokrasi Kahramanlarımızı, Milli Birlik Kahramanlarımızı bir kez daha rahmet ve minnetle anıyor, gazilerimizi ve bu mücadelede yeralan tüm vatandaşlarımızı yürekten selamlıyorum. Değerli Misafirler, Terör örgütünün ordumuza sızdırılmış mensupları tarafından, emir komuta zinciri dışına çıkılmak suretiyle yapılan 15 Temmuz hain darbe teşebbüsü FETÖ’nün devletimizin bekasına karşı oluşturduğu tehlikeyi açıkça ortaya koymuştur. Bu tehlikenin bertaraf edilmesinde en büyük katkıyı şüphesiz Türk halkı yapmıştır. İnsanımız kendi iradesi üzerinde güç tanımadığını, devletini ve demokratik kazanımlarını korumak için hayatını feda etmeye hazır olduğunu açıkça göstermiştir. 15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan darbe girişimi, aziz milletimizin ve canlarını hiçe sayan kahraman güvenlik güçlerimizin onurlu direnişi ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliği sayesinde bozguna uğratılmıştır. 15 Temmuz gecesinde, toplumumuzun tüm kesimleri, farklılıkları bir yana koyarak tek bir amaç etrafında, ülkesine, bayrağına, demokrasisine sahip çıkmak için birleşmiştir. Vatandaşlarımız, milli irademizin timsali TBMM’yi bombalayan, kahraman Mehmetçiğimizin üniformasına bürünen teröristlere karşı koymuştur. Demokrasimize, milletimize, milli iradeye ve Gazi Meclisimize yönelik hain darbe girişiminde bulunanlara en kuvvetli yanıtı vermiştir. 15 Temmuz gecesi canları pahasına vatan müdafaası yapan aziz milletimiz ve kahraman güvenlik güçlerimiz 15 Temmuz destanın tarihe altın harflerle yazdırmıştır. Demokrasinin Zaferi niteliğini taşıyan 15 Temmuz’u bu anlayışla bizler de “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” olarak anıyoruz. Hain darbe girişiminin FETÖ tarafından organize edildiği, bir kez daha örgüt içerisinden gelen itiraf ve ifşaatlarla ortaya konulmuştur. Buna rağmen, iradesini, aklını ve vicdanını bu şebekeye kaptıran birçok şahsın ne yazık ki hala bu gerçeği kabullenemediği görülmektedir. Terör örgütü olmasının yanısıra, “kült” niteliğini taşıyan bir casusluk örgütü olan FETÖ, karanlık örgüt yapısı ve tüm evrensel değerleri kendi amaçları için kullanan çıkarcı, fırsatçı, yozlaşmış unsurlarıyla, yurtdışındaki Türk toplumları için de büyük bir tehlike arzetmektedir. Bu bağlamda hain saldırıdan bu yana geçen sekiz yılda devletimizin temel önceliklerinden biri, yurt içinde ve yurt dışında FETÖ’yle kararlı mücadelemize devam etmek olmuştur. Saygıdeğer Konuklar, Yurt içinde, öncelikle 15 Temmuz ihaneti sorumlularının hukukun üstünlüğü ilkesi temelinde adalet önünde hesap vermeleri sağlanmıştır. Ayrıca, FETÖ’nün devlet kurumları içindeki örgütsel yapılanması deşifre edilmiş, mensupları hakkında idari ve adli süreçler başlatılmış, nihai tahlilde örgütün “paralel devlet yapılanması” çökertilmiştir. FETÖ, ülkemizdeki yapısının giderek zayıflaması sonucunda yurtdışı faaliyetlerine ağırlık vermeye başlamış; bu durum Türkiye dışındaki FETÖ yapılarıyla mücadeleye daha da önem kazandırmıştır. FETÖ’nün yurt dışı yapılanmasıyla mücadelemize uluslararası hukuk temelinde kararlılıkla devam ediyoruz. Bu mücadele, mensubu olmaktan gurur duyduğum Dışişleri Bakanlığımızın en öncelikli gündem maddelerinden biridir. Yabancı muhataplarımızla yaptığımız temaslarda, FETÖ’nün faaliyet gösterdiği diğer ülkeler bakımından da güvenlik tehdidi olduğu, örgütün kendisine siyasi ve ekonomik nüfuz alanları yaratmayı amaçladığı, bu doğrultuda bulunduğu ülkelerin kanunlarını ihlal etmekten çekinmediği, adeta bir istihbarat ve uluslararası suç örgütü gibi çalıştığını somut örnekleriyle anlattık. Bundan sonra da anlatmaya devam edeceğiz. Değerli Katılımcılar, FETÖ terör örgütünün yurtdışındaki hareket alanının daraltılması, mensuplarının adaletten kaçmalarının ve para transferlerinin engellenmesi amacıyla idari tedbirler ve adli süreçler de devreye konulmuş, FETÖ’nün yurtdışı yapılanmasının önde gelen elebaşlarına yönelik olarak Türkiye’de açılan soruşturmalar kapsamında, şahısların bulunduğu ülkelere iade taleplerimiz iletilmiştir. FETÖ terör örgütünün yurtdışı yapılanmasında görev alan ve örgüte finansman sağlayan kişi ve kuruluşların malvarlıklarının dondurulması talep edilmiştir. Öte yandan, yurtdışındaki FETÖ iltisaklı eğitim kurumlarının kapatılması, FETÖ unsurlarından tamamen arındırılması ve Türkiye Maarif Vakfı’na devredilmesine yönelik girişimlerimiz de sürmektedir. Bu taleplerimiz FETÖ’nün yurtdışı yapılanmasının güçlü olduğu ülkelerden biri olan Almanya’ya da iletilmekte ve sıkı bir şekilde takip edilmektedir. Kıymetli Vatandaşlarımız, Yurtdışı misyonlarımızın katkılarıyla sürdürülen yoğun çabaların somut neticeleri alınmaya devam etmektedir. Bu bağlamda, yeni nesil bir terör örgütü niteliği taşıyan FETÖ’nün kendisini lanse etmeye çalıştığı gibi eğitim ve hayır işleriyle uğraşan toplumsal bir hareket olmadığı, siyasi ve ekonomik gündemleri ve hedefleri bulunan, dini inancın istismarına dayalı, karanlık ve sinsi bir örgüt olduğu uluslararası planda tedricen de olsa anlaşılmaya başlanmıştır. Çeşitli ülkeler ve uluslararası teşkilatlar, FETÖ’yü terör örgütü olarak ilan etmişler; bazı ülkelerde ise FETÖ’ye karşı farkındalık oluşmaya başlamıştır. Sözkonusu ülkeler tarafından bu unsurların faaliyetleri yakından izlenmeye ve soruşturulmaya başlanmıştır. Nihayetinde çabalarımız yurtdışındaki örgüt üyeleri üzerindeki baskıyı artırmış, örgütün yurtdışı yapılanmasında ve manevra alanında daralma yaşanmıştır. FETÖ’nün küresel ağında ciddi bir bozulma yaşanırken, örgüt, halkla ilişkiler ve lobi imkânlarını kullanarak asılsız haberler üzerinden mağduriyet hikâyesi yaratmaya, basında görünür olmaya, ülkemize düşman çevrelerle işbirliğini güçlendirmeye gayret etmektedir. FETÖ’nün yurtdışındaki yapılanmasıyla mücadele şüphesiz kararlılıkla sürdürülecektir. Değerli Misafirler, Türk milletinin bağımsızlığına, demokrasisine, milli birliğine ve milli iradesine kasteden dâhili ve harici hiçbir girişime teslim olmayacağını, geçen yıl 100. yılını coşkuyla kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin, büyük mücadeleler sonucu elde ettiği kazanımlarını ne pahasına olursa olsun koruyacağını bir kez daha belirtmek istiyorum. Bu noktada, FETÖ’yle mücadeleye Almanya’daki Türk toplumu olarak verdiğiniz desteğin kıymetini de tekrar vurgulamak isterim. Almanya Türk Toplumunun sergilediği takdire şayan dayanışma ruhu, 15 Temmuz bilincinin buradaki kardeşlerimiz arasında da muhafaza edilmesi için vazgeçilmezdir. Sözlerime son verirken, hainlere karşı duran ve vatanı canı pahasına koruyan kahramanlarımızın destanı olan “Milletin ve Demokrasinin Zaferi”ni asla unutmayacağımızı ve unutturmayacağımızı vurgulamak istiyorum. 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Kahramanlarımızı ve vatanı, milleti, ülkemizin bölünmez bütünlüğü, bağımsızlık ve egemenliği için hayatını feda eden tüm şehitlerimizi bir kez daha rahmet ve minnetle anıyor, hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Teşekkür ederim.”

7 Temmuz 2024 Pazar

BALKLANLAR VII

BALKANLAR GEZİSİ (VII) BOSNA- HERSEK (II) Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024 Aliya İzzetbegoviç ziyaretimizden oldukça memnun kaldı. “Ey Türk’ün evladı…” diye başlayan vasiyetini tekrar etti bize. Müsaade aldık ve elimizi önden bağlayıp hafif de öne eğilerek huzurdan ayrıldık. Akşam yemeği için restorana geçtik. Türk restoranı. Menüde ekmek içi cevapcici var. Yanında da ayran. Cevapciciye yazık etmişler. Bosna’da Türk restoranında cevapcici yersen olacağı budur. Akşam yemeği yiyoruz. Yoldan gelmişiz. Büfede değil restorandayız. Ayaküstü akşam yemeği yiyoruz. Olacak şey değil. Garsona sordum o da beni restoranın sahibine götürdü. Beyefendi, önce bir çorba arkasından tabakta köfte ve yanında yeşillik... Menünün böyle olması gerekmez miydi? Dedim. “Abi, bize böyle söylendi” dedi. Çok da nazik olmayan bir şekilde söyledi bunu. Dil ucundan. Sanki bizim restorana gelmemizden memnun değilmiş gibi. Yapacak bir şey yok. Olan olmuş. Oradan otele geçtik. Otel şehrin 25 km dışında. Sabah erkenden Bosna Piramitlerine gideceğiz. Sonrasında Mostar’a, oradan da Sarı Saltuk Türbesi’ne. Son olarak Poçitel Köyü’ne varacağız. Bosna Piramitleri Önce Bosna Piramitleri. Yunus İnci ve Zeynep Tel ekletmişlerdi yol güzergâhına Bosna piramitlerini. İyi de yapmışlar. Saraybosna’ya 15 km. uzaklıkta. Visoko Kasabası’nın biraz ötesinde. Zenica’da. Gelecekte, Visoko kasabasını bütün dünyaya tanıtacak olan bir kâşif dünyaya gelmiş orada. Semir Osmanagic. Sarajevo Üniversitesi’nde uluslararası ekonomi okumuş. Yüksek lisansını ve doktorasını aynı üniversitede yapmış. Bosna-Hersek’ten, iç savaştan önce ayrılıp Houston’a (ABD) yerleşmiş (1993). Orada bulunduğu süreç içerisinde Aztek, İnka ve Maya medeniyetleriyle ilgili araştırmalar yapmış. Orta ve Güney Amerika’da piramitlerle tanışmış. Haklarında bilgi toplamış. 2005 yılında Visoko’ya dönünce ilk işi, çocukluktan beri dikkatini çeken Visoko tepelerine gitmek olmuş. Piramit görünümlü tepelerin kendi kendine olamayacağını, doğanın kendi kendine böyle tepeleri inşa edemeyeceğini düşünmüş ve başlamış toprağı eşelemeye. Çalışmalarını yoğunlaştırmış. Aradığını da bulmuş. “Evet bunlar piramittir” kararına kesin olarak varmış. Ancak kendi imkanlarıyla piramitleri gün yüzüne çıkarması da mümkün değilmiş. Bu kararını önce yakın çevresine açıklamış. Sonra da resmi makamlara ve arkeologlara. Önce gülüp geçmişler. Osmanagiç ısrar edince. Detaylı bir çalışma istemişler. “Bir bakalım” demişler. Aslında, Osmanagiç’in yaptığı bu keşif Bosna-Hersek’in değil dünyanın tarihini değiştirecek bir keşifmiş. Çalışmalar başlayınca ve kitle iletişim araçlarında gündem de olunca, Avrupa’daki ve Amerika’daki ‘bilim’ çevrelerinden sesler yükselmeye başlamış. “Bosna’da piramitler vardır” diyenler ile, “hayır, yoktur” diyenler arasında kıyasıya bir tartışma başlamış. Ben bu itirazlara yabancı değilim. Benzer tartışmalar Türkiye’de de yapılmıştı. Hâlâ yapılıyor. “Türkiye’de petrol vardır, hayır Türkiye’de petrol yoktur…Biz uçak yaptık ama çok pahalı bir üründü, hayır pahalı değildi... Araba yaptık ama yürümedi, hayır yürüdü; depoya benzin koymayı unuttular…” Demek ki, sıkıntı her yerde var. Siz sömürgecilerin düzenine çomak sokarsanız; aynı sesleri dünyanın her yerinde duymanız mümkündür. Nedense bu tartışmalar az gelişmiş ülkelerde yapılıyor. Hele o ülke bir de Müslümansa orada tartışmaların dozu artırılarak devam ediyor. Rehberlerimiz tarafından da oraya gitmemiz engellenmeye çalışılmadı mı? Bilinçli veya bilinçsiz. Orasını bilemem. Ancak, Bosna Piramitlerini görünce ve oradaki rehber hanımefendi tarafından bilgilendirilince, aklımıza bu sorular düşmedi değil. Rehberler tarafından turistlerin bile oraya gitmesine tahammül edilmiyorsa; vardır bu işte bir bit yeniği. Biz orada piramide benzer tepeler gördük. Üzeri bitki örtüsüyle kaplıydı. O tepelerde kazı yapılmasına müsaade edilmiyormuş. Gerekçe; doğaya zarar verilecekmiş... Eğer tepenin birisinde kazı yapılmasına müsaade edilseydi zaten mesele anlaşılmış olacaktı. Dolayısıyla, piramitlerin meydana çıkışı birilerini rahatsız edebilir mi? Diye düşünmemek mümkün değil. Şırnak’ta bulunan petrolün, Karadeniz’de çıkarılan gazın, Bandırma’da kurulan Bor işletmelerinin, savunma sanayiinde atılan adımların birilerini rahatsız ettiği gibi…Kararı sizler verin… Uzun bir maratondan sonra, Osmanagiç o piramitlere üç km. uzaklıkta bir yerde kazı yapılmasına müsaade alabilmiş. Bunun için gerekli desteği de almış. Ancak onların istediği, piramitlerin gün yüzüne çıkarılması değil, turistlerin bölgeyi ziyaret etmesini sağlamak olabilirmiş. Öyle veya böyle, neticede Osmanagiç kazı iznini almış. “Hiç kazı izni vermeyebilirler ve çalışmalarımı yasaklayabilirlerdi” dermiş ve sevinirmiş. İlk kazmanın vurulmasıyla 300 metre uzunluğunda bir tünel bulunmuş. Biz o tünele girdik. Orada görevlendirilmiş bir rehber var. Bosnalı. Güzel Türkçe konuşuyor. Piramitler ve tünel hakkında bilgiler verdi bizlere. Orada bir tünel değil birkaç tünel varmış. Yol işaretleri takip edilmez ise kaybolmanız bile mümkünmüş. Tünelin ortasında kocaman ve yuvarlak bir taş var. Etrafına dizildik o taşın. “Elinizi üzerine koyarsanız enerjinizi alır.” dedi rehberimiz. Söyleneni yaptık. Hepimiz elimizi o taşın üzerine koyduk. Biraz karıncalanma oldu elimizde ama taşın soğukluğundan mıdır yoksa gerçekten enerjimizi almış olmasından mıdır, o nu bilmiyorum. Tünelde kalıntılar var. Kil ve taşlarla örülmüş duvar ve teras kalıntıları bunlar. Tünellerde yer alan yığma duvarları da gördük. Osmanagiç bu duvarları, tüneli kapatmak isteyen ikinci bir uygarlığın yaptığını söylüyormuş. Rehberimizin anlattıkları böyle… Büyük keyif aldık piramitlerle ilgili yapılan bilgilendirmeden. Belli mi olur, belki yarın tepelerin üzerinde kazı izni çıkar da o zaman evet biz de oraya gitmiştik diyebiliriz. Piramitlerle ilgili kuşkunun sebebinin, piramitlerin toprakla ve bitki örtüsüyle kaplı olması olsa gerektir. Çünkü dünya, taş bloklardan yapılmış Mısır ve Meksika piramitlerine aşinadır. Tabii ki çölde, piramitlerin üzerinin toprakla kaplanması ve üzerinde ağaçların bitmesi beklenemez. Binlerce piramit var dünyada. Ama Bosna-Hersek’e benzeyen iklimlerde değil o piramitler. Keşfi yapan Osmanagiç; Bosna piramitlerinin 25 bin yıl önce yapıldığını ve daha sonra gelen başka bir medeniyetin, tünelleri bilinçli olarak kapattığını söylüyormuş. Osmanagiç’e göre; “bu piramitlerin ortaya çıkmasına müsaade etmeyenler karanlık güçlermiş.” Hatta şu anda kendi ülkesindeki yetkililerin de karanlık güçlerle birlikte çalıştıklarından şüphelenirmiş. Olur mu, olur…. Yaklaşık 300 metre sonra tünelin kazılan kısmının sonuna ulaşıyoruz. Osmanagic, 2,2 kilometre uzaklıktaki Visoco Tepesi'ne kadar kazmayı planladığını ve ek bağışlarla üç yıl gibi kısa bir sürede oraya ulaşabileceğini söylermiş. Ve devamla şöyle dermiş; “ışığa doğru yürümeye başladığımızda, bundan on yıl sonra beni eleştirenleri kimse hatırlamayacak ve milyonlarca insan sahip olduklarımızı görmeye gelecek." Biz seni destekliyoruz Osmanagiç, yolun açık olsun… Blagaj Tekkesi Blagay, Bosna-Hersek’te, Mostar şehrine 10 km uzaklıkta bir yerleşim merkezi. Orada bir tekke var. Balkanlarda önemi büyük olan bir tekke. Bektaşi Şeyhi Sarı Saltuk tekkesi. Buna nehrinin çıktığı kaynağın hemen yanı başında. Tekkenin içinde Sarı Saltuk’un mezarı bulunmakta. Sarı Saltuk, Türkistanlıdır. Hoca Ahmed Yesevî’nin müridlerindendir. Hocası; "Saltuk, seni diyar-ı Rum'a saldım, var git oraya ve çalışmalarına başla" diyerek, Anadolu'nun bağrına salıvermiştir. Sarı Saltuk'un Anadolu'ya geldiği günler, Anadolu'nun Türk birliğinin sancısını çektiği günlerdir. O günlerde her beylik kendi istiklâlinin sevdasındadır. Sarı Saltuk, bunların arasında, Kayı Boyu'nun devlet yönetimindeki liyakatlini görür ve onları destekler. Sarı Saltuk aynı zamanda, etrafta kahramanlığı ile tanınan değme yiğitlerdendir. Asıl adı, Şerif Hızır’dır. Selçuklu ve Osmanlı, bir yeri fethedeceği zaman yıllar öncesinden o yöreye önce gönüllerin fethi için irşad erleri gönderirmiş. Sarı Saltuk da o erlerden bir ermiş. Gönül eri (1465). Bu tekke Bosna halkının Müslümanlığı seçmesinde çok önemli bir rol oynamış. Bektaşi şeyhi Sarı Saltuk ve dervişleri çok kısa sürede yüzbinlerce kişinin Müslümanlaşmasını sağlamış. Bektaşi dervişlerinin hoşgörülü ve özellikle hakkaniyetli tavırları, tarih boyunca hep karmaşa ve savaş içinde yaşamış olan bölge halkının Müslümanlığa büyük sempati duymasını sağlamışlar. Osmanlı da bu yeni Müslüman olan halka hemen kucak açmış ve en fazla yatırımı da bu bölgeye yapmış. Hala Boşnakların “Biz Osmanlıyız!’’ demelerinin sebebi bu karşılıklı sevgiymiş. Blagay Tekkesi, oldukça mütevazı bir tekke. Orada kayanın dibinde misafirlerini ağırlıyor. Girişte hemen sağda ‘hu’ yazıları tekkeye ulaşıncaya kadar misafirlerine eşlik ediyor. Solda bir de çeşme var. Tekke iki katlı. Müze olarak kullanılıyor. Tekke daha sonraları Halvetîler, Kadirîler, Nakşîler tarafından kullanılmış. Şimdilerde tekkeyi 30 yıllığına Fidan adında bir dernek kiralamış. Bu dernek hangi cemaate aittir onu bilmiyorum ama bildiğim kadarıyla, onların amaçları para kazanmak olmalı. Girişte, hemen orada hediyelik eşya standı var. O ne öyle. Orası bir tekke. Balkanlara damgasını vuran bir tekke. Hemen girişte hediyelik eşya mı satılırmış. Tekkelerin fonksiyonunu bilen kalmadı ki; onlar nereden bilsin. Yazıktır günahtır. Odalara dervişlerin kullandıkları birkaç eşyayı koymuşlar; “işte dervişler bu eşyaları kullanıyordu ve bu sofrada yemek yiyiyorlardı” şeklinde bilgilenmemiz için. Bana ne onların ne yediğinden ne içtiğinden; bana insanlara yaptıkları hizmetler, halk için yapılan özverili çalışmalar ve insanların akın akın gelip dervişlerin saflarına katılmasına sebep olan, o tebliğler ve onların tebliğ metodları lazım. Gönül isterdi ki; dervişler, misafirlerini, Bektaşi nefesleriyle karşılasınlar. İçeride bir panorama olsun. Bektaşi dervişlerinin halka temaslarının nasıl olduğunu anlatılsın orada. Bir de tanıtım filmi olsun, böylece tekkeyi ziyarete gelenler de Sarı Saltuk’un öğretilerinden istifade etsinler. Ziyaretten sonra, evlerine götürecekleri ve çocuklarıyla paylaşacakları azıklar doldursunlar heybelerine. Vizyon meselesi… Sarı Saltuk, güçlü, korkusuz ama bir o kadar da bağışlayıcı ve hakkaniyetli bir yiğitmiş. Bu özellikleriyle birçok coğrafyada halkın sevgilisi olmuş. Hatta sadece Müslümanlar için değil Hristiyanlar için de önemli bir kahramanmış o. Önceki gelişimde, eşimle birlikte Blagay Tekkesi’nin girişinde bulunan balık restoranda yemek yemiştik. Tekkeye nazır yemiştik yemeğimizi. Yanımızdan sessiz ve sakin bir şekilde akıp giden Buna nehrinin kıyısında. İnsanın karşısında iki tane çok güzel ve eşsiz birer değer olursa o yemeğin tadı da başka oluyor… Bu gelişimde o zevki tekrar yaşayamadım. Yugoslavya’da tekkeler Tito döneminde kapatılmış. Cumhuriyet döneminde Türkiye’de kapatıldığı gibi. Zihniyet aynı olsa gerek. Ancak, Bosna-Hersek’in bağımsızlığıyla birlikte tekkeler yeniden açılmış. Ancak bu sefer gönüllere değil, turizme açılmış. Türkiye de ise henüz açılmadı tekkeler. Hakkında kanun var. 677 sayılın kanun. Sevsinler sizi… Blagay'daki Sarı Saltık Tekkesi’nin geçmişi ile ilgili birçok efsane anlatılırmış. Bir efsaneye göre, çok eski zamanda, Blagay’daki Buna ırmağının kaynadığı olan mağarada bir ejderha yaşarmış. Halk, yaşamını devam ettirebilmek için her yıl kendisine bir genç kızı kurban olarak vermek zorundaymış. Derken yıllardan bir yılda sıra Hersek hükümdarı Styepan'ın, güzeller güzeli kızı Miliça gelmiş. Hükümdarın uykuları kaçmaya başlamış. Yemeden içmeden kesilmiş. Kızını kurban olarak verse bir dert vermese başka bir dert. O sıralarda; Suriye taraflarından bir genç gelmiş Blagay’a. Oldukça yakışıklı bir delikanlıymış. Aynı zamanda cengâver ve dindarmış da. Kısa sürede herkesin sevgisini kazanmasını bilmiş. Bu arada Hersek hükümdarının güzeller güzeli kızı Miliça’ya da âşık olmuş. Yıldırım aşkı derler ya işte ondan. Sarı Saltuk âşık olduğu kızın ejderhaya kurban edileceğini öğrenince, yıldırım aşkının verdiği o olağanüstü güçle, çekmiş kılıcını yürümüş canavarın üstüne. Herkesin gözünün önünde bir hamlede alıvermiş kellesini canavarın. Canavar durur mu, can havliyle saldırmış Sarı Saltuk’a. Bir kuyruk darbesiyle havalarda uçmaya başlamış Sarı Saltuk. Halk korkudan saklanmış erimlerin dibine. Kuyruğunu bir oraya bir buraya savururmuş Ejderha. Sarı Saltuk kuyruğu takip etmekteymiş. Bir ara fırsatını bulmuş ve ikinci darbeyi indirmiş, arkasından üç, dört derken ejderhayı serivermiş yere. Boylu boyunca uzatıvermiş köy meydanına. Canavar yoktur artık. Aşk bu, ferman mı dinlermiş, dinlememiş işte… Böylesi aşka can kurban. Kızının kurban olarak ejderhaya vermekten kurtulduğuna sevinen kral, çıkmış meydana ve avazının çıktığı kadar bağırarak; “herkes bilsin ve duysun, duymayanlara duyanlar duyursun! Kızım Milaç’ı Sarı Saltuk’a verdim gitti.” Demiş. Halkıyla sevincini paylaşıvermiş. Kırk gün kırk gece sürmüş düğün. Düğün hediyesi olarak da hemen oraya bir tekke inşa ettirmiş Kral. İşte bu tekke o tekkeymiş. Balkanlarda bulunan tekkeler, yalnız dinî faaliyetlerle sınırlı kalmamış, aynı zamanda içtimaî hayatın her safhasında tesirli bir rol oynamışlar. Kısaca bu tekkeler ilim, kültür, sanat ve edebiyat gibi pek çok alanda hizmetler vermişler. Bu dönemin din ve insan anlayışı, iki asra yakın bir süre boyunca, Sarı Saltuk adıyla bütünleşmiştir. Gerçek şahsiyeti, menkıbevî nakillerinin gölgesinde kalan Sarı Saltuk, faziletlere dayalı bir medeniyetin münevver mümessili olarak, Dobruca’da, hayatının sonuna kadar unutulmaz çalışmalar yapan gazi bir dervişmiş. Günümüzde de Yahya Kemal’in: “Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan Bir bir Diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan” Mısralarında ifade ettiği gibi, Anadolu’nun bağrından çıkıp memleketine dönemeden diyar-ı gurbetteki sade mezarlarında yatmakta olan nice Alperen torunları vardır. Balkanlardan Sibirya’ya, Amerika’dan Afrika’ya kadar yayılmış bu Alperenlerin her geçen gün sayıları artmaktadır. Belki de dünyanın dört bir tarafına defnedilen bu kutlu muhacirler, zaman içinde hayırlarla anılır da kabirleri teveccühle ziyaret edilen birer mübarek mekâna dönüşür. Sarı Saltuk Tekkesi’ne gösterilen teveccüh gibi. Belki de küllerinden yeniden doğuverirler…Neden olmasın…Öldüren de O dirilten de O! Devam edecek

30 Haziran 2024 Pazar

BALKANLAR GEZİSİ (VI) BOSNA- HERSEK Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024

- Soykırımın o kapkara günlerinde, umudunu asla yitirmeyen Bilge Kral Aliya’nın, “Düşmanlarımız burada, dostlarımız nerede?” sitemli sorusunu, gecikmeli de olsa, “Buradayız!” diye cevapladık- Rüştü KAM ha-ber.com Aliya’nın vasiyetini kulaklarıma küpe yaptım. 90’lı yıllara gidip geldim. Bugün Gazze ne ise o gün Bosna da aynıydı. Yanıyordu Bosna ve Bosnalı. Dumanı arşa kadar yükselmişti. Avrupalı susuyordu. İslâm ülkeleri susuyordu. Herkes susuyordu. Bir tek Bosnalı Müslüman susmuyordu, avazı çıktığı kadar bağırıyordu ama onun sesini de işiten yoktu. Ben yapabileceğimi yaptım, duamı ettim; “Allah’ım sadece Müslümanları değil, bütün insanları vahşetten koru.” Ben böylesine hayallere dalmış giderken, kulağımda bir ses; ‘30 dakika mola. İhtiyaç molası.’ Aynı zamanda pişi molası. Annem yapardı çocukluğumda. Yolun solunda biraz yukarıda bir restoran var. Yokuş yukarı yürümemiz gerekiyor. Kalabalık. Herkes pişi kuyruğuna girmiş. Biz de girdik sıraya. O kadar seri çalışıyorlar ki; sıranın ne zaman geldiğini anlayamadım. Yanında ayranı da var. Yağlar akışmıyor, sanki yağda pişmemiş gibi. Lezzetli. Annemin pişisi daha lezzetliydi tabi ki. Ormanın içindeyiz. Kuşlar eşlik ediyor melodileriyle. Akort tamam. Detone de olmuyorlar. Cır cır… Koro halinde okuyorlar şarkılarını. Hiçbir sanatkâr bu kadar kalabalık seyirciye konser vermemiştir. Bütün orman onları dinliyor. Tabii biz de. Ahengi bozan bir ses, Recai’nin sesi; “Herkes otobüse, geç kalan 5 Euro ceza öder! …“ Otobüse binince, arkadaşlar, benden dua yapmamı istediler. Önce Kur’an okudum. Arkasından da birkaç ilahi. Sonrasında duamı da yaptım. Duamın merkezinde, kazasız belasız turumuzu tamamlayarak sevdiklerimize, sevgililerimize, çocuklarımıza kavuşmak vardı. Âmin sesleriyle çınladı arabanın içi. On yedinci kültür gezimizi yapıyoruz. Bütün gezilerimizde eşim hep yanımdaydı. Son iki gezide yalnızım. Emin kardeşimin Fatma Anası yok artık. Zaman zaman hüzün çökse de üstüme, arkadaşlar bu hüznü dağıtmasını başarıyorlar… Allah onlardan razı olsun… Her gezide değişik insanlar gezilerimize katılıyorlar. Hepsi dünya tatlısı insanlar. Ben onları seviyorum. Galiba onlar da beni… Bosna’ya kavuşmamıza az bir zaman kaldı. Yine bir ses. Bir saat ihtiyaç molası. Öğle yemeğini burada yiyeceğiz. Burada, bu coğrafyada, başka bir yerde bulamayacağınız bir lezzetle tanışacaksınız. Kuzu çevirme. İndik otobüsten. Dağın zirvesinde, ormanların içinde bir restoran. Aşağıdan nehir akıyor. Tam bir doğa harikası. Çocukluğumda babam (Allah rahmet eylesin) yapardı kuzu çevirmesini. Uzunca bir demire kuzuyu boydan boya geçirirdi. Evin önünde kocaman bir kavak ağacı vardı, o ağacın dibinde yapardı bunu. Kuzuyu da kendisi keserdi. Yerden 50 santim kadar yüksek olan karşılıklı iki de küçük küçük duvar örmüştü. Duvarın üzerine bir düzenek yerleştirirdi. Düzeneğe bağlı olan o kuzuyu eliyle yavaş yavaş döndürerek pişirirdi. Ateşini fazla harlamazdı. Nar gibi kızarırdı mübarek. Babam bu ziyafeti bütün aile bir araya toplanınca yapardı. Yıldan yıla, bazen de iki yılda bir. Bosna’da başka yapıyorlar. Kocaman bir hangar. İçine fırın yapmışlar. Fırında odun kömürü kullanıyorlar. Hangarın dışında iki tane kocaman kocaman çark dönüyor, suyun gücüyle dönen çarklar bunlar. Su değirmeni gibi düşünün. Dışarda çarklar döndükçe içerde kuzular da dönüyor. Kuzuları şişlere takmışlar, 10 tane birden. Ağır ağır dönerek kızarıyorlar. Üç saatte kızarırlarmış. Fırının başında bir görevli var. Herhalde günde beş litre ter döküyor olmalı. Kızaran kuzular yan tarafta parçalanarak servis için mutfağa gidiyor. Patates haşlamasıyla servis yapılıyor. Patatesler, fırının yan tarafındaki başka bir bölümde et suyuyla haşlanıyor. Oksijeni bol, püfür püfür esen rüzgâr, aşağıda iki dağın arasından yıllardır usanmadan, üşenmeden biteviye menziline ulaşmak için akan bir de nehir. Şimdi burada o kebap yenmez mi. Yenir elbet, biz de yedik zaten. Yemekten sonra ben fotoğraf çekme derdine düştüm. Herkes otobüste yerini almış. Ben hariç. Recai de kaçırmadı fırsatı hem de bu sefer 10 Euro aldı benden. Savunmamı almadı bile. Yaşam Tüneli (1993) Başçarşı’dan önce, Yaşam Tüneli’ne doğru çevirdik direksiyonumuzu. Doğru olan da buydu. Önce, imkansızın başarıldığı o malum tünele gitmek lazımdı. O tüneli görmeden, hikayesini dinlemeden, Bosna’da savaş döneminde neler yaşanmıştır onu anlamak mümkün olmazdı. Bosna’nın Şerife Bacısı, Kara Fatma’sı olan ev sahibesi Sida Teyze’mizin elini öpmek lazımdı. Hayır duasını almak lazımdı. Avrupa Millî Görüş Teşkilatları Genel Merkezi’nde çalışırken Bosnalı İlyas kardeşimle birlikte lojistik destek sağlayanlardan birisiydim ben. Şimdi Şida Teyzeden vize almadan şehre mi girilir. Bana yakışanı yaptık. Allah’ım Sen nelere kâdirsin… Saraybosna dört yılda beri kuşatma altındaymış. Şehrin etrafını Sırplar sarmışlar. Şehre giriş de çıkış da yasaklanmış. Peygamberimiz ‘in de içinde bulunduğu Kureyş Kabilesi’ne uygulanan ambargo gibi. Halk aç susuz bî ilaç sefil olmuşlar. Açlıktan susuzluktan yüzlerce Boşnak ölmüş. Onlara insani yardım ulaştırmak için bir şeyler yapmak lazımmış. Aliya başkanlığında subaylar toplanmışlar ve bir karar almışlar. O insanlara insani yardım ulaştırmanın tek yolu havaalanının altından tünel kazmakmış. Sadece havaalanı tarafı açıkmış ama orası da Birleşmiş Milletlerin gözetimi altında tutuluyormuş. Kararı uygulamaya koymuşlar. Saraybosna Havaalanı’nın altından tünel kazmak için kollar sıvanmış. 800 metre uzunluğunda, bir metre genişliğinde bir metre 60 santim yüksekliğinde bir tünel kazmışlar. Dört ay dört günde tamamlanmış tünel. Boşnak askerlerin her birinin en az 1.80 olduğunu düşünürsek tünelin ne kadar zor şartlarda kazıldığını tahmin etmek o kadar zor olmasa gerektir. Sırp katiller tarafından dünya ile ilişkisi kesilen halk biçare şekilde ölümü beklerken birdenbire yüzlerce insan çıkıverir toprağın altından mantar gibi. Hayattan ümidini kesmiş olan o insanları yeniden hayata döndürmek için gelmişlerdir. Onların neye ihtiyacı varsa hepsini yanlarında getirmişler. Mucize değildir de nedir bu? Vücutlarında kan dolaşmaya başlamıştır halkın. Ellerine silahını alan dalar düşmanın ortasına, yermisin yemez misin… Tıpkı Çirmen Savaşı’nda 70 bin kişiyi darmadağın eden 800 Osmanlı askeri gibi. Tünele her gelişimde ayrı bir hüzün kaplar içimi. Lanet olası savaşta, Sırp katillerin uyguladığı soykırım sırasında, Saray Bosna’da, kuşatma altında tutulan halka, insani yardım ulaştırmak için binbir güçlükle açılmış olan Tüneldir o tünel. Yaşam Tüneli. Onun için adı yaşam tünelidir. İşte, Türk Eğitim Derneği’nin üyeleri olan bizler; yaklaşık 200 bin insanın öldüğü savaşta 300 bin insanın hayatta kalmasına neden olan o tünelin kapısındayız. Önümüzde delik deşik olmuş bir ev var. Kolar Ailesi’nin evi. İki katlı. Tünel fikri kendilerine ulaşınca hiç tereddüt etmeden ve para da almadan evlerini orduya bağışlayan aile. Bizim önünde toplu olarak hatıra fotoğrafı çekilemediğimiz gazi evin sahipleri. İnsanlara zulmetmek için Sırp olmak gerekmez. Sırp ruhlu insanlar her zaman vardır. Irkı da önemli değildir. Kendi nefislerini tatmin etmek için insanlara zulmetmekten zevk alırlar… Kolvar Ailesinin ve Sida Teyze’nin fedakarlığı sadece evi hibe etmekten ibaret değilmiş. Onlar da görev almışlar tünel kazısında. Sida Teyze, tünel bitinceye kadar orada çalışan askerlere yemekler pişirmiş su dağıtmış, umut kaynağı olmuş askerlerin. Bizim Nene Hatunlar, Kara Fatmalar, Şerife Bacılar gibi… Önce bir odaya aldılar bizi, tünel ve savaş ile ilgili bilgilendirmek için almış olmalılar. Ancak ne söylediği anlaşılamayan bir tanıtım filmi izledik. Doğru dürüst bir tanıtım filmi yapmak o kadar mı zordur. Sonra da Tünele giriş yaptık. Daha başlangıçta kanımız donmadı desem yalan olur. Ben biraz da sulu gözlüyüm galiba… Evin alt katı müze olarak kullanılıyor. Tünelde kullanılan malzemeleri, toprak taşımasında kullanılan el arabalarını, insanların yiyecek taşıdığı çuval ve sırt çantalarını orada görebiliyoruz. Kumları boşaltmak için kullanılan kamyon da evin önünde duruyor. Tünelin 20 metrelik kısmı açık ama oraya girmeyi yasaklamışlar. O açık olan tünele paralel bir tünel daha kazmışlar. 20 metre kadar. Bizi oraya aldılar. Eski tüneli güvenlik sebebiyle kapatmışlar. Ben eşimle beraber 2017 yılında o orijinal tünele girmiş ve orada yürüyerek askerlerin ruh halini az da olsa içime sindirebilmiştim. Müzede savaşta ölenlerin adlarının yazıldığı listeler ile savaş sırasında yaşananları anlatan fotoğrafların yer aldığı, askeri malzemelerin sergilendiği bir de oda var. Burada yer alan fotoğraf panosunda ise Kevin Spacey, Michael Moore ve Morgan Freeman gibi pek çok ünlü oyuncu, yazar, düşünür ve devlet başkanlarının burayı ziyaret ettiklerinde çektirdikleri fotoğraflar yer alıyor. Tünel ziyareti bizde derin duygular uyandırdı. Başçarşı Sebili Başçarsı’nın giriş kısmında yer alan çeşme (Sebil), şehrin simge yapılarından biri. Sebil çeşmesi. 1753 yılında Mehmet Paşa tarafından, taş ve ahşaptan inşa ettirilen bu çeşme harika bir Osmanlı eseri. Şehrin buluşma noktası olan Sebil ve çevresi oturup dinlenmek, bir şeyler içmek için ideal bir yer. Başçarşı’nın kalbi niteliğindeki bu Sebil hemen girişte. Bugün hâlâ ayakta. Duruşuyla meyden okuyor bütün dünyaya. Sebil etrafında uçuşan güvercinler, onlara buğday atan insanlar, çocuklar ve geçip giden yüzlerce insan. Burası her daim hareketli ve cıvıl cıvıl. Gece görüntüsü ise bir başka güzel. Oturun ve sadece seyredin olup bitenleri. Bosna-Hersek savaş öncesinde çok kültürlü bir şehirmiş. Bilhassa Saraybosna’ da Boşnak, Hırvat, Sırp ve Yahudiler birlikte yaşarlarmış. 500 yıldan beri bu böyleymiş. 1992-1995 yıllar arasındaki savaşta, insanlar ayrıştırılmış, Müslümanlar Bosna’dan atılmak istenmiş. Hatta Sebil Çeşmesini bile yıkmak istemiş Sırplar. Sadece çeşmeyi değil Müslümanlara ait tüm eserleri yıkmak istemişler, yıkmışlar da. Yıktıkları yıkamadıklarından daha fazlaymış. Ancak Sırplar, kendilerinden başka bir hesap yapanın daha var olduğunu unutmuşlar. “Onlar hileli düzenlerine karşı bir düzen kuran vardır.” (Neml Suresi, 50) Siz siz olun, Başçarşı Sebili’nden su içmeyi sakın unutmayın. Biraz da soluklanın orada. Etrafınıza bakın. Güvercinlere buğday atın. Başçarşı’ya ruhunu veren Arnavut kaldırımlı sokaklarda tarihe yolculuk yapın ve kaybolun o küf kokulu dehlizlerde… Ne gam. Gazi Hüsrev Bey (1480-1541) Hüsrev Paşa, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Bosna’da uzun süre görev yapan sancak beyidir. Babası Boşnak annesi Türk’tür. Sultan II. Bayezid’in torunudur. Bosna’da İslam kültür ve medeniyetine hayat veren kişi Gazi Hüsrev Bey’dir. Hüsrev Bey, İstanbul’da Enderûn mektebinde yetişmiştir. Türbesi kendi inşa ettirdiği Hüsrev Bey Külliyesinin avlusundadır. Caminin duvarında Sultan Abdülaziz tarafından gönderilen kutsal emanetler vardır (1876). Emânât-ı Mukaddese şehre girerken 101 pâre top atışı ile selamlanmıştır. Her sene Kadir gecesi bu emanetler, halkın ziyaretine açılırmış. Hacca gidemeyen Boşnaklar, hayatlarında en az bir kere Hüsrev Bey türbesine gelip ziyaretlerde bulunurlarmış. Toplam 17 yıl Bosna’da sancak beyliği yapmış olan Gazi Hüsrev Bey, 18 Haziran 1541 tarihinde Karadağ’ın Drobnjaci şehrinde çıkan bir Sırp isyanını bastırırken Mokro köyünde şehit düşmüştür. Ruhu şâd olsun. Saat Kulesi Orada bir saat kulesi var. Saraybosna Saat Kulesi, Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna'da. Gazi Hüsrev Bey Camii'nin yanında. Ay takvimine göre çalışırmış. Beş asırdan beri hiç şaşmadan zamanı göstermeye devam edermiş. Bir görevli tarafından haftada en az bir gün saatinin mekanizması kurulurmuş, temizliği yapılırmış. Abdurrahman Akgül kardeşim yanıma yaklaştı ve bana dedi ki; “Hocam geçtiğimiz ülkelerin hepsinde saat kulesi var. Şehre kimlik kazandırıyor. Göze de hoş görünüyor. Denizli'ye de yapılması için ön ayak olsak nasıl olur?” Güzel olur elbet dedim. Çok güzel düşünmüşsün dedim. Belki birileri yetkililere bu teklifi ulaştırırlar da Çınar meydanına bir saat kulesi dikerler. Türkiye’den Avrupa’ya her sene binlerce devlet yetkilisi gelip gidiyor. Ben Türkiye'nin dokuz sene de dokuz bölgesini her bölgesinde 10 gün kalarak dolaştım, Avrupa'dan esinlenerek yapılmış bir güzellik göremedim, göremedik. Temizlik dahil, tuvalet temizliği de dahil. Ören yerlerinin ve müzelerin düzenlemeleri de dahil. Saraybosna’da Türkiye İzleri Saraybosna şehir merkezinde, birçok yapıda levhalar var. Üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı, Türkiye İş birliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve örneğin Konya gibi Bursa gibi Büyükşehir Belediyelerinin logoları bulunuyor. Balkanlarda, özellikle tarihi eser, eski han ve camilerin yeniden inşasında Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük pay sahibi olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Park ve cami avlularında bulunan oturma banklarında Türkiye’nin değişik belediyelerinin isimleri yazıyor. Bunlar göğsümüzü kabartıyor elbet. Daracık sokaklar, alçak binalar, el sanatçıları, kitapçılar, hediyelik eşya satanlar, bakırcılar, baklavacılar, kuruyemiş ve lokumcular, esnaf lokantaları, çay ve kahvehaneler… Sanki Türkiye’deyiz. Üstüne üstlük bir de her vakitte ezan sesi yok mu? Ruhumuzu dinlendiriyor. Müslüman bir beldede olduğumuz hatırlatıyor. Avrupa’da değil sanki Türkiye’deyiz. Allahu Ekber… Lâ İlahe illallah… Bosna’da çay kültürü gelişmemiş. Saraybosna’da daha çok Türk kahvesi meşhur. Neredeyse her köşede kahve içmek için bir imkân bulunuyor. ÇAYKUR Genel Müdürlüğü’nün Bosna’ya uğramaları gerekiyor anlaşılan. Bosna’da köfteye “cevapcici’’ diyorlar. Köfteler parmak gibi, uzun ve ince. Yemek porsiyonları büyük ve doyurucu. Boşnak Böreği ise harika. Ayranla birlikte ikram ediliyor. Çıtır çıtır bir börek. Ispanaklı, peynirli, kıymalı, patatesli olarak servis ediliyor. Başörtülü, uzun boylu, ceylan gözlü, beyaz tenli o güzel Boşnak kızlarının elinden yiyoruz börekleri. Başörtüleriyle dünyaya meydan okuyorlar. Evet biz Müslümanız. Küllerimizden yeniden doğarız. Biz bir ölür bin diriliriz. Ne Sırpların soykırımı ne de Birleşmiş Milletlerin Hollandalı ihaneti… Çok kısa sürede hazırlanıp tel tel dökülen bu böreğe bayılıyoruz. Her köşe başında börekçi var ama yine de siz tavsiye edeceğim yere gidin…Sebil çeşmesinden aşağıya doğru ilerleyin solunuzda cami kalacak, caminin köşesinden dönün sola ve ilk sokaktan sağa girin işte orası. Bana dua edeceğinizden eminim. Afiyet olsun. Bosna Kütüphanesi Bosna-Hersek kütüphanesi orada nehrin kenarında yıllardan beri insanlığa hizmet veriyormuş. İçinde altı milyon kitap ve arşiv belgeleri bulunduruyormuş. Ülkenin hafızası konumunda bir mekanmış. Endülüs mimarisiyle inşa edilmiş. Sırplar bu kütüphaneyi ateşe vermişler. Avrupalı dedeleri gibi. Müslüman Boşnak, Sırp, Hırvat ve Yahudilere ait el yazması eserlerin de bulunduğu bu kütüphaneyi Sırplar yakmışlar. Üç gün boyunca cayır cayır yanmış. 155 bini el yazması olmak üzere iki milyon eser Avrupa'nın göbeğinde kül olup gitmiş. 25 Ağustos 1992. Çetnikler de geçmişler karşısına pişmiş kelle gibi sırıtarak seyretmişler. Osmanlı’nın 500 sene barış içinde adaletle yönettiği Bosna-Hersek, avazının çıktığı kadar bütün dünyaya bağırırmış; medeni! Avrupa'nın ortasında bağırırmış. Gözyaşı olmuş bağırmış, alev olmuş bağırmış, kül olmuş bağırmış, kan olmuş bağırmış ve bağırmış. Ancak sesini kimselere duyuramamış. Hatta demokrat Avrupalılar; Sırplar, Bosna -Hersek’e rahat bir şekilde tecavüz edebilsinler diye; kollarını ve bacaklarını yanlara açarak onlara yardımcı olmuşlar. Birleşmiş Milletler (BM) de bu rezaleti sadece seyretmişler… İşte biz bugün tam da buradayız. Kütüphanenin önünde. O yaşanmışlıklardan geriye kalan eserleri görüyoruz, çekilen acıları sadece hissetmeye çalışıyoruz. Hepsi o kadar. Suikast Köprüsü Hemen karşımızda bir de köprü duruyor. Suikast köprüsü. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda yaklaşık 85 milyon insanın ölümüne sebep olan suikast işte tam burada gerçekleşmiş. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Veliaht Prensi Franz Ferdinand ve eşi Sophia burada öldürülmüş. Saraybosna’nın en eski köprüsü olan Latin Köprüsü’nde (28 Haziran 1914). Üzerinden yüz seneyi aşan zaman geçmiş. Geziyoruz görüyoruz ama. Ne kadar ibret alıyoruz onu bilmiyorum. İnat Evi Köprünün biraz ilerisinde yamaca yaslanmış vaziyette duran bir de ev var. İnat evi diyorlarmış o eve. Önünde durduğumuz kütüphanenin yerindeymiş eskiden o ev. Belediye istimlak etmek istemiş, ev sahibi “hayır demiş, evimi yıktırmam.” Israr edilince; “nehrin öbür yakasına aynısını inşa ederseniz o zaman olur” demiş. Evin bütün malzemelerini titizlikle nehrin öbür kenarına taşımışlar ve o evi aynen oraya inşa etmişler. Şimdi orası restoran olarak kullanılıyor. Adı İnat Kuça. İnat evi demekmiş. Bosna Hersek’le İlgili Kısa Bilgiler 500 yıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde varlığını sürdüren Bosna-Hersek, 1878 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun kontrolüne geçmiş. Bu süreçte Bosna-Hersek Şubat 1992’de bağımsızlığını ilan etmiş. Bu bağımsızlık kararını tanımayan Sırplar, 1992-1995 yılları arasında sürecek kanlı bir savaş başlatmışlar. 20. yüzyılın en büyük soykırımlarından biri burada gerçekleşmiş. Yaşanan savaşta 100.000’in üzerinde Boşnak hayatını kaybetmiş. Batılı ülkeler, etnik temizlik yürüten Sırpları sadece seyretmişler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu en büyük soykırımın (Srebrenitsa soykırımı) yapılmasına yardımcı olan Hollandalı askerler memleketlerine döndüklerinde Hollanda hükümeti tarafından “madalya” ile ödüllendirilmişler. Helal olsun koçlara! … Kovaći Şehitliği “Beni şehitlerimin arasına defnedin!” Bu, Aliya’nın vasiyetidir. Vasiyet şöyledir: “Öldüğümde Osmanlı şehitleriyle ve Bosna şehitleriyle yan yana yatmak istiyorum. Benim yanım onların yanıdır. Beni ayrı bir yere defnetmeyin, zira benim ziyaretime gelenler onlardan da dualarını esirgemesin, mahzun da kalmasınlar.’’ Vasiyet yerine getirilmiş ve şehitlerinin arasına defnedilmiş. Aynı gaye için şehit olan mücahitleri birbirinden sadece yol ayırıyor. Yolun sonunda da Aliya’nın müzesi var. Arkadaşlarımızın bazıları yorulduklarını bahane ederek Aliya’yı ve vatanları için savaşırken şehit düşen o mücahitleri ziyaret etmek istemediler. Biraz önce yaşam Tünelini gördük. 200 bin Boşnak’ın vatanı uğruna mücadele verirken şehit düştüğünü öğrendik. Bosna’nın hafızası olan kütüphanenin yakıldığını öğrendik v.d. Ancak arkadaşlarımızdan bazıları, 500 metre yürüme mesafesinde olan o şehitlerimizi yattıkları yerde ziyaret edemediler. Yorgunluklarını bahane ederek yaptılar bunu. Ben ne diyeyim yani şimdi. Boşnakların ve aynı zamanda Avrupalı Müslümanların özgürlüğünün en önemli temsilcilerinden Bosna Hersek'in ilk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç'in, Bilge Kral’ın kabrinin de bulunduğu Kovaći Şehitliği’ni ziyaret edip şehitlere en azından bir Fatiha okumadan dönmek ne kadar doğru oldu? Emin olun; ben o kadar zor soruları cevaplayacak bilgi donanımına sahip değilim. Beni aşan sorular bunlar. Aliya İzzetbegoviç'in kabri, hilal şeklindeki bir havuzun ortasında bir yıldızı simgeliyor. Ve bu havuzdan diğer mezarlara akan sular, altından ırmaklar akan cennetleri andırıyor. Bilge Kral sen yerinde rahat uyu. Senin emanetine sahip çıkan yüz binler var. Seni örnek alarak yolunda yürüyorlar. Sen Rabbinin sevgili bir kulu imişsin ki; O sana halkın için hiç yoktan bir devlet kurmayı nasip etmiş; Bosna-Hersek devleti. Aliya’nın vasiyetini hatırlayarak şehitlikten ayrıldık. Osmanlı'nın şehitleriyle yan yana defnedilmişler. Aradan bir yol geçiyor. Gerçek bir mücahid, Peygamber yolunun yolcusu ve yiğit bir dava adamı görmek istiyorsanız yüzünüzü Bosna’ya çevirmeniz yeterli olacaktır. O dava eri, Boşnaklara imkansızlıklar arasında yoktan bir devlet inşa etmiştir. O yiğit adam; orada savaş arkadaşlarının tam ortasında sizleri bekliyor. Sadece beklemiyor çağırıyor da… “Unutma, Türk'ün evladı! Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve kendi çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler, Saraybosna'da, Srebrenitsa'da, Mostar'da toprağın altına gömüldü. Hem de çok acı hatıralarla! Biz, kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye yaşadıklarımızı yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız. Ama sen, bizim yaşadıklarımızı sakın unutma! Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork…Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık, tecavüze uğradık. Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok edildik. Türk'ün Evladı! Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen'de, Çanakkale'de, Filistin'de, Kırım'da, Açe'de, Türkistan'da korunmak istenen sancaktı. O ne bir dinin ne bir ırkın ne bir dilin ne bir mezhebin sancağıydı. İnsanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi. Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale'den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız. Ama unutma!” Onun bizim duamıza ihtiyacı yoktur. Bizim onun yaptıklarına şahit olarak yolumuzu onun ışığıyla aydınlatmamıza ihtiyacımız vardır. Devam edecek

27 Haziran 2024 Perşembe

14 İLAHİTAÇIDAN BİLDİRİ

14 İlahiyatçı tarafından bir bildir kaleme alınmıştır. Mocca dergisinin 42. sayısında Almanca ve Türkçe olarak aynen yayınlanacaktır. Önemine binaen kendi sayfamda da paylaşarak siz okuyucularımın istifadesine sunmak istedim. DİAMOND TEMA SONRASI... 14 İLAHİYATÇIDAN ORTAK BİLDİRİ: ŞERİATIN İNSAN ONURUNA YAKIŞIR KARŞILIĞI YOK - Bu bildiri; bilimsel bir görüş beyanı olmaktan ziyade politik bir itirazın ifadesi olmuş. İktidarın din siyasetindeki hatalarının belli kesimleri çok yorduğu malum. Ama bunun alternatifi Atatürkçülük olmasa gerektir- Rüştü KAM 14 İlahiyatçı bir araya gelmişler ve bir bildiri yayınlamışlar. “Diamond Tema sonrası... 14 ilahiyatçıdan ortak bildiri: Şeriatın insan onuruna yakışır karşılığı yok” başlığını taşıyor. Öncelikle böyle bir çalışma yapmak için 14 ilahiyatçının bir araya gelmesi ve kavga etmeden bir bildirinin altına hep beraber imza koymaları takdire şayandır. Olması gereken budur. Arzumuz; DİN konusunda sözü olan ilim adamlarının zaman zaman bir araya gelerek “evet bu bizim ortak görüşümüzdür, halkımıza duyurulur” demeleridir. Halkımızın bu birlikteliğe çok ihtiyacı vardır. Ne zaman iki ilahiyatçı televizyona çıksa kanal değiştiren çok insan tanıyorum ben. Kavgadan başka ürettikleri ele gelen bir değer olmuyor. Bu açıdan bakarsak ben bu 14 İlahiyatçıyı gerçekten kutluyorum. Ancak ürettikleri değer açısından baktığımda hayır olarak üretilen bir değer görmüyorum. Bir değeri inkar ederek yerine başka bir değer konulacaksa en azından kendi cinsinden olmalıdır. “Şeriatın insan onuruna yakışır karşılığı yok” ne demektir. Bu ifadeyle ilahiyatçılar kendi topuklarına sıkmış olmuyorlar mı? Bu bildirinin temel hareket noktasına katılmakla beraber Şeriat tanımına ve Şeriat 'tan soyutlanmış İslam tarifine katılmam asla mümkün değildir. İslam hem din hem şeriattır, din sabittir, Şeriat dinamiktir. Bu vazgeçilmemesi gereken kesin bir kuraldır. "Şeriatın çok eşliliği, köleliği, çocuk yaşta evliliği, haremlik selamlık uygulamasını, kadınların ikincil konumunu ve otoriter-totaliter bir rejimi öngördüğü" ifadesi eksiktir, sorunludur ve yanlıştır. Öncelikle şunu belirtmek lazımdır ki; bu hükümlerin bir kısmının ve burada zikredilmeyen (hırsızın elinin kesilmesi ve miras ahkamı gibi) başka hükümlerin kaynağı Kur'an'dır. O zaman Kur'an'ı da İslam'ın dışına mı atalım? Şeriat, metinde anlatıldığı gibi Ortaçağ'da üretilmiş ve dondurulmuş bu fıkıhtan ibaretse, metinde neden Ebu Hanife'ye atıfta bulunuluyor ve gerektiğinde hükümlerin değişebileceğinden/değişmesi gerektiğinden bahseden Mecelle hükmü zikrediliyor? Gerekli değişiklikler yapılırsa ortaya çıkacak sistem yine Şeriat olmayacak mı? Velhasıl bu bildiri; bilimsel bir görüş beyanı olmaktan ziyade politik bir itirazın ifadesi olmuş. İktidarın din siyasetindeki hatalarının belli kesimleri çok yorduğu malum. Ama bunun alternatifi Atatürkçülük olmasa gerektir. Arzu edenler için bildiri aynen şöyledir: Diamond Tema sonrası... 14 ilahiyatçıdan ortak bildiri: Şeriatın insan onuruna yakışır karşılığı yok Şeriatla ilgili sözleri sebebiyle hakkında yakalama kararı çıkarılan Diamond Tema'nın tutuklanma talebine giden tartışma üzerine açıklama yapan ilahiyatçılar "Laiklik dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için de yaşamsal önem taşımaktadır" şeklinde bir bildiri yayımladı. YouTuber Diamond Tema, Yer 6 isimli YouTube kanalında sosyal medya fenomeni Asrın Tok ile yaptığı tartışmada şeriat hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Tema, şeriata neden karşı olduğunu anlatırken Sahih-i Buhârî adlı hadis derlemesinden örnekler sundu. Tema'nın "Şeriat dışında hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" şeklindeki açıklamaları ve Hz. Muhammed ile ilgili söyledikleri nedeniyle "halkın bir kesimini ve dini değerleri aşağılamak" suçlamasıyla hakkında soruşturma açıldı ve yakalama kararı çıkarıldı. Hakkında yakalama kararı çıkartılan Tema’nın tutuklanması bir grup şeriatçı tarafından talep edilirken 14 ilahiyatçı şeriat konusuna ilişkin ortak bir bildiri yayımladı. Bildiride, şeriatın "çok eşliliği, köleliği, çocuk yaşta evliliği, haremlik selamlık uygulamasını, kadınların ikincil konumunu ve otoriter-totaliter bir rejimi" öngördüğü belirtilerek, bu unsurların şeriatı kabul edilemez kıldığı vurgulandı. "İslam dini, inanç, ibadet ve ahlak esasları olarak şeriattan tamamen ayrıdır" denilen açıklamada, laikliğin dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için önemli olduğu belirtildi. "Şeriat, İslam demek değildir" başlıklı bildirinin tamamı şu şekilde: "Cumhuriyetimizin 100. yılını kutladığımız bu dönemde, toplumumuz tehlikeli ve dar bir tartışmanın içine çekilmek istenmektedir. Bu tartışma, adeta dine rağmen din, İslam’a rağmen İslam olarak tanımlanabilecek derecede cehalet içeren bir şeriat tartışmasıdır. Arap dilinde pek çok anlama sahip olan şeriat sözcüğü, terminolojik olarak dilimizdeki hukuk sözcüğünün karşılığıdır. Hem dinsel inanışları referans alan hem de laik ve seküler dünya görüşüne dayanan yasalar Arap dilinde şeriat sözcüğü ile ifade edilir. Bu nedenle, şeriatı din ve İslam ile özdeşleştirmek gerçek dışıdır. BÜTÜNSEL ŞERİAT ANLAYIŞI OLAMAZ İslam şeriatı kavramı, İslam’ın kendisi değildir. Şeriat kurallarının çok azı Kur’an ayetlerine dayanmaktadır ve bu ayetlerin çoğu da dönemsel olup esbab-ı nüzul çerçevesinde değerlendirilmesi gereken hükümlerdir. İslam tarihinde bütünsel ve tek yapı halinde bir şeriat anlayışı yoktur. Fıkhî ve itikadi meselelere ilişkin onlarca şeriat yorumu ve uygulaması vardır. Bu yorum ve uygulamalar, sahabilerin farklı görüşlerinden, sıhhati tartışmalı bazı hadislerden ve İslam bilginlerinin çeşitli aklî çıkarımlarından doğan ve çoğu zaman birbiriyle çelişen ictihadî hükümlerdir. Hangi şeriat ekolü olursa olsun, içerdiği kurallar açısından hiçbiri günümüz toplumsal yaşamına, insan ihtiyaçlarına, temel hak ve özgürlüklere ve çağdaş hukuksal sorunlara yanıt verebilecek nitelikte değildir. Bu nedenle, insanlığın ve Müslümanların geçirdiği hukuki evrimi dikkate almayan şeriat taleplerine itibar etmek mümkün değildir. ŞERİAT KURALLARI GÜNCEL YAŞAMDA İNSAN ONURUNA UYGUN DEĞİLDİR Birey kimliği, kadın-erkek eşitliği, ekonomik ilişkiler, suç ve ceza kavramı, aile hukuku, siyasi sistem ve bilimsel çalışmalar açısından şeriat hukuku, dönemin Arap toplumunda değişim ve dönüşüme öncülük etmiş olsa da, günümüzde uygulanabilirliği olmayan kurallar yığını olarak yalnızca akademik bir değer taşıyabilir. Şeriat kurallarının güncel yaşamda insan onuruna uygun bir karşılığı yoktur. Çok eşliliği, köleliği, çocuk yaşta evliliği, haremlik selamlık uygulamasını, kadınların ikincil konumunu, mürtedin idamını ve tekfirciliği içermesi, ekonomik tezleri bağlamında günümüz karmaşık ekonomik ilişkilerini karşılayamayacak kadar basit olması, siyasal sistem açısından ise otoriter ve totaliter bir rejimi öngörmesi, şeriatı kabul edilemez kılmaktadır. İslam dini, inanç, ibadet ve ahlak esasları olarak şeriattan tamamen ayrıdır. Şeriat uygulanamasa da, İslam dini iman esaslarıyla, ibadetleriyle ve ahlakî kurallarıyla yüzyıllardır yaşanmakta ve yaşanmaya devam edecektir. İslam azizdir ve şeriatla kısıtlanamayacak kadar değerlidir. DEVLETİN DİNİ ANCAK ADALETTİR Büyük İslam bilgini Ebu Hanife’nin dediği gibi, din, Hz. Âdem’den beri gelen tevhid inancıdır ve değişmez. Şeriat ise değişir. Tarih boyunca her ümmet için ayrı bir şeriat olmuştur. Osmanlı’nın Mecelle’sinde de belirtildiği üzere, 'ezmanın tegayyürü ile ahkamın tebeddülü inkar olunamaz.' Ancak bu durum din için geçerli değildir. Din sabittir ve aksi düşünülemez. Bu gerçekler ışığında, biz ilahiyatçılar olarak halkımızı, aziz dinimiz İslam’ı yaşarken aynı zamanda Atatürk’ün ve şehitlerimizin emaneti olan laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkmaya davet ediyoruz. Laiklik, dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için yaşamsal öneme sahiptir. Devletin dini ancak adalettir anlayışıyla, her türlü dinsel ve mezhepsel ayrımcılığa karşı ulusal birlik ve bütünlüğümüzü korumalı ve güçlendirmeliyiz. Kamuoyuna saygıyla duyururuz." İmzacılar: Cemil Kılıç (İlahiyatçı Yazar) Şahin Filiz (İlahiyatçı Prof. Dr.) Mustafa Öztürk (İlahiyatçı Prof. Dr.) İsrafil Balcı (İlahiyatçı Prof. Dr.) Hatice Doğan (İlahiyatçı Dr.) Hakkı Yılmaz (İlahiyatçı Yazar) Hıdır Temel (Din Bilimleri Dr.) İdris Şahin (İlahiyatçı) Yaşar Koçer (İlahiyatçı) Fikret Eroğlu (İlahiyatçı) Halis Dinçer (İlahiyatçı) Emine Yücel (İlahiyatçı) Mehmet Göl (İlahiyatçı) Mustafa Sağer (İlahiyatçı)

23 Haziran 2024 Pazar

KURBAN 2024

KURBAN 2024 -Almanlar, Müslümanlarla birlikte yaşamanın avantajlarını görmelidirler. Müslümanların yardımlaşma gayretlerini, fedakârlıklarını görmelidirler. Müslümanın elinden ve dilinden insanlara zarar gelmez, hatta Müslüman eli, ihtiyaç sahibi olan herkese ulaşır anlayışı, Almanlar arasında yaygın hale gelmelidir. Bu anlayış kendiliğinden gelişmez. Gayret etmek lazımdır. İrade ortaya koymak lazımdır. Eyleme geçmek lazımdır. Almanlar, medya üzerinden kendisine tanıtılan Müslümanla, aralarında yaşayan Müslümanlar arasında bir farkın olduğunu işte o zaman fark edecektir- “Kurbanlarımızı Amacına Uygun Olarak Değerlendirelim Heder Etmeyelim 2016 22:22 - 01/09/2016 2016 yılında bu başlıkla ha-ber.com sitesi marifetiyle okurlarıma ulaşmaya çalışmışım. Sene 2024 Müslümanların kurban ibadeti konusunda değişen fazla bir şey olmamış. Bana düşen sadece o yazımı aynen yayınlamak. Belki birileri kulak verir yazılanlara da bulunduğu yerde bir adım atar. Yazı aynen şöyle: Kurban Bayramı yaklaştı. İstenilen seviyede olmasa da bir hareketlilik var. Planı olanlar var, yapılan planların kendilerini de içine almasını bekleyenler var. Ancak Müslümanların ve de Türklerin çoğunlukta olmadığı ülkelerde bayram heyecanı hissedilmiyor fazla. Kurbanlık hayvan alışverişi, bayram eğlenceleri, bayram alışverişleri için koşuşturmacalar yok gibi. Berlin’de 4 milyon nüfus içinde yaklaşık 500.000 Müslüman nüfus (Türk, Pakistanlı, İranlı, Alman ve Arap) kaybolup gidiyor. Kurban Şenlikleri Sayı olarak oldukça fazla olan Müslümanların dini bayramlarda aylar öncesinden birlikte hareket etmek için organize olmaları gerekir. Mesela: Berlin’de değişik mekânlarda Kurban Bayramı için programlar düzenlenmelidir. Sokak şenlikleri düzenlenmelidir, Müslümanlar çocuklarıyla birlikte bayramları doya doya yaşamalıdırlar. Bu şenlikte; Kurban ile ilgili hikâyeler anlatılmalı, akraba ziyaretleriyle bayramın önemi fiili olarak çocuklara gösterilmeli, Karagöz ve Hacivat gibi Nasrettin Hoca gibi Kültür değerlerimizle çocuklarımız tanıştırılmalıdır/eğitilmelidir. Çocuklara dağıtılacak olan hediyelerle bu tanışmaya/eğitime verilen önem pekiştirilmelidir. Almanlar Kurban Sofralarına Davet Edilmelidir Kurban kesmek isteyenler, Kurbanlarını Berlin’de kesmelidirler. Müslüm ve Gayrimüslim herkes bayramın bereketinden faydalanmalıdır. Bilhassa Almanlar “Kurban” sofralarına, şenliklerine davet edilmelidir. Bu vesileyle aynı zamanda İslâm’ın tanıtımı yapılmış olacaktır. Müslümanlar arasındaki dayanışma, hoşgörü, paylaşım da anlatılmış olacaktır. Kurban Bayramı, Müslümanlar için önemli günlerdir. Fedakârlık günleridir, teslimiyet günleridir. Bugünlerde kurbanlar kesilir ve ihtiyaç sahipleriyle, dostlarla, komşularla paylaşılır. Verdiği nimetler için Allah'a şükredilir. Hz. Peygamber, “Hiç bir kimse kestiği kurbanın etini üç günden fazla evinde ve elinde tutmasın” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in koyduğu bu yasağın amacı Kurban etinin geniş halk kitlelerine intikalini sağlamaktır. Bu şenlikler tam da bu paylaşım için bulunmaz fırsattır. Kurban Kadim Geleneklerdendir İlkel dinlerde krallar, kâhinler, ölüler ve putlar için kurban kesilirdi. İslâm öncesinde Araplar da putlar adına kurban keserlerdi ( Maide, 5/3, Bakara, 2/173, En’am, 6/145, Nahl, 16/115). Hz. Adem'in oğullarından Habil ile Kabil birer kurban kesmişler, Allah haklı olan Habil’in kurbanını kabul ettiği halde Kabil'in kurbanını kabul etmemiştir. ( Maide, 5/28). Hz. İbrahim’e oğlunu kurban etmesi rüyasında emredilmiştir. Ama baba, bıçağı oğlunun boğazına çalacağı anda Allah ona büyük bir koç göndererek oğlu yerine bu koçu kesmesini emretmiştir. Böylece baba-oğul ideal bir itaat, teslimiyet ve fedakârlık örneği vermişlerdir (Saffat, 37/107). Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib oğlu Abdullah’ı kurban etmeye niyetlenmiş, fakat yaptığı istişareler sonunda onun yerine yüz deve kurban etmiştir. (İbn Hişam, es-Sire, I- 98) Kurban kesmek İslâm Hz. Adem’den beri süregelen bu kurban kesme geleneğini korumuş, insancıl olmayan uygulamalardan arındırmış, hayvanlara gereken şefkat ve merhametin gösterilmesi konusunda düzenlemeler getirmiştir. Kurban kesmek zorunlu değil, gönüllü bir ibadettir. Kurban kesmek için zengin olmak da şart değildir. İsteyen ve imkân bulan her Müslüman kurban kesebilir. Kurban kesmenin amacı fedakârlıktır. Sahip olunan maldan fedakarlıktır, bu malların diğer insanlarla özellikle de ihtiyaç sahipleriyle paylaşılmasıdır. Kurban İbadeti Yaşanan Yerin Dışına Çıkarılmamalıdır Biz Müslümanların Berlin’de yaşayan insanımıza, akrabamıza ve Alman komşularımıza karşı görevlerimiz var, hayırlarınızı yaparken, sadakalarımızı verirken, önceliği Berlin’e tanımamız gerekir, bu tercih önemlidir. Yüce Allah “Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın “der. Bu açıdan bakarsak bir zorunluluktur da diyebiliriz. Yani, Allah bize öncelikli olarak Afrika ülkelerindeki, Asya ülkelerindeki, Ortadoğu ülkelerindeki ve başka yerlerdeki insanlara niçin yardım yapmadınız diye hesap sormayacaktır. En azından bu hesap öncelikli değildir. Fakat Berlin’deki insanlara, Almanya’daki Müslümanlara, insanlara niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız? Hatta Alman komşunuz Hans’la, Rose ile İslam’ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye hesap soracaktır. Bu hesap mutlaka sorulacaktır ve önceliklidir. Müslüman kendi evinde yangın varken komşunun evindeki yangını söndürmeye gidemez. Oraya bir kova su gönderebilir, hortumu oraya uzatamaz… Uzatırsa kendisi yanar… Kendisi evsiz kalır. Yıllardan beri Afrika’da, Asya’da, Ortadoğu’da kurbanlar kesiliyor, ama şahit olduğunuz gibi sonuç değişmiyor. Onlar dün de açtı bugün de aç. Yarın da aç olacaklar. Onların kanı dün de akıyordu bugün de akıyor. Onların kurtuluşu kendilerinin gayretiyle mümkündür. Dökme su le değirmen dönmüyor. 364 gün açlıkla mücadele edilecekse, hürriyet için mücadele edilecekse bir gün et yemenin, yedirmenin anlamı ne olabilir ki? Sorumluluk Açısından Müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun ayağına çivi batan bir insanın acısını içinde hissetmesi gereken kişidir. O insanlara yapılan yardıma karşı olmak mümkün değildir. O el tutulmalıdır elbet. Ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o eli tutmayalım. Kendi çocuğumuzu “kuyu”dan çıkardıktan sonra tutalım o eli. Kendi çocuğumuzu ölüme mahkûm ederek o eli tutmanın anlamı olmaz. Öncelikle herkes kendinden sorumludur. O ülkelerin insanlarına dünya devletleri yardım ediyor, Birleşmiş Milletler de yardım ediyor… Ancak Avrupa'da yaşayan Müslümanların çocuklarının elinden kimse tutmuyor. Avrupa'daki Müslümanların geleceği vahimdir. Bu vahameti görebiliyoruz. Çocukların, gençlerin çığlıklarını duyabiliyoruz. Öncelikle Afrika’daki, Ortadoğu’daki, Asya’daki insanlara bir lokma et yedirmek için organize olacağımıza, uğraş vereceğimize, önce bulunduğumuz ülkelerdeki çocuklarımıza, insanımıza hizmet etmek için, yardım etmek için, “kurban etimizden yedirmek“ için organize olalım. Kurumsallaşmak Gerekir Zekatlarımızla, Kurbanlarımızla; bulunduğumuz bölgelerde özel okullar, üniversiteler, hastaneler açalım. Bu kurumlarımıza Afrika ülkelerinden çocuklar getirelim, onları da okutalım, sadakalarımızla, zekâtlarımızla, kurbanlarımızla destek olalım onların bu okullarda okumalarına bu hastanelerde tedavi olmalarına. Sonra da ülkelerine gönderelim onları. Böylelikle hem kendi çocuğumuz için hem de o insanların çocukları için daha hayırlı iş yapmış oluruz. Kalıcı hizmetler yapalım. Su üzerine yazı yazmayalım. Bu işi önceden yapmış olsaydık; şimdi o ülkelerde aktif görev içinde olan, o ülkelerin rengini değiştirecek binlerce uzman oralarda hizmet ediyor olurdu. Bu şekildeki bir uygulama İlahi iradeye daha uygun olur. Yardımlarımızı yaparken, kurbanlarımızı değerlendirirken biraz da konuya bu tarafından bakmamız gerekmektedir.… Unutmayalım, oralara gönderdiğimiz kurbanlar, sadakalar, zekâtlar, bağışlar kontrol dışı olduğu için kurşun olarak, darbe olarak da geri dönebiliyor. 15 Temmuz'u unutmamak gerek. Kurban Sadece Et ve Kan Akıtmak Değildir “Kurban“ı sadece et yedirmek olarak düşünmeyelim. Kurban Bayramı’nı da sadece et bayramı olarak görmeyelim: Çünkü Allah, kurbanın etinin de kanının da kendisine ulaşmayacağını ısrarla söyler. Allah’a ulaşacak olan takvamızdır, duyarlılığımızdır. “ (Hacc 37) Yani kurbanı, Allah'a yaklaşmak için kulları için yapılan fedakârlıktır, özveridir. Bu fedakârlık ihtiyaç sahiplerine et yedirmek şeklinde olabileceği gibi; kurban parasıyla, zekât parasıyla yurt açmak, üniversite kurmak, burs vermek, araştırma merkezleri açmak, hastaneler açmak, işyerleri açmak herşeyiyle Allah'a teslim olmak şeklinde de olabilir. İhtiyaç sahibi birisinin Müslümanların açtığı ve sadece ihtiyaç sahiplerinin çalıştığı bir fabrikada çalışması Allah'ın rızasına daha uygun bir organizedir. Kurban Allah için sevdiğiniz şeylerden vazgeçebilmektir. Bu konuda Hz. İbrahim ve oğlu İsmail bizim için önemli iki örnektir. Kısaca bir hesap yapalım 250 bin Müslümanın yaşadığı Berlin’de ortalama 5.000 kişi senede 1.000 Euro sadaka vermiş olsa (zekât, kurban, fitre, bağış) 5.000×1.000= 5.000.000 Euro yapar. Senede tanesi 1 milyon Euro’dan 5 tane kurum inşa edilir. Kurum sayısını aşağıya çekerek o kurumların işletme giderleri de aynı fondan karşılanabilir. Bu durumda senede bir kurum kurmak mümkün. 10 senede 10 kurum yapar. Böylelikle Müslümanlar yaşadıkları ülkelerde hem istihdama ve hem de katma değere katkıda bulunurlar ve parmakla gösterilirler. Saygı görürler. İhtiyaç sahipleri de mutlu olur. Hesap ortada. Bu çalışmanın 3 milyon Türkün ve 6 milyon Müslümanın yaşadığı Almanya’da yapıldığını düşünürsek Almanya’nın Müslümanlara bakış açısının bugünkünden farklı olacağı muhakkaktır. Almanlar, Müslümanlarla birlikte yaşamanın avantajlarını görmelidirler 50 seneden beri Berlin’de yaşayan Müslümanlar kaç tane kurumun altına imza atmışlardır? Cevaplanması gereken soru budur. Almanlar, Müslümanlarla birlikte yaşamanın avantajlarını görmelidirler. Müslümanların yardımlaşma gayretlerini, fedakârlıklarını görmelidirler. Müslümanın elinden ve dilinden insanlara zarar gelmez, hatta Müslüman eli, ihtiyaç sahibi olan herkese ulaşır anlayışı, Almanlar arasında yaygın hale gelmelidir. Bu anlayış kendiliğinden gelişmez. Gayret etmek lazımdır. İrade ortaya koymak lazımdır. Eyleme geçmek lazımdır. Almanlar, medya üzerinden kendisine tanıtılan Müslümanla, aralarında yaşayan Müslümanlar arasında bir farkın olduğunu işte o zaman fark edecektir. O zaman yabancılara önyargı ile bakan kötü niyetli insanlar ve kuruluşlar kötü emelleri için Müslümanları malzeme olarak kullanamayacaklardır. 50 yıldan beri aynı coğrafyada yaşayan aynı havayı teneffüs eden, aynı sokakta yaşayan Müslüman; Alman komşusunun Müslümanlarla ilgili düşünce dünyasında bir değişim oluşturamamışsa sorun biraz da Müslümanlardadır. Kurban ve Sokak Şenliği Türk Eğitim Derneği 2009 yılında Berlin’de bir ilke imza atmıştır. Kurban şenliğini kapalı mekânlardan sokağa taşımıştır. Bu şenliği sokak şenliğine dönüştürmüştür. Bu şenlikte kavurma yapılan kurban etleri pilav üstünde ve ayran eşliğinde halka ücretsiz olarak; din, dil, din ve ırk ayırımı yapılmadan herkese ikram edilmektedir. Sokak şenliğinde çocuklar için oyun parkları da vardır. Ayrıca canlı müzik eşliğinde Müslümanlar çocuklarıyla birlikte bayram sevincini doya doya yaşamaktadırlar. İkram edilen Kurban etleridir. Bu kurbanlar Türk Eğitim Derneği’nin çalışmalarını destekleyen Müslüman kardeşlerimizin kurbanlarının etidir. Kurbanlarınızı Berlin’de bu şenlikte değerlendirmeniz mümkündür. Şenliğin amacı, Kurban geleneğini korumak ve burada yaşayan insanımızın Kurban Bayramı vesilesiyle kaynaşmasını sağlamaktır. Ayrıca, Alman komşularımızla birlikte bu bayramı kutlayarak, fedakârlığımızı ve sevincimizi onlarla da paylaşmaktır. Desteğin artması ciddi düzeylere ulaşırsa Türk Eğitim derneği ve ortakları ikinci adımlarını atacaklar ve yukarda sözü edilen yatırımları da yapacaktır. Türk Eğitim Derneği, Berlin İlahiyatçılar Derneği, Türk Alman Merkezi, Hikmet Kütüphanesi ve Berlin Veliler Topluluğu ve bu amaçlar doğrultusunda çalışmalarını temellendirdi ve bu “Kurban Bayramı Sokak Şenliğini” düzenledi. Arzumuz bu şenliğin gelecek senelerde Berlin’in bütün ilçelerinde düzenlenmesidir. Türk Eğitim Derneği, Berlin’de yaşayan ve Kurban kesmek isteyen Müslümanların kurbanlarını ve şenlik için gerekli olan bağışlarınızı bekliyor. Yazımı, Eski Cumhurbaşkanı Sayın Christian Wulff’un tarihe not olarak düştüğü şu anlamlı sözüyle bitirmek istiyorum. “İslamiyet Almanya’nın da bir parçasıdır”. Bayramınız mübarek olsun, hoşcakalın sağlıcakla kalın… Selam ve dua ile… Rüştü Kam

KURBAN 2024 BERLİN STK LER İLE BİRLİKTE KUTLANDI

NİHAYET BERLİN’DE BEKLENEN O BİRLİK SAĞLANDI -Bayramlar küslüklerin rafa kaldırıldığı, bu dünyadan vaktiyle göçüp giden merhum ve merhumelerimizin hatırlandığı ve yad edildiği, kabirlerinin ziyaret edildiği, büyüklerimizin hürmetle ellerini öptüğümüz, küçüklerimizi sevindirdiğimiz, tüm bunların yanısıra, manevi dünyamız açısından hayli yoğun ve anlamlı dönemlerdir- Rüştü KAM Nihayet beklenen o birlik sağlandı. Bu sene Kurban Bayramı özlenen birlik ve beraberliğin sağlanmasına vesile oldu. Teklif IGMG Berlin bölge başkanı Hasan İstanbul’dan gelmiş; “Bayramlar birlik ve beraberliğimizi sağlayacağımız önemli günlerimiz iken bizler ayrı ayrı kutlamalar yapıyoruz, yanlışımızı düzeltelim ve bu bayramı birlikte kutlayalım.” demiş UID Berlin bölge başkanı Sinan Kaplan’a. Bayrama sayılı günler kala telefonda yapılmış bu teklif. İçtenlikle, bile isteye yapılmış olmalı ki bu teklif; hemen dernek başkanları aranmış ve kısa sürede 11 dernek bir araya gelmiş. Türk halkının yıllardır beklediği birlik ve beraberlik böylece teşekkül etmiş. Hem derneklerin ilk toplantısı hem de bayramlaşma programı Şehitlik Camii’nin salonunda yapıldı. Çünkü, yağmur, bayramlaşma programın caminin bahçesinde yapılmasına mâni oldu. Böylesine anlamlı bir oluşumun altına imza atan dernekler şunlardır: Avrupalı İş Adamları Birliği (EUBA), UID Berlin, Berlin Alperen Ocakları Berlin, DITIB Berlin, IGMG Berlin, TGB, İslam Federasyonu Berlin, Vahdet Kültür Derneği, NETU, MÜSİAD ve Berlin Türk Eğitim Derneği. Ümit edilir ki; önümüzdeki dini ve milli bayramların kutlanmasında bu birlik artarak artarak devam eder. Geçmişte, benim böylesi birlikteliklere şahit olmuşluğum vardır. Seksenli yıllarda, Berlin’de Bulgar zulmünü telin yürüyüşü yapmıştık. Bütün dernekler oradaydı. Sağcısı da oradaydı solcusu da. Kurfürstendamm (Kudamm)’da yapılmıştı o yürüyüş. 1988 yılında sözde Ermeni soykırım mitingi yapıldı Oranienplatz’da. Yine bütün dernekler oradaydı. Rahmetli Deniz Olcayto’nun emeği büyüktür o mitingin yapılmasında. Allah rahmet eylesin. Sonrasında Kutlu Doğum Haftasında dernekler yine bir araya gelmişti. Eski Doğu Almanya’da bir salondaydı. Hatta o kutlamaya eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da gelmişti. Ama tarafımızdan bilinmeyen nedenlerden dolayı orada konuşturulmamıştı. Birkaç defa da iftar sofralarında bir araya geldi dernekler, davet edilen misafir seçimleri bahane edilerek dağıldılar. Bu Kurban Bayramı, Berlin’de hizmet veren STK’lerin tekrar bir araya gelmesine vesile oldu. Ne de güzel oldu. Devlet yetkilileri de oradaydı. Anlamlı bir bayramlaşma programıydı. Derneklerin yönetim kurullarının davet edildiği bu bayramlaşma merasiminde yüzler gülüyordu. Herkes lisan-ı halleriyle, “işte budur, olması gereken ol muştur” der gibiydi. Pilav üstünde kurban etinin de ikram edildiği bayramlaşma programına katılanların ortak isteği, “inşallah bundan sonra bu birliğimiz bozulmaz” yönündeydi. Temenni edilir ki; Berlin’de hizmet veren STK temsilcilerinin hepsi bu tip organizasyonlarda hazır olsunlar. Dünya görüşlerine, dinlerine, ırklarına ve dillerine bakılmaksızın herkes davet edilsin. Bilhassa dini bayramlarda Müslümanlar kuruluşlar ihmal edilmemeli. Organizede dikkat çeken eksiklikler vardı elbet. Mesela; yine kendimiz çaldık kendimiz oynadık. Alman komşularımızı temsilen orada bir dernek veya temsilcisi yoktu. Kiliseyi temsilen kimseyi göremedim. Alman Resmi makamlarını temsil eden bir yetkili de yoktu aramızda. 60 yıldan beri Berlin’deyiz hâlâ bayramlarımızı Almanlarla birlikte kutlamayı beceremedik. T.C. Berlin Büyükelçiliği Elçi-Müsteşarı Yankı Kocaefe’nin yaptığı selamlama konuşmasından sonra, günün hatibi Başkonsolos İlker Okan Şanlı kürsüyü teşrif ettiler, hazırlıklı gelmişler. Mesaj yüklü bir konuşmaydı. Az ve öz. O konuşmayı aynen istifadenize sunuyorum: “Sivil toplum kuruluşlarının sevgili başkanları ve sevgili davetliler, bu yıl Kurban Bayramı’na Berlin’de, Türk sivil toplumunun önde gelen kuruluşlarının başkan ve temsilcileriyle, siz kıymetli vatandaşlarımızla birlikte ulaşmanın mutluluğunu ve heyecanını yaşıyorum. Konuşmama başlamadan önce, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyor ve mübarek Kurban Bayramınızı en içten dileklerimle kutluyorum. Birkaç yıllık aradan sonra, bu yılki Kurban Bayramı vesilesiyle gerçekleştirmekte olduğumuz bayramlaşmayı, bayramın ruhuna uygun biçimde, tek bir vücut halinde ve hep birlikte idrak etmekten duyduğum sevinci de müsaadenizle sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu etkinliğe öncülük edenlere ve katılım sağlayanlara ayrı ayrı teşekkürü bir borç bilir, şükranlarımı sunarım. Zira, birliktelik ruhunun başaramayacağı şey yoktur. Biz böyle inanıyoruz. Sevgili vatandaşlarım, Bayramlar küslüklerin rafa kaldırıldığı, bu dünyadan vaktiyle göçüp giden merhum ve merhumelerimizin hatırlandığı ve yad edildiği, kabirlerinin ziyaret edildiği, büyüklerimizin hürmetle ellerini öptüğümüz, küçüklerimizi sevindirdiğimiz, tüm bunların yanısıra, manevi dünyamız açısından hayli yoğun ve anlamlı dönemlerdir. Hepimiz biliyoruz ki, bayramlar iple çekilir, hatırlanır ve zihinlerde yer eder. İster Almanya’da doğmuş olalım, ister Türkiye’de, herbirimizin zihinlerinde yıllar önce yaşadığı ve hasretini çektiği bayram hatıraları vardır ve yıllar geçse de bunlar canlılığını korumaktadır. İşte bu noktada, Türkiye’deki akraba ve tanıdıklarımızla bayramlaşma vesilesiyle yaptığımız bir telefon konuşmasının dahi anlamı, Türkiye dışında yaşayan bizler için, bir başka olur. “Uzakta olmak” gönül tellerimizi şöyle bir titretir. Hal böyle olmakla birlikte, sizler sayesinde Berlin’de adeta memleketimizde gibi olduğumuzdan, burada bu durumun daha fazla katlanılabilir bir seviyede olduğunu da büyük bir memnuniyetle söylemek mümkün. Zira, milli ve kültürel değerlerimizin yurtdışında yaşatılması ve yeni nesillere aktarılması; aynı şekilde yaşadığımız ülkede bilinir ve görünür kılınması sizlerin de fedakâr ve özverili gayretlerinizden dolayı mümkün olabiliyor. Tüm bunlar için hepinize müteşekkiriz. Bu gayretlerin, özellikle yeni nesillerimiz, gençlerimiz üzerine daha da fazla odaklanmak suretiyle önümüzdeki yıllarda da devamı temel dileğimizdir. Sayın davetliler, Büyükelçiliğimiz ve bağlı Müşavirlikleriyle, Başkonsolosluğumuz ve bağlı Ataşelikleriyle, Başkonsolosluğumuza kayıtlı 130 civarındaki dernek ve sivil toplum kuruluşumuzla bizler Berlin’de büyük bir aileyiz. Başkonsolosluk olarak, bu durumun ortaya koyduğu potansiyelin bilinci ve beraberinde getirdiği sorumlulukla hareket ediyoruz. Başkonsolosluğumuzun yıllar içerisinde oluşturduğu geleneğe uygun biçimde, insan unsurunu odak olarak alıyor, konsolosluk işlemlerinin sıklıkla dikte ettiği rutin ve mekanik iş akışı karşısında her eylemimize bir “insani dokunuş” katmaya çabalıyoruz. Faaliyetlerimizde Türk sivil toplumunun desteğini görmek de bizleri ziyadesiyle memnun ediyor. Zira, Berlin’in vatandaşlarımızla ilişkili konular bağlamındaki ağırlığı ve önemi, sivil toplum kuruluşlarımızın çalışmalarımızda etkin bir şekilde mevcudiyetini de zorunlu kılıyor. Bu çerçevede, Türkçemizin gelecek nesillerimize layıkıyla öğretilmesi başta olmak üzere eğitim konusunda, koruyucu ailelik müessesesinin toplumumuz içerisinde yaygınlaştırılmasından engelli haklarına kadar geniş bir yelpazede ilgili alanlarda çalışan sivil toplum kuruluşlarımızla dirsek temas halinde faaliyetlerimizi sürdürüyoruz. Akademik ve kültürel çerçevede de, özellikle Yunus Emre Kültür Merkezimizin çalışmalarına destek noktasında önümüzdeki dönemde elimizden geleni yapmaya çalışacağız. Son dönemde hız verdiğimiz bir faaliyetimiz ise, vatandaşlarımızı temel konsolosluk konularında ve özellikle Yeniden Türk Vatandaşlığının Kazanılması bağlamındaki işlemler hususunda bilgilendirmek oldu. Malum olduğu üzere, 27 Haziran itibariyle çifte vatandaşlık Alman hukuk sistemi açısından mümkün hale gelecek. Bu çerçevede, Mavi Kart hamillerinin de Türk vatandaşlığına başvurarak, tüm işlemlerin başarıyla sonuçlanmasının akabinde, hem Alman hem Türk vatandaşlığını birlikte muhafaza edebilmeleri sözkonusu olabilecek. İşte bu noktada, Türk Vatandaşlığının Yeniden Kazanılması ve diğer konsolosluk konularında ilave bilgi alabilmek için Başkonsolosluğumuzdan konunun uzmanı arkadaşlarımızı derneklerinize davet edebilirsiniz. Bu ziyaretleri, belirli bir takvim dahilinde gerçekleştiriyoruz. Yine, bu konulardaki olabilecek sorularınıza cevaben Dışişleri Bakanlığımızca hazırlanan kitapçığı sosyal medya hesaplarımızdan paylaşmış bulunuyoruz. Bu kitapçığı da incelemenizi tavsiye ediyoruz.“ Hatıra fotoğrafının çekilmesinden sonra program sonlandırıldı. Allah birlik ve beraberliğimize zeval vermesin…

TÜRK EĞİTİMM DERNEĞİNİN BALKANLAR GEZİSİ /1.5-11.5/2024)

BALKANLAR GEZİSİ (I) -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024- Rüştü KAM Türk Eğitim Derneği senede bir defa “Kültür Gezisi” düzenliyor. En fazla 30 kişinin katılımıyla düzenliyor bu geziyi. Amaç, 600 sene sonra yerinden yurdundan edilen insanların çektikleri acılara şahit olmak, tarihin o derin dehlizlerine bir an bile olsa girip çıkmak ve bizlere miras olarak bırakılan eserlere dokunabilmek. O topraklardaki yaşanmışlıkların hem acı veren hem de övünç kaynağı olan hikayelerini dinlemek, o insanların kültürel değerleriyle tanış olmak. Tuna boylarında Aliş ile Gülsüm’ün acıklı hikayelerini içselleştirmek. “Aliş'imin kaşları kare Sen açtın sineme yare Bulamadım derdime çare Görmedin mi ah civan Aliş’imi Tuna boyunda Sarmadın mı ah aslan Aliş’imi Tuna boyunda” Bizler bu türkülerle büyüdük. Balkanları hep hatırladık, hiç unutmadık. Tarih hafızamızı yok etmeye çalışanlar oldu. Yer yer, zaman zaman yok etmesini de bildiler. Gerçekleri yok etmeye çalışanlara inat 1 ila 11 Mayıs 2024 tarihlerinde 17’nci gezimizi Balkan ülkelerine gerçekleştirdik. Sekiz ülkenin topraklarında mevcut olan önemli yerleri, Evliya Çelebi’nin torunlarına yaraşır şekilde gezdik, dolaştık. Balkanlar Devlet-i 'Aliyye (Osmanlı İmparatorluğu), yaklaşık 600 yıl Balkanlarda adalet üzere hüküm sürmüş (1354-1913). Doğal olarak, yüzyıllar boyu hakimiyetini kurumsallaştırdığı coğrafyalara / milletlere adalet götürmüş. Coğrafyayı kaçınılmaz olarak derinden etkilemiş. Bu etkiler, kaçınılmaz olarak değişik alanlarda değişik düzeylerde miraslara dönüşmüş: Siyasal, iktisadi, kültürel, demografik miraslar... Berlin Türk Eğitim Derneği(TED) işte bu mirasların peşine düştü. Mirasçılardan bir mirasçı olarak düştü. Elde avuçta neler kalmış ve nasıl değerlendiriliyor onları yerinde görmek istedi. Gitti, gördü ve yazdı. Gördükleri ve yazdıkları hayal kırıklıklarıdır. Mirasçılardan büyük çoğunluğu miraslarına sahip çıkmamışlar. Reddi miras yapmışlar. Arkasını bile araştırmamışlar. Araştırmak şöyle dursun yerli işbirlikçileriyle birlikte o 600 senelik mirasları nasıl yok edebileceklerinin peşine düşmüşler. Maalesef başarmışlar da. Ne var ne yoksa silmişler süpürmüşler. Geride sadece birkaç köprü ve cami kalmış… Yıllardır Türkiye'nin ve dünyanın her yerini keşfetmek, değişik kültürlerden insanlarla tanışmak, her şehrin, her ülkenin kendine has tatlarını tatmak için yollardayız. Gördüğümüz odur ki; kendi tarihine ve kültürüne düşman, başka bir millet görmedim. Gezilerimizde edindiğim tecrübelerimi eksiksiz bir hâlde Mocca Dergisi’nde yayınlıyorum. Oradan da takip edilebilir. Berlin’den uçuyoruz İstanbul aktarmalı olarak Sofya’ya uçacağız. Uçak 06.55 de Schönefeld Havaalanı’ndan havalanacak. THY Bürosu’ndan üç saat öncesinde orada olmamız gerektiği konusunda uyarı aldık. Yolculuk sırasında bir aksaklık olmasın diye olmalı bu uyarı. Ben ve Cengiz 04’te belirtilen yerdeydik. Yunus İnci ve eşi bizden önce gelmişler. Birer ikişer arkadaşlar gelmeye başladılar. En son Züleyha ve Dilek hanımlar geldiler. Bir gün önceden havaalanına kendilerini götürme sözü veren arkadaşları gelmediği için gecikmişler. Alana otobüsle gelmişler. Check-in yaptıranlar uçuş salonunda beklemek üzere güvenlikten geçmeye başladılar. Check-in; uçuş saatinden belirli bir süre önce koltuk seçimi ve ek hizmetler satın almak isteyenlerin, uçağa bineceğini beyan etmesine deniyor. Herkes geçti. Ancak Dilek Hanım’a uçuş izni verilmedi. T.C. Pasaportunu yenilemiş ancak vatandaşlık dairesine gidip oturum kartını henüz almamış. Eski Pasaportu da yanında olmayınca THY uçuş izni vermedi. Havaalanında kaldı. Çok üzüldü. Biz de çok üzüldük. Çaresiz, Dilek Hanımı’ orada öylece bırakarak yolumuza devam ettik. Kendisine;” Pasaport ile ilgili sorununu hallet ve arkadan Sofya’ya gel.” dedik. O da öyle yaptı. O akşam geç vakitte kendisiyle Sofya’da tekrar buluştuk. Ekip tamamlandı. Bütün arkadaşlar mutlu. Bu yaşadığımız ilk şokmuş. İkinci şoku İstanbul’da yaşadık. Sebahattin ve eşi İstanbul’dan bizlere katılacaktı. Bir gün önceden İstanbul’a gelmelerine rağmen geç kaldılar ve uçağı kaçırdılar. Onlar da yeniden bilet alarak arkamızdan aynı gün Sofya’ya geldiler. Üçüncü şok da bizi Sofya’da bekliyormuş. Bu sefer turnikelere takılan Gülşah Hanım oldu. Bulgaristan’a giriş vizesi alamadı. Yine pasaport konusu. Gülşah Hanım, bir yıl önce pasaportunu kaybetmiş. Pasaportunun kaybolduğunu ilgili daireye bildirmiş. Bir zaman sonra pasaportunu bulmuş. Bulmuş bulmasına da bulduğunu bu sefer ilgili daireye bildirmemiş. Uluslararası Kriminal Polis Teşkilatı (INTERPOL)’da pasaport kayıp olarak görünüyor. Gülşah Hanım o kayıp pasaport ile yolculuk yapıyor. ‘Sen kimsin, sen Gülşah mısın değil misin? ‘Tabiatıyla soruşturuyorlar. Sonrasında imzalı bir kimlik beyanı alıyorlar, arkasından fotoğraf çekiyorlar, prosedür uzayıp gidiyor. Bir saati geçti hâlâ bekliyoruz Gülşah Hanım’ı. Ben beklemede kaldım, rehber ile arkadaşları gönderdim. Onların akşam olmadan şehir tutunu yapmaları gerekiyor. Sekiz Balkan ülkesi gezilecek. Zaman çok önemli. Bir yerdeki aksama turun öbür ucunu etkilememeli. Yoksa domino etkisi yapar ki sıkıntı başlar… Bir zaman sonra Gülşah Hanım kapıdan göründü. Hemen onun geldiği tarafa yöneldim. O da bitkin ve üzgün durumda idi. Geçmiş olsun dileklerimi sundum kendisine. Yol arkadaşlarını rahatsız ettiğini düşünüyor olmalı ki, üzgün görünüyordu. Özür diledi. Bana da onu teselli etmek düştü. ‘Yolculuk hali her şey gelir insanın başına sen üzülme... ‘ Taksiye atladık ve arkadaşların bulunduğu meydana geldik. Büyükçe bir meydan. Meydanın çamuru küçük taşlar döşenerek, tozu-dumanı-çamuru engellemişler. Arkadaşlar dağınık vaziyette, herkes bir yerlerde, kimisi fotoğraf çekiyor veya çekiliyorlar, rehber ise elinde telefon orada konuşuyor, konuşuyor demek yanlış olur muhabbet ediyor. Anlaşılan tura katılanlarla sıcak bir ilişki kurma niyetinde değil. Benim alışık olmadığım bir durum. Firmayı temsilen gelen Ali Bey de ortalıkta dolaşıyor öyle kendi halinde. Grupta bir disiplinsizlik var. Yaklaştım rehbere benim ona yaklaşmam da onu ilgilendirmedi. Biraz sonra konuşmayı bıraktı. Grup dağınık durumda onları toplayalım zamanımız daralıyor dedim: “Arkadaşlara serbest zaman verdim” dedi. Tanıtımı yaptınız öyleyse, dedim. “Hayır” dedi. “Önce gezsinler sonra tanıtım yaparım, ayrıca Katedralin içinde tanıtım yasak” dedi. O zaman sen de dışarıda tanıtsaydın ondan sonra içeri girselerdi daha iyi olurdu, ne olduğunu bilmedikleri yeri gezmenin anlamı olmaz, dedim. Dedim demesine de onu fazla ilgilendirmedi. Anladım ki; işimiz var bu turda rehberle. Paranın tamamını da gezi öncesinde ödediğim için fazla müdahil olmamın gurbet elde zarı olacağını düşünerek, yapılması gerekenleri sessiz kalarak ama siyaset kullanarak çözmem gerektiğini düşündüm. TED üyeleri olarak bu 17. Gezimiz. Böylesi kendini beğenmiş, insan olmanın özelliklerinden uzak bir rehberle ilk defa karşılaşıyorum. Hiç tanımadığım bilmediğim ülkeler var güzergahımızda karşılıklı restleşme turumuza zarar verebilirdi. Sonraki günler benim haklı olduğumu gösterdi. Oysa ben haklı olmak istemezdim. Arkadaşlar bir müddet sonra toplandılar. Rehber katedrali ve o meydanı tanıttı. O meydanın etrafındaki diğer kiliseleri de. Bilgisi ve retoriği güzel. Ancak istemeyerek anlattığı her halinden belli. Dua ve sabır en büyük yardımcım olacaktı anlaşılan… BULGARİSTAN Sveta Nedelya Meydanı Bu meydan Sofya’nın merkeziymiş. Bu meydanda, üç dinin ibadet evi bulunurmuş. Ortodoks Kilisesi, Yahudi Sinagogu ve Müslümanların Camii. “Hoşgörü üçgeni” olarak da adlandırılan bu meydanda Sofya Piskoposluğunun Katedrali “Sveta Nedelya” Kilisesi de yer alırmış. Kilise 4. Asırda yapılmış. Orta Çağ’dan kalma en eski kilise olmasından dolayı çok kıymetliymiş. O kadar ki, ayakta kalsın diye, 1898 yılında bazı ilavelerle bugünkü haline getirilmiş. Meydanın hemen yanında. Aleksandr Nevski Katedrali Aleksandr Nevski Katedrali (Alexander Nevsky Cathedral). Meydanın tam ortasında duruyor. Heybetli bir kilise. Meydan küçük küçük taşlar döşenerek tozdan, çamurdan korunmuş. Adını Rus prensi Aleksander Nevski'den alan katedral aynı zamanda Balkanlar’ın en büyük ikinci katedrali olma unvanını da sahipmiş. Katedralin ana kubbesi 45 metre yükseklikteymiş. Bulgaristan’ın bağımsızlığını kazanmasını sağlayan Rus – Osmanlı Savaşı’nda ölen 200.000’e yakın Slav kökenli asker anısına inşa edilmiş (1882- 1912). İntikam kilisesi demek daha doğru olacak. Kubbesi altın kaplamaymış. Çeşitli büyüklüklerde 12 çanı bulunmaktaymış. Dünyanın en büyük Ortodoks katedralleri arasında yer alırmış. Kilise Sofya’nın sembolüymüş. Bu meydan aynı zamanda Bilinmeyen Asker (meçhul asker) Anıtı’na da ev sahipliği yaparmış. Katedralin içi büyüleyicidir. İkonlar, resimler fevkaladedir. Özellikle hemen sağ üst duvardaki ''son akşam yemeği'' tasviri, İsa'nın solunda oturan apaçık şekilde gösterilen kadın betimlemesiyle sıra dışıdır.” Katedralim hemen önünde düğün alayı var. Gelin ve damat fotoğraf çekiliyorlar. O kadar önemli bir Katedral olmalı ki, çiftler nikâhlarına kiliseyi şahit tutmak için buraya kadar gelerek fotoğraf çekiliyorlar. Ne güzel… Bizler cami evliliğimize şahitlik etmesin diye salonlara kaçarız, Hristiyanlar şahitlik yapması için bilhassa klişeyi koşuyorlar. Mevla’m “yeryüzünde gezin görün ibret alın” (Rum 42) demiş ya, boşuna dememiş. Tabii ki ibret almasını bilenler için geçerli bir buyruk. Bazıları da bu kilisede ne içimiz var diyebilir. Bazıları da tarihi eserleri taş yığını olarak görebilir. İbret almak, ibret gözüyle bakabilmek biraz da bilgi ister, şuur ister. Tarihi eserlere öküzün trene baktığı gibi bakanlardan olmamak gerek. Ayasofya Kilisesi Meydanın yukarısında bir kilise daha var. Ayasofya Kilisesi (Hagia Sophia/Church of St. Sophia), kente adını veren kilise. Bizans İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde inşa edilmiş. Haç şeklinde tasarlanmış olan dini yapının tarihi boyunca işlevi hiç değişmemiş. Osmanlı döneminde de ibadethane (cami) olarak görevini yapmaya devam etmiş. İlk olarak 537 yılında Bizans İmparatoru Justinianus tarafından bir Ortodoks kilisesi olarak inşa edilen bu yapı yüzyıllar boyunca birçok kez el değiştirmiş ve farklı dinlere ev sahipliği yapmış. Kilise, tarihi ve kültürel zenginliği ile her yıl milyonlarca turisti ağırlarmış. Katedralin ve diğer kiliselerin tanıtımından sonra otobüste yerimizi aldık ve kısa bir şehir turu yaparak önce restorana sonra da otelimize geçeceğiz. Havaalanında kaybettiğimiz zamanı böylece telafi etmiş olacağız. Sofya'da Kıyafet Balosu Otobüsle Sofya caddelerinde ilerliyoruz. İlerlediğimiz caddenin bir bölümü kırmızı renkli. Rus-Osmanlı savaşında ölen 200 bin insan unutulmasın diye kan renginde taşlarla döşenmiş. Sağ tarafta bir bina işaret edildi. Bu bina kıyafet balosu olarak kullanılırmış. Mustafa Kemal Sofya'da Ataşemiliter (Askeri Ateşe) iken, Bulgarların 11 Mayıs 1914'deki ulusal gününde verilen bir baloya davet edilmiş. Mustafa Kemal bu baloya gösterişli bir yeniçeri kıyafetiyle katılmış. İçeriye girince bütün gözler O'na çevrilmiş. Orada bulunan Bulgar Kralı Ferdinand, Mustafa Kemal'i yanına davet ederek iltifatlarda bulunmuş, kıyafetinden ve başarısından dolayı da tebrik etmiş. Bir de gecenin hatırası olarak gümüş bir tabaka hediye etmiş kendisine. Sofya’nın heykeli Yolun tam ortasına bir heykel dikilmiş. Kadın heykeli. Sofya’nın sembolü olan kadının, Sofya’nın heykeli, tam karşımızda. Todor Alexandrov Bulvarı ile Maria Luiza Bulvarının kesiştiği noktada yer alıyor. Heykel, 22 metre yüksekliğindeymiş ve kentin sembollerinden biriymiş. Şehre ismini veren bu heykel Azize Sofya’nın heykeliymiş. 2000 yılında heykeltıraş Georgi Chapkanov tarafından yapılan heykel, daha önce meydanda bulunan Lenin Heykeli kaldırılarak onun yerine dikilmiş. Sofia bilgi demekmiş. Nefertiti' ye benzeyen yüzü ile bir elinde barışın ve başarının sembolü defne, diğer elinde bilgeliğin sembolü baykuş ve başında gücün simgesi altın taç taşıyan heykel 1989 yılında dikilmiş. Komünist rejim sona erince yani. Berlin duvarların yıkılmasından sonra. Bulgar parlamentosu başta kamu binaları olmak üzere Komünist dönemin simgelerinin kaldırılmasına karar vermiş. Lenin heykeli de bu karardan nasibini alanlardanmış. Lenin’in heykeli 1991 yılının Eylül ayında bir gece yarısı operasyonuyla aniden yıkılıvermiş. Heykelin yeri 10 yıl boş kalmış. Daha sonra buraya heykeltıraş Georgi Chapkanov ve mimar Stanislav Konstantinov’un tasarladığı Sveta Sofia’nın heykeli yerleştirilmiş. Yerleştirilmiş yerleştirilmesine de halk arasında memnuniyetsizlik de başlamış. “Lenin gitti gitmesine de yerine konan heykel de başka bir ideolojiyi bize dayatıyor. Biz kendimiz olamayacak mıyız?” diye başlamışlar tartışmaya. Halk ikiye ayrılmış, heykeli bazıları “seksi” bulurken bazıları da “müstehcen” bulmuş. O günden beri tartışmalar devam edermiş. Sofya heykeli aradan geçen yıllara rağmen gündemden hiç düşmemiş. Her seçimde adayların “biz iktidara gelirsek ve belediye başkanı olursak bu heykeli kaldıracağız” diye seçim malzemesi olarak kullanılan; Malatya’daki müstehcen Mustafa kemal heykeli gibi. Halka rağmen heykel… Zulüm ile abad olunmaz demişler ya eskiler. Doğru söylemişler. Sofya’da komünistler 50 yıl iktidarda kalmışlar. İktidarda kaldıkları süre zarfında yapmadıkları zulüm kalmamış. Bulgaristan Komünist Parti yöneticileri 1984 yılının aralık ayında ülkedeki toplam nüfusun yaklaşık %10’unu oluşturan Türklerin isimlerini zor kullanarak değiştirmek için büyük bir kampanya başlatmışlar. Bulgaristan hükümeti bu kampanya ile Bulgaristan’daki Türk varlığını inkâr ederek, Bulgaristan’ı sadece Bulgarların yaşadığı homojen bir ulus devlete dönüştürmek istiyormuş. Beş asırdır Türk ve Müslüman isimleri ile yaşadıkları topraklarda artık atalarının kendilerine verdikleri isimlerle değil, Bulgar Komünist Parti idarecilerinin kendilerine uygun gördüğü Bulgar isimleri ile yaşamaya devam edeceklermiş. Bulgaristan’da uygulanan bu isim değişikliği, aslında dolaylı olarak bir ırk, dil ve din ayrılığının kurnaz bir şekilde tasfiye edilmesiymiş. Ne kadar insani bir karar! Bulgaristan komünist parti idarecileri aldıkları kararlarla dışarıya haber sızmasını engellemeye çalışırken Türklerin yaşadığı bölgelere de sık sık ziyaretlerde bulunarak Türkleri yatıştırmaya ve yaşananları onlara kabullendirmeye çalışıyorlarmış. Bu ziyaretlerde mesaj her bölgede aynıymış. “Bulgaristan’da Türk yoktur, Müslüman vardır. Pomaklar ve Türkler, Osmanlı zamanında İslam’ı kabul ederek Türkleşen Bulgarlardır.” Bulgarca konuşan Pomaklar ve Türkler gerçek kimliklerine, yirminci yüzyılın ikinci yarısında gönüllü ve aniden isimlerini değiştirerek kavuşmuşlardır. Bu dava kapanmıştır (Eminov, 1997, s.5). Bundan sonra isim değişiklikleri bu halkın Türk köleliğinden kurtuluşu adına bir bayrama dönüştürülmelidir (Istinata za “Văzroditelniya Protses”, 2003, s. 26). Tüylerimiz diken diken oldu. Zulmün bu kadarına söylenecek söz olabilir mi? Olamaz elbet. Devam edecek BALKANLAR GEZİSİ (ll) -Türk Eğitim Derneğinin Balkanlar Turundan 2024- “Başta Sofya olmak üzere, vakıf kültürü açısından Osmanlı topraklarının en zengin bölgelerinden biri olan Bulgaristan’da binlerce eser tahrip edilmiş. Sayısı 4 bine yaklaşan ve hemen hepsi vakıf eseri olan cami, medrese, çeşme, imaret, kervansaray, okul, köprü, tekke-zaviye, han, hamam ve türbeden günümüze az sayıda eser ulaşmış. 100 yıl içinde hepsi talan edilmiş.” Serdica Antik Şehrin Kalıntıları Serdica, eski Trak kabilesi olan Serdilerden gelen bir isimmiş. MÖ 7. Yüzyılda Sofya’ya yerleşen kabileler, kendilerinin kurdukları o şehre Serdi ismini vermişler. Daha sonra Romalılar, şehri Trakyalılardan almış ve şehre Serdica ismini vermiş. Serdica Romalıların egemenliğinde altıncı yüzyıla kadar kalmış. Antik şehrin kalıntıları Seyfullah Paşa Camii’nin hemen arkasında. Yıllara meydan okuyarak günümüze kadar gelmesini bilen o kırmızı tuğlalar haklı olarak böbürleniyorlar. Duvara kollarınızı koyup kalıntılar üzerinde biraz düşünür ve hayal gücünüzü zorlarsanız kalıntıların o gururunu görüyorsunuz. Kazı çalışmaları devam etmekteymiş. Serdica kentinin tamamının gün yüzüne çıkarılması mümkün olur mu bilmem ama önemli bir bölümünün çıkarılacağı kesin. St. Petka Kilisesi Antik şehrin öbür ucunda St. Petka Kilisesi var. 14. yy’dan kalma tarihi bir kilise. Alt geçidin hemen yanında. Bulgar halkı için de oldukça önemliymiş bu kilise, küçük ve basit bir yapı olduğu için dışarıdan bakıldığında, sadece bir çatı ve bir çan kulesi görülüyor. Kilisenin hastalara ve zor durumda olanlara şifa dağıttığına inanılırmış. Bulgarların bu kiliseyi değerli bulmalarının sebebi sadece şifa dağıtması değilmiş; Bulgar halkının milli kahramanı Vasil Levski’nin de burada gömülü olduğuna inanmalarıymış. Vasil Levski, Sırbistan’da eğitim alan ve sonra da Osmanlı yönetimine başkaldıran bir terörist (19.yy.). Akşam yemeği için restorandayız Tur sonunda Cami sokağına arabamızı park ederek akşam yemeği için restorana gittik. Camiyi yemekten sonra gezeceğiz. Yer altında bir restoran. Ambiyans fena değil. Ama çalışanlarda güler yüz -tatlı dil yok. Hoş geldiniz, buyurun falan da yok. Nedense içeride bizden başka müşteri de yok. Karnımız aç. Sabah 03 ten beri yoldayız. Günün sonuna gelmişiz. Saat on dokuz. Uçakta yediğimiz yemekle duruyoruz. Hemen oturduk masalara, yemekleri beklemeye koyulduk. Rehber firma temsilcisiyle birlikte arkada bir masaya oturdu ve ellerindeki telefonla meşgul olmaya başladılar. Bir zaman sonra yemek geldi. Bir tabağın içinde biraz pilav ve bir parça kızartılmış tavuk eti. Ne salata var ne de içecek. Tavuk yemeyen arkadaşlarımız da var. Şoke olduk. Herkes birbirine bakıyor. Suna Hanım “ben tavuk eti yemiyorum. Salata falan da mı yok” dedi yüksek sesle. Kimseden ses çıkmadı. Garson gibi ortalıkta mahkeme duvarı gibi dolaşan şahsa sordum bu nedir böyle, sofraya başka bir şey gelmeyecek mi? Yarım yamalak Türkçesiyle yüzüme bile bakmadan gayet soğuk bir şekilde “bize söylenen budur.” Dedi. Rehbere döndüm ve aynı soruyu sordum. O da “buralar Balkanlar, bunları bulduğunuza şükredeceksiniz…” diye gözünü telefonundan kaldırmadan terbiye sınırlarını aşan bir tarzda cevap verdi. Tam masayı devirme aşamasında geldiğimde, sabır böyle zamanlarda gerek dedim ve kendimi frenledim. Suna Hanım, görmüş geçirmiş bir hanım. O gün aç kaldı garibim. Sağ olsun tur arkadaşlarım da çok olgun davrandılar. Yemekten sonra tanışma toplantısını nerede yapacağımızı sordum o kifayetsiz muhterise: “Ne toplantısı yapacaksın ki, senin söyleyeceklerin neler ise bana söyle ben söylerim otobüste, toplantıya gerek yok” demesin mi. Anladım ki bu rehberle işimiz var gezi boyunca. Restoranda Toplantı Oturduğum yerden ayağa kalktım ve konuşmamı yapmaya başladım restoranda. Anlaşma yaptığım tur şirketinin asıl sorumlularının vize alamamasından bahisle Ali’yi ve rehberi arkadaşlara tanıttım. Ama arkadaşları onlara tanıtmadım. Recai Şentürk ve Fatma Mıdık kızımızı da tur süresince sorumlu kişiler olarak tayin ettim. İhtiyaç anında onlara başvurulacaktı. Her gezide yaptığımız rutin bir uygulamaydı bu. Rehber bu görevlendirmeden rahatsız oldu. Ben daha konuşmamı bitirmeden oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi, saygısız bir şekilde, müsaade almadan, “Gezi süresince sorumlu benim, ihtiyaçlarınızı bana söyleyeceksiniz” deyiverdi. Anladım ki; kompleksi de var. Kifayetsiz bir muhteris. Otelde Toplantı Restorandan ayrıldık. Otobüse bindik ama restoranın şokunu henüz üzerimizden atamadık. Kısa bir şehir turundan sonra otele yerleştik. Dışarıya çıkmadan önce Ali ve sonra da ikisi ile bir görüşme yaptım. Ali’ye: Sen de biliyorsun ki, Emin ile biz böyle anlaşmadık, daha işin başındayız, birbirimizi tanımıyoruz, böyle olursa maraza çıkar ve gezinin tadı kaçar, ben rehberle muhatap olmayayım, sana söyleyeyim ve sen söylenmesi gerekenleri söyle, yolumuz uzun, sıkıntı çıkmasın, kendin hallet, mümkünse Emin’e de duyurma, Emin rehbere ulaşır ve tadımız kaçabilir. Geziden sonra Emin’e anlatırsın olanları dedim. O da konuların yabancısı olduğu için sadece omuzunu silkerek onayladı beni. Rehbere de anlaşma şartlarını tek tek hatırlattım. Turdan beklentilerimiz nedir onu da altını çizerek anlattım. Amacımızın turistik bir gezi olmadığından bahsettim. Bizim gezilerimizin adı “kültür gezisidir” ve bu gezi bizim 17’nci gezimizdir dedim. Anlattım anlatmasına da rehber beni dinledi mi dinlemedi mi ondan emin değilim. Sözün daha fazlası deliye söyleneceğinden söylenenleri yeterli buldum. Elim kolum bağlıydı. Anlaşma yaptığım kişi burada değil. Vekil olarak gelen kişi konuya hâkim değil. Balkanlara yabancıyım. Sekiz ülke gezeceğiz. Gezinin parasını da peşin ödediğim için daha fazlası beni sıkıntıya düşürebilir. Ortalıkta kalakalırız. Karşımdaki kişi, para gözlü, olgunlaşmamış şımarık birisi. Kendimi geri plana aldım Recai ve Fatma üzerinden yönlendirmeler yaparak geziyi kazasız belasız tamamlamak niyetindeydim, öyle de yaptım. Önceden tespit ettiğimiz gezi güzergahını sözlü ilaveler de dahil olmak üzere, rehberle olan negatif iletişime rağmen eksiksiz olarak tamamladık. Tura katılan arkadaşlarımızın olgun davranmaları çocukla çocuk olmamaları turun ahenginin bozulmamasını sağladı. İnci Alışverişi Ohri’deyiz. İncisiyle ün salmış bir tarihi şehir Ohri. Rehberimizin tavsiye ettiği bir inci dükkanına girdik. Önce dükkân sahibi Ohri incisi ile ilgili bir sunum yaptı. Ohri incisi bildiğimiz inci gibi istiridyeden elde edilmiyormuş. Ohrid Gölü’nde yetişen endemik bir tür olan inci balığının pullarından yapılıyormuş. Gerçek inciye göre çok ucuz olmasının sebebi, el yapımı olmasıymış. Pullar özel işlemlerden geçirilerek bildiğimiz hamur haline getirildikten sonra, has halde veya içine sedef katılarak elde edilmekteymiş. Hediye almak isteyenler aldı inci çeşitlerinden. Kimimiz küpe ve yüzük alırken kimimiz kolye aldı. Böyle turlarda zaman sınırlıdır. Dükkân dükkân hediye almak için dolaşmaya zaman yetmez. “Ben çok iyi bir yer biliyorum hem kaliteli hem de ucuza mal satar, daha iyisini başka bir yerde bulunmazsınız, ben de orada olacağım zaten, fiyatlarda indirim de yaptırırım…” der rehber. Bizlere de tavsiye edilen o yerden alışveriş etmek düşer. Bütün rehberler aynı şeyi yaparlar. On yedinci turunu yapan ben, bu işlerin nasıl döndüğünü tahmin edebiliyorum. Restoran seçimi de aynı mantıkla yapılır. Mesela, o tavsiye edilen restoranın yemeği çok özeldir. O restoran, bizlerin ağız tadıyla yemek yememiz için özellikle seçilmiştir… Bunlar hep tur tezgâhlarıdır. Hacca gidenler de bilir bu tezgâhları. Rehber veya hoca alır hacı kardeşimizi, götürür bir dükkâna ve yardımcı olur. Dükkân sahibi de rehbere yardımcı olur… Düzen böyle kurulmuştur. Mümkün olursa, turlarda uygulanan bu çirkinliklere seyirci kalmamaktır. Biz Müşterilerimizi Haramdan Koruyoruz Ben daha gezinin ikinci günü tur şirketine durumu bildirdim. ‘Yemek öncesinde çorba olması gerek ama yok. Salata yok. Pilav da pilava benzemiyor. Buna çare bulmak gerekir.’ dedim. Dedim demesine de o da yemek konusunu normal gördü, hatta biraz daha ileri giderek yaptıklarının dini bir zaruretten kaynaklandığını ortaya koydu… Gayeleri bizleri haram yemekten korumakmış. “Başkanım Balkanlarda Müslümanlar yemek konusunda sıkıntı çekiyorlar. Helal ve haram hususunda hassas olmamız gerekiyor. Yemekler, domuz eti pişirilen tencerelerde pişiriliyor. Kosova’da Makedonya’da yemekler düzelecek…” Güler misin ağlar mısın? Almanya’da yaşayan ve de ilahiyatçı olan birisine haram ve helal konusunda ders veriyor sevgili Emin. 12 seneden beri beni tanımamış gibi… Açıklama aynen böyleydi. Bu açıklamanın adı, Allah ile aldatmakdır. Daha fazla para kazanmak için insanları tavuk etine mahkûm etmek. Bunu da din adına yapmak. “Bizim dini hassasiyetlerimiz var! aynı tencerede domuz eti de pişiriliyor… “ Şu lafa bakar mısınız Allah aşkına. Özürleri kabahatlerinden büyük. Tavuk hangi tencerede pişiyor Emin, tavuk tenceresinde sadece tavuk mu pişiyor, özel bir tencere mi o? Deyince de sustu. Sustu susmasına da sonuç değişmedi. Ertesi akşam masaya çorba geldi. Tel şehriye çorbası. Tencerede şehriyeyi ara ki bulasın. Yağlı ve tuzlu suyun içine atmışlar biraz şehriye olmuş çorba… Diyeceksiniz ki, bunları ne diye yazıyorsun, turdan sorumlu olan sen değil misin? Evet tur sorumlusu benim. Ancak anlaşma yaptığım tur şirketinin sorumlu elamanı vize alamadı ben de onun yerine tura katılan sorumsuz sorumlu bir görevli ve rehberle baş edemedim. Sekiz tane ülkeyi hem de yabancısı olduğum ülkeyi gezeceğiz. Korktum. Aksi bir durumda tur tarumar olurdu. Bir sebebi de daha var yazdıklarım belki başkalarına yardımcı olur. Bunun için yazıyorum. Kadı Seyfullah Camii Cami kaldığımız otele çok yakın. Seyfullah Efendi Camii. Meğer, Seyfullah Efendi Camii 1566 senesinden beri bizi beklermiş. Büyük kavuşma… Ne saadet. Selamlaştık, kucaklaştık, dertleştik, hasret giderdik. Caminin girişinde hemen sağda bir kulübe var. Genç bir delikanlı oturuyor içinde. Selam verdik ve yaklaştık. O da kulübesinden çıktı ve “aleykümselam hoş geldiniz” diye mukabele etti. Adı Salih. Salih İmam-Hatip Lisesi mezunu. Genç ve güler yüzlü bir delikanlı. Camiyi tanıttı bize. Aslında Caminin ismi Banyabaşı değil Banyobaşı imiş. Bu ismi, arkasındaki hamamdan alırmış. “Bakın orada, kalıntılarını görüyorsunuz. Cami 1576 yılında Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Günümüzde Sofya’da ibadete açık olan tek camidir. Kadı Seyfullah Camii ismiyle de meşhurdur. Cami, Komünizm çöktükten sonra aslına uygun olarak restore edildi. Camide aynı anda 700 kişi ibadet edebiliyor. Camiye adı verilen Kadı Seyfullah Efendi’nin türbesi, Osmanlı-Rus savaşı sırasında yıkılmış. Bu cami, Avrupa’nın en eski camilerinden biri olarak kabul edilir. Kare planlı ve merkezi kubbeli bir yapıya sahiptir. Caminin kubbesi sekizgen bir kasnak üzerine oturur ve dört yarım kubbe ile desteklenir. Caminin içi, kalem işi süslemeler, çiniler ve hat levhaları ile bezelidir. Mihrap ve minber, mermerden yapılmıştır. Minaresi tek şerefelidir. Cami, tarihi boyunca birçok onarım görmüştür. 1858 yılında meydana gelen şiddetli bir depremde cami hasar görmüş ve minare alemi yıkılmıştır. 1882 ve 1904 yıllarında, Bulgaristan Prensi Aleksander ve Sultan Abdülhamid’in katkılarıyla cami kısmen onarılmıştır. 1915-1917 yıllarında, Osmanlı hükümeti tarafından camiye 15.000 altın ayrılmış ve caminin minaresi, minberi ve kubbeleri tamir edilmiştir. 1983 yılında, Bulgaristan Ulusal Kültür Anıtları Enstitüsü tarafından caminin dış cephesi restore edilerek yeniden ibadete açıldı. Kadı Seyfullah Efendi Camii, Sofya’nın en önemli ve tek kültür miraslarından birisidir.” Salih kardeşime teşekkür ederek namaz kılmak için içeriye girdik. Öğle ve ikindi namazlarımızı cemederek kıldık. Gezi boyunca uygulayageldiğimiz bir yöntem bu. Öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı cemederek kılıyoruz ki, abdest almakta sıkıntı çekmeyelim ve zaman kaybımız da olmasın. Vitoşa Caddesi Serdica Şehrinin kalıntılarını takip ederek, alt geçitten Vitoşa Bulvarı’na ulaştık. Vitoşa Bulvarı, adını Sofya'nın güneyinde yer alan ünlü Vitoşa Dağı'ndan alırmış. Araçların girmediği, marka mağazaların, cafe ve restoranların bulunduğu, İstiklal Caddesi’ne benzeyen bir cadde Vitoşa Caddesi. Türk baklavacısı ve dönercisi de bu caddede. Kahve içmek için uygun bir yer aradık, Ekrem “burası uygundur” dedi ve caddenin ortalarında bir yere oturduk. Cadde kaynıyor. İnsan seli. Kimisi oraya gidiyor kimisi buraya. Dağın eteğindeyiz. Hava ılıman. Cengiz bizden ayrıldı Vitoşa caddesinde. Akşam yemeğinde restoranda karnı doymadığı için yiyecek bir şeyler bulma peşine düştü. Bizleri de davet etti. Aslında karnımız da açtı. Ama geç saatte yemek yemek istemedik. Cengiz yemekten sonra tek başına caddeyi baştan başa dolaşmış ve oradan otele geçmiş. Müslümanların Durumu Bulgaristan topraklarında Müslümanların tarihi 14. Yüzyıla dayanırmış. 20. yüzyıla kadar 600 sene Osmanlı hâkimiyetinde kalmış. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından özerk bir Bulgar prensliğinin kurulmasıyla birlikte bölgedeki Müslüman nüfus kalan Osmanlı topraklarına zorunlu göçe tabi tutulmuş. Sadece 1989 yılında 350 bin Türk, Türkiye’ye zorunlu göçe tabi tutulmuş. Bu dönemde başta Sofya olmak üzere, vakıf kültürü açısından Osmanlı topraklarının en zengin bölgelerinden biri olan bu coğrafyadaki binlerce eser tahrip edilmiş. Bu kapsamda sayısı 4 bine yaklaşan ve hemen hepsi vakıf eseri olan cami, medrese, çeşme, imaret, kervansaray, okul, köprü, tekke-zaviye, han, hamam ve türbeden günümüze az sayıda eser ulaşmış. Günümüzde (2024) Bulgaristan’daki Müslüman sayısı 700 bin civarında olup bunların büyük bir bölümünü Türkler oluşturmaktaymış. Devam edecek BALKANLAR GEZİSİ (lll) Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024 -90’lı yıllarda yaşanan Bosna savaşı ve Boşnak Müslümanlarına uygulanan soykırım sürecinin açtığı derin yaralar, Sırbistan devleti ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerin seyrinde halen etkilidir. Öte yandan dinî eğitim ve siyasî temsil başta olmak üzere, Müslümanlarının birçok sorunu acilen çözüm beklemektedir- Tarihe kısa bir yolculuk Macera dolu Balkanlar gezisinin, Bulgaristan etabını tamamladık elhamdülillah. Belgrat yolculuğu başladı. Bakalım bundan sonra hangi sürprizler bekliyor bizi. Otobüsteyiz. Recai grup hakkında tekmilini verdi. Ben dahil üç kişi daha geç kalma cezası ödedik. Cezaya itiraz eden olsa da sonuç değişmedi. Kaptan bastı gaza. Bulgaristan toprakları ayağımızın altından kayıp gidiyor. Hızla Sırbistan gümrüğüne doğru yol alıyoruz. Atalarımız bu toprakları at sırtında ve de yaya olarak geçip gitmişler. Hem de 100.000 kişilik ordu ile. O, 100.000 kişinin günde iki öğün de yemek yemeleri gerekiyor. O kadar insanın ve bir o kadar da hayvanın su ihtiyaçlarının da karşılanması lazım. Meydana çıkınca da göğüs göğüse çarpışmak ya öldürmek ya da şehit olmak var. Bizler otobüslerle, değişik araçlarla yol aldığımız halde çekilmez buluyoruz bu yolları. Bin bir zahmetle yurt edinilen ve 600 sene kalınan bu topraklarda, şimdi küçük küçük devletler kurulmuş ve bu devletler toprakların asıl sahipleri olan bizlerden vize istiyorlar. Sen vatanına sahip çıkmazsan birileri gelir seni yerinden yurdundan eder. Etmişler zaten. 24 milyon km. kare olan vatan topraklarından geriye elimizde sadece 780.000 km. kalmış. Onu da elimizden almak için sabah akşam uğraşıyorlar. Kimisi içeriden kimisi de dışarıdan durmadan çekiştiriyorlar. Gümrükteyiz Zaman tünelinde yol almanın zevkine tam olarak varamadan gümrüğe gelmişiz bile. Önümüzde sadece bir otobüs var. Önce Bulgaristan’dan çıkış işlemlerini yaptıracağız, sonra da Sırbistan’a giriş yapacağız. Hızlıca, işlemler yapılır diye bekliyoruz. Neredeyse bir saat bekledik otobüsün içinde. Sıra bir türlü gelmesini bilmedi. Neden sonra sıra gelmesine geldi ama muameleler de oldukça uzun sürdü. Gülşah hanım yine gümrüğe takıldı. Takılmasına takıldı da Sırp polisinin bıraktığı Gülşah hanıma bu sefer Alman polisi izin vermiyor. “Sana yol verirsem benim işime son verirler” diyormuş Alman polisi. Almanya’dan çıkışta bir şey söylemiyorlar, Türkiye’de sıkıntı olmuyor, Bulgaristan’da kısa bir soruşturmadan sonra bırakıyorlar, Sırbistan da aynı şekilde yazılı beyan ile giriş izni veriyor; ancak orada gözlemci olarak bulunan Alman polisi geçiş izni vermiyor. Kraldan fazla kralcı olmak buna derler. Olacak şey değil. Ama oldu. Geriye döndürdüler Gülşah hanımı. O da çok üzüldü biz de. Almanya’ya varır varmaz, ilgili büroya gidip pasaportunun üzerinden kayıp ilanını kaldırtmış ve ilk uçakla Hırvatistan’a gelmiş. Bu arada Recai kendisiyle irtibatı hiç kesmedi. Hırvatistan’dan Mostar’a gelme imkânı da varmış ama o Hırvatistan’da kalmayı tercih etmiş. Ertesi gün Hırvatistan’da buluştuk. Sevindik. O da çok mutluydu. İşleri yolunda gitmiş ve hızlıca tamamlamış. Böylece grup üyeleri tamamlandı. Nadide hanım daha çok mutlu oldu. Oda arkadaşıydı çünkü. Azminden dolayı da Gülşah hanımı kutladık. Pes etmedi, ben bu geziyi tamamlayacağım dedi ve tamamladı. Gülşah ve Dilek hanımlar, tuttuklarını koparan cinsinden. Pes etmiyorlar ve sonunda onlar kazanıyor. Atalarımız “azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz” diye boşuna dememişiler. Belgrad Belgrat’a yaklaşınca Bayburtlunun yerinde mola verdik. Belgrat’a giderken sağda. Yaz-kış açıkmış. Yol üzerinde böyle bir mekân açıldığına göre Avrupa’da çalışan Türk işçileri düşünülerek açılmış gibi görünüyor ama öyle değilmiş. Sırplar da alışmışlar Türk mutfağının tadına. Türkiye’de restorana gittiğimizde neler görüyorsak tezgâhta burada da aynıları var. Eee yumulduk tabi. Allah ne verdiyse…Yemekten sonra yola revan olduk. Belgrad, 1878 Berlin Antlaşması’yla Sırbistan’ın başşehri olmuş. Sırpça da Beo-grad; beyaz şehir mânasına gelirmiş. Kuzey ve Orta Avrupa’yı Karadeniz ve Ege denizine bağlayan yollar üzerinde bulunduğundan eski dönemlerden beri (MÖ III. Yüzyıl) önemli bir yerleşim merkeziymiş. Belgrad Osmanlılar tarafından üç defa kuşatılmış. İlk defa II. Murad zamanında kuşatılmış. İkinci kuşatmayı Fâtih Sultan Mehmed yapmış. Üçüncü kuşatma Kanûnî Sultan Süleyman tarafından yapılmış ve de fethedilmiş (1521). Ahalisinin bir kısmı İstanbul’a gönderilerek bugün Belgrad ormanları ve Belgrad Kapısı adıyla bilinen yerlere iskân edilmişler. Yaklaşık üç asır Osmanlı idaresinde kalan Belgrad’da sayısı yüzleri bulan Türk mimari eserlerinden bugüne maalesef çok az eser ulaşmış. Evliya Çelebi’ye göre Belgrad, 17. Yüzyılda 98.000 nüfusa sahipmiş Belgrad. O zamanlar Belgrat’ta; 217 cami, on üç mescid, on yedi tekke, dokuz dârülhadis, sekiz medrese ve yedi hamam varmış. Ayrıca, altı kervansaray, yirmibir han ve 3700 dükkândan oluşan Sûk-ı Sultânî adlı çarşı başta olmak üzere, bir dizi çarşı varmış (Evliya Çelebi, V, 377-379). Nikola Tesla Belgrat’a giriş yaptık. O kadar da albenisi yok girişin. Yüksek yüksek binalar, üstümüze üstümüze geliyor gibi. Şehir merkezine girince solda Nikola Tesla Müzesi var. Müze solumuzda kalıyor. Nikola Tesla; dünya bilim tarihini kökten değiştiren deneylere ve icatlara imza atmış bir mucit. Uzaktan kumandanın telsizin mucidi. Biraz ileride yine solda terazije meydanı var. Adını Türkçe ’den alan meydan. Kentin su ihtiyacını karşılamak için 1840’larda Osmanlı oraya bir çeşme yaptırmış. Kulesi de olan bir çeşme. Türkler tarafından dikilen su kulesi 1860 yılında kaldırılmış ırkçılık bu kadar kötü bir şey. Yerine aynı işi yapacak olan Terazije çeşmesi inşa edilmiş. Bu meydanın güzelliği, Parlamento binasına, Belediye Sarayına, müzelere, kafelere hatta Aziz Sava kilisesine yakın olmasından gelirmiş. Bizler zaman sıkıntısından dolayı, şehir merkezini gezemeden, o güzelliklerle tanış olamadan, oraları fotoğraflayamadan doğru Sava Nehrine indik. Tekne Turu Sava nehri üzerindeyiz. Sava Nehrinin Tuna Nehriyle buluşup çoğaldıkları yere kadar ilerledik. Sağ tarafımızda Belgrad kalesi bütün heybetiyle karşımızda duruyor. Yüksekte. “Tuna Nehri akmam diyor, kenarımı yıkmam diyor, Şanı büyük Osman Paşa Plevne’den çıkmam diyor.” Marşının doğum yerindeyiz. Heyecanımız dorukta. Yüzlerimiz gülüyor. Deklanşöre basan basana. Plevne kahramanı Osman Paşa’yı ve çerilerini düşünüyoruz. Az askerle, Ruslara kök söktüren Osman Paşa’yı. Savaştan sonra Rus komutanın ayakta karşıladığı, kalkan ve kılıcını kendisine iade ettiği Osman Paşa’yı. Mahmut bey oturmuş teknenin öbür ucuna aynı şeyi düşünüyor olmalı, nehre bakıyor. Zaman tüneline tek başına girmiş tarihe yolculuk yapıyor olmalı. O kadar yoldan sonra tekne turu çok iyi geldi. Teknede çay içenlerimiz de oldu. Plastik bardakla servis ediyorlar. Ben ve Ayhan almadık çaydan. Ayhan Fatma Mıdığı da uyardı; “Plastik bardakla servis edilen o çayı içmesen daha iyi olur, sağlıksızdır.” Belgrad Kalesi Anahtar Terslim Anıtı Tekne turundan sonra fazla oyalanmadan hızlıca otobüse geçtik. Belgrad Kalesine yakın bir yere park ettik. Oradan kaleye yürüyerek gidiyoruz. Knez Mihailova caddesi. Trafiğe kapalı bir cadde. İğne atsanız yere düşmeyecek derler ya, işte o cinsten... Bu caddenin insansız bir anını yakalayana ödül vadedilmiş. Ancak vadedilen ödülü bugüne kadar alan olmamış. Sağlı sollu alışveriş merkezleri var. Restoranlar var. Ara sokaklar da kanlı canlı. Berlin’de trafiğe kapalı böyle bir cadde maalesef yok. Kaleyi gezdirecek olan Belgradlı rehber meydana girer girmez bizi karşıladı. Hemen başladı anlatmaya. Türkçesi o kadar düzgün değildi ama anlaşılıyordu. Esprili bir kişilik. “Kale, MÖ 279 yılında Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus tarafından inşa edilmiştir. Belgrad Kalesi’nin bulunduğu alana “Kalemegdan” (Kale Meydanı) denir. Osmanlıdan kalma bir isimdir. Şu gördüğünüz anıt, Osmanlı’nın, 6 Nisan 1876 tarihinde, Belgrad ile iki kalenin daha, (Smederevo, Šabac ve Kladovo) anahtarlarının Sırplara teslim edildiği yere dikilmiştir. Gördüğünüz gibi yatay bir mermer üzerine yazılmış yazılacak olan. Olayın 100. yılı sebebiyle anahtar değişiminin yapıldığı alana kurulan bu anıt önemli bir olayı gelecek nesillere aktarmak üzere koruma altında tutulmaktadır. Anıt 1967 yılında büyük bir kutlama ile Kalemeydan Parkı içine dahil edilmiştir.” Yani orada rehberi dinlerken anahtarları teslim törenini sanki biz ediyormuşuz gibi yüreğimiz sızlamadı desem yalan olur. Fransız anıtı Hemen ileride solda bir anıt daha var. Fransız anıtı. Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı sırasında Sırbistan’a yaptığı destekler ve dostluk anısına 1930 yılında Fransa’ya Şükran Anıtı (Monument of Gratitude to France) olarak dikilmiş. Anıtın merkezinde elinde kılıç tutan kadın figürü, savaş sırasında Sırplara destek veren Fransa’yı betimlemekteymiş. Bosna savaşı sırasında Fransız medyası Sırpların yaptığı katliamlarla ilgili, Sırp karşıtı haberleri vermek zorunda kalınca ve NATO da aynı sebepten dolayı bombalama yapınca (1999) Fransa ile olan dostluğu bitirmişler. Ve Kalemeydan Parkı içinde bulunan heykel siyah bir kumaş ile örtülmüş ve “Artık var olmayan Fransa’nın sonsuz zaferi” yazan bir tabela da heykelin önüne konmuş. Tabii bu durum çok uzun sürmemiş ve 2000 yılında kurulan hükümet ile Sırbistan-Fransa ilişkileri tekrar iyileşmiş ve heykel orijinal görüntüsüne dönmüş. Kaleye Giriyoruz Belgrad kalesinin iç ve dış surlarında toplam 23 kapı bulunmaktaymış. Surların bazı bölümleri ve kapıların çoğu yıkılmış. Bugün on kapı yerlerini muhafaza edebilmiş. Belgrad Kalesi’ne giriş çıkışı sağlayan kapılardan birinin adı Stambol Kapija yani İstanbul Kapısı. Surlarla çevrili alana bu kapıdan giriliyor. Ve işte buram buram Osmanlı kokan Belgrad Kalesi. Kim bilir daha kimler geldi kimler geçti buradan. Saat kulesini geçince, karşımıza “Mora Fatihi” olarak bilinen Damat Ali Paşa’nın türbesi çıkıyor. Aynı zamanda burada, Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın 1578’de yaptırdığı bir de çeşme bulunuyor. Sırp olarak doğan Sokullu Mehmet Paşa Osmanlı döneminde devşirme olarak Edirne Sarayına getirilmiş, Enderun’da yetiştirilmiş ve devletin değişik kademelerinde Osmanlı’ya hizmet etmiş ve vezirliğe kadar yükselmiş. Çeşmenin yanında bir de dut ağacı var. Bu dut ağacına ve çeşmeye Sokullu Mehmet Paşa’nın adı verilmiş. “Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi.” Tuna ve Sava nehirlerinin üzerinde biraz önce tekne ile tur attık, iki nehrin birbirleriyle kavuşmalarının sevinçlerine şahit olduk. Kaleden, on ülkeye hayat veren, Tuna ve Sava nehirlerinin birbirleriyle kavuşmasına, cilveleşmesine, sarmaş dolaş oluşuna ve evliliklerine şahit oluyoruz. Sonra da çoğalarak Karadeniz’e doğru tüm hızlarıyla yol alıyorlar. Elele tutuşup da Karadeniz’e doğru yol alışlarının coşkusuna şahit oluyoruz ve bu coşkuya el sallayarak eşlik ediyoruz. Karadeniz ile tevhid olmak için bu kadar acele ediyor olmalılar. Evet 2800 kilometre uzunluğu olan o zorlu yolu sadece Karadeniz ile tevhid olmak için katediyorlar. Tuna, Osmanlı Türklüğünün bağrından akan bir nehirdir. Nereden dinlerseniz dinleyin, Tuna size, tarihin derinliklerinden o kılıç şakırtılarının çağıltısını getirecektir. Akınlar, zaferler ve bozgunlar! Ve hepsinin peşinden, ileri veya geriye doğru, bitip tükenmeyen göçler! İstanbul Kapısı Kaleye İstanbul Kapısı’ndan girdik. Kale bizleri askeri törenle karşılıyor gibi. Solda o günden kalma silahlar görünüyor. Kapısının hemen önüne, Orta Çağ’da cezalandırma amacıyla kafa ve kolların geçirilerek bağlandığı ahşap bir işkence aleti var. İç surların dışındaki ikinci halkada yer alan İstanbul kapısı, Belgrad kalesinin ana giriş kapısı ve en büyüğüymüş. Simetrik bir yapı olan kapının iki tarafında kale muhafızları için odalar bulunuyor. Bir tanesinde eski haritaların satışı yapılıyor. Kale kapısının kemerine sultan tuğrası yerleştirilmiş, sonra Sırplar on u sökmüş yerine Sırbistan’a ait çift başlı kartal arması yerleştirmişler. Biz tarihe tanıklık eden ne var ise onları insanların intifadasına sunmak için canhıraş çalışıyoruz, Sırplar ise o belgeleri yok etmekle meşguller. Sırp olmak kolay değil…Mehter marşı ile karşılanıyoruz İstanbul kapısında sanki: “Ceddin deden, neslin baban En kahraman Türk milleti Orduların, pek çok zaman Vermiştiler dünyaya şan Türk milleti, Türk milleti Aşk ile sev milliyeti Kahret vatan düşmanını Çeksin o mel'un zilleti” Rehber önde, bizler ellerimizde tuğlarımızla içeriye girdik. Mora Fatihi olarak bilinen Damat Ali Paşa karşıladı bizi. 1716 yılında, Tuna nehrinin kıyısında, Avusturya ordusu ile yapılan savaşta askere cesaret vermek için ön saflara atılmış ve alnından vurularak şehit düşmüş. Naaşı, Belgrad’a getirilerek Kale içinde yapılan bu türbeye defnedilmiş. Yanında iki paşa daha var. Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa. Selam verdik onlara, kısa bir sohbetten sonra yolumuza devam ettik. Ne saadet. Gökyüzü de bu hürmete, saygıya gözyaşlarıyla eşlik etti. O kadar ki, biz oradan ayrılıncaya kadar göz yaşları hiç dinmedi, göz pınarları kuruyacaktı neredeyse, sevinç gözyaşlarıydı bunlar. Meğer kale, 1521 yılından beri bizleri beklermiş. Biraz daha ilerledik, hafif tepemsi bir yere çıktık. Fikirtepesi derlermiş o tepeye. Fikir Tepesinden Tuna kıyılarına bakıyoruz. Belgrad rehberimizin anlattığına göre; Belgrad, 1521’den itibaren 347 sene Türk kalmış. Asırlar sonra iç karışıklar başlamış. Ali Rıza Paşa da yapılan anlaşmalarla kale anahtarlarını Prens Mihailo’ya teslim etmiş. Bu haber içimizi acıttı (1868). Acı ama gerçek. Göklerin daha fazla gözyaşı dökmesine ve ıstırap çekmesine gönlümüz razı olmadı, vedalaştık kale ile. Her birimiz ayrı ayrı vedalaştı. Bazı arkadaşlarımızın vedalaşması uzun sürdü. İkişer üçer gruplar halinde terk ettik kaleyi. Zeynep hanım, suna hanım ve ben gözyaşı sağanağının altında ıslanmanın verdiği mutlulukla ilerliyoruz çıkış kapısına doğru. Fahri bey ve eşi şemsiyenin altındalar, aheste aheste ilerleyerek gezinmin tadına varıyorlar. Knez Mihailova caddesine ulaştık. Gökyüzü de gözpınarlarının kurumasından mıdır bilinmez, şöyle bir yüzünü gösterdi ve ayrıldı bizden. Biraz sonra sağa döndük, hemen 50 metre kadar ilerde sağda baklavacı dükkânı var. Kaleye giderken bellemiştik orayı. Baktık herkes orada. Belgrat’ta baklavacı. Antep’ten gelmişler. “Ekmek parası, rızkımız buradaymış” diye kederlendi garsonluk yapan kız. Kaderin sürükleyip Belgrat’a getirdiği gurbetçiler bunlar. Bizleri de Berlin’e sürüklemedi mi aynı kader? Aşağıda solda, otelin altında bir de restoranları varmış. İşleri iyiymiş. Güler yüzlü şen şakrak insanlar. Çayımızı içtik, baklavamızı yedik, Berlin’de yediğimiz baklavalarla kıyas yaptık... birbirimize ikramlarda bulunduk, “Bunlar benden…Yok olur mu öyle bunlar benden olsun.” Türk Milletinin ikram severliği her yerde devam eder. Onun özelliğidir ikramda bulunmak. Gezilerin en güzel ve anlamlı olan özelliklerinden biri de kaynaşmaktır, paylaşmaktır, yeni yeni dostluklar kurmaktır. Sadece eşleriyle birlikte olmayı yeğleyenler de olur böyle gezilerde. Onlar gruba fazla karışmazlar. O da onların tercihidir. Ama tercih edilmemesi gereken bir tercihtir. Ve doğru otobüse. Geç kalırsak Recai ve Mıdık ceza kesebilirler. Geç kalan, geç kalma süresine göre en az beş Euro ceza ödüyor. Kural böyle. Müslümanların Durumu “Sırbistan topraklarına İslamiyet, ilk olarak Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da sürdürdüğü fetih politikaları ile 14. yüzyılın sonlarında ulaşmıştır. 15. yüzyıl boyunca devam eden fetihler sonrasında yürütülen iskân politikasıyla bölgeye on binlerce Müslüman yerleştirilmiştir. Aynı zamanda Hristiyan halktan da İslamiyet’i tercih edenler olmuştur. Sırbistan’ın özerkliğini kazandığı 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren yüzyıl boyunca yaşanan toprak kayıpları ile bölgede yaşayan Müslüman ahali ve özellikle Türkler, zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır. Bilhassa 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından bu süreç hız kazanmıştır. Bu süreçte Sırplar, ele geçirdikleri yeni topraklarla birlikte bölgedeki Türk-İslam varlıklarını büyük oranda tahrip etmişlerdir. Ülke toprakları içerisinde Osmanlı döneminden kalan yüzlerce kültür varlığından çok azı günümüze ulaşabilmiştir. Sırbistan’da yaşayan Müslümanların sayısı kesin olarak bilinmemekle birlikte, ülkede en az 200 bin Müslümanın bulunduğu tahmin edilmektedir (2024). Bunların büyük bir çoğunluğu Boşnak olup, bir kısmı da Arnavut’tur. Ülkedeki sayıları tam olarak bilinmeyen Romanlar içerisinde de hatırı sayılır miktarda Müslüman bulunduğu bilinmektedir. Ancak 90’lı yıllarda yaşanan Bosna savaşı ve Boşnak Müslümanlarına uygulanan soykırım sürecinin açtığı derin yaralar, Sırbistan devleti ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerin seyrinde halen etkilidir. Öte yandan dinî eğitim ve siyasî temsil başta olmak üzere, Müslümanlarının birçok sorunu acil çözüm beklemektedir.” Devam edecek BALKANLAR GEZİSİ (lV) -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024- -Belgrat’a kadar gelmişken, Karlofça’ya uğramadan geçip gitmek olmazdı. Tarihle yüzleşmemiz gerek dedik ve sabah erkenden yola koyulduk. Antlaşma çadırda yapılmış. İmzalar dört ay sonra ancak atılabilmiş. O çadırın yerine sonradan şapel yapmışlar. Devlet-i Âliye, anlaşma için masaya oturduğu o çadırda ilk kez toprak kaybetmiş. Hem de ne toprak. Bulgaristan’dan beri Uçsuz bucaksız ovalarda yol alıyoruz. Verimli araziler. Bilinçli olarak tarım yapıldığı besbelli. Meyve ağaçları, rüzgârın hafif hafif okşadığı buğday tarlaları. Hayran oluyoruz. Türkiye’nin en verimli ovaları maalesef yerleşim alanı, sanayi alanı olarak imara açılıyor. Balkanlarda benzer arazilere çivi bile çakılmamış- Karlofça (Sremski Karlovci) Karlofça Belgrad ile Novi Sad arasında yer alan bir kasaba. Belgrad’a yaklaşık bir saatlik mesafede. Şehrin girişinde hemen sağda otopark var. Aracımızı oraya Park ettik. Parkın bir köşesine masalar kurmuşlar ve üzerine bal ve meyve koymuşlar, satıcılar arkada duruyor. Sadece duruyorlar, bizim oralardaki gibi “Buyurun, balımız gerçek baldır, meyvelerimiz dalından koparıldığı gibi tazedir…” gibi tezvirat yapmıyorlar. Karlofça, balıyla ve meyvesiyle meşhur olan bir kasaba imiş. Bir kavanoz bal aldım ve Recai’ye teslim ettim. Sağ olsun o da Belgrat’ta sabah kahvaltısında arkadaşlara ikramda bulundu. Öyle ahım şahım değildi ama, adı baldı. İkişerli üçerli sıralar halinde yürüyerek ilerliyoruz Karlofça Meydanı’na doğru. Meydanın etrafı tarihi binalarla çevrili. Açık hava müzesi gibi. Tam ortada bir çeşme var. Aşk çeşmesiymiş adı. O çeşmeden içen, Karlofçalı bir kızla mutlaka evlenirmiş. İçtik o sudan ama öyle bir şey olmadı. Etrafta insan yok ki, kız nereden gelsin. Her yerde olan batıl inançlar Karlofça’ da da var. Hemen solda Katedral var. O gün Paskalya bayramı imiş. Fatma Mıdık ile beraber içeriye girdik. İçerisi kalabalık, herkes huşu içinde. Görevli papaz dua ediyor. Aslında papazlar grubu demek lazım. Duaya biz de katıldık. Papazlar dışarıya çıkarken cemaat elleri önden bağlı olduğu halde hafif eğilerek onlara yol verdiler. Din adamına gösterilen saygı. Önemli bir gelenek. Hoşuma gitti. Din adamına saygının olmadığı yerde Yaratan’a ve yaratılmışlara da saygın kalmaz. Bugün maalesef bu erozyona şahit oluyoruz. Papazlarla ayak üstü tanıştık. Türkiye’den geliyor olmamız dikkatlerini çekti. Sonra müsaade alarak fotoğraflarını çektik. Benim arzum birkaç da soru sormaktı ama arkadaşlar çoktan meydandan uzaklaşmıştı. Bizden başka Katedrale giren de olmamış. Fatma Mıdık, “hocam röportaj uzun sürer.” dedi. Haklıydı Mıdık. Ve ayrıldık oradan. Meydanın üst tarafında dil okulu var. Dünyanın her yerinden dil öğrenmek için buraya gelirlermiş. Halen devam etmekteymiş bu gelenek. Küçücük bir kasabada ve uluslararası üne sahip bir dil okulu. Örnek alınması gereken bir durum. Fotoğraflarımızı çektikten sonra grubun arkalarından yola devam ettik. Meydanın sonundan sola dönmüşler ve tepeye doğru tırmanıyorlar. Ulaştık onlara hatta onları geçerek havamızı da attık. Sokaklar daracık daracık. Evler bir ve iki katlı, önlerinde bahçe var. Bir evin bahçesindeki güller dikkatimiz çekti. Kokusu burnumuza kadar geliyor. Ne güzel. Hemen daldık gül bahçesine. O güzelim kokuyu ciğerlerimize doldurmayı ve fotoğraflar çekilmeyi de ihmal etmedik. Antlaşmanın yapıldığı yerde bugün bir şapel var. Solda tepenin üstünde. Karlofça’ya nazır bir tepe. Bizi yanında görünce şapelin eli ayağına dolaştı, o kadar mahcuptu ki bize karşı, sanki o antlaşmanın bilerek ve isteyerek yapılmasına sebep olmuş gibi hissediyormuş kendisini. “Ben böyle bir antlaşmanın yapıldığı yer olmaktan utanç duyuyorum, keşke elimden bir şey gelse de o Devlet-i Âliye’nin adaletini Balkanlara tekrar getirebilseniz” diyordu lisân-ı haliyle. “Özledik o günleri” diye de devam ediyordu konuşmasına. Adeta günah çıkartıyordu. Besbelli o da çok acı çekmiş, insana insan olduğu için adalet ile muamele eden Osmanlı gitmiş, yerine, adını tarihe soykırımlarla, engizisyonlarla yazdırmış olan o bildikleri yönetim gelmiş. Onların tekrar gelmesiyle soykırımlar yeniden hortlamış. Kadınlara, çocuklara ve yaşlılara zulmedilmeye başlanmış. Burunlarının dibinde Bosna’da Bulgaristan’da yaşananlar gözlerinin önünden hiç gitmezmiş. Elbisesi eski püskü, etekleri ise yerlerde sürüne sürüne paramparça olmuş. Kendisiyle hesaplaştığı her halinden belli oluyor. Kol kola girerek kendisiyle hatıra fotoğrafı çekilmemiz onu çok mutlu etti. Osmanlılar buraya Kanuni Sultan Süleyman zamanında gelmiş, ondan önce burada Avusturya-Macaristan Krallığı yaşam sürüyormuş. Osmanlı burayı yurt edinmiş, yatırımlar yapmış buralar. Camisiyle, kervan sarayıyla, medresesiyle… imar etmiş buraları, ancak bugün o eserlerden geriye bir çivi bile kalmamış. Karlofça’ya Osmanlı hiç uğramamış gibi. Hepsini yakıp yıkmışlar. Antlaşmanın yapıldığı yerdeki çadırı da yıkıp yerine şapel yapacak kadar ileri gitmişler. Huylu huyundan vaz mı geçermiş… Karlofça Antlaşması 1699 Karlofça anlaşmasını bizlere hezimet olarak öğrettiler okullarda, bir utanç belgesi olarak öğrettiler. Zihinlerimize böyle nakşedildi. Halbuki Karlofça Antlaşması 16 yıl süren bitirici ve tüketici savaşlardan sonra yapılmış. Osmanlı Devleti, Viyana Kuşatması’nın arkasından (1698) peş peşe uğradığı yenilgilerle tarihinin en ağır kayıplarını vermiş. Hazine de tam takır ol muş. Geriye tek seçenek kalmış anlaşma yapmak. O da onu yapmış. Kendisini bir anda Karlofça’nın eşiğinde buluvermiş. Şimdi öğreniyoruz ki; Osmanlı’nın biraz nefes alabilmek için, kendine gelebilmek için mecburen yaptığı bir anlaşmaymış Karlofça. Karşısında dört devlet var kutsal ittifak oluşturmuşlar; Avusturya, Venedik, Polonya ve Rusya. Anlaşma süresince onurunu hep korumuş Osmanlı. Hiçbir zaman dizinin üzerine çökmemiş, hiçbir zaman yalvar yakar olmamış. Önemli olan şu ki; Karlofça Antlaşmasına kadar Osmanlı Devleti hiçbir devletle anlaşma için masaya oturmamış. Bazen yenilmiş, ancak o zaman dahi ateşkes yapılmış ve barış antlaşması yapılmamış. Politika şöyle: “Burasını ben nasıl olsa günün birinde geri alacağım.” Rami Mehmet Paşa İlk defa Karlofça’da Osmanlı ateşkes ile yetinmemiş ve barış masasına oturup kıran kırana bir pazarlığın içine girmiş. Ancak bu konuda yetişmiş diplomatları yokmuş. Rami Mehmet Paşa heyetin başına getirilir. Paşa bürokrasideki başarısı ile tanınan bir üst düzey bürokrattı. Devletin gizlisini-çıktısını iyi bilen ve adeta Osmanlı devletinin kilit taşlarından biridir. Heyet başkanı olarak bir anda kendisini Karlofça’da bulur. Hazırlıklarını yapar ve yola çıkar. Barış görüşmeleri için, Avusturyalılar kendi taraflarında bir yer isterler. Rami Mehmet Paşa itiraz eder ve ‘Hayır!’ der. Barış ancak tarafsız bir bölgede yapılabilir. Dolayısı ile sınırda bir yerin bulunması gerekir. Sınırda olan yer Karlofça’dır. Tam Osmanlı ve Avusturya sınırında bulunan bir kasabadır Karlofça. Osmanlı tarafı, yanında getirdiği alt yapı ekibiyle oraya bir müzakere çadırı kurar. Bu müzakere çadırı bir Osmanlı icadıdır. Çadırın içerisine de bir müzakere masası yapılır. Yuvarlak bir masa. Bugün hala kullanılan yuvarlak masa ilk defa Karlofça’da, Osmanlı inisiyatifi ile gerçekleşmiştir. Bu yuvarlak masanın dış tarafında ve iç tarafında oturma yerleri vardır. İç tarafta Osmanlı heyeti, dış tarafında diğer dört devletin temsilcileri oturur. Çadırın dört kapısı vardır. Sabah zil çalındığında kapılar açılır ve her devletin temsilcileri kendi kapılarından içeriye girerler ve kendilerine ait yerlere otururlar. Tam karşılarında Osmanlı müzakere heyeti vardır. Osmanlı Stratejisi Dört ay devam eden bu müzakereler birkaç kez kesilme noktasına gelmiştir. Gerçekten zorlu bir süreç. Osmanlı ilk defa bu kadar büyük bir toprak parçasını düşmanlarına kendi isteğiyle veriyor. Strateji şöyle: Kaybedilmiş olan, işgal altında olan yerlerden ne kadarını kurtarabiliriz, geriye ne alabiliriz? Osmanlı’dan daha çok toprak ve tazminat alacakları ümidiyle masaya oturanlar istediklerini alamamışlardır. Bundan sonraki Osmanlı stratejisi Karlofça’nın bir son değil, bir yeni başlangıç olduğunu bize gösterecekti. Nitekim 1739 yılındaki Belgrad Antlaşması’na kadar geçen kırk yılda Osmanlı Devleti, Karlofça Antlaşması ile bıraktığı toprakların bir kısmını geri almayı başarmıştır. Novi Sad Yeni bahçe anlamına gelen Novi Sad, Sırbistan’ın ikinci büyük yerleşim alanıymış. Novi Sad’ın en meşhur caddelerinden biri Jovan Jovanovicmiş. Cadde, adını, oldukça popüler olan çocuk şairi Jovan Jovanovic’ten alıyormuş. Meydanda bir de heykeli var. Meydanın çevresi tarihi eserlerle, tarihi yapılarla bezenmiş. Meydanda bir saray dikkat çekiyor. Geçmişte o meydanda bir Katedral varmış. Katedralin din adamı işte bu sarayda kalırmış. Novi Sad’ın bu güzel havası, özellikle 19. yüzyılda herkesi etkilemiş olacak ki Sırbistan’ın kültür başkenti ilan edilmiş ve bugün de burası Sırbistan’ın Atina’sı olarak isimlendiriliyormuş. Yağmur birden bastırınca sığınmak için bir saçak altı aradık ve biraz sonra bulduk. Rahmetten de kaçmamak gerek. Otobüs gelinceye kadar orada beklemeye koyulduk. Karşıda bir market var. Şemsiye almamız lazım. Bazı arkadaşlarla gittik oraya ve şemsiyelerimizi aldık. Arkadaşlara vermek için birkaç tane de fazla aldık. Sonra hiç kullanamayacağımız şemsiyeler oldu bunlar. Ekrem de otelde kullanmak için beyaz renkli bir terlik almış. Ödemeleri Mıdık yaptı. Kart ile ödeme yapılıyor. Sırbistan parası bozdurmamıştık. Petrovaradin ve Kalesi Yine Osmanlı’nın izlerinin bulunduğu bir başka kasaba olan Petrovaradin’deyiz şimdi de. Osmanlı 1699 yılında Karlofça Antlaşması’nı imzaladıktan sonra buraları hep Haçlılara bırakmış. Ama daha sonra tekrar yerel halk bu toprakları kendi bünyesine almayı başarmış. Meşhur Petrovaradin Kalesi. Tuna Nehri boyunca inşa edilmiş. Oldukça büyük olan bu kale bugün bile hala sapasağlam ayakta duruyor. Kale çok güzel bir noktaya kurulmuş. Merdivenlerle çıkılıyor zirveye. Tuna Nehri’ni buradan seyretmenin başka bir zevki var. Ayaklarımızın altında. Dümdüz bir ova yorgan gibi yayılmış duruyor aşağıda. Yemekleri çok lezzetli olurmuş kalenin. Servis tabakları da kendine özelmiş. Biz maalesef burada sadece kahve içebildik, yemek yiyemedik. Çünkü arkadaşlarımızın bir kısmı kaleye çıkmayı göze alamadı, otobüste kalmayı yeğlediler. Onları fazla bekletmemek gerekiyor. Belgrat’a geldiğimizde daha akşam olmamıştı. Antepli hemşerilerimizin mekanına geldik, yemeklerimizi yedikten sonra otelimize döndük. Sabah Bosna var hedefimizde. Karlofça Antlaşması maddeleri 1. Mora Yarımadası ve Dalmaçya Venediklilere bırakılacaktır. 2. İnebahtı Kalesi Osmanlı Devleti’ne geri verilecektir. 3. Ukrayna ve Podolya Lehistan’a bırakılacaktır. 4. Osmanlı Devleti, Kırım hanlarının Lehistan’a saldırmalarına engel olacaktır. 5. Banat ve Temeşvar hariç Macaristan ve Erdel Avusturya’ya bırakılacaktır. 6. Avusturya, Osmanlı Devleti egemenliği altında yaşayan Katoliklerin hamiliğini üstlenecektir. 7. Sava Nehri Avusturya ve Osmanlı Devleti arasında sınır olacaktır. 8. İmzalanan bu antlaşma 25 yıl boyunca geçerli olacak ve Avusturya antlaşmanın garantörü olacaktır. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki topraklarından vazgeçmek zorunda kaldığı, karşı ülkelerinse muhtemelen bayram yaptığı o yerleri görmek sizlere neler hissettirir bilemiyorum. Ama Balkanları imkânı olan herkesin görmesi gerektiğini biliyorum. Osmanlı türedi bir devlet değildir. Bilhassa Avrupa’da yaşayan Türkler izine giderken Balkanları öylesine geçip gitmemelidirler. 24 saatte Kapıkule’ye vardım diye övünmenin kimseye faydası yoktur. Çocukça bir şeydir. İzinlerimizin en az bir haftasını Balkanlara ayırmamız gerekir. Oralardaki yaşanmışlıkları yerinde görmek için bu yapılmalıdır. Geleceğimizi inşa ederken o yaşanmışlıkların ışığında adım atmamız gerekir. Devam edecek