28 Eylül 2025 Pazar
GAZZE ÜZERİNE
GAZZE ÜZERİNE BİR ÖZ ELEŞTİRİ
Rüştü KAM
28.04.2026
Sevgili DOSTLAR,
Gazze bizim için ikinci sırada olan bir meseledir. Birinci sırada olan mesele Gazze değildir. O mesele biziz. Çünkü Allah, önce bize kendi evimizi, ailemizi, kurumlarımızı, çocuklarımızı soracak. Allah bizden gücümüzün yetmediği şeylerden değil, gücümüzün yettiği halde ihmal ettiğimiz şeylerden hesaba çekecek. Gazze’nin hesabını da Gazzelilerden soracak. Komşularından, diğer devletlerden, Birleşmiş Milletlerden soracak. Ama bana, sana, bize önce kendi çocuklarımızı soracak: “Onlara kimliklerini, inançlarını, değerlerini koruyup taşıyabilecekleri imkanları hazırlayıp hazırlamadığımdan soracak. Hazırlamadıysak “niçin hazırlamadınız?” diyecek.
Kendi evimiz yanarken, sabah akşam Gazze’yi konuşmanın, bizi dindar yaptığını sanıyorsak yanılıyoruz. Oysa çoğu zaman bu yaptığımız bir kaçıştır. Gerçeklerle yüzleşmemiz gereken sorumluluklardan kaçıştır. Bizim, Gazze için yapacağımız en büyük şey samimi olarak yaptığımız dualardır. Onların fiilî mücadelesi onlara aittir. Bizim fiilî duamız ise buradaki çocuklarımız, buradaki insanımız içindir. Yazıktır, günahtır: Kendi evi yanarken komşusunun evine koşan, döndüğünde evini yerinde bulamaz. O kül olup gitmiştir.
Müslüman, ehem ile mühim arasındaki farkı fark etmek zorundadır. 1961’den beri Filistin’e yardımlar gönderiliyor. Peki sonuç? Gazze hâlâ yanıyor. O yardımlar Gazze’yi bu hâle düşmekten alıkoyamadı, bundan sonra da alıkoyamaz. Çünkü Gazze Gazzellilerindir. Gazzellilerin sorumluluğundadır. Bizim sorumluluğumuz ise kendi evimiz, kendi geleceğimizdir.
Ben Almanya’da yaşıyorum. Çocuklarımın kimliklerini kaybetmeden geleceğe taşınması gerekiyor. Benim sorumluluk alanım burasıdır. Peki nasıl olacak bu? Hangi kurumla, hangi vizyonla?
Berlin’de 300 bin Türk yaşıyor. Ama geleceğe umut taşıyan hangi kurumumuz var? Kaç tane kültür merkezimiz var? Hangi vizyonumuz var? Camilerimiz var diyecekseniz, demeyin! Çünkü camiler de pansuman tedbirlerle yetiniyor, kendilerini kandırıyorlar. Bir kültür merkezi bile inşa edememiş bir toplumdan, Gazze’yi kurtarmasını mı bekliyorsunuz? Yanılıyorsunuz.
Bizim hâlimizi görenler, bize gaz vererek kendilerine hizmet ettiriyorlar. “Yürüyün arslanlarım!” diyorlar. Biz de yürüyoruz. Ama yürüyüşümüz bile yalpalı, adımlarımız da bile uygunluk yok, dağınık. Hedefimiz yok, yönümüz yok. Rüzgâr hangi tarafa eserse oraya sürükleniyoruz. Rüzgâr dindiğinde ise geriye bir bakıyoruz ki: Eyvah! Her şey darmadağın olmuş. Sonra da bütün gücümüzü enkaz temizlemekle harcıyoruz.
Allah bize akıl verdi, kullanalım diye. Ama biz aklımızı kiraya verdik. Kimlerin değirmenine su taşıdığımızı bile düşünmüyoruz. Kimin oyununa geldiğimizi sorgulamıyoruz. Sadece sloganlarla oyalanıyoruz.
Allah bizleri hesaba çekecek, evet çekecek. Ama önce Gazze’den değil! Önce çocuklarımızdan, ailemizden, kurumlarımızdan, ihmal ettiklerimizden soracak. Gazelileri de hesaba çekecek, kendi yapmadıklarından dolayı. Herkes, kendi yapmadığından hesaba çekilecek.
Ey “Kur’an’ın rehberliğinde yürüyoruz” diyenler! Gerçekten öyle mi? Kıyamda Salli-Barik dualarını okuyanlar, dikkat edin: Tarhiyata oturduğunuzda okuyacak dua bulamayabilirsiniz. Çünkü farz olan ibadet, gücümüzün yettiği ibadettir. Haram olan ibadet ise gücümüzün yetmediği bir yükün altına girip, kendi evimizi ihmal etmektir.
Kendi işimizi bırakıp başkalarının işini yapmaya kalkmak, aklımızı ve enerjimizi tüketmektir. Allah bize önce kendi evimizi, kendi insanımızı, kendi toplumumuzu soracak. Bizim görevimiz, önce buradaki yangını söndürmek, sonra ufka bakabilmektir.
Önce şunu kabul etmeliyiz: Sloganlarla gelecek kurulmaz. Yalnızca yürüyüşlerle, tekbirlerle, öfke nidalarıyla hiçbir şey değişmez. Değişim, ciddi bir vizyon ve kurumlaşma ile olur. Onları yapmayalım demiyorum yapalım elbet. Ama önce yapmamız gerekeni yapalım. Olup bitenlerden benim de ciğerim yanıyor, ama yapılması gerekenleri yapmamakla başka ciğerlerin yanmasına da sebep oluyorum.
Peki Ne Yapmalı?
• Eğitim: Çocuklarımızın kimliğini koruyacak kurumlar kurmalıyız. Anaokulundan üniversiteye kadar kendi değerlerimizle donanmış eğitim modelleri geliştirmeliyiz.
• Kurumlaşma: Dernekçilikle oyalanmayı bırakıp kalıcı kurumlar inşa etmeliyiz. Kültür merkezleri, düşünce kuruluşları, akademik yapılar, gençlik merkezleri… Bunlar olmadan geleceğe taşınamayız.
• Birlik: Küçük hesaplarla birbirimizi yemek yerine büyük hedeflere odaklanmalıyız. Kısır çekişmeler, bizi küçültüyor.
• Vizyon: Çocuklarımızı sadece Almanya’da ayakta tutmak değil, Avrupa’nın geleceğinde söz sahibi kılmak zorundayız. Çünkü sorumluluk alanımız burasıdır.
Allah bize akıl verdi, imkân verdi, fırsatlar sundu. Eğer biz bu fırsatları değerlendirmezsek, yarın “Gazze için ağladık” diye değil, “Kendi evimizi niye kurtarmadık?” diye hesaba çekileceğiz.
Bugün atabileceğimiz küçük ama tutarlı adımlar yarının kaderini belirleyecektir:
• Yakın çevremizden başlayalım: Ailemizi, çocuklarımızı, komşumuzu ihmal etmeyelim.
• Bulunduğumuz şehirde kalıcı bir kültür ve eğitim merkezi için bir araya gelelim.
• Sözümüzü azaltıp işimizi çoğaltalım: Her birimiz, gücümüz ve mesleğimiz nispetinde katkı sunalım.
Ne kimseyi suçluyorum ne de kimseyi yüceltiyorum. Sadece şunu teklif ediyorum: Bulunduğumuz yerde Hep birlikte, sakin ama kararlı biçimde işe koyulalım. Bugün attığımız o küçük adımlar, yarın çocuklarımızın omurgası olacaktır.
Ben böyle bilirim, böyle söylerim.
Selam ve dua ile,
Rüştü KAM
15 Eylül 2025 Pazartesi
TÜRKLER TANRI'NIN GÖNDERDİĞİ CEZADIR
TÜRKLER TANRI’NIN GÖNDERDİĞİ CEZADIR
RÜŞTÜ KAM
Ben bu yazıyı 2015 yılında yazmışım ha-ber.com internet sayfamdaki köşemde. Terörsüz Türkiye konusunun gündemde olduğu günümüzde; Avrupalıların ve Amerika'nın Türkiye'ye karşı tutumlarını gözden geçirmeniz için yeniden yayınlıyorum.
"Avrupalılar, 1815’te Viyana Kongresi’nde Avrupa’nın yeniden düzenlenmesi için toplandılar. Osmanlı İmparatorluğu bir Avrupa devleti olmasına rağmen bu kongreye davet edilmedi. Bu dışlayıcı tavır aslında yeni değildi. 1095’te Papa II. Urban’ın Clermont Konsili’nde yaptığı “Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarma” çağrısının hâlâ devam eden bir yansımasıydı.
Aradan yüzyıllar geçti, sahneye Martin Luther çıktı (1483-1546). Reform hareketinin öncüsü olan Luther, Türkleri Katolik Kilisesi’nin günahlarının ve yolsuzluklarının bedeli olarak görüyordu. Ona göre Türkler, “Tanrı’nın öfkeli kırbacı” ve “şeytanın uşağı”ydı. Luther şöyle diyordu:
“Türk’ün tanrısı şeytandır. Şeytanı yenmeden Türk’ü yenmek kolay olmayacaktır. Tanrı, işlenen günahlar nedeniyle Türkleri Almanların başına bela etmiştir. Bir Türk’ü öldüren vicdan azabı duymamalı; tersine Hristiyanlığın düşmanını yok ettiği için içi rahat olmalıdır. Eğer Samson gibi güçlü olsaydım, her gün bir Türk öldürürdüm.”
En az Papa kadar Türk düşmanı olan Luther, halkını “Türklerden korunmak için Tanrı’ya dua etmeye” çağırıyordu. Hatta bir dizi “Türk duaları” ve “Türk vaazları” hazırlamıştı. Dualarında hem Papayı hem de Türkleri şeytanla özdeşleştiriyor, onlara karşı Tanrı’dan yardım diliyordu. Dualarının, Katoliklerin dualarından farkı yoktu; ikisinin de ortak noktası Türk düşmanlığıydı.
Luther’den dört asır sonra sahneye Johannes Lepsius (1858-1926) çıktı. Bu kez düşmanlık, savaş meydanlarından siyasete taşınmıştı. Protestan bir din adamı olan Lepsius, Ermeni yanlısı faaliyetleriyle tanındı. “Alman Doğu Misyonu” ve “Alman Ermeni Cemiyeti”nin başında yer aldı. Ermeniler hakkında kaleme aldığı kitaplar, bugün Batı’da sözde soykırım iddialarının başlıca kaynakları arasında gösteriliyor. Ne var ki bu eserlerde gerçek bir belge bulunmuyor.
Ve geldik 2015 yılına… Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliseleri, Luther’in yolundan giderek Türk= Müslüman düşmanlığını sürdürdüler. Almanya’da 95 farklı yerde Osmanlı’nın Ermenilere soykırım uyguladığı iddiasıyla programlar düzenlendi. Bunların 54’ü Berlin’de, 15’i ise Charlottenburg Belediyesi’nin desteğiyle yapıldı. Yaklaşık 3 milyon Türkün yaşadığı bir ülkede gerçekleşti bütün bunlar. Peki Türklerden kayda değer bir tepki geldi mi? Hayır.
Kiliseler organize bir şekilde çalışırken, bizim dini cemaatlerimiz ne yaptı? Başta DİTİB olmak üzere… Camilerinde, ortak bir bildiri yayımladılar mı? Hayır.
Demokratik haklarını kullanıp sokağa çıktılar mı? Hayır. Bu konularda, cemaatlerini, üyelerini aydınlattılar mı? Yine hayır. Böyle bir durumda Almanlara ne diyebiliriz? Elbette hiçbir şey diyemeyiz.
Bugün açıkça görülüyor ki, George Bush’un başlattığı Haçlı Seferi hâlâ devam ediyor. Hatta artık “örtülü Haçlı Seferi” diyebileceğimiz bir süreç yaşıyoruz. İşin acı tarafı, Almanya’da yaşayan 3 milyon Türk ve 4 milyon Müslüman da bu gidişata karşı sessiz. Birlikten, beraberlikten çok söz ediliyor ama ortada bir hareket yok.
Bizimkiler dünyada olup bitenlerden bigane kendi iç kavgalarıyla meşguller, ülkelerini dışarıya şikayet etmekle meşguller: Sağcı, solcu, Milli Görüşçü, Süleymancı, Kürt, tarikatçı, Alevi, Caferi, Atatürkçü, milliyetçi, Alperen…
Kimisi halkına “göbeğini kaşıyan adam” diyor, kimisi “Türk milletinin yüzde sekseni ahmaktır” diye aşağılıyor. Kimisi de milli bir meseleyi fırsat bilip kendi iktidar hesaplarına meze ediyor.
Velhasıl, biz çelik çomak oynarken, başkaları davasına hizmet için gece gündüz çalışıyor. O halde suçlu kim? Her yolu deneyerek kendi çıkarına çalışanlar mı, yoksa kendi davasına ihanet eden bizler mi? Kararı siz verin…
Son sözü bir ayetle bitirelim:
“Allah’ım, içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helak eder misin?” (A‘râf, 155)
Not: "Atatürkçü Düşünce Derneği’ni Osmanlı İmparatorluğu'nun Ermenilere soykırım yapmamıştır" diye gündem oluşturmasından dolayı ve fiilen bu konudaki çalışmalarından dolayı tebrik ediyorum."
3 Eylül 2025 Çarşamba
MEVLİD KANDİLİ 2025
MEVLİD KANDİLİ: BİR DOĞUMDAN FAZLASI, BİR DİRİLİŞ
-Rahmet, adalet ve kardeşlik mirasını bugüne taşımanın vakti-
Rüştü Kam
2 Eylül 2025
Mevlid Kandili, bir doğumu değil bir dirilişi hatırlatır. “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” hitabı, bu gecenin özünün özetidir: Karanlığı yaran bir merhamet ve adalet yürüyüşünün başlangıcıdır. 571’de, kabile asabiyetinin sert rüzgârlar estirdiği, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, köleliğin sıradanlaştığı, gücün hukukun yerini aldığı bir coğrafyada bir çocuk dünyaya geldi; adı Muhammed’di (s.a.s.). Kırk yaşında vahye muhatap olduğunda aldığı vazife, tevhid sancağı altında adaleti ayağa kaldırmak ve insan onurunu ihya etmekti. Orta Çağ’ın zifiri karanlığını aydınlatmaktı.
Bu sancak dalgalanınca, menfaat çevreleri onu düşman ilan etti. Boykot gördü, taşlandı, yalnız bırakıldı; ama o yılmadı.
İlk hicret Habeşistan’a oldu; “Orada adil bir kral var” diyerek sahâbeyi Habeş Kralı Necaşi’ye emanet etti. Böylece Ehl-i Kitap’la ilk temas adalet ortak paydasında kuruldu. Mekke’de Müşriklerin baskıları, zulümleri dinmeyince Medine’ye hicret edildi ve farklı inanç ve kabilelerin birlikte yaşayabileceği yeni bir toplum inşa edildi.
Medine Vesikası, canın ve malın dokunulmazlığını, sözleşmeye sadakati, ortak güvenliği esas alan bir hukuk denemesiydi. İşledi. 571 yılında Mekke’de doğan o çocuk yirmi üç yılda bir ahlâk inkılabı gerçekleştirdi: Yetim gözetildi, kadının onuru ikame edildi, kul hakkı dinin merkezine taşındı, zalime “dur” denildi. Veda Hutbesi’nde yankılanan ilkeler hâlâ ufuktadır: Can, mal, namus dokunulmazdır; faiz zulümdür; emanetler ehline verilir; herkes kardeştir; bu yoldan sapmamak için Kur’ân’a sarılmak grekir. Temel kurallar bunlardır.
Bu gece, rahmet elçisinin doğumunu anarken yalnız geçmişi yâd etmiyoruz; onun bıraktığı emanetle yüzleşiyoruz. Ümmetin sayısı milyarları buluyor; fakat mazlumun gözyaşı dinmiyorsa, mesele sayıda değil nitelikte, kalitede ve sahicilikte demektir. İlmin, hikmetin, liyakatin, emeğin terk edildiği yerde, gürültü kalabalığı olur; adalet ve merhamet zayıflar. Yol bellidir: Bilgiyle güçlenmek, üretmek, hukuku üstün tutmak, kardeşlik hukukunu diri tutmak vecibedir.
Mevlid Kandili, bir kutlama günü değil; bir yön tayini günüdür. Kur’ân’ı raftan indirip hayata döndürme, sünneti hatıradan çıkarıp ahlâka dönüştürme günüdür. Bu yüzden bu gece, uzun uzun nutuklara gerek yoktur: Kısa bir Kur’ân tilavetedilmeli ve anlamına kulak verilmelidir. Peygamberimizin hayatından birkaç yaprak çocuklarımızla okunmalı ve nasıl hayata geçirileceği üzerinde konuşulmalıdır. Bir yetimin başını okşayış, bir öğrencinin yükünü hafifletiş; küsler arasında bir helâlleşme, terazisinde şaşmayan bir esnaf sözü; makamda adaleti, mahallede merhameti ayakta tutma iradesi ortaya konulmalı… Bu şekilde kutlanmalıdır Hz. Peygamberin doğum günü. Peygamber Kur’an’ı hayata nasıl hâkim kıldı sorusuna cevap aramaktır mevlid kandili. Mevlidin en sahici kutlaması böyle yapılır.
Peygamberimiz 63 yaşında vefat etti; arkasında Kur’ân gibi muazzam bir miras bıraktı ve de fiili bir sünnet bıraktı.
Bugün bizden beklenen, vahyin gölgesinde ve o örnekliğin izinde küçük küçük ama sahici adımlar atmaktır. Zoru görünce kestirme yollara sapma alışkanlığımızla yüzleşmek, “çalıyı dolaşarak” belaları savuşturma konforundan vazgeçmektir. Çünkü ateş, teslim olana serinlik olur; safını belli eden karıncanın taşıdığı bir damla su bile yönü gösterir. Bir şehir taşla kurulur; ama ayakta kalmasını sağlayan, içindeki adalet ve merhamet hikâyesidir.
Ey Allah’ın Elçisi… Bu gece yalnız doğumunu kutlamıyoruz ; Senin fiilî sünnetini—adaleti, emaneti, ahde vefayı—hayata taşımaya yeniden niyet ediyoruz. Gücümüz sınırlı, zaaflarımız çok; yine de safımız belli: Mazlumdan yanayız, hakikatin peşindeyiz. Kâbe’nin gölgesinde, Medine’nin sükûnunda yaşayanlara da bize de düşen, o iki şehrin adını değil ruhunu yeniden diriltmektir. Senin dirilttiğin gibi. Rahmetin diliyle konuşmak, adaletin terazisiyle tartmak, kardeşliğin hukuku ile iş görmektir…
Rabbimiz! Bu geceyi ümmet için bir uyanışa, evlerimiz için huzura, kalplerimiz için merhamete vesile eyle. Bizi, güçlünün değil haklının yanında duranlardan kıl. Kur’ân’ı bize emanet eden Peygamberinin yolundan ayırma. Mazlumların ahını dindir; bize birliğin tadını, kardeşliğin yükünü taşıyacak güç ver. Âmin.
Mevlid Kandili’nin bereketi, şehirlerimize adalet, evlerimize sükûnet, kalplerimize rahmet olarak dönsün. Çünkü bu gece, bir adın değil bir ahlâkın doğum günüdür.
Ey Peygamber; vahiyle bizi tanıştıran Rahmet Elçisi… Sana şikâyetim var.
Kâbe’nin gölgesinde, Medine’nin o yemyeşil hurma bahçelerinde, senin huzurunda yaşayan ümmetin—adı Müslümanlıkla anılsa da—kardeşliğin hukukunu zedeliyor. Açlıktan kırılan çocukların, haysiyeti çiğnenen kadınların, yurdundan sürülen mazlumların feryadı arşa yükselirken; onların çıkar hesapları Senin öğrettiğin rahmet dilinin önüne geçti. Zalimle yan yana duruyorlar; mazlumun ahına kulaklarını tıkıyorlar. Mekke’de “emin belde”nin eminliğinden, Medine’de kardeşlik şehrinin kardeşliğinden, geriye yalnız söz kaldı, ruh kayboldu.
Ey Resûl, Senin sahabîlerinin torunlarını Sana şikâyet ediyorum.
Senin adını dillerinde yükseltiyorlar; ahlâkını işlerinden eksiltiyorlar.
Kardeşlik hukukunu zedeliyorlar; çıkarlarını rahmet dilinin önüne koyuyorlar.
Zalimle yan yana duruyorlar; mazlumun ahına kulak tıkıyorlar.
Gözlerinin önünde işlenen cinayetleri sadece seyrediyorlar.
Minareleri büyütüyorlar, petrol kuyularını çoğaltıyorlar; kul hakkını küçültüyorlar.
Sofralarını genişletiyorlar; infakı daraltıyorlar.
Ellerini taşın altına koymuyorlar, sadece şov yapıyorlar.
Şikâyetçiyim…
Mevlid kandiliniz hayırlara vesile olsun…
Kaydol:
Yorumlar (Atom)