29 Mayıs 2025 Perşembe
KUR'AN MEALLERİNE YASAK GELİYOR
KUR’AN MEALLERİ VE YASAKÇI ZİHNİYET
-Türkiye'de Kur'an meallerine yönelik yasaklama geliyor. Demokrasiyi içine sindirdiğini düşündüğümüz Müslüman Türkiye’de yapılıyor bu yasaklama. Bazı mealler yasaklanırken yerine kimlerin mealleri gelecektir? Diyanet bu işin içinde ise bu durum laiklik ilkesine aykırıdır-
Rüştü Kam
Ha-ber.com
Bir ülkenin gerçekten modern olup olmadığını anlamak için ne inşa ettiği binalara ne de sahip olduğu teknolojik araçlara bakılır. Asıl ölçüt, bireyin düşünce ve inanç dünyasına tanınan özgürlüktür. Düşüncenin serbestçe ifade edilemediği, fikirlerin suç kapsamına alındığı ve bireyin kutsal metinlerle kendi diliyle, aracısız bir şekilde temas kurmasının engellendiği bir toplumda, maddi ilerlemeden söz edilebilir; ancak bu ilerleme, zihinsel ve ahlaki düzeyde bir çöküşü de içinde taşır. Modernliğin özü, özgür birey fikridir. Eğer bir toplumda bireyin kendi kutsalını anlama hakkı dahi devletin veya belirli dini otoritelerin iznine tabi kılınıyorsa, orada sadece kitaplar değil, vicdanlar da sansürlenmektedir. Ve bu, modernliğin değil, otoriterliğin alametidir.
Bugün Türkiye’de bazı Kur’an mealleri yasaklanıyor. Gerekçe mi? “İslam’ın temel niteliklerine aykırı” olmak. Bu gerekçeyi görünce sormadan edemiyoruz: Hangi İslam? Hangi temel nitelikler? Kim karar verdi buna? Ve en önemlisi: Neye dayanarak?
Kur’an, Müslümanlar için Allah’ın doğrudan hitabıdır. Ancak bu hitap, Arapça bilmeyenler için mealler yoluyla anlaşılır. Meal, yani anlam. Bu anlam çabası, bin dört yüz yıldır süregelen bir düşünsel arayışın ürünüdür. Her yeni meal, bir yeni bakış demektir. Kimi dilsel, kimi felsefî, kimi mistik bir yaklaşımla metni kavrar. Ve tam da bu yüzden İslam, tarih boyunca birden fazla yorumun içinde yaşayabildi.
Bugün İslam’ın tarih boyunca taşıdığı bu yorum zenginliği, yerini devletin ya da belirli dini grupların dayattığı tek ve resmî bir yoruma bırakılmak isteniyor.
Tek bir anlayış. Tek bir devlet onayı. Tek bir “doğru” İslam. Geri kalan her şey “yasak.” Bu, artık sadece bir dini yorum meselesi değil; doğrudan bir siyasal müdahaledir.
Siyasi iktidar, dini kontrol altına almak istiyor. Ama doğrudan yapamıyor bunu. O yüzden tarikatların, cemaatlerin ve sözde “alim”lerin talepleri üzerinden ilerliyor. Tarikatlar bastırıyor, Meclis uyguluyor. Bir grup seçkin! halkın neye inanması gerektiğine karar veriyor. Halkın elinden önce Kur’an’ın anlamı, sonra da kendisi alınıyor.
Bu yaşadığımız garabeti tarih daha önce gördü: 1933’te Almanya’da Naziler kitap yaktı. 15. yüzyılda Engizisyon kitap yaktı. Bağdat’ta Hülagü, binlerce cilt kitabı Dicle’ye attı. Bugün bizde “yakmak” yerine “toplatmak” var; ama amaç aynı: Bilgiye erişimi engellemek. Düşünmeyi durdurmak. Mutlak itaati sağlamak.
Üstelik bu yasak, Meclis eliyle yapılıyor. Demokratik olduğunu iddia eden bir meclisin eliyle... Oysa demokrasinin ilk şartı, bireyin kendi vicdanıyla baş başa kalma hakkıdır. Kur’an’ı okuyup anlama ve yorumlama özgürlüğü, sadece bir dini hak değil, aynı zamanda temel bir insan hakkıdır. Bu hakkı devlet değil, Allah verir. Devletin vazifesi bu hakkı korumaktır, gasp etmek değildir.
Bugün bir Kur’an meali yasaklanıyorsa, yarın bir ilmihal, sonra bir fıkıh kitabı, ardından belki bir düşünce yazısı, sonra da susturulmuş bir toplum gelir. Düşünce yasaklandığında dua da susar, çünkü dua düşüncenin bir biçimidir.
Bu yasağa sessiz kalmak, sadece kitaplara değil, geleceğe ihanettir. Bugün “anlamı” yasaklıyorlar; yarın “hakikati” unutturacaklar. Bizler susarsak, bir gün çocuklarımız Kur’an'ı sadece duvarda asılı bir süs, devletin onayladığı bir metin, düşüncesiz bir ritüel olarak tanıyacak.
Bu yüzden, bugün Kur’an meallerine yapılan bu saldırıya, yalnızca bir yayın yasağı olarak değil; halkın dinle, Allah'la ve vicdanla doğrudan bağını koparma teşebbüsü olarak bakmalıyız.
Bu bir tarikat zaferidir. Bu bir devlet zafiyetidir. Bu bir toplum trajedisidir.
Ve bu, susulacak bir şey değildir.
İlahiyat Fakülteleri neden suskundur. Aklı başındaki din hizmetlileri neden suskundur. Susmayın! Sizler sustukça sıra size de gelecektir.
25 Mayıs 2025 Pazar
ÖZBEKİATAN IV
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ(IV)
-Bazı mekânlar yalnızca taştan tuğladan ibaret değildir; içine binlerce ses, hayal ve dua da sinmiştir. Eğer bir gün yolunuz Hiva’ya düşerse, Emin Han Medresesi’nin avlusunda biraz durun. Oturun bir köşeye. Gözlerinizi kapatın. Belki siz de bir öğretmenin sesini duyarsınız. Belki sizin de içinizde yarım kalan bir meslek, bir hayal, bir öğrencilik anısı kıpırdar. Ve belki, tam da o an, bir kitabın sayfalarını çevirmek gelir içinizden. Sadece bilgi için değil; kendinize, geçmişinize ve hatıralarınıza yaslanmak için-
RÜŞTÜ KAM
14.04.2025
HAREZM BÖLGESİ
Emir Timur’la uzunca bir sohbetimiz oldu, Taşkent’teki Hürriyet Meydanı’nda. Bir hayli dikleştik. Konu elbette Ankara Savaşı’ydı (1402). Farklı bir kişilik Emir Timur. Biz ona Aksak Timur diyoruz, yani Timurlenk. Savaş için zaman zaman ülkesinden ayrılmış ama hiçbir zaman yurduna eli boş dönmemiş. Ülkesini seven bir devlet adamıymış Emir Timur.
El koyduğu topraklardan eli kalem tutanları, sanatkârları, ilim adamlarını, kitapları ve ne yenilik varsa hepsini toplamış, getirmiş Özbekistan’a. Getirdiği o ilim ve sanat erbabına ise imkân tanımış: Paraysa para, elemansa eleman, devlet desteğiyse devlet desteği… Ne gerekiyorsa önlerine sermiş. Sonra da “Haydi bakalım, yürüyün!” demiş.
Ülkesi için iyi şeyler yapmış. Hem de çok iyi şeyler. Yapmış yapmasına da bütün bu yaptıkları bizim nazarımızda onu bütünüyle aklamaya yetmedi. Kendi ülkesini güzelleştirmek adına, bir başka ülkeyi—hem de Müslüman kardeşinin ülkesini—yerle bir etmek, yakışmamıştı Emir Timur’a. Ayrılırken cümlemizi şöyle tamamladık: “Buna rağmen…”
Akşam yemeği için başka bir restorana gittik. Albenisi yüksek, hayli kalabalık bir yerdi. Yerlerimiz Hüseyin tarafından önceden ayrılmıştı. Uzunca bir masa… Bir ucuna ben, öbür ucuna da Hüseyin oturdu. Gün boyunca gezdiğimiz yerleri değerlendiriyoruz, bir yandan da mezelerden atıştırıyoruz.
Aslında şu meze işini, yeniden gözden geçirmek lazım. Ana yemek gelene kadar karnımız doyuyor; sonra da yemeğin yarısı masada kalıyor. Hele ki restorana gelmeden önce geç vakitte bir de samsa yemişseniz, zaten pek aç olmuyorsunuz.
Birdenbire… Öyle bir gürültü koptu ki, sorma gitsin! “Ne oluyor?” diye başımızı sesin geldiği yöne çevirdik. Garsonlar müzik ve dans eşliğinde bize doğru geliyor, ama ne olup bittiğine bir türlü anlam veremiyoruz.
Otobüste Hüseyin’e sormuştuk, “Bugün menüde ne var?” diye. O da “Sürpriz,” demişti. Meğer sürpriz buymuş!
Yaklaşık on garsonun omuzlarında taşıdığı dev bir şiş... Adana kebabından kuzu şişe, tavuk şişten envai çeşit et dizilmiş şişe. Sonradan öğrendiğimize göre bu şiş tam 12 metreymiş! Daha önce en fazla 6 metre yapmışlar; bu şiş rekormuş yani. Grup 34 kişi olunca şiş de 12 metre olabiliyor…
O güzelim ekmeği bir kenara bıraktık; sırf etler ziyan olmasın diye yaptık bunu ama nafile... O güzelim etlerin bir kısmı yine şişte kaldı. “Paket yaptırsak nereye götüreceğiz, nerede yiyeceğiz?” derken vazgeçtik.
Orta Asya mutfağı, görkemli sunumları ve doyurucu lezzetleriyle tam anlamıyla bir kültürel şölene dönüşebiliyor. Özellikle misafirperverliğin baş tacı edildiği bu coğrafyada, yemekler yalnızca karın doyurmak için değil; aynı zamanda bir gösteri, bir paylaşım vesilesi. Turizme yeni yeni açılıyor olmalarının da etkisi var elbette bu cömertlikte. Bizim yaşadığımız o 12 metrelik şiş sürprizi de bunun canlı bir örneği.
O kadar yemekten sonra hemen yatılmaz elbet. Biz de yatmadık zaten. Bir grup arkadaş, otele kadar yürümeyi tercih ettiler. Yediklerini hazmetmek istediler. Ama ben o cesareti kendimde bulamadım; otobüsle dönmeyi seçtim.
Otele vardık. Günü noktalamadan önce bir kahve iyi gider diye düşündüm. Ne var ki Türk kahvesi henüz buralara uğramamış. Yerine “Americano” dedikleri, pek de ciddiye alınmayacak bir kahve veriyorlar. Ama insan, yemekten sonra şöyle sade bir fincan kahve içmek istiyor. Uyduruk da olsa, kahve kahvedir dedik ve başladık yudumlamaya.
Kahve eşliğinde yapılan akşam sohbeti ise gerçekten enfesti. Yorgunluk yavaş yavaş çökerken bir yandan günün muhasebesi yapılıyor, bir yandan da kahkahalar gece karanlığını delip geçiyordu. Taşkent’te gün boyu yürüdük, öğrendik, hayran kaldık, şaşırdık, yorulduk. Restorandan otele yürüyenler sessizliğe eşlik ettiler, benim gibiler geceyi otobüsün penceresinden seyretmeyi tercih ettik.
Her yolculuğun sonunda insan biraz daha susmayı öğreniyor. Belki yorgunluktan, belki içimizdeki sesi daha iyi duyabildiğimizden... Taşkent’in bu son gecesinde, kahve fincanında telve gibi biriken hatıralarımızı fal bakmadan bıraktık yerli yerinde.
Taşkent’teki son gecemizdi… Midemiz dolu, ruhumuz yorgun ama gönlümüz huzurluydu. Şehir, bize sadece tarihî meydanlarını, ihtişamlı müzelerini değil; akşam yürüyüşlerini, garsonların dansını, kahkahaların yankılandığı uzun sofraları da armağan etti. Otele döndüğümüzde içilen bir fincan kahve, belki de günün en sessiz ama en anlamlı anıydı.
Burada öğrendiğimiz şeylerden biri de şu oldu: Her güzel şehir, kendine has bir ritimle veda edermiş misafirine. Taşkent bunu bir fincan kahveyle yaptı. Telvesiyle değil ama hatırasıyla iz bıraktı bizde.
Yarın yeni bir şehir, yeni bir sabah, yeni hikâyeler…
Hiva’ya gidiyoruz
Sabahın saat dördünde kaldırdı rehberimiz Hüseyin grubu. Uçakla Ürgenç’e, oradan da karayoluyla Hiva’ya geçecekmişiz. Otelde kahvaltı için kumanya hazırlanmıştı. Havaalanında uçuşu beklerken yedik onları, otobüste yiyenler de oldu. Çünkü uçağa sokmak yasakmış.
Uçuş kartlarımızı alıp beklemeye koyulduk. Küçük bir havaalanı. Hüseyin, aldı sazı eline, vurdu teline, teline. Arka arkaya Bektaşi deyişleri okumaya başladı. Güzel okuyordu, hem de çok güzel. Anlattığına göre müzik eğitimi de almamış. Alaylı. Kabiliyet meselesi. Ama sabah sabah, o saatte, insanın içine işleyen bir cazibesi olmuyor. Olmuyor olmasına da yine de eşlik ettik Hüseyin’e. Müzik bu, icra edildiği yerde hemen etkisini gösteriyor. Özbekler de dinleyiciler arasına katılınca havaalanının bekleme salonu birden bire konser salonuna dönüşüverdi.
Ürgenç’e gelince beklemeden hemen otobüse atladık. Bavullarımız Taşkent’te kalmıştı. Sadece el bagajı olunca alandan dışarıya çıkmak uzun sürmüyor. Hiva’ya yaklaştıkça içimizdeki heyecan da artıyordu. Şehri bugüne dek yalnızca fotoğraflardan tanımıştık; şimdi ise gerçeğiyle yüzleşecektik. İç kaleye doğru ilerlerken rehberimiz anons etti: “Hiva’ya geldik!”
O an gözlerimiz ister istemez sağa sola kayıverdi. “Neresidir acep bu Hiva?”
O bildik turkuaz çinili minareler, kubbeler ortalıkta yoktu. Önümüzde yalnızca toprak yığınından yapılmış, sade bir kale duvarı duruyordu. Burası, hayalimizdeki Hiva değildi.
Omuz çekip dudak bükerek, otobüsten indik; içeriye araç girişi yasakmış. Bavullar görevliler tarafından otele taşınacakmış. Toplandık rehberimiz Yıldız’ın etrafında. İki rehberimiz var. Türkistan’a geçince rehberimiz üç olacak. Rehberimizin biri de Taşkent’te eşlik etmişti bize.
“Ey Anadolu kervanı, Orta Çağ’dan kalma bir şehirde dolaşmaya hazır mısınız?” dedi ve elindeki çubuğu havaya kaldırarak yürümeye başladı Yıldız. Biz de arkasından.
Kalenin içine adım atar atmaz başka bir dünyaya geçtik. Uzaktan bakınca sıradan görünen bu şehir, yaklaştıkça geçmişin büyüsünü göstermeye başladı. Denizde, uzaktan sadece bacası görünen bir gemi gibi... Görmek istediğimiz o muhteşem manzarayla burun buruna geldik. Gerçekten de Orta Çağ’dan kalma bir şehir burası. Hem de öylece bırakılmış değil, özenle korunmuş bir şehir. Doğru demiş Yıldız.
Kerpiçten yapılmış küçük küçük evler, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklar... Hatta bazı yerlerde taş da yok; toprak yollarda yürüyoruz. Asfaltın uğramadığı bu coğrafyada zaman sanki yavaşlamış gibi. Meğer dış görünüş gerçekten de aldatıcıymış.
Otele ulaştık. Yeni yapılmış ama şehrin dokusuna uygun, küçük bir butik otel. Giriş işlemlerimiz tamamlandı. Akşam yemeğini terasta yiyecekmişiz. Tüm şehir ayaklarımızın altında olacakmış. Belki biraz serin olurmuş; yani, çöl iklimi malum.
Daha fazla oyalanacak zaman yoktu. Vakit kaybetmeden daldık şehrin içine. Hüseyin, işlemleri tamamlamak için geride kaldı. Bizler, Yıldız’ın çubuğunu takip ederek yürümeye devam ettik.
Sokak aralarında müşteri bekleyen satıcılar…
Çekik gözlü karayağız insanlar, sıcak iklim…
Medreseler, saraylar, kervansaraylar ve camiler rengârenk mozaiklerle süslenmiş.
Binaların arasından göğe yükselen turkuaz renkli minareler sanki birbirleriyle yarışıyorlar. Kimisi 55 metreye kadar yükselmiş, kimisi de ona ulaşmak için arkadan yükselmeye devam etmiş ama kader orada ağırlığını koymuş, Han ölmüş, minare de 25 metrede kalmış. Olsun, böyle de güzel.
Ve kapılar…
Bambaşka bir güzellik.
O nasıl bir işçiliktir öyle! Sert ağaçların üzerine ince ince işlenmiş desenler; âdeta bir kanaviçe gibi. Sabırla, emekle, duyguyla, nezaketle…
Hiva, Orta Asya (Türkistan)’nın kadim şehirlerinden biriymiş. Tarih boyunca önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmış. Hanlar şehriymiş. İç kale ve dış kale olarak ikiye ayrılıyormuş. İç Kale, açık hava müzesi olarak niteleyebileceğim bir şehir. Efsanelere göre Hiva şehri, Nuh’un oğlu Sam tarafından çölde kazdığı bir kuyunun etrafında kurulmuş. Bu kuyu, lezzetli suyu nedeniyle zamanla kervanların uğrak yeri olmuş; şehir de böylece gelişmiş, İpek Yolu’nun merkezi hâline gelmiş. Yıldız anlattı bunları.
Etrafı surlarla çevrili bu tarihî miras, Türk-İslâm medeniyetini ayne’l-yakīn içimizde hissetmemizi sağladı. Müthiş bir Orta Çağ şehri. Daha Özbekistan turunun başındayız ama buraya kadar anladığımız o ki, Özbekistan mutlaka görülmesi gereken bir ülkeymiş meğer.
Geç kalmışız. Hem de çok geç.
Rehberimiz Yıldız başladı anlatmaya:
Yıldız Hivalı. Burada doğmuş ve burada büyümüş. Hâlâ burada yaşıyormuş. Bir Orta Çağ şehrinde... Tam şehrin ortasında ve de sokağın ortasında durduk ve Yıldız’ın etrafında toplandık. Merakla ne anlatacağını dinlemek istiyorduk:
“Hiva, Harezm bölgesinin en eski yerleşimlerinden biridir. Arkeolojik bulgular, şehrin tarihinin en az M.S. 6. yüzyıla kadar uzandığını gösterir. Ancak gerçek anlamda tarih sahnesine çıkışı, 9. ve 11. yüzyıllar arasında gerçekleşir. Bu dönemde Hiva, sadece bir yerleşim alanı değil; aynı zamanda astronomi, matematik ve kimya gibi bilimlerin öğretildiği önemli bir kültür ve eğitim merkezidir.
İpek Yolu üzerindeki stratejik konumu sayesinde şehir; ticaret, sanat ve ilmin merkezlerinden biri hâline gelmiştir. Zerdüştlükten İslam medeniyetine kadar pek çok kültürün izini taşıyan Hiva’nın, Orta Asya'nın belleğinde özel bir yeri vardır.
Ne var ki bu aydınlık dönem, 1220 yılında Cengiz Han’ın ordularının istilasıyla kesintiye uğrar. Şehir büyük ölçüde talan edilir. Bu yıkımdan sonra yüzyıllar boyunca Hiva’da taş üstüne taş konulmaz. 16. yüzyılın başlarında kurulan Hiva Hanlığı, bölgeyi yeniden canlandırmaya başlar. 1603 yılında Arap Muhammed Han, hanlığının başkentini resmen Hiva’ya taşımasıyla şehir, idarî, siyasî ve kültürel anlamda yeniden canlanır. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda mimarî ve şehircilik açısından altın çağını yaşar; bugün hâlâ ayakta olan birçok anıtsal yapı bu döneme aittir.”
Evet, Müslüman böyledir: Yıkmaz, inşa eder; öldürmez, yaşatır. Moğolların Orta Çağ’da yaptığını, şimdilerde modern dediğimiz bu dünyada modernistler yapıyor. Demokrasi adına yapıyor, çağdaşlık adına yapıyor, insan hakları adına yapıyor. Ne diyeyim ben şimdi böyle medeniyete...?!
Tarihin İzinde Hiva
“Yirminci yüzyılın başında tarih bir kez daha yön değiştirir. 1917’deki Ekim Devrimi’nin ardından Hiva Hanlığı yıkılır ve yerine Harezm Sovyet Halk Cumhuriyeti kurulur. Ancak bu yapı da uzun süre ayakta kalamaz; 1924 yılında Hiva, yeni kurulan Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlanır.
Bugün Hiva, bir zamanlar hüküm süren hanlıkların, büyük bilginlerin ve eşsiz işçilikleriyle iz bırakan ustaların hatırasını taşıyan, yaşayan bir tarih sahnesidir. Şehrin en dikkat çekici bölgesi olan İç Kale (İçan Kala), UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmıştır. Yaklaşık 30 medrese, 20 kadar cami, birkaç saray ve anıt mezarla birlikte, Orta Çağ’dan günümüze kadar bozulmadan ulaşabilmiş nadir şehir merkezlerinden biri olarak kabul edilir. Dış dünyaya kapalı kalmış olması, bu tarihî dokunun korunmasına büyük katkı sağlamıştır.
Ancak Hiva sadece taşlardan ibaret değildir. O, aynı zamanda Türk-İslâm medeniyetinin Orta Asya’daki güçlü bir temsilcisidir. Onu anlamak için bulunduğu coğrafyayı da tanımak gerekir. Hiva’nın içinde yer aldığı Harezm bölgesi, Ceyhun Nehri’nin (Amu Derya) Aral Gölü’ne döküldüğü alanın iki yakasına yayılan tarihî bir coğrafyadır. Günümüzde bu topraklar, İran, Türkmenistan, Özbekistan ve kısmen Tacikistan sınırları içinde kalmaktadır.
“Harezm” adının kökenine dair farklı rivayetler mevcuttur. Bu rivayetlerden birine göre, Büyük Balhan Dağları’ndan gelen Hârizm kavmi bu bölgeye yerleşmiş ve adını da oradan almıştır. Bir başka görüş ise kelimenin Farsça “hâr” (diken) ve “rezm” (savaş) sözcüklerinden türediğini öne sürer. Bu durumda “Harezm”, mecazen “dikenlerin savaşı” anlamını taşır. Her iki rivayet de bu toprakların ne kadar köklü ve çetin bir geçmişe sahip olduğunu bize gösterir.
Hiva’da zaman geçmez, birikir. Her adımda, bir medresenin gölgesinde ya da bir taş kapının sessizliğinde geçmiş üzerinize eğilir. Duvarlar konuşmaz ama suskunluklarıyla anlatır her şeyi. Bazen bir türbenin önünde, bazen bir minarenin gölgesinde fark edersiniz bunu.
İpek Yolu’nun kavşak noktalarından biri olan Hiva, yalnızca taş sokaklarıyla değil, belleğiyle de bizi içine çekiyor. Burada yürümüyoruz; sanki Orta Asya’nın hafızasında dolaşıyoruz.
Harezm, tarih boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış; Ahamenişlerden Selçuklulara, Gazellilerden Arap akınlarına kadar nice iz bu topraklarda birleşmiş. 12. yüzyıldan itibaren ise yalnızca siyasî değil, ilmî bir merkez hâline gelmiş; El-Hârizmî ve El-Bîrûnî gibi büyük bilginleri yetiştirmiş.”
Hiva’nın bu kadar etkileyici olmasının nedeni, sadece mimarî dokusu değil; taşıdığı zihinsel ve tarihî yükle hâlâ yaşayan bir medeniyet tasvirine dönüşmesidir. Burada geçmişin kokusunu ciğerlerimize dolduruyoruz, kollarımızı makas gibi açarak.
Biraz ilerledik, önümüzde bir stant var: Kalpak standı. Beyazı da var, siyahı da. Satıcısından izin alarak hepimiz birer kalpak taktık kafamıza. Sonra da hatıra fotoğrafı çektirdik. Ayrı renklerde 34 kafa bir araya gelince hoş bir manzara oluştu. Aynalarda kendimize bakarken gülümsedik. Sadece şapka değil, sanki bir hafızayı, bir kimliği başımıza geçirdik. Hatıra fotoğrafları çektik ama bu kez görüntümüz değil, neşemiz de karelere girdi. Kalpak standından ayrıldık. Yıldız, gruba döndü ve İç Kale’deki diğer tarihî yapıları anlattı:
Kunya Ark (Eski Saray)
“Değerli Anadolu Kervanı, bu gördüğünüz yapı, hanların hem yaşadığı hem de devleti yönettiği yerdir. Kunya Ark, yani ‘Eski Kale’, 17. yüzyılda inşa edilmiş. İçinde zindan bile vardır sarayın. Aynı zamanda, yazlık kabul salonu olarak da kullanılırmış… Yaz sıcağında oldukça serin olan bir yapıdır. Taş işçiliğinin en güzel örneklerinden biridir.”
Duvarların tarihinden ziyade, oradaki zindanın içini merak ettik; “Acaba kimleri hapsediyorlardı buralara?” diye mırıldandık.
Cuma Camii
İçeri girerken hepimiz biraz yavaşladık. Sanki bir mabede değil de zamanın içine adım atıyorduk. Rehber Yıldız:
“İçeriye girdiğimizde sizi karşılayan şey sessizlik değil, ahşabın dili olacak. Yaklaşık 213 ahşap sütun var burada ve her biri ayrı bir döneme ait. 10. yüzyıldan kalanlar bile var. Bu cami, adeta Hiva’nın zaman tüneli. Dikkatli bakınca sütunlardaki işlemelerde eski ustaların izlerini göreceksiniz.”
Aman Allah’ım 1500 yıllık bir eser. Tabii hayranlığımızı gizleyemedik. Vavvvv sesleri dalgalandı içeride. Sütunlara göz gezdirirken, bir ara, Yunus’un ibadet aşkıyla sessizce fotoğraf çekmeye çalıştığını gördüm. Deklanşöre basarken bile ürkekti. Sanki geçmişi rahatsız etmekten korkuyordu. Bizim Yunus işte… Suna Hanım, bir sütuna yaslanmış ve gözlerini de kapatarak sanki tarihe yolculuk yapıyordu.
Ben mi? Ben de hayal âlemimde kendime yaslanacak bir sütun arıyordum. Her adımımda biraz daha geçmişe gidiyordum. Bulanlar arayanlardır derler…
Kalta Minor Minaresi
Rehber Yıldız, minarenin önünde durduğunda yüzünde biraz buruk, biraz da hayran bir ifade vardı:
“Burası Hiva’nın simgesi. Kalta Minor, yani ‘Kısa Minare’… Yapımı tamamlanmadan kalan bir hayal gibi. Hiva Hân’ı büyük bir minare yaptırmak istemiş. Hiva’daki minarelerin en yükseği onun yaptırdığı minare olmalıymış. Minare 29 metreye kadar yükselebilmiş. Hân’ın ömrü yetmemiş ve minare öylece kalmış. Ama üzerindeki çinilerle hâlâ gökyüzüne meydan okur gibi duruyor.”
Minare gerçekten de yarım kalmış bir cümle gibiydi. Göğün katmanlarına uzanmak istemiş ama kelimeler bitmiş de yeni bir cümleye başlayamamış sanki. Aslında bu eksiklik, ona ayrı bir güzellik de veriyordu. Erşan, minarenin etrafında dolanıyor, çinilere yaklaşmaya çalışıyordu. Mozaikleri inceliyordu.
Hiva’da yarım kalanlar bile tamam hissi veriyordu insana. Ben minarenin yarım kaldığına değil de üzerine kurulan baz istasyonuna üzüldüm. O güzelliğin, tarihin bize bahşettiği o eşsiz mirasın üzerine baz istasyonu mu kurulurmuş! Bu ne biçim bir aymazlık ne hazin bir vurdumduymazlıktır böyle! Çölde yer mi bulamadınız bire ahmaklar?
Yirmi birinci asrın sözde medeniyet temsilcileri! Geçmişin medeniyet sahiplerini hor gören bu ahmaklık, bu ucube, sizin ayıbınız değil de nedir? Hadi oradan! Siz, onların ayağının tozu bile olamazsınız!
Ama yine de geç değil… Bu hoyratlığınız için özür dilemek hâlâ elinizde.
Muhammed Emin Han Medresesi
Minarenin hemen yanında ziyaret etmemiz için bizi bekleyen medreseyi işaret etti Yıldız:
“Burası Hiva’nın en büyük medresesidir. 1851 yılında tamamlanmış. Dönemin en prestijli eğitim kurumlarından biridir... Burada yetişen öğrenciler sadece dinî ilimlerde değil, matematikten edebiyata oradan astronomiye, coğrafyaya kadar birçok alanda eğitim görürdü.”
Öğretmene ve ilme saygılı olunması gerektiğini temsili olarak anlatan o küçücük kapıdan içeri girerken, medresenin içinden öğrenci sesleri geliyordu sanki. Serde öğretmenlik var ya... Mesleğini unutamıyor insan. Hayal ediyorum odaya girince; bir köşeye oturmuşum, önümde talebeler... Onlara ders veriyorum. Hayalimde canlandırıyorum o öğretmen ve öğrenci ilişkisini. Öğretmenlikten istifa ederek Berlin’e geldiğime bir kez daha pişman oldum. İçim burkuldu, gözlerim doldu. Dokunsalar ağlayacağım. Bu dünyada öğretmenlik gibi kutsal bir mesleği bırakmışım ben. 3.000 mevcutlu Denizli Lisesinden. Ne oldu şimdi, başım göğe mi erdi?
Grup çoktan avluya çıkmıştı bile. Ben de ağır adımlarla arkalarından yürüdüm. Medrese avlusuna girdiğimizde, Suna Hanım bir taşın üzerine ilişiverdi. Ağzından şu cümleler dökülüyordu gayri ihtiyari:
“Burası ne hoş bir mekân böyle... İnsanı kitap okumaya kışkırtıyor.”
O da öğretmenliği bırakıp da Berlin’e gelenlerden.
Gülümsedim. Aynı hissi paylaşmanın sıcaklığını hissettim yüreğimde. Bazı mekânlar vardır ya, gerçekten de insanı dinlendirir, içine serin bir huzur salar ve okuma isteğini çoğaltır. Emin Han Medresesi işte tam da öyle bir yerdi…
Bazı mekânlar yalnızca taştan tuğladan ibaret değildir; içine binlerce ses, hayal ve dua da sinmiştir. Eğer bir gün yolunuz Hiva’ya düşerse, Emin Han Medresesi’nin avlusunda biraz durun. Oturun bir köşeye. Gözlerinizi kapatın. Belki siz de bir öğretmenin sesini duyarsınız. Belki sizin de içinizde yarım kalan bir meslek, bir hayal, bir öğrencilik anısı kıpırdar. Ve belki, tam da o an, bir kitabın sayfalarını çevirmek gelir içinizden. Sadece bilgi için değil; kendinize, geçmişinize ve hatıralarınıza yaslanmak için.
Pehlivan Mahmud Türbesi ve Kapısı
“Şimdi de Hiva’nın manevî merkezindeyiz: Pehlivan Mahmud Türbesi’nde. Pehlivan Mahmud, sadece bir sûfî ya da şair değil; aynı zamanda halkın gözünde bir kahramandır. Türbesinin etrafında yer alan cami ve hamam da onun adına düzenlenmiş bir külliyedir. Hiva halkı hâlâ ona dua eder. Saygı gösterir.”
Sessizlik burada başka bir tonda yankılanıyordu. Dua eden birkaç ziyaretçiye biz de sessizce eşlik ettik. Ramazan Amca da ellerini havaya kaldırmış, kendince bir duaya dalmıştı. Kimi zaman kelimelere gerek bile kalmaz; sadece ellerin göğe doğru yükselmesi yeterlidir. Tıpkı mezar taşlarının üzerindeki suskun yazılar gibi… Bazı hakikatler sessizlikle anlatılır.
Yıldız, türbenin yanında kısa bir duraksama yaptı. Sonra hafifçe gülümsedi ve önemli gördüğü birkaç cümle kurdu:
“Sûfî şairlerin en büyük eseri, yaşadıkları hayattır. Burası Pehlivan Derveze Kapısı. Kapı, adını Pehlivan Mahmud’dan alır. 1806’da inşa edilmiştir. Hiva'nın İç Kale’sine açılan dört ana kapıdan biridir. Ancak bu kapının bir farkı vardır; halk arasında ‘Câllâd Kapısı’ ya da ‘Köle Kapısı’ olarak da bilinir. Çünkü bir zamanlar türbenin hemen sağ tarafında köle pazarı kurulurmuş. Firari köleler, isyancılar burada yargılanmayı beklerlermiş.”
Bir anlığına sessizlik oldu içerde. Belki rüzgâr sustu, belki biz... İçimizi bir ürperti kapladı. Hemen o kapıdan çıkarak taş sokakta yürümeye başladık. Başladık başlamasına da ayaklarımız geçmişe değiyordu sanki. O kapı sadece bir geçiş kapısı değil, adeta bir yüzleşme kapısıydı. Korkularla, adaletle, zulümle ve en çok da ölümle yüzleşenlerin kapısı...
Aslında ölüm; her şeyin ötesinde, herkesin önünde duran değişmez hakikattir. Unutmamamız gereken tek hakikat…Bunu biliyoruz, biliyoruz ama ölümle yüzleşmek de istemiyoruz. Soğuk bir yüzü var. O mutlak gerçekten uzaklaşmak isteriz her dem, isteriz istemesine de bir gün başımıza geleceğini bildiğimiz için de sadece şunu söyleyebiliriz; Allah geçinden versin…
Allah Kulu Han Medresesi ve Sarayı
Evet Yıldız’ın eli gösterişli bir duvar süslemesinin üzerinde, anlatıyor:
“Allah Kulu Han döneminde, mimarîde büyük bir zarafet yakalamışlar. Bu medrese o zarafetin bir örneğidir. Saray, Hiva’nın estetik anlayışını ortaya koyar. Özellikle Han’ın kabul odasındaki tavan süslemeleri dikkat çekicidir. Her detayda bir hesap, her desende bir anlam gizlidir.”
Tavan gerçekten göz alıcıydı. Ama bizi asıl etkileyen, sessiz bir matematik gibi işleyen kusursuz simetrilerdi. Şükrü yanımdaydı. Hafifçe yaklaşıp fısıltıya yakın bir sesle dedi ki:
“Hocam, bunları yapan sanatkârlar sadece elleriyle değil, gönüllerini de işin içine katarak yapmışlar.”
Etrafı gezerken Semra’nın bir köşede defterine bir şeyler karaladığını fark ettim. Belki de o tavanın etkileyici güzelliğini birkaç cümleyle bir notaya dönüştürüyordu… Sessizliğin içinden yükselen bir melodi gibi.
Gerçek sanat, sadece göze değil, gönle de hitap eder. Hiva’daki bu yapılar, bir zamanlar yalnızca taşla değil; sabırla, inançla ve derin bir estetik duygusuyla yoğrulmuş.
Bir tavan süslemesi düşünün; bakarken sadece desenleri değil, o deseni işleyen ellerin kalp atışlarını da hissediyorsunuz. O eller belki hiç bilinmeyecek, isimleri de tarihe yazılmayacak... Olsun, ruhu, hâlâ o tavanın kıvrımlarında yaşıyor ya, o yeter.
Sanatın en yüce hâli belki de budur: Adını anmadan iz bırakmak.
Taş Avlu (Hauli) Sarayı
“Han ailesinin yaşadığı, elçilerin ağırlandığı yer burasıydı,” dedi Yıldız, kapının eşiğinde durarak. “Taş Avlunun üç iç avlusu ve 150’den fazla odası vardır. İçeriye girince duvarlardaki süslemelere dikkat edin; her biri ayrı bir hikâye anlatır.”
İçerideyiz. Avlunun ortasına gelince bir süre durduk. Gölgeler uzamış, taşlar yavaş yavaş ısısını kaybetmeye başlamıştı. Hayriye Hanım, bir köşedeki pencereden içeriye bakıyordu, bir taraftan da usulca mırıldanıyordu, “Acaba hangi odada kim ağladı, kim sevindi, kim hangi kararları verdi?” Normal konuşmasında sesi çok az duyulan Hayriye Hanım’ın sesini Yıldız duydu, ona döndü ve gülümseyerek şu tespitleri yaptı:
“Hayriye Hanım, hanlar da insandı. Sarayların içinde olanlar olmuştur... Unutulup gitmiş olabilir belki o yaşananlar, ama taşlar... Taşlar olanları unutmazlar. Saraylar gösterişli duvarlardan ibaret değildir. Her odasında yankılanmış bir ses, her penceresinden süzülmüş bir bakış vardır.”
Taş Avluda yürürken yalnızca tarihî bir yapının içinde değil, duyguların yankılandığı bir hafıza koridorunda ilerliyoruz. Bir odada sevinç, diğerinde keder; birinde bir veda, ötekinde bir hüküm...
Taşlar konuşmaz belki, ama unutmazlar.
Kim bilir, belki de en çok onlar bilir onlar tanır insanı.
Taşkale Kervansarayı
“Taşkale Kervansarayı, Özbekistan’ın Hiva şehrinde, İçan Kala’nın doğu kısmında, Pehlivan Derveze Kapısı’nın hemen yakınında yer alır,” dedi Yıldız. “19. yüzyılın ilk yarısında, Hive Hanı Allah Kulu Han döneminde, 1832-1833 yılları arasında inşa edilmiştir. Dikdörtgen planlıdır. İki katlıdır ve ortasında geniş bir avlu bulunur. Alt katta dükkânlar ve depolar, üst katta ise tüccarların konakladığı odalar vardır. Bu odalara ‘hücre’ denir. Toplamda 105 hücre mevcut. Giriş kapısı doğrudan bu avluya açılır. Avlunun zemini biraz alçaltılmıştır; yük taşıyan hayvanlar rahatça hareket edebilsin diye böyle yapılmıştır. Burası, Hiva’nın ticaret hayatında çok önemli bir yere sahipti. Buhara, İran ve Rusya’dan gelen tüccarlar burada kalır, mallarını burada saklar ve satarlardı. Bu kervansaray, şehrin ticaretini büyütmüş, ekonomisini güçlendirmiştir.”
Gözüm, taş duvarlara ve odalara ilişti. Zamanla tükenmiş, ama ruhunu kaybetmemiş gibiydiler. Taşkale, sadece ticaret değil; insan hikâyelerinin, beklentilerin ve umutların da bir istasyonuydu belki...
Kervansaraylar sadece tüccarların dinlendiği, malların alınıp satıldığı yapılar değildir. Onlar, yüzyılların yorgunluğunu sırtlanmış taş hafızalardır.
Taşkale’de yürürken taş duvarlara yalnızca bakmayın; dinleyin.
Her taş, uzak bir yerden gelen bir yolcunun suskunluğunu saklar. Her hücrede, memlekete dönmek için edilen bir dua, kazanılmış bir ticaretin sevinci ya da kaybedilmiş bir umudun izi vardır.
Ve bazen bir yapı, sadece ekonominin değil, halkın gönlündeki bir değerin de göstergesidir.
Korunmak için kanunlara değil, yüreklere ihtiyaç duyar.
Tıpkı Emir Timur gibi.
Özbekler, onun için ‘Özbekistan’ı Özbekistan yapan adam’ diyorlar. Halkın her kesimi, onun önünde hâlâ saygıyla eğiliyor. Emir Timur’dan söz ediyorum. O kanunla falan da korunmuyor. Korunmasına gerek kalmamış.
İçimi garip bir sızı kapladı. Bizde kaç tane büyük insan böyle gönüllerde yaşatılıyor ki?
Hiva’da Serbest Zaman ve Son Gece
“Artık yeter!” Dedi Yıldız hem yorgun hem de huzurlu bir gülümsemeyle. “Benden bu kadar. Şimdi serbest zaman! Akşam yemeğinde, otelin terasında buluşmak üzere...”
Kafalarımız karmakarışık. O kadar çok şey gördük, duyduk, öğrendik ki…
Beynimiz bilgiyle, kalbimiz duyguyla yüklü. Artık biraz susmaya, biraz gülmeye, biraz da çocuk gibi şımarmaya ihtiyacımız var.
Sokaktayız. Biraz ileride rengârenk kaftanlar, bluzlar, şallar… Sokaklara yayıldık. Herkesin yönü başka, ilgisi başka. Kimi bir ipek dokumasına temas ediyor, kimi bir kumaşın içinde geçmişi hissediyor. Herkes kendi hatırasının izini sürüyor.
Yunus ve ben başka bir avın peşindeydik: Fotoğraf çekme peşinde. Sarayların, medreselerin detaylarını yakalamaya çalışıyorduk. Hediyelikleri sonraya bıraktık; çünkü Hiva’nın ışığı, tarihi dokusu, havası bir daha kolay kolay yakalanmazdı.
Hiva kazan, biz de kepçe…
Karıştırdık, daldık, tattık... İçinden ne çıktıysa payımıza rıza gösterdik.
Sonra arkadaşlarla yollarımız yeniden kesişti.
Bir sokaktan müzik sesleri yükseliyordu. Özbek sokak sanatçısı çalıyordu; başta yıldız olmak üzere grup çoktan entegre olmuştu müziğin ritmine. Üstelik Yıldız sadece oynamıyor, Özbek figürlerini de öğretiyordu.
Az ötede bir toprak fırın. Kuyuda pişen ekmeklerin kokusu sokaklara sinmişti. Açlık da var. Yumulduk hep beraber ekmeğe. Terastaki akşam yemeğini çoktan unuttuk bile.
Tezgahtaki ekmekler bir anda tükenince, kalanları paylaştık. Çünkü gerçek yol arkadaşlığı, bazen bir somun ekmeği paylaşmakla başlar.
Bir başka köşede, ahşap ustaları tahtaları oymaktaydı. Düz bir tahta… ama iç içe geçerek rahleye dönüşüyor. Ne yapıştırma ne çivi… Sadece sabır ve maharet.
Ben açmayı denedim, başaramadım. O tahta, ellerime değil, bana bakıp da güldü sanki. Ama becerikli arkadaşlarımız vardı, onlar başardı. Bazen de güzellik, senin yapamayışındadır aslında.
Günün sonunda terastayız.
Gün, yavaşça geceye dönüşüyordu ama ışık hiç eksilmiyordu.
Minareler; gündüz bize tarihi anlatmıştı, gece ise duayı. Turkuaz çiniler gökyüzüyle el ele vermiş, yıldızlarla dans ediyordu. Gözümüz, sesimiz, kalbimiz… her şeyimiz bu güzelliğin içinde asılı kaldı.
Terasta bir düğün varmış. Özbek düğünü. Çalgılar çalıyor, halk oynuyordu. Hazır, oynamak varken bizimkiler durur mu. Durmadılar zaten. Attılar kendilerini meydana. Özlem Özbek takkesiyle sahne aldı. Kabiliyetli bir kadın, her oyuna hemen adapte olabiliyor.
Düğün sahipleri, kendi oyunlarını bırakıp bizimkilere dönüp izlemeye başladılar. Kültürler buluşmadı burada; kucaklaştı. O gece sadece gökyüzü değil, insanlar da ışıldıyordu.
Yemekten sonra salonun yolunu tuttuk. Bizim için gece yeni başlıyordu. Hüseyin aldı sazı eline. Vurdu bam teline.
Karadeniz’den girdi, İç Anadolu’ya uğradı, Ege’ye süzüldü, Akdeniz kıyılarına ulaştı ve Erik Dalı’yla bitirdi konserini. Hem eğlendik hem dinlendik. Hem yaşadık hem de hatırladık.
Güzel bir günü daha bıraktık arkada …
Yarın Buhara yolcusuyuz.
Şimdi dinlenme vakti. Yatmamız gerek.
Her gezi bilgiyle başlar ama hatırayla biter.
Tarihi öğrenirsiniz, yapıları incelersiniz, hikâyeleri dinlersiniz…
Ama size eşlik eden kahkahalar, paylaşılan bir dilim ekmek, bir kalpak altındaki tebessüm…
İşte onlar kalır.
Hiva sokaklarında sadece alışveriş yapmadık.
Kendimizi bulduk. Biraz da çocuk olduk.
Sokakta dans ettik, ekmeğimizi paylaştık, sazla türküler söyledik.
Çünkü bir yolculuğun asıl amacı, sadece görmek değil; sizde kazandırdığı anlamdır.
Bazen bir şehir sizi biraz daha insan yapar.
Hiva, işte öyle bir yerdi.
Devam edecek
21 Mayıs 2025 Çarşamba
KURBAN HAKKINDA
KURBAN BAYRAMI YAKLAŞTI ve KURBAN KAVGASI BAŞLADI
- Gelenekte yedi kişiden fazla ortak olursa kurban kabul olmaz denilir. Ortak sayısı yediden aza düşerse, yine kabul edilir. Küçükbaş hayvanlarda ortaklık kabul edilmez, gelenek böyle der. Ancak büyükbaş hayvana ortak olunabildiği gibi, küçükbaş hayvanlara da birden fazla kişi ortak olabilir. Bu konuda Kur'an ve Sünnet'e aykırı bir hüküm yoktur-
Rüştü Kam
Bu yazıyı ilk olarak 2015 yılında ha-ber.com internet sitesinde yayınladım ve 01.10.2020 tarihinde güncellemişim. Yıl 2025, bazı noktaları güncelleyerek yeniden yayınlıyorum. Konuyla ilgili daha geniş bilgi için Ortak Akıl Yayınları'ndan çıkan Modern Dini Kılavuz isimli eserime bakılabilir.
Zilhicce ayı yaklaşınca Hanefi Mezhebi'ne mensup bazı Müslümanlar yine kurban kesme telaşına düştü. Hatta banka kredisiyle kurban kesenlerin olduğu bile duyuluyor. Berlin'de kurbanlık büyükbaş hayvanlar 3.700-4.000 Euro arasında, küçükbaş hayvanlar ise 450-480 Euro civarında satılıyor.
Müslümanlar arasında, zenginlerin her yıl kurban kesmesinin zorunlu olduğuna dair yaygın bir kanaat var. Bu bilgi sanki Allah’a fatura edilmiş gibi. Delil olarak Kevser Suresi gösteriliyor, ancak bu görüş çoğunlukla Hanefi Müslümanlar için geçerli. Mehmet Okuyan gibi bazı çağdaş ilim adamları da Hac Suresi 34. ayeti delil göstererek kurbanın farz olduğunu söylüyorlar. Ancak bu, hacda kesilen kurbanla ilgilidir. Genel anlamda ve tüm Müslümanlar için farz olduğunu söylemek doğru değildir. "Nüsük" kavramı daha çok hac ve umre ibadetleri bağlamında kullanılır. Dört mezhep imamının Kur’an’ı Mehmet Okuyan’dan daha iyi anladıkları kanaati var bende.
Bir de kurban ortaklığı meselesi var. Küçükbaş hayvanlar bir kişi tarafından, büyükbaş hayvanlar ise yedi kişiye kadar ortak olunarak kurban edilebilir. Gelenekte yedi kişiden fazla ortak olursa kurban kabul olmaz denilir. Ortak sayısı yediden aza düşerse, yine kabul edilir. Küçükbaş hayvanlarda ortaklık kabul edilmez, gelenek böyle der. Ancak büyükbaş hayvana ortak olunabildiği gibi, küçükbaş hayvanlara da birden fazla kişi ortak olabilir. Bu konuda Kur'an ve Sünnet'e aykırı bir hüküm yoktur. Allah kabul etsin. Bu uygulamalar daha çok mezhep kaynaklı ve rivayete dayalı ilmihal bilgileridir ve aralarında çelişkiler bulunmaktadır.
Kevser Suresi kurban kesmenin zorunlu olduğuna dair açık bir emir içermez. Hac Suresi 34. ayet ise geçmiş ümmetlerin durumunu anlatır ve hac ile umrede kesilecek kurbandan bahseder. Bu ayetlerde, Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlardan da söz edilir.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Kevser Suresi meali şöyledir: “Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik. O hâlde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Sana buğzeden var ya, asıl ebter (soyu kesik) olan odur.”
Ancak, metne daha uygun olduğu düşünülen meali Dücane Cündioğlu şöyle vermiştir: “Sen onların sözlerine aldırış etme de nübüvvet makamının şükrünü eda için Allah’a yönel; gönlünü, sadrını, nahrını O’na aç, teslimiyetle O’nun huzurunda el pençe divan dur! Hayırlardan (kevser’den) mahrum olan sen değilsin ki! Hayırdan mahrum olanlar, asıl seni mahrumiyetle suçlayan o zavallılardır!”
Bu girişten sonra, şimdi rivayetler ışığında yapılan açıklamalara geçelim:
Hac mevsimi geldi. Hacca gitmek için zilhicce ayını esas alan Müslümanlar, hac ibadeti için hazırlıklara başladılar. Hac denilince akla hemen kurban gelir. Her yıl olduğu gibi yine deri ve kurban tartışmaları gündemi meşgul etmeye başladı. Bu tartışmaların temelinde yatan nedenin, Müslümanların gönül huzuruyla kurban kesmesini sağlamak ya da kurban etinin adil bir şekilde ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak olduğu pek söylenemez. Asıl mesele, kimlerin daha fazla kurban bağışı toplayacağıdır. Türkiye’de hayvan postlarının da bu ticari hesaplara dahil edildiğini görmekteyiz.
Bu amaçla hadisler okunuyor, yazılıyor ve çeşitli yorumlarla dolaşıma sokuluyor. Örneğin:
“Hali vakti yerinde olup da kurban kesmeyen kimse, sakın namazgâhıma yaklaşmasın.”1
Bu tür rivayetlerle, kurban kesmenin farz ya da vacip olduğu fikri öne çıkarılarak insanlar bu ibadete teşvik ediliyor. Ancak bu teşvikte özellikle Hanefî mezhebinin görüşleri İslam’ın nihai hükmü gibi sunuluyor. Diğer mezheplerin—Şafiî, Hanbelî ve Malikî—görüşlerine ise neredeyse hiç yer verilmiyor. Oysa Türkiye’de ve Almanya’da bu mezheplere mensup çok sayıda Müslüman yaşıyor.
Kurban Bağlamında Kevser Suresine Bakış: "Ebter" (Soyu Kesik)
Sevgili okurlarım, Kevser Suresi'nin iniş sebebi, müşriklerin Peygamberimize erkek çocuğu olmadığı için "ebter" (soyu kesik) diyerek alay etmeleridir. Sure bu aşağılamaya karşılık olarak inmiş, Peygamberimizi hem teselli etmiş hem de onurlandırmıştır. Dolayısıyla bu sure okunurken tarihsel bağlamı göz ardı edilmemelidir.
Kurban Kesmek Vacip midir, Farz mıdır?
Kurban ibadetiyle ilgili olarak en çok atıf yapılan sure, şüphesiz Kevser Suresi’dir. Surenin
“Fe-salli li-Rabbike venhar”
(“Rabbin için namaz kıl ve kurban kes”) ayeti, bazı yorumlarda kurban kesmenin namaz gibi dinî bir zorunluluk olduğu şeklinde anlaşılmıştır. Özellikle Hanefî mezhebi bu ayeti, kurban ibadetinin vacip olduğuna delil olarak değerlendirmiştir. Böylece kurban kesmek, Hanefî mezhebinin “vacip ibadetler” kategorisine dahil edilmiştir.
Ancak bu vacip-farz ayrımı, İslam hukukunda başlı başına bir tartışma konusudur. Diğer mezhepler kurbanı vacip değil, sünnet veya müekked sünnet olarak değerlendirirken; Hanefîler, bu konuda daha bağlayıcı bir yorum benimsemiştir. Ne var ki, bu yorumun İslam’ın tek ve mutlak hükmü gibi sunulması, hem ilmî açıdan problemli hem de mezhep farklılıklarını yok sayan bir yaklaşımdır.
"Venhar" Üzerine
Kevser Suresi’ndeki “Fe-salli li Rabbike venhar” ayeti, genellikle kurban ibadetinin zorunluluğuna delil olarak sunulur. Ancak burada geçen “venhar” kelimesi yalnızca “kurban kesmek” anlamına gelmez. Bu kelimenin kapsamı oldukça geniştir. Asıl anlamı; direnmek, göğüs germek, sabretmek ve teslimiyetle dik durmaktır. Dolayısıyla “venhar” ifadesi, sadece bir hayvanı kesmek anlamına indirgenmemelidir. Aksine, bu kelimeyle anlatılmak istenen şey; dinî sorumlulukları yerine getirirken karşılaşılan zorluklar karşısında sabırla ve kararlılıkla durabilmektir.
Kevser Suresi Mekke’de İnmiştir
Bilindiği üzere Kevser Suresi, Mekke döneminde nazil olmuştur. Mekki surelerin genel karakteri, Müslümanlara direnç ve moral aşılamaktır. O dönemde Müslümanlar sayıca az, toplumsal olarak dışlanmış ve baskı altındaydılar. Bu bağlamda ayetleri anlamaya çalışmak önemlidir.
Eğer bu ayette geçen "venhar" kelimesi doğrudan ve sadece "kurban kesmek" anlamına geliyorsa, şu soru kaçınılmaz hale gelir: Peygamberimiz Mekke’de bu emri neden fiili olarak yerine getirmemiştir? Eğer bu bir ilahi emirse, Allah’ın Resulü’nün onu ertelemesi düşünülemez. Çünkü O, Allah’tan gelen hiçbir emri uygulamaktan geri durmamış ve ayetleri gizlememiştir.
Oysa Mekke döneminde Peygamberimizin kurban kestiğine dair herhangi bir rivayet veya işaret bulunmamaktadır. İlk defa kurban kesmesi, Hudeybiye’de gerçekleşmiştir. Bu da bize, Kevser suresindeki "venhar" ifadesinin klasik anlamda bir kurban kesimini değil, sağlanan bir barışın ardından şükrü ifade eder. direniş çağrısını ifade ettiğini gösterir.
Kurbanı Kim Keser?
Bugün Türkiye Müslümanları arasında hâkim olan anlayışa göre; kurban, maddi durumu yerinde olan her Müslüman için vacip kabul edilmektedir. Bu mantıktan hareketle, Mekke’deki ilk Müslümanların çoğunun da maddi olarak çok zor durumda olmadıkları düşünülürse, bu ibadetin orada da uygulanması gerekirdi. Özellikle Allah’ın Resulü’nün bu konuda öncülük etmesi beklenirdi. Ancak böyle bir uygulamaya dair bir delil elimizde mevcut değildir.
Sorulması Gereken Asıl Soru
Eğer Kevser suresi doğrudan kurban kesmeyi emrediyorsa ve bu sure Mekke’de inmişse, o zaman şu soruyu sormak kaçınılmazdır:
Peygamberimiz bu emri neden Mekke’de yerine getirmedi?
Neden kurban kesmek için Hudeybiye’ye kadar bekledi?
Yukarıda da ifade ettiğim gibi; Allah Resulü, kendisine gelen vahiyleri hiçbir zaman gizlememiştir; gelen emirleri hemen uygulamıştır. Eğer bu ayetin anlamı açık bir kurban emri olsaydı, Mekke’de bu ibadeti mutlaka yerine getirirdi. Oysa elimizdeki tarihî veriler bu yönde bir bilgi sunmamaktadır.
Bu da gösteriyor ki, Kevser suresindeki “venhar” kelimesi, bizim bugün uyguladığımız şekliyle kurban ibadetiyle birebir örtüşen bir anlam taşımamaktadır.
Nahr Üzerine
Kevser Suresi’nde geçen “venhar” kelimesinin kökü olan “nahr” kelimesi iki temel anlama gelir: Elini göğsüne değdirmek, göğüslemek ve deveyi göğsünden kesmek.
Birinci anlam, yani elini göğsüne koymak, namaz bağlamında yorumlandığında “kıyam” ya da “tekbir” gibi şekilsel ibadet tutumlarını çağrıştırabilir. Ancak Kevser Suresi'nin indiği dönemde henüz namazın tüm şekliyle farz kılınmamış olması, ayrıca ayetin doğrudan Hz. Peygamber’e yönelik manevi bir yönlendirme içermesi bu yorumu zayıflatır.
İkinci anlam ise, “nahr” kelimesini kesmek fiilinden türeyen ve özellikle devenin göğsünden kesilmesini ifade eden anlamıdır. Ancak bu kullanım oldukça özelleşmiş bir biçimdir. Çünkü eğer “venhar” kelimesi sadece bu anlamda ele alınırsa, kurban ibadetinin yalnızca deveyle sınırlı olması gerekirdi. Oysa Kurban ibadeti koyun, keçi ve sığır gibi hayvanları da kapsar. Bu tür hayvanları kesmek için ise “zebh” kelimesi kullanılır. Bu ayrım, kelimenin klasik anlamda kesimden ziyade daha derin bir teslimiyet ve duruşa işaret ettiğini düşündürür.
Allah’a Ulaşan Takvanızdır
Diğer taraftan, Kur’an’da açıkça belirtildiği üzere, kesilen kurbanların ne eti ne de kanı Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşan yalnızca kulun samimiyeti, ihlâsı ve takvasıdır. Bu ifade, kurbanın şekilsel bir ritüel olarak değil, içten bir teslimiyetin ve takvanın göstergesi olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgular. İlgili ayette şöyle buyrulur:
“Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşacak olan, yalnızca sizin takvanızdır. O hayvanları size boyun eğdirmiştir ki sizi doğru yola ilettiğinden dolayı Allah’ı yüceltin. İyilik yapanları müjdele.” (Hac, 22/37)
Bu ayet, kurbanın bir araç olduğunu, amacın ise içtenlik ve Allah’a yöneliş olduğunu açıkça ortaya koyar.
Kevser Suresi’nin Anlamı Üzerine Yeni Bir Okuma
Bütün bu açıklamaların ışığında Kevser Suresi’ni, alışıldık kalıpların ötesinde, daha derin ve bağlamsal bir anlamla şöyle okuyabiliriz:
“Sen onların söylediklerine aldırış etme! Nübüvvet makamına lâyık bir şükürle Rabbinin huzuruna yönel. Gönlünü, göğsünü, yüreğini O’na aç. Teslimiyetle, samimiyetle el pençe divan dur! Unutma, kevser (bolluk, hayır) sana verilmiştir. Asıl hayırdan mahrum olan, sana ‘soyu kesik’ diyen zavallılardır.”2
Bu anlam, sureyi tarihsel bağlamına ve peygamberî duruşa uygun şekilde anlamaya çalışan bir bakış açısını yansıtmaktadır.
Mezhepler ve Kurban
Kurban — ya da hac ibadetindeki özel adıyla hedy — Hac ibadetini yerine getiren Müslümanların, Mekke'de kesmek üzere yanlarında götürdükleri hayvandır. Kurban ibadeti, Kur’an-ı Kerîm’de daha çok bu bağlamda, yani Hac ile birlikte ele alınır. Türkiye’de yaygın olan şekliyle bayram günlerinde kurban kesmek ise, doğrudan Kur’an’dan kaynaklanan farz veya vacip bir hüküm değildir. Bu uygulamanın dayandığı esaslar mezhep görüşleriyle şekillenmiştir.
Mezheplerin kurban hakkındaki görüşlerine bakalım:
1. Kurban Kesmek Vaciptir – Hanefî Mezhebi
Kurban kesmenin vacip olduğu görüşü, Hanefî mezhebine atfedilir. Ancak bu, mezhebin kurucu imamı Ebu Hanife’ye ait özel bir görüştür. Ebu Hanife’nin iki büyük öğrencisi İmam Muhammed ve İmam Yusuf, hocalarından farklı düşünmüş, kurbanın sünnet olduğunu savunmuşlardır. Bu durumda, Hanefî mezhebi içinde dahi bu konuda tam bir görüş birliği yoktur. Dolayısıyla, “Hanefî mezhebine göre kurban vaciptir” ifadesi, mezhebin bütününü yansıtmaz; daha doğrusu, bu görüş Ebu Hanife’nin şahsî içtihadıdır.
2. Kurban Kesmek Sünnettir – Diğer Mezhepler
İslam’daki diğer üç büyük mezhebin (Şafiî, Malikî, Hanbelî) kurban konusundaki görüşü ise ortaktır: Kurban kesmek sünnettir.
Şafiî mezhebinde, hatta bu sünnetin uygulanması konusunda bir seferlik uygulama dahi yeterli görülmüştür. Yani bir kişi, hayatı boyunca bir defa kurban keserse, bu sünneti yerine getirmiş sayılır. Elbette bu, kurbanın önemini azaltmaz; sadece bağlayıcılık derecesini ifade eder.
Kur’an’daki kurbanla ilgili ifadeler genelde tavsiyeye yöneliktir. Hac ibadetiyle birlikte zikredildiği yerlerde de, daha çok hacca giden Müslümanlara hitap eden bir yön taşıdığı görülür.
Peki Ne Yapmalı?
Kurban ibadetiyle ilgili farklı mezheplerin görüşleri vardır ve bu görüşlerin hepsi İslamî ilim geleneği içinde muteberdir. Her Müslüman, hangi mezhebe göre hareket edeceğini bu görüşleri bilerek, hür iradesiyle belirlemelidir.
Bugün bazı din görevlilerinin, cami kürsülerinden sadece kendi mezheplerinin hükmünü anlatıp diğer mezheplerin görüşlerini yok saymaları ilim ahlakına da, mezhep adaletine de uygun değildir. Bir yandan “dört hak mezhep” diyerek mezheplerin eşitliğini vurgulayıp, öte yandan sadece Ebu Hanife’nin görüşünü "İslam'ın tek hükmü" gibi sunmak, mezhepler arası adalet ilkesine aykırıdır.
Bu yüzden “Kurban kesmek vaciptir” yerine, “cumhura göre sünnettir” demek, hem daha ihtiyatlı hem de mezhep çoğunluğunu dikkate alan bir ifadedir.
Kurbanı Kimler Keser?
Kurban ibadetinin kimlere farz, vacip ya da sünnet olduğu konusu da mezhepler arasında farklı şekillerde değerlendirilmiştir. Bu farklılık, zenginliğin alt sınırı konusundaki ihtilaftan kaynaklanır. İslâm âlimleri genel olarak mali durumu yerinde olan Müslümanların kurban kesmesi gerektiğini söylese de, bu “mali yeterlilik” ölçütü mezheplere göre değişmektedir.
Hanefî Mezhebi
Hanefîlere göre, fıtır sadakası verebilecek kadar malî durumu olan herkes her yıl kendi adına kurban kesmelidir. Bu görüş, “Hâli vakti yerinde olup da kurban kesmeyenler namazgâhıma yaklaşmasın” anlamındaki rivayetle desteklenmiştir. Bu sebeple Hanefîler, kurban kesmeyi vacip kabul ederler.
Malikî Mezhebi
Malikîlere göre, başkasına muhtaç olmadan yaşamını sürdürebilen herkes kurban kesebilir. Ancak bu kesim için kurban vacip değil, sünnettir.
Şafiî Mezhebi
Şafiî mezhebine göre, kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda olan bir Müslüman, hayatında bir defa kurban keserse, bu sünneti yerine getirmiş olur. Bu hüküm, kurbanın sünnet-i ayn olduğu görüşüne dayanır.
Hanbelî Mezhebi
Hanbelîler ise, geliri yeterli olmasa bile, borçlanarak kurban kesen ve bu borcu geri ödeyebileceğine inanan bir kişinin kurban kesmesini caiz görürler. Burada niyet ve güven duygusu öne çıkar.5
Bayramlar ve Kurbanın Sosyal Anlamı
Bayramlar, dostun, akrabanın, komşunun hatırlandığı; birlik ve kardeşliğin canlı tutulduğu günlerdir. Toplumsal dayanışmanın, manevî yenilenmenin ve infak kültürünün en görünür hâli bayramlarda ortaya çıkar. Kur’an-ı Kerîm’in infakla (iyilik için mal harcama) ilgili ayetleri içinde bu ruh özellikle vurgulanır.
Unutulmamalıdır ki, Allah’a yakınlaşmak için yapılan bir davranışın ibadet sayılması için illa farz ya da sünnet olması gerekmez. Allah için yapılan her iyi niyetli çaba bir ibadettir. Kur’an, örf ve adetlerin kendi mesajıyla çelişmediği ölçüde yaşatılmasını teşvik eder. Bu bağlamda kurban da, bayram da Kur’an’ın ruhuna uygun örfî ibadetlerdir.
Nitekim Kur’an şöyle der:
“Allah’a kulluk edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetim ve öksüzlere, çaresizlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, size bağımlı olanlara iyi davranın. Allah, kasılıp böbürlenen şımarıkları sevmez.”
(Nisâ, 4/36)
Sonuç
Kurban, Hac ibadeti kapsamında, belirli günlerde yerine getirilmesi gereken bir vecibedir. Ancak bunun dışında, Allah’a yönelmenin, takvaya ulaşmanın, nimetlere şükretmenin ve fakirlerle paylaşmanın bir ifadesi olarak da kurban kesilebilir. Farz ya da vacip olması değil, Allah’a yakınlaşma niyetiyle yapılan bir ibadet oluşu burada esas olandır. Zaten Kur’an-ı Kerîm’de de şöyle buyrulur: “Onlarda sizin için hayır vardır.” (Hac, 36)
Kurban, bir tür infak davranışıdır: İhtiyaç sahiplerine ulaştırılan et, bir yandan sosyal dayanışmayı güçlendirirken, diğer yandan nimetin şükrünü eda etme aracı olur.
Dinî Hükümler ve İstismar Riski
Ancak üzülerek belirtmek gerekir ki, günümüzde bazı kimseler kurban ibadetini savunurken sadece sahih hadisleri değil, zayıf ve bağlam dışı rivayetleri de öne çıkarmaktadır. Bu cesur savunuların ardında her zaman ibadet bilinci değil, ekonomik çıkar beklentisi olabilir. Kurban ibadeti etrafında oluşan devasa ekonomik hareketlilik, bazı kişi ve kuruluşlar için kazanç kapısına dönüşebilmektedir.
Bu nedenle Müslümanlar özellikle malî ibadetler konusunda çok dikkatli olmalıdır. Çünkü bu alan, istismara en açık olan ibadet alanıdır. Şayet imkân varsa, kurbanınızı kendiniz kesin, kendiniz dağıtın. Böylece hem niyetinizin selameti, hem ibadetin ruhu korunmuş olur. Din kisvesi altında yapılan maddî yönlendirmelere karşı uyanık olun, kendinizi kullandırtmayın.
Kurban Mükellefin Bulunduğu Yerde Kesilmeli ve Paylaşılmalıdır.
Kurban ister Hac ibadeti sırasında, ister Kurban Bayramı’nda veya başka bir vesileyle kesilsin, Kur’an’ın vurguladığı şu ilke unutulmamalıdır: “İsteyen ve isteyemeyen fakirleri doyurun.” (Hac, 36)
Eğer kesilen kurban, doğru yere ulaşmayacaksa; israf edilecekse, çöpe gidecekse, bu kurbanın kesilme amacının dışına çıkar. Et dağıtmak, elbette kıymetlidir ama asıl amaç yoksulun temel ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bu durumda kurban kesme yerine bir çocuğun servis parasını ödemek ya da bir annenin mutfağını doldurmak, birkaç kilo etten çok daha fazlasını ifade eder. Bir çocuğa ayakkabı almak, bir aileye ekmek parası vermek; belki de kurban etinden çok daha anlamlı bir yardımdır. Kurbanın özü, bu duyarlılığı içerir…
………………..
1. İbn Mâce
2. https://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2012/12/sakin-kuran-hala-bakir-olmasin.html
3. Neylül Evtâr, s. 108; Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c. 4, s. 394
15 Mayıs 2025 Perşembe
ÖZBEKİSTAN III
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ(III)
- Bazen en iyi hatıra, objektife sığmayan bir sessizliktir. Fotoğraf kareleri elbette dönüşür albüme. Ama içten içe yaşanan düşünce molaları, insanın belleğinde yer eder. Timur Müzesi’nde çekilen en kıymetli fotoğraf; belki de hiç fotoğraf çekilemeyen o andır-
Rüştü KAM
İkinci Gün
Taşkent’te ikinci güne uyandık. Otelin kahvaltı salonuna inen herkes, sanki yeni bir güne değil de, yeni bir hatıraya hazırlanıyor gibiydi. Üzerlerinde özenle seçilmiş giysiler, yüzlerinde taze bir tebessüm vardı. Masalara birer ikişer yerleşen grup üyelerinin üzerinde, parfüm kokularına karışmış tatlı bir merak dolaşıyordu: Bugün nereleri göreceğiz, kimlerle tanışacağız, hangi taşın altında hangi hikâye gizli?
Ben masalar arasında dolaşıyor, selam veriyor, hatır soruyor, bir yandan da dünkü yorgunluğun izlerini arıyordum yüzlerde. Görünürde bir yorgunluk yoktu. Nabız normal, tansiyon da yerindeydi. Herkesin yüzünde sadece o tanıdık heyecan vardı: İkinci günün merakı ve bilinmeyene duyulan ilgi fark ediliyordu gözlerde.
Kahvaltı menüsü hayli zengindi. “Bir kuş sütü eksik” derler ya, işte tam da öyley. Kahvaltıdan sonra bahçede toplandık. Hüseyin, bugün ve bundan sonraki günlerde bize eşlik edecek yeni rehberimizi tanıttı: Yıldız Amangaldiyeva. Güler yüzlü, sevecen, sesi kadar yüreği de yumuşak bir Özbek kızı. Hiva doğumluymuş. Daha ilk anda ısındık kendisine. Sevdik onu, hem de çok sevdik. Öyle ki, gezi sonunda vedalaşırken içimizde bir şeyleri Özbekistan’da bırakıp gideceğimizi hissediyorduk.
Elinde bir çubuk, sırtında geleneksel Özbek kıyafetiyle karşımızdaydı. Çubuğun ucunda, yan yana dalgalanan Özbek ve Türk bayrakları vardı. Rüzgâr estikçe bazen birbirlerine yaslanıyor, bazen usulca uzaklaşıyorlardı. Ama her durumda sırt sırta, birlikteydiler. Aynı geçmişin, aynı medeniyetin iki farklı sesi gibi…
Emir Timur ve Özbekistan
Yıldız, yolculuğa başlamadan önce, çubuğunu yere hafifçe vurup Emir Timur’la ilgili kısa bir açıklama yaptı otelin bahçesinde:
“Bugün Taşkent sokaklarını yaya olarak gezeceğiz. Çünkü bugünkü rotamızda bir hükümdarın, Emir Timur’un izleri var… Emir Timur’un kurduğu imparatorluk, 14. ve 15. yüzyıllarda Orta Asya’dan Orta Doğu’ya, Hindistan’dan Anadolu’ya kadar uzanan uçsuz bucaksız bir coğrafyayı kapsar. 1370 yılında Semerkand’ı başkent ilan ettiğinde, Moğol İmparatorluğu çoktan dağılmış, topraklar kimin hâkimiyetine gireceği belli olmayan birer satranç tahtasına dönüşmüştü. Timur işte bu karmaşa içinde yükseldi. Karizması, askeri dehası ve örgütleyici gücüyle kısa sürede büyük bir imparatorluk inşa etti.
1370 ile 1405 yılları arasında Harezm’den İran’a, Azerbaycan’dan Delhi Sultanlığı’na, Irak’tan Suriye’ye ve hatta Osmanlı topraklarına kadar pek çok bölgeyi fethetti. 1391’de Altın Orda’nın güçlü hükümdarı Toktamış Han’ı mağlup etti. 1402 yılında ise tarihin seyrini değiştiren Ankara Savaşı’nda Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid’i yendi ve onu esir aldı.
Fakat Timur’un kudreti yalnızca savaş meydanlarıyla sınırlı değildi. O, aynı zamanda ilme, sanata ve mimariye gönül vermiş bir hükümdardı. Fethettiği topraklardan mimarları, hattatları, bilim insanlarını ve zanaatkârları toplar; hepsini Semerkand’a getirirdi. Bu şehri yalnızca bir başkent değil, bir medeniyet merkezi hâline getirdi. O dönem için gerçek anlamda bir “Timurlu Rönesansı”ndan söz edebiliriz. Semerkand’da kubbeler yükseldi, kütüphaneler açıldı, matematik ve gökbilim çalışmaları yapıldı. Bilim gökyüzünü, sanat ise yeryüzünü şekillendirdi.
Ve torunlarından biri —Uluğ Bey— bu mirası göklere taşıdı. Semerkand’da kurduğu rasathanede yıldızları inceleyen bir âlim oldu. Onun cetveliyle gök kubbe ölçüldü. Timur’un soyu 'Timurlu Hanedanı' olarak anıldı. Bu hanedanın bir kolu ise 1526’da Hindistan’da Babür İmparatorluğu’nu kurdu.
Ne var ki hiçbir saltanat ebedi değildir. Timur’un 1405’teki ölümünden sonra başlayan taht mücadeleleri imparatorluğu zayıflattı ve 1507 yılında bu büyük yapı tamamen çöktü. Geride yalnızca fethedilmiş topraklar değil; köklü bir kültür, zengin bir sanat ve derin bir hafıza bıraktı.
Bugün Özbekistan’da Emir Timur’un izleri sadece taşlarda, camilerde ve müzelerde değil… Bu toprakların dilinde, ezgilerinde, gölgelerinde ve dualarında hâlâ yaşamaya devam ediyor.
Emir Timur, kimine göre bir fatih, kimine göre bir zalimdir. Ancak ne denirse densin, kurduğu medeniyetin izleri bugün hâlâ dimdik ayakta. Bir şehrin ruhunu anlamak istiyorsanız yalnızca yapılarla yetinmeyin; halkın hafızasına, gündelik diline, hatta çocuklara verilen isimlere bakınız. Özbekistan’da “Timur” hâlâ sembol isimdir: “Kuvvet adalette, adalet ise devlette gizlidir.”
Timur denince, zihnimde hep bir çelişki uyanır benim: Bir yanda yakıp yıktığı şehirler, diğer yanda inşa ettirdiği medreseler... Savaşla yoğrulmuş bir hayatın ardından böylesine zarif bir kültür mirası bırakabilmek, her hükümdarın harcı değil. Taşkent’te onun adına yapılmış meydanda yürürken, heykeline bakarken, aslında sadece bir hükümdarı değil; karmaşık, derin, hem hayranlık uyandıran hem de sorgulanan bir geçmişi selamlıyoruz.
Hem kılıç hem kalem hem zırh hem de sanat eserleri… Timur’un ardında bıraktığı asıl miras, belki de tam buralarda saklı: Yıkanın ve yapanın aynı elde birleştiği o ince sınırda.
Taşkent’te ikinci güne başlarken fark ettik ki, bu gezi yalnızca bilinmedik yerleri görmek değil; insanları tanımak, seslere ve bayraklara başka bir gözle bakabilmekti. Yolculuk dediğin, bir çubuğun ucundaki iki bayrak kadar sessiz ve derin bir hikâyedir.
Sonra, elinde çubuğu ile düştü önümüze; biz de sessizce arkasından yürümeye başladık Yıldız’ın. Çubuk birbirimizi kaybetmemek için bir işaret…
Emir Timur Meydanı
Meydanda kocaman bir heykel var. O bildik heykel. At üzerinde hedef gösteriyor. Selam verdik kendisine. Aldı selamımızı ve bizi muhabbetle bağrına bastı. Kucakladı, hem de nasıl kucaklama… Ama bizdeki kuyruk acısı, o sıcak karşılama ile tam anlamıyla örtüşmedi. Dayanamadık, sorduk kendisine:
“Niye yaptın bütün bu rivayet edilenleri?”
“Mutlu musun şimdi?”
“Madem geri dönüp gelecektin, neden Osmanlı’yı 25 yıl geriye attın?”
Daha çok şey söyledik…
O da belli ki pişmandı. Bizi kucaklayışı boşuna değildi. Belki de en çok bunu söylemek istiyordu: “Ben de keşke demeyi öğrendim bu arada ama…”
Yıldız, elindeki çubuğu kaldırarak, “ey Anadolu Kervanı” diye başladı söze. Sesi meydanın genişliğine yakışır bir tonda yankılandı:
“Şu an Taşkent’in kalbindeyiz. Emir Timur Meydanı. Burası, şehrin yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda tarihî ve kültürel merkezidir. Yerli halk için bir buluşma noktasıdır, sevdiklerine kavuştuğu yerdir. Turistler içinse adeta Taşkent’in vitrinidir; bu meydanı görmeden şehirden ayrılan eksik gitmiş sayılır.”
Yavaşça etrafımıza bakıyoruz. Geniş ve bakımlı bir alan; çimenler arasında yürüyüş yolları, sıra sıra özenle dikilmiş, desenlerle de al benisi artırılmış çiçekli alanlar, gölgelenmek için dikilen ağaçlar ve tam ortada bronz bir heykel: Emir Timur.
“Buranın hikâyesi de en az Timur’unki kadar anlamlı,” diye devam ediyor Yıldız yeniden söze: “Bu meydan 19. yüzyılda Rus İmparatorluğu döneminde Konstantin Meydanı olarak düzenlenmişti. Sonrasın Sovyetler geldi, meydanın adı değişti; Lenin heykeli dikildi. Aslında iktidar değiştikçe meydanın adı değiştiği gibi heykeller de değişti. Gün geldi Karl Marx, gün geldi Stalin ve Lenin’in heykelleri meydan da yerlerini aldı. 1991’de Özbekistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, bu alan Emir Timur’un adıyla yeniden hayat buldu ve bugünkü halini aldı.”
Emir Timur Müzesi hemen arkamızda duruyor. Sağda, şehrin en bilinen yapılarından biri olan Özbekistan Oteli tüm heybetiyle yükseliyor. Karşı cephede ise devlet kurumlarının resmi binaları, meydanı sanki saygı duruşuna geçmişçesine çevreliyorlar. Bu yapıların her biri, Emir Timur’un gösterdiği hedefe bakıyorlar sanki.
Yıldız, Emir Timur heykeline dönerek devam ediyor sözlerine: “Heykelin kaidesine dikkat edin. Timur’un meşhur sözü burada dört dilde yazılmıştır: ‘Güç adalettedir.’ Bu yalnızca bir söz değil. Onun bütün devlet anlayışının özüdür. Atının üstünde dimdik duran bu figür, yalnızca bir komutanı değil, bir çağın ruhunu temsil eder.”
Gerçekten de Timur heykeli yalnızca geçmişi değil, Özbekistan’ın bugününü ve yarınını da sırtlanmış gibi. At şahlanmamış; çünkü meydan sakin, ama Timur hâlâ ufka bakıyor. Timur’un kurduğu devletin izlerini takip ederken, bir tarih kitabının sayfaları arasında değil, adeta geçmişin içinde yürüyormuş gibi hissediyoruz kendimizi.
Taşkent Metrosu
Emir Timur Meydanı'nın gölgesinden usulca uzaklaşıyoruz. Betonun içinden yükselen tarihî heybet, arkamızda kalırken; yolumuz bu kez taş kaldırımlara, ara sokaklara, oradan da yerin altına, Taşkent metrosunun derinliklerine uzanıyor. Girişte bir serinlik çarpıyor yüzümüze, iklim değişiyor biden bire. Dışarısı neredeyse 28 derece, ama içerisi oldukça serin. Bilet almamız gerekiyor. Önce rehberimizin etrafında toplanıyoruz ve metro hakkında bilgileniyoruz:
“Taşkent metrosu, Sovyetler Birliği’nin Moskova ve St. Petersburg’dan sonra inşa ettiği üçüncü metro sistemidir. İnşaatı 1970 yılında başlamış, 1977’de halkın hizmetine açılmıştır. Ama bu metro yalnızca bir ulaşım aracı değil. Aynı zamanda yeraltında inşa edilmiş dev bir sanat galerisidir.”
Gerçekten de öyle, tavanlardan sarkan dev avizeler, duvarlarda Özbek tarihinden sahneler, ustalıkla işlenmiş mozaikler... Sütunların arasına serpiştirilmiş geometrik desenler; sanki müze.
Berlin metrolarında alıştığımız o soğuk hava burada yok. Direklerin dibinde pinekleyen ‘evsizler’ de yok burada. Oraya buraya atılmış, çöpler ve şişler de yok. Burada her bir istasyon tertemiz, Özbek ruhunun taşlara işlenmiş bir sureti adeta. Duvarlar rastgele boyanmamış; kültürle, sanatla yoğrulmuş bir yeraltı medeniyeti burası. Taşkent, güzelliğini yerin altına da işlemiş. Metrosu sadece insanları bir yerden bir yere taşımıyor; aynı zamanda zamanın içinden geçiriyor. Her istasyon, tarih ve sanatla iç içe geçmiş, sessiz bir anlatı.
“Taşkent metrosundaki her istasyon, Özbek tarihine, kültürüne ya da edebiyatına adanmıştır. Örneğin, Ali Şîr Nevaî istasyonu... Tıpkı onun şiirleri gibi zarif ve derinliklidir. Mavi tonlardaki çinilerle süslenmiş tavanlar, sanki bir divan sayfasının içine adım atmışsınız hissini verir. Kosmonavtlar' istasyonu, Sovyet uzay kahramanlarına ithaf edilmiştir. Tavanında yıldız haritaları, duvarlarında Yuri Gagarin’in rölyefleri yer alır. Geçmişin idealleriyle geleceğin hayalleri burada yan yana durur.”
Yürümeye devam ediyoruz. Grubumuz koridorlarda usulca ilerliyor; başlar yukarıda, gözler her detayda. Sütunlar sanki bir sarayın avlusundan buraya taşınmış. Renkler, ışıklar, sesler... Hepsi birbirine karışmadan, bir bütünlük içinde. Metroda değil de bir sanat galerisinde yürüyor gibiyiz. Her durakta başka bir hikâye, başka bir hafıza karşılıyor bizi.
Metroda Bir Şair
Ali Şîr Nevaî İstasyonu’na vardığımızda Yıldız Hanım bir süre sustu. Gözleri önce tavana, sonra yavaşça duvarlara kaydı. Sanki sessizliğin içinden bir şey arıyordu. Ardından kendine has o yumuşak, içli tonuyla konuşmaya başladı:
“Burası, bizim en büyük şairimiz, dilimizin cevheri Ali Şîr Nevaî’ye adanmıştır. 15. yüzyılda yaşamış olan Nevaî, yalnızca bir şair değil; aynı zamanda bir devlet adamı, bir sanat hamisi, bir dil savaşçısıdır. O, Türkçeye onur kazandırmış bir isimdir. Farsçanın edebiyatta yegâne dil sayıldığı bir çağda, Nevaî çıkıp demiştir ki: ‘Türkçeyle de büyük eserler yazılabilir.’ Hatta şöyle der kendisi:
“Türkî bilmek gerektir her kişigə,
Kimse bilmez bu tilni, anga işi yoq.”
(Türkçeyi bilmek gerekir her kişiye,
Kimse bilmez bu dili, ona da iş yok.)
O an metro bir durak değil, bir zaman boşluğu hâline geldi. Sanki yüzyıllar ötesinden gelen bir ses hepimizi yakaladı. Gözler istasyonun yüksek kubbelerine, mavi çinilerine çevrildi. Mavi, beyaz ve altın sarısı arasında gezinen desenler, adeta Nevaî’nin mısralarını metro tavanına ilmek ilmek işlemiş gibiydi.
“Ali Şîr Nevaî, Çağatay Türkçesinin en güçlü sesidir. Onun sayesinde dilimiz yalnızca konuşulan değil; yazılan, yüceltilen, onurlandırılan bir dile dönüşmüştür. Hâmse sahibi ilk Türk şairidir. Hâmse, beş mesnevîlik bir külliyattır. Fars edebiyatında Nizâmî ile başlayan bu gelenek, Nevaî ile bizim edebiyatımıza geçmiştir.”
Sonra elindeki çubuğu hafifçe kaldırarak saymaya başladı Yıldız:
“Nevaî’nin hamsesi şunlardır: Hayretü’l-Ebrâr, Ferhâd ü Şîrîn, Leylî vü Mecnûn, Seb‘a-i Seyyâre ve Sedd-i İskenderî. Bu eserler yalnızca aşkı, hikmeti ya da güzelliği anlatmaz; aynı zamanda bir milletin diliyle neler inşa edebileceğini gösterir.”
Hafifçe gülümsedi ve sözünü tamamladı:
“Ey Anadolu kervanı! Nevaî yalnızca şiir yazmadı… Bir milletin diline kimlik kazandırdı. O olmasaydı, bugün belki de Türkçenin edebiyat dili olarak varlığı bambaşka olurdu.”
Bir dilin kaderi bazen bir kalemin ucuyla değişirmiş meğer. Ali Şîr Nevaî yalnızca dizeler kurmamış; Türkçeye bir omurga kazandırmış.
Taşkent metrosu yalnızca bir ulaşım aracı değil; her istasyonu, Özbekistan tarihinin ve kültürünün bir sayfası gibi. Ali Şîr Nevaî İstasyonu da bu sayfalardan belki de en şiirsel olanı. Burada sadece bir şairin değil, bir dilin yürüyüşü anlatılıyor. İstasyondaki mavi çiniler, yüksek kemerler ve sade ama anlamlı süslemeler, Nevaî’nin “Türkçeyi bir edebiyat dili hâline getirme” ülküsünü görsel bir dile çeviriyor. Metrodan geçen her yolcu, aslında farkında olmadan bir dil mücadelesinin içine düştüğünü anlıyor.
Kozmonotlar İstasyonu
“Bu istasyonun adı ‘Kozmonotlar’ — yani ‘Uzay Yolcuları’ istasyonudur. Sovyetler döneminde, özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda uzaya gönderilen kozmonotlara adanmıştır. O dönemde uzaya çıkmak sadece bilimsel değil, ideolojik bir başarı olarak da görülüyordu. Bu istasyon, işte o büyük hayalin yeryüzündeki yansımasıdır.”
Tavan ve duvarlar boyunca uzanan mozaiklerde Yuri Gagarin’in yüzü beliriyor — insanlığın uzaya çıkan ilk temsilcisi. Bir duvarda Valentina Tereşkova'nın silueti var; ilk kadın kozmonot. Hepsi, taşın içine oyulmuş cesaret hikâyeleri gibi duruyor.
“Taşkent metrosu yalnızca kendi tarihini değil, bir dönemin dünyayı etkileyen Sovyet rüyasını da yansıtır. Bu istasyon, o dönemin bilim ve teknoloji idealizmini taşır. Burada göğe bakarsınız ama yerin altındasınızdır. Sanki gökyüzü yere indirilmiş gibidir.”
Gerçekten de öyle. Buradan metro değil, sanki hayal treni geçiyor. Yıldızlar hâlâ hareket ediyormuş gibi. Belki de bu durakta zaman biraz farklı akıyor. Taşkent metrosu, yerin altına hem tarihi sığdırmış hem de gökyüzünü sığdırabilmiş bir anlatı.
Serbest Zaman
Taşkent Meydanı’na girmeden hemen önce Yıldız Hanım, elindeki çubuğu yere hafifçe vurdu ve sonra da omuzuna aldı:
“Anadolu kervanı! Yoruldunuz,” dedi ve ekledi: “Biraz soluklanın. İsterseniz çevrede dolaşın, bir banka oturun ya da sadece meydanı izleyin. Taşkent’i anlamanın yolu bazen sadece onu dinlemekten geçer. 30 dakika sonra da burada toplanalım.”
Grup yavaşça dağıldı. Kimileri gölgelik aradı, kimileri kameralarını çıkarıp çevreyi incelemeye başladı. Ben meydanın ortasındaki yürüyüş yolunu takip ettim. Sağlı sollu dizilmiş seyyar satıcılar, ekmek parası derdindeydi.
Sıcaklık artmıştı ama havada hafif bir esinti vardı. Ağaçların yaprakları nazlı nazlı dalgalanıyor, şehir sanki derin bir nefes alıyordu.
Biraz ileride birkaç çocuk bisikletleriyle tur atıyordu. Taşkent’in gündelik yüzü, süslü meydanlardan daha içtendi. Az ilerideki küçük bir hediyelik eşya tezgâhı dikkatimi çekti. Tahta bir masa üstüne dizilmiş renkli seramik tabaklar, minyatür Emir Timur heykelleri, el işçiliğiyle oyulmuş ahşap kutular... Yanlarına gitmeden, sadece göz ucuyla bakıyordum ki; yaşlı bir adam, satıcıyıdı, bana dönüp Özbek aksanıyla tatlı bir Türkçeyle seslendi: “Türkiye’den misiniz? Hoş geldiniz!”
Ya bir şeyler satmak için seslendi ya da Türk dostu olduğu için onu bilemiyorum. Ama hoşuma gitti. “Türkiye’den misiniz? Hoş geldiniz!”
Hafifçe gülümsedim. Bu topraklarla aramızdaki bağın yalnızca tarihte ya da dilde değil, yüzlerde ve seslerde de yaşadığını bir kez daha anladım. Buralar bize yabancı değildi; her adım, tanıdık bir iz taşıyordu. Grup arkadaşlarımız da orada bir masada oturmuşlar, kimisi dondurma yiyor, kimileri de bir şeyler içiyordu. Davet ettiler, davete icabet ettim. Sultan, Esra, Semra, Hatice ve Hayriye hanımlar oradaydı. Şükrü de oradaydı. Alışveriş yapanlar da vardı. Fahri bey ve Meral Hanım el ele tutuşmuşlar volta atıyorlardı…Sebahattin de Selda Hanımın elinden tutmuş ve başında Özbek takkesiyle bir tezgâhın önünde duruyorlardı. Hikmet ve Demet Hanım da volta atanlar arasında. Ne güzel.
Şehirler bazen, hiçbir şey yapmadığınız anlarda kendilerini gösterir: Bir ağacın gölgesinde otururken, bir çocuğun gülüşünde, yabancı bir yüzün sıcak selamında… O anda Taşkent, müzelerden ve heykellerden çok daha fazla kendisi oldu: Yaşayan bir hatıra, paylaşılan bir geçmiş.
Geziler, sadece görülecek yerlerden ibaret değildir. Bazen şehrin ruhu; bir satıcının sesinde, bir çocuğun bisikletinde ya da bir ağacın gölgesinde kendini gösterir. Rehber anlatmasa da şehir konuşur. Göz ucuyla bakılan bir tezgâh, verilen bir selam, duyulan tanıdık bir aksan… Tüm bunlar, kalbe işleyen asıl hatıralardır. Taşkent, bu yönüyle sadece bir tarih değil, yaşayan bir kardeşliktir.
Serbest zaman sona erdi. Grup birer ikişer toplanma noktasına geldi. Gelmeyenler vardı. 20 dakika geçti. Özlem hanım yoktu. Nihayet o da geldi. Yavuz ceza uygulamaya kalktı ama başarılı olamadı. Çünkü o saate kadar geç kalanlara bir ceza uygulaması olmamıştı. Özlem hanım durumu hatırlatınca söyleyeceği bir şey yoktu Yavuz’un. Sadece sustu.
Grup tamamlanınca, çubuk havya kalktı ve ucundaki bayrak yavaşça dalgalanmaya başladı. Hepimiz, düştük Yıldız’ın peşine. Yürüdüğümüz yol geniş ama dingin, binalar gösterişsiz ama vakurdu. Her şeyde bir denge, bir ölçü vardı.
Hürriyet Meydanı
Burası, Özbekistan’ın bağımsızlık sonrası kendine çizdiği yeni kimliğin taşla şekillenmiş yüzüydü. Meydan sadeydi, her detay, güçlü bir mesaj taşıyordu: Sadelikte kararlılık, tevazuda duruş.
Meydanın tam ortasında yükselen Bağımsızlık Anıtı, göğe dönük ama köklerinden kopmamış bir duruşun simgesiydi. Parlak granitin üstünde, bir heykel duruyordu: Genç bir anne heykeli, kucağındaki bebeği ile.
“Bu anıt, Özbek halkının Sovyet sonrası kazandığı bağımsızlığın simgesidir. Anne figürü, ‘vatan’ı temsil eder. Kucağındaki çocuk ise ‘gelecek kuşakları.’ Burada yalnızca geçmişe değil, aynı zamanda yarına da selam verilir.”
Duygu dolu kelimeler dökülüverdi Yıldız’ın dudaklarından. 1991, bugüne fazla uzak değildi. Acılar öyle kolayca silinmez hafızalardan… Silinmemiş işte…
Çevre düzenlemesi titizlikle yapılmıştı. Çiçeklerin yerleştirme biçimi muntazamdı, yürüyüş yolları tertemiz, kuş seslerinin dışında başka bir ses de yok. Sanki meydan her zaman misafirlerini ağırlamak için hazırdı: Bir devlet töreni de olsa, bir yaşlı gelip dua da etse, bir çocuk annesinin elinden tutup gelse de aynı vakar ve aynı özenle karşılıyordu misafirini.
Ben de oldukça duygulandım. Anne bir başkadır. Hele bir de kucağında bebek varsa…
Burası bir ülkenin, kendisini anne ve bebek figürüyle sessizce dile getirdiği bir matem yeri.
Sloganlara ihtiyaç duymayan bir anlatı var burada…
O taştan heykel adete konuşuyordu burada. Gölge konuşuyordu. Ateş konuşuyordu. Her şeyden önce o sessizlik, kelimelerin önüne geçiyordu.
Bağımsızlık bir sloganla değil, bir annenin duruşuyla anlatılıyordu.
Hürriyet Meydanları, yüksek sesle bağırmadan, taşın ve toprağın diliyle konuşurlar.
Burada millî kimlik annenin heykelinde değil, o heykelin kucağında bebeğiyle verdiği mesajdadır. Ve bazen en gür ses, sessizliğin sesidir.
Huma Kuşu
Hürriyet Meydanı’ndan biraz daha ileriye yürüdük. Meydanın tam ortasında, gözümüze, gökyüzüne doğru yükselen zarif bir siluet ilişti. İki geniş kanat yukarıya doğru açılmış, tam ortasında efsanelerden kopup gelmiş gibi bir kuş figürü… Huma Kuşu. Dedim ya, burada millî kimlik bir heykelde değil, bir duruştadır ve bazen en gür ses, hiç konuşmayanın sesidir, diye. Evet aynen öyle. Ciltler dolusu kitap yazılsa bu iki heykelin bizlere anlattığını anlatamazdı.
Yıldız grubu topladı ve hemen söze başladı. Bu kez bir rehber gibi değil, sanki geçmişten çıkıp gelmiş bir halk kahramanı gibiydi. Sesi hafiften titriyordu; belli ki içinde taşıdığı hürriyet duygusunu bastıramıyordu. O an sadece Yıldız değil, meydan da özgürdü. Ve meydan hürriyetini sessizce, ama derinden yaşıyordu.
“Bu gördüğünüz kuş, bizim mitolojimizde ‘Huma’ olarak bilinir. Derler ki, başının üzerinden uçtuğu kişiye baht, şans ve hatta hükümdarlık nasip edermiş. Uğurun ve kutun simgesiymiş. Huma kuşunun en dikkat çekici özelliği şudur: O yeryüzüne asla konmaz. Hep göklerde süzülür. Çünkü o, ulaşılmaz olanın, yüksek ideallerin sembolüdür.”
Bu açıklamadan sonra daha bir dikkatle bakıyoruz Huma kuşuna, Heykelin çizgileri yalın ama zarif. Bronzun mat parıltısı, güneş ışığında sanki ince bir buğu gibi titreşiyor. Baktıkça, bu kuşun gerçekten uçtuğunu hissediyorsunuz. Taştan değilmiş gibi. Sanki birazdan havalanacak ve göğe karışacakmış gibi…
Huma Kuşu, Özbekistan’ın yeni kimliğinde artık sadece bir efsane değil. O, bağımsızlıkla yeniden doğan bir halkın geleceğe uzanan sessiz inancı olmuştu. Umutlar yerde değil artık; gökyüzünde, kanatların ucundaydı.
Yıldız heyecanını yenemiyor ve anlatmaya devam ediyordu: “Bağımsızlık Anıtı ile Huma Kuşu arasında bilinçli bir anlam zinciri vardır. İnsan ve vatan. O ikisi, yerde yan yana duruyorlar; onların üstünde ise idealleri temsil eden Huma yükseliyor. Özbekistan kendini böyle tanımlıyor: Geçmişten gelen bir kararlılık, halkın merkezde oluşu ve geleceğe açılan özgürlük arzusu. Ben buraya her geldiğimde başımı göğe kaldırırım. Şu Hüma kuşuna bir bakarım… Hep yukarıya bakan bir milletiz biz. Ayağımız toprağa, ama gönlümüz göğe bağlı. Hüma kuşu bizim mitolojide talih kuşudur. Kimin başına konarsa ona devlet, ona baht, ona izzet gelir. Bugün Huma bizim başımızda. Anadolu Kervanı. Ama bu bahtı biz oturup bekleyerek değil, mücadele ederek kazandık. Şimdi de korumak için çalışıyoruz.
Bağımsızlık Meydanı, sadece bir gezi rotası değil, bir bilinç rotasıdır. Buraya her adım atışta millet ne demekmiş, devlet nasıl ayakta dururmuş, onu hatırlarsınız. Ve en güzeli: Burada hiçbir tabela “geçmişte kaldık” demez, “geleceğe yürüyün” der.”
Heykele tekrar tekrar baktık ve bulutların üzerinde uçarak herkese umut taşıyan Huma kuşuyla bütünleşen Özbek halkını anlamaya çalıştık. Defalarca deklanşöre bastık. Göğe açılmış o iki büyük kanat, sanki hepimizi altına alacakmış gibiydi. Koruyacak gibiydi. Yüceltecek gibiydi.
Bu kuş, yere inmiyor olabilir…
Ama kalbe konuyor.
Bazı heykeller gözle görülür, bazılarıysa kalple. Huma Kuşu, taş bir forma bürünmüş olsa da aslında göğe yazılmış bir dua imiş meğer. Yürüdüğünüz yolda sizi hep izlermiş; yere konmazmış ama size yön verirmiş. Çünkü bazı umutlar yalnızca yükseklerde yaşarmış...
Emir Timur Müzesi
Fotoğraflarımızı çektikten sonra Huma Kuşu’nun gölgesinden usulca ayrılıyoruz. Sessiz ama anlamlı bir yürüyüşle ilerlerken, gökyüzünün mavi tonları yavaş yavaş yerini, karşımızda yükselen o kubbeye bırakıyor. Emir Timur Müzesi’ne.
Uzaktan bile dikkat çeken o görkemli kubbe, yaklaştıkça detaylarıyla insanı büyülüyor. Klasik İslam mimarisinin zarafetini, modern çizgilerin ölçülü sadeliğiyle birleştiren bir yapı çıkıyor karşımıza.
Müzenin girişinde rehberimiz duruyor ve gözlerini binaya doğru kaldırarak konuşmaya başlıyor:
“Burası, resmi adıyla Emir Timur Tarih Müzesi. 1996 yılında, Timur’un doğumunun 660. yılı vesilesiyle açıldı. Amaç yalnızca Timur’u anlatmak değil… Aynı zamanda onun kurduğu imparatorluğun bilimde, sanatta, siyasette bıraktığı izleri gün yüzüne çıkarmaktı. Bu müzede yalnızca zırhlar, sikkeler ya da haritalar yok. Burada fikirler var. El yazmaları, fermanlar, maalesef unutulmuş ama zamanı değiştirmiş ilim adamlarının isimleri var.”
Sessizce içeri giriyoruz. Ayakkabılarımızın sesi mermer zeminde yankılanırken gözlerimiz yukarıya kayıyor. Mavi ve altın tonlarındaki kubbe süslemeleri devasa bir gök kubbe hissi veriyor insana. Tam ortada, yere inmiş bir yıldız gibi dev bir avize sarkıyor. Müze, içeriye ayak bastığımız ilk andan itibaren sadece bir bilgi merkezi değil de; geçmiş zamana yolculuk hissi uyandırıyor bizde.
Duvarlarda imparatorluğun sınırlarını gösteren haritalar… Cam vitrinlerde el yazması kitaplar, minyatürler, dönemin giyim ve zırhları… Her köşede başka bir hikâye, başka bir iz var. Bazı tablolar, Timur’un sefere çıkışını canlandırıyor, bazı tablolar var ki, bir bilim insanını medresede ders verirken canlandırıyor. Hepsi geçmişe açılmış birer pencere.
Adımlarımız yavaşlıyor. Çünkü burada yürümek, sadece mekânda ilerlemek değil; tarihin içinden geçmek gibi.
Bazı yapılar bilgi verir, bazıları ise hafızayı uyandırır. Emir Timur Müzesi, sadece nesneleri değil, bir zihniyeti sergiliyor. Her cam vitrin, geçmişin bugüne söylediği bir cümleyi fısıldıyor. Ve bu cümlelerin içinde, sadece Timur’un değil; Timur’un öncülüğünde yükselen bir medeniyetin sesi duyuluyor. Duyan duyuyor o sesi elbette…
Beş Büyük Zihin
Rehberimiz bizi sessiz bir bölmeye yönlendiriyor. Burası diğerlerinden farklı. Ne savaş sahneleri var ne de gösterişli zırhlar. Bu bölümde sergilenenler, bir milletin ve insanlığın hafızasına, hatta vicdanına kazınmış beş büyük zihin. Başlarında sarıklarıyla, yüzlerinde kimliklerine anlam katan sakallarıyla ve sırtlarında cübbeleriyle oradan öylece geleceğe bakıyorlar. Bizlere çok sıcak davrandılar. Tanıdılar bizi. Gönülden gönüle akan muhabbetimiz çok duygulandırdı onları. Aynı duygu bizlerde de vardı. Yıllarca anlatılanlardan ve kitaplardan okuduğumuz o insanlar ile şimdi kucaklaşıyoruz, sarmaş dolaş olmuşuz, bundan daha büyük nimet mi olurmuş…Kahve içmeye davet ettiler bizi ama vakit sıkıntımız vardı.
“Burada, yalnızca Orta Asya’nın değil, tüm İslam dünyasının ve insanlık tarihinin en büyük âlimlerinden beşinin önündeyiz. Bu isimler, Özbekistan’ın bilimle, düşünceyle ve ilimle kurduğu kadim bağın temel taşlarıdır.” Diyor ve başlıyor onların isimlerini birer birer anarak tanıtmaya rehberimiz:
1. İbn Sînâ (980–1037)
Buhara yakınlarında doğdu. Tıbbın prensi… El-Kanun fi’t-Tıbb adlı eseri, Avrupa’da yüzyıllar boyunca ders kitabı olarak okutuldu. Ama sadece hekim değildi. Felsefede, psikolojide, fizikte, mantıkta… Adım attığı her alanda iz bıraktı.
2. Uluğ Bey (1394–1449)
Timur’un torunu. Semerkand’da kurduğu rasathane ile göğe bakanların dilini değiştirdi. Zîc-i Uluğ Bey adlı cetveli, gökyüzünün haritasını asırlara armağan etti. Sadece gökbilimci değil, aynı zamanda bir matematikçiydi. Gözleri semada, zihni hesapta bir bilgeydi.
3. El-Bîrûnî (973–1048)
Harezmli. Yerçekimini tartıştı, Hindistan’ı inceledi, dünya kültürlerini karşılaştırdı. Onun düşünce dünyası, çağları aştı. Fizik, astronomi, coğrafya ve tarih onun kaleminde birleşti. Sadece bilim adamı değil; aynı zamanda bir dünya vatandaşıydı.
4. Zemahşerî (1075–1144)
Arap dili ve belâgatının büyük üstadı. Türk’tü ama Arapçayı en incelikli kullananlardandı. el-Keşşâf adlı Kur’an tefsiri hâlâ en çok başvurulan kaynaklardan biridir. Dil onun elinde yalnızca bir araç değil; bir sanat, bir tefekkür yoluydu.
5. El-Hârezmî (780–850)
Cebirin babası. El-Cebr ve’l-Mukâbele eseriyle sadece bir bilim dalı kurmadı, insan aklının düzenli düşünme biçimini de şekillendirdi. Algoritma kelimesi onun adından gelir. Modern dünyanın matematiksel omurgasını onun çizgileri belirledi.
Yıldız bir süre susuyor. Bu sessizlik, bir boşluk değil. Bilginin, düşüncenin ve tarihe gösterilen saygının sessizliğidir. Ardından hafifçe başını eğerek ekliyor: “Bu isimler sadece geçmişin parlak yıldızları değil… Onlar, bizim bugünümüzü de aydınlatan rehberlerimizdir.”
İkide bir görevli bayanlar yaklaşıyor bizlere ve fotoğraf çekmememiz için uyarıyorlar. Tamam ama o mümkün değil. Biz dünyanın öte yakasından her türlü engeli aşarak çıkıp gelmişiz buraya kadar, fotoğraf çekmeyeceğiz öyle mi? O mümkün değil, çekiyoruz, uyarılara rağmen çekiyoruz. Görevli de zaten uyarıp gidiyor. Görevini yapmak için yapıyor o uyarıları anladığımız kadarıyla. Yoksa başımızda durur ve gerekeni yapardı. O da anlıyor bizleri…
Devam ediyoruz müzeyi gezmeye. Cam vitrinlerin ardında duran sararmış el yazmaları, minyatürlü kitaplar, ustalıkla çizilmiş astronomi haritaları… Hiçbiri yalnızca sergi malzemesi gibi durmuyor. Her biri sanki içimizden birine aitmiş gibi.
Ben vitrinlere değil, o fikirlerin bıraktığı ışığa bakıyorum.
Ve her bir portrede, sadece bir âlimin yüzünü değil, bir çağın parıltısını görüyorum.
Bazı insanlar çağına aittir, bazıları ise zamandan taşar. Bu beş büyük zihin, sadece bir millete değil, bütün insanlığa sesleniyor. Cam vitrinin ardındaki yazılar silinebilir… Ama fikirler, fikir düşmanları tarafından ne kadar sansürlense de bir gün gelir bir yerlerden ışığını sızdırır. Çünkü fikirler ebedîdir…Sansürlenemez…
Fotoğraf ve Düşünce Molası
Yıldız Hanım, beş büyük ismin anlatımını tamamladıktan sonra çubuğunu hafifçe yere vurdu. Gülümsedi, sesi yine nazik ama neşeliydi:
“Şimdi yarım saat serbest zaman. Fotoğraf çekebilir, vitrinlere biraz daha yakından bakabilirsiniz. Merak ettikleriniz olursa beni bulun, gelip anlatayım.”
Grup bir anda sessizce dağılmaya başladı. Kimileri kubbenin tam ortasına geçip başını göğe kaldırdı — mavi kubbedeki süslemeler ve dev avize, kadrajlara girmek için hazır bekliyordu sanki. Kimisi vitrinlere yaklaştı, altın yaldızlı Kur’an sayfalarının kenarındaki incelikli minyatürleri uzun uzun inceledi. Herkesin bakışı bir başka yöne takılmıştı, ama içinden geçenler aynıydı: Burası sadece gezilecek bir yer değil, insanın kalbini bir süreliğine orada bırakabileceği bir mekân.
Ben bir süreliğine orada köşede durdum ve etrafa bakarak düşünmeyi tercih ettim. Müzenin ikinci katındayım. Ne kadraja bir şey sığdırmak istedim ne de bir bilgi panosunu kaçırmamak için telaşlandım. Sadece o anı yaşamak istedim. Müzenin içindeki o derin sessizlik, kelimelerden daha çok şey anlatıyordu bana.
Burası yalnızca bir müze değildi.
Bu toprakların kendine ait, ağırbaşlı bir aynasıydı.
Her vitrin bir pencere değil, birer hatırlatmaydı.
Bazı anlar vardır, insan o anda bir şeyi değil; kendini fotoğraflar.
İşte bu an da o onlardan biriydi.
Bazen en iyi hatıra, objektife sığmayan bir sessizliktir. Fotoğraf kareleri elbette dönüşür albüme. Ama içten içe yaşanan düşünce molaları, insanın belleğinde yer eder. Timur Müzesi’nde çekilen en kıymetli fotoğraf; belki de hiç fotoğraf çekilemeyen o andır.
Samsa Molası
Müze çıkışında hem ayaklarımız hem midemiz aynı şeyi söylüyordu: Artık bir mola vakti. Gün boyunca aklımız bilgiyle, gözümüz mimariyle, ruhumuz tarihî şahsiyetlerle dolmuştu. Şimdi ise bütün dikkatimiz tek bir şeye yönelmişti: Samsa molasına. Rehberimiz Hüseyin samsayı çok övdü. Bizi götüreceği mekân da samsa yenilebilecek en güzel yermiş. Tadından hijyenine varıncaya kadar.
Müze yakınlarındaki geleneksel bir taş fırın lokantasına geldik. Dışarıdan bakıldığında pek albenisi yok gibi; sade, küçük bir yapı. Ama kapıdan girer girmez bambaşka bir âleme geçtik. Mis gibi börek kokusu… Baharatın burnuma çarpan o bildik sıcaklığı… Mekân tıklım tıklım. İğne atsan yere düşmez derler ya işte tam da öyle. Keriman Hanım beni masalarına davet etti. Hakikatli kadın. Erşan’ın hanımı. Erşan benim öğrencimdir. Oğulları Erenhan ile katıldılar geziye. Kabul ettim ve oturdum. Dört çeşit samsa varmış. Kıymalı, kuşbaşılı, patatesli ve bal kabaklı. Ve tabii ki taş fırından yeni çıkmış samsalar geldi önümüze. Hâlâ el yakacak kadar sıcak üç çeşit samsa. Dışı altın sarısı, kıyır kıyır; içiyse baharatla yoğrulmuş, kıymalı, kuş başılı, patatesli. Yemede yanında yat…Bir ısırık, sanki bin yıllık bir geleneği damağımıza taşıdı.
Yıldız Hanım gülümseyerek yanımıza yaklaştı ve hafifce: “Samsa sadece bir börek değil… Özbek misafirperverliğinin ilk lokmasıdır.”
Kız doğru söylüyor. Tam da öyleydi. Bu, yalnızca açlığın bastırıldığı bir an değil, bu, Özbek kültürünün sofraya dökülüşüydü. İçinde bal kabağı vardı, ama aynı zamanda gelenek de vardı. Et vardı, ama aynı zamanda dostluk da vardı.
Sıcak lokmalar eşliğinde sohbetler açıldı, yüzler gevşedi, yorgunluk yerini keyfe bıraktı. Ben bir yandan lokmamı bitirirken, içimden geçirdim: Bir de kabaklı mı yesem acaba. Fikrimi Erşan’a söyledim. Kuyruk da vardı ama. Sonra da söylediğime pişman oldum. Onu da söyledim Erşan’a. Hatta bana kızdı, hocam lütfen… Erşan kuyrukta çoktan yerini almıştı bile…
Bazı sofralar açlığı gidermez sadece, bir halkın ruhuna da dokunur. Samsa, taş fırının içinden çıkıp gönüllere konan bir lezzet. Ve bazen bir lokma, bütün bir günü anlamlı kılar. Çünkü kültür, midede değil, birlikte yenen o sessiz anlarda sindirilir.
Devam edecek
11 Mayıs 2025 Pazar
ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN II
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ(II)
- Taşkent’in bu kutsal köşesi, dinin yalnızca bir ritüel değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğunu anlatıyordu. O cam fanusun karşısında bir an durup iç âlemime döndüm. İçimdeki o ses, kısık ama kararlı bir cümle fısıldadı kulağıma: “Bu sadece bir kitap değildir… Bütün kitaplar, bu kitabı anlamak için yazılmıştır”-
Rüştü Kam 2025
Hazreti İmam Kompleksi ve Hz. Osman’ın Mushafı
Saat 13.00’te, dinlenmiş ve toparlanmış bir şekilde otelden ayrıldık. Sıradaki durağımız Hazreti İmam Kompleksi ve Hz. Osman Mushafı. Otobüsle bir noktaya kadar gittikten sonra, kalan mesafeyi yürüyerek kat ettik. Tabana kuvvet derler ya, işte tam da öyle... Taşkent’in öğle sıcağında yavaş yavaş soluklanan sokaklarında ilerlerken, içimde tanımlamakta zorlandığım bir dinginlik belirdi. Sanki toprağın altında bir hafıza, bizim ayak seslerimizi duyuyor ve yavaş yavaş uyanmaya hazırlanıyordu. Şehir, yalnızca gelişimizi görmüyor; aynı zamanda hissediyor gibiydi. Ne görkemli bir karşılama vardı ne de coşkulu bir ses… Ama ortada görünmeyen bir hazırlık seziliyordu. Bu, sessiz ama derin bir kabul töreninin sessizliğiydi belki de. Taşkent bizi henüz tanımıyordu; kim olduğumuzu anlamak için adımlarımıza kulak veriyor gibiydi. Kolay değildi elbette… Aradan neredeyse bir asır geçmiş, aramıza binlerce kilometre girmişti. Aynı toprağın insanı olsak da, hemen içeri buyur etmek öyle kolay değildi. Hasret vardı elbette, ama temkin de gerekiyordu.
Tarih, kültür, dondurma, dut
Hava 28 derece. Yol boyunca satıcılar sıra- sıra dizilmişler. Dondurmacılar, dut satıcıları, meyve satıcıları; onları görünce bir anda tüsüden etkilenen arılar gibi dağılıverdi arkadaşlar. Kimi "şeftalili dondurma" dedi, kimi "çilekli." Dutsuz Taşkent olur mu hiç? Kara dut, mor dut, beyaz dut… Her biri ayrı bir şiir sanki. Plastik kasalarda üst üste dizilmişler. Güneşte ısınmışlar ama hâlâ davetkârlar. Biri tadına bakıyor, öteki kilosunu soruyor. Bir satıcı ise sergisine meyve koymaktan çok, sergiyi seyredenleri izliyor. Sanki kimin daha iştahlı, kimin daha tok olduğunu anlamaya çalışıyor gibi.
Yol kenarındaki bu küçük alışveriş anları, bir şehrin ruhunu en çıplak hâliyle gösteriyor insana. Dutun rengi, dondurmanın aroması, satıcının bakışı...
Taşkent sadece anıtlarıyla değil, böylesi sokak kesitleriyle de hatıralara işleniyor. Gezi, sadece gidilen yerlerden ibaret değildir, durulan, bakılan, tadına bakılan her ayrıntıyla tamamlanır.
Bu sıcakta serinlemek için dondurma mı daha etkili, yoksa dutun serin gölgesi mi? Denilse elbette ikisi de derim. Ama o yol üzerinde gölgesine sığınılacak bir dut ağacı bulmak mümkün değil. Mümkün olsa da zamanımız müsaade etmez.
Dutları görünce bir an duruyorum
Çocukluğum düşüyor aklıma. Evimizin yanındaki o kocaman dut ağacı gözümün önüne geliyor…
Her gün o ağacın dibine giderdik kardeşlerimle, dallarını eğip avuç avuç dut toplardık. Bazen de ağaca tırmanırdık. Ellerimiz, dudaklarımız morarır, üzerimiz leke olurdu ama ne gam!
Bir meyveden fazlasıydı o; bir oyun, bir kaçamak, bir sessiz sevinçti.
Şimdi, yıllar sonra, başka bir şehirde, o dutun tadı damağıma geldi. Çocukluğumla göz göze gelmiş gibiydim. Şöyle bir içimi çektim, çektim çekmesine de ne ben o benim ne de bu şehir benim köyüm…
Şeftalili dondurma
Biraz geri çekildim. Grubun arkasından yavaş yavaş geliyorum. Aynı zamanda olup biteni seyrediyorum. Şükrü elinde dondurma külahıyla bana doğru yaklaştı.
“Hocam, bu Özbek dondurması, buyurun” dedi. “Şeftalili dondurma. Köyümdeki sarı yarma dedikleri şeftalinin tadını aldım dondurmada. Yıllar var ki öyle bir şeftali yemiyorum. Demirel’in; “benzin vardı da biz mi içtik” dediği gibi, o şeftali var da ben mi yemedim. Demek ki Taşkent şeftalisinin aslı daha bozulmamış, soysuz (ebter) değil. Ödemeyi Şükrü yaptı. Sadece benim dondurmanın değil o tezgâhta bulunan arkadaşların da. Şükrü cömert adamdır. Yıllardır tanırım onu.
Gülümsedim. Bir şeftalili dondurma deyip geçmemek lazım. Çocukluğuma götürdü beni. Abimi hatırladım. O erken ayrıldı aramızdan… Eee bu kadar hüzün yeter…
Yorgunluk, halsizlik, bir yandan sıcaklık, bir yandan heyecan… Hepsi hâlâ devam ediyor. Buna rağmen herkesin yüzü gülüyor, heyecan dorukta.
Özbekistan’daki ilk günümüz ve ilk ziyaret yerimize gidiyoruz. Dondurmalar da iyi geldi. Dondurma deyip geçmemek lazımdır, dondurma, diplomasi gibidir; herkesin gönlünü az da olsa almasını bilir
Yolculuklarda bazen küçük bir lezzet, büyük bir anlam taşır. Özbek şeftalisinin tadı, bilinen şeftalilerden farklıydı. Belki de onun farkı, bu toprakların havasından, suyundan, iklimindendir. Belki de aslının bozuk olmamasından.
Dondurma, evrensel ilacı gibidir. Sıcakta yorgun düşmüş bedenlere küçük bir ödül ve düşmüş yüzlere gülümseme vesilesi olur. İlk ziyaret noktamız olan Hazreti İmam Kompleksi’ne doğru yürürken bu küçük tatlar, gezinin heyecanına tatlı bir fon oluşturdu.
Hazreti İmam Kompleksi’ne varmıştık. Bize Özbekistan’da tanıtılan ilk eserdi bu.
Hazreti İmam Kompleksi’nde Bir Kilit Ustası
Rehberimiz Hüseyin merdiven basamaklarını kürsü olarak kullanmayı tercih etti, ortada bir yerde durdu, elindeki şemsiyeyi kapattı ve gruba döndü. Sesi hem açık hem de sakindi.
“Değerli misafirler, şu anda Taşkent’in kalbinde, Hazreti İmam Kompleksi’ndeyiz. Hemen karşınızda gördüğünüz bu türbe, 10. yüzyılın önemli âlimlerinden biri olan Ebu Bekir Kaffal Şaşi’ye ait. Belki adı size yabancı gelebilir ama hayatı, düşündüğünüzden çok daha tanıdık. Kendisi 904 yılında burada, o dönemin adıyla Şaş’ta doğmuş. Gençliğinde demircilik yapmış, özellikle kilit ustalığında ün kazanmış. Arapçada ‘kilitçi’ anlamına gelen ‘Kaffal’ lakabı da buradan geliyor. Ancak sonra, tıpkı bir demirin ateşte şekil alması gibi, Kaffal da ilmin ateşinde şekillenmiş. Şafiî fıkhında derinleşmiş, hadis, tefsir ve kelam ilimlerinde kendini kabul ettirmiş.
Şiir yazmış, felsefeyle ilgilenmiş. 976 yılında vefat ettiğinde, işte bu türbeye defnedilmiş. Türbesi zamanla yalnızca bir mezar değil, buraya gelen herkes için bir ilham kaynağına dönüşmüş.”
O anlatırken, grubumuzdan bazıları türbenin taş işçiliğini dikkatle inceliyordu. Ben bir adım geri çekildim; hem kalabalığı hem de türbeyi aynı karede izlemeye başladım. Aklımdan yalnızca bir kelime geçiyordu: Dönüşüm. Demiri döverek başlayan bir hayat, fikirle yoğrularak tamamlanmıştı Kaffal Şaşi’de. Ebu Bekir Kaffal Şaşi, kilitleri kıran değil, açan bir ilim adamıydı. Türbesinin sade mimarisi, bu dönüşümü sessizce ama derinden yansıtıyordu; adeta bir derviş gibi.
Hüseyin’in sesi rüzgâra karışırken, elimi taş duvara usulca dokundurdum. O anda, zihnimde bir kapı aralandı, girdim o aralıktan içeriye. Biraz ilerledikten sonra, gözüm önce göğe uzanan minareye, sonra da taş avlunun ortasında sessizce duran o kuşa takıldı. Kuşlar bile buraya sanki daha ağır, daha bilinçli iniyordu. Burası yalnızca bir türbe değil, aynı zamanda bir hafıza mekânıydı. Ve biz, Anadolu’dan gelen meraklı misafirler, o hafızanın kıyısından sessizce içeri süzülüyorduk. Tam o sırada, diğer rehberimiz Hüseyin’den izin alarak söze başladı Muhammed Emin. Cümlelerini tartarak konuşuyordu; sanki bir ilim adamı gibi, ağırbaşlı ve dikkatli.
Muhammed Emin anlatıyor
“Hazreti İmam Kompleksi, Taşkent’in dinî kalbidir. İslam dünyasının en eski kutsal emanetlerinden biri olan, Hz. Osman Mushafı da burada muhafaza edilmektedir. Kompleks; Barak Han Medresesi, Tilla Şeyh Camii, Muyi Mübarek Medresesi ve İmam Buhari İslam Araştırmaları Merkezi gibi yapılardan oluşur. Şu anda önünde durduğumuz yapı ise Barak Han Medresesi. Birazdan içeriye gireceğiz.
Medrese, 16. yüzyılda, Şeybanîler döneminde inşa edilmiştir. Mimarı, bu iş için özellikle İran’dan getirtilmiştir. Medrese, dönemin siyasi önderlerinden Nauruz Ahmed Han’ın oğlu Barak Han’ın adını taşır. Rivayete göre, Barak Han vefat ettiğinde buraya defnedilmiştir; ancak mezarının yeri zamanla kaybolmuştur. Yapı, özellikle çift kubbesi ve mozaik süslemeleriyle ünlüdür; mimarisindeki zarafet hemen fark edilir.
Şeybanîler Hanedanı (1500–1598), Timurlular’ın çöküşünden sonra Orta Asya’da kurulan güçlü bir devlettir. Kurucusu, Cengiz Han’ın torunlarından Muhammed Şeybânî Han’dır. 1500 yılında Semerkand’ı, ardından Buharave Taşkent’i ele geçirerek yeni bir siyasi düzen kurmuştur. Şeybanîler, göçebe Özbek boylarını bir araya getirerek, Timurlular’a karşı güçlü bir alternatif oluşturmuşlardır. Başkentlerini önce Semerkand’a, sonra Buhara’ya taşımışlardır; bu nedenle zamanla “Buhara Hanlığı” adıyla da anılmışlardır. Dinî alanda Sünnî İslam’ı korumuş, ilim ve kültüre büyük destek vermişlerdir.
Bu cami, Sovyetler Birliği döneminde kütüphane olarak kullanılmıştır. Bağımsızlık sonrasında ise yeniden ibadete açılmış ve Özbek halkı için dinî dirilişin sembolü hâline gelmiştir. İç mekândaki hat sanatının en güzel örneklerinden bazıları, Taşkentli hattat Ubeydullah Mahdum’un elinden çıkmıştır.”
Kompleksin taş duvarları arasında dolaşırken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Barak Han Medresesi’nin serin gölgesinde durup yukarı baktığınızda mozaiklerin renkleri gözlerinizi kamaştırıyor. Burada sadece bir mimariyi değil, yaşayan bir inancı, yüzyıllardır süregelen bir hafızayı hissediyorsunuz, yağmur hafif hafif çiselerken.
Muhammed Emin’i dinlerken gözüm binanın mozaiklerine takıldı. Renkler hâlâ canlıydı; turkuaz, lacivert ve toprak tonları adeta birbirleriyle dans ediyordu. Bu eser bir duvar değil, sessizce okunan bir dua gibiydi.
Hz. İmam Kompleksi restorasyondaydı. İskelelerin arasından geçerek Tilla Şeyh Camii’ne vardık. Caminin avlusunda ayakkabılarımızı çıkarırken bir grup yerliyle karşılaştık. Biri yaşlıydı, beli hafifçe bükülmüştü; diğeri orta yaşlı bir adamdı. Yanlarında 7-8 yaşlarında bir çocuk vardı. Dua ediyorlardı. Gözleri bana çok şey anlattı, sanki “hoş geldiniz” der gibiydi. Türbe ziyareti yapıyorlardı; ne abartı vardı ne de gösteriş. Ellerini, yüzlerini sağa sola sürmüyorlardı. Meğer bu topraklarda dua, yüksek sesle değil; baş eğerek yapılırmış.
Ardından Muyi Mübarek Medresesi’ne geçtik. Kapıdan girerken içimde tarif edemediğim bir ürperti hissettim. Sanki yalnızca bir yapıya değil, zamanın ruhuna temas ediyorduk.
Hz. Osman’a nisbet edilen Mushaf
Kütüphanenin önüne vardığımızda rehberimiz Muhammed Emin grubun toplanması için durdu. Gruba dönerek sesini biraz alçalttı; konuşurken, önemli bir emaneti teslim eden bir elçinin vakarına büründü. Biraz önceki rehber gitti, sanki onun yerine başka bir Muhammed Emin geldi:
"Şimdi göreceğiniz mushaf, Kur’an-ı Kerim’in en eski nüshalarından biridir. Rivayete göre, bizzat Halife Osman bin Affan’ın okuduğu ve şehit edildiği sırada önünde açık duran mushaf işte budur. Sayfalarında hâlâ kan izleri bulunduğu da yine bu rivayetler arasındadır.
Bu mushaf, İslam tarihinde yalnızca kutsal bir metin değil; aynı zamanda bir dönemin canlı şahididir. Sayfaları arasında sadece ayetler değil, sahabe devrinin titizliği ve ümmetin hafızası da gizlidir. Mürekkebin karanlığında, yüzyılların emek ve sadakati saklıdır.
Karşınızda duran bu kitap, yalnızca bir kitap değildir; 1400 yıllık bir bağlılığın, koruma bilincinin ve emanet anlayışının somut bir yansımasıdır.
Hz. Osman döneminde, hicrî 1. yüzyılda Kur’an-ı Kerim farklı lehçelerde okunmaya başlanınca, metin birliğini sağlamak amacıyla tek bir lehçe üzerinden, Kureyş lehçesiyle yazıya geçirilmiştir. Hazırlanan bu mushaflardan birkaç nüsha, dönemin önemli şehirlerine gönderilmiştir: Kufe, Basra, Şam, Mekke ve Medine…
Bugün Taşkent’te bulunan bu Mushaf o nüshaların çoğaltıldığı orijinal nüshadır. Rivayet böyledir. Elbette bu konuda teknik analizler hâlâ devam etmektedir. Bazı akademisyenler, karbon testleriyle; yazı stili ve mürekkep yapısı gibi detaylara bakarak incelemelerine devam etmektedirler. Ancak şunu açıkça söyleyebilirim: Orijinal veya değil, bir gerçek var ki, bu mushafın tarihî ve dinî değeri tartışmasızdır.
Mushaf, tarihsel süreçte Semerkand, Buhara ve Taşkent arasında dolaşmış; nihayetinde burada, özel koruma altında muhafaza edilmeye başlanmıştır. Sovyetler Birliği döneminde St. Petersburg’a götürülmüş, ancak 1989 yılında Taşkent’e iade edilmiştir.
Peki, bu mushaf buraya nasıl geldi? Bu, kendi başına uzun bir yolculuktur. İlk olarak Medine’de bulunduğu biliniyor. Daha sonra Abbasi halifeleri döneminde Bağdat’a, oradan da Orta Asya’ya taşındığı düşünülüyor.
Semerkand’a gelişiyle ilgili ise iki güçlü rivayet vardır. İlkine göre, 8. yüzyılda Arap kumandan Kuteybe bin Müslim, Maveraünnehir seferi sırasında mushafı beraberinde getirmiştir. Diğer rivayete göre ise, 13. yüzyıldaki Moğol istilaları sırasında mushaf korunmak için Semerkand’a taşınmıştır.”
Grup o sırada sessizliğe bürünmüştü; herkes dikkat kesilmiş, anlatılanları dinliyordu. Kısa bir duraksamanın ardından Muhammed Emin anlatımına devam etti:
“Timur’un bu mushafı koruduğu ya da saray koleksiyonuna aldığı kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Timur döneminde Kur’an nüshaları yalnızca kutsal metin olarak değil, aynı zamanda büyük bir kültürel ve siyasi değer olarak görülüyordu. Bu tür eserler, saray koleksiyonlarının en değerli parçaları arasında yer alıyordu.
Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde durum değişir. 1868 yılında Rus General Chernyaev, Taşkent’i işgal eder. Ardından mushaf, 1870’lerde Buhara üzerinden Rusya’ya götürülür. Bu sürecin baş aktörleri arasında Nikolay Ostroumov ve General Kaufman öne çıkar. Ne yazık ki bazı kaynaklar, mushafın taşınmasını açıkça "ganimet" olarak tanımlar.
Mushaf uzun yıllar St. Petersburg’daki İmparatorluk Kütüphanesi’nde saklanır. Fakat 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği, dinî sembollere karşı baskı politikaları yürütmeye başlar.
Bu dönemde camiler kapatılmış, dinî eğitim yasaklanmış ve kutsal metinler devletin sıkı denetimi altına alınmıştır. Kur’an gibi eserler, artık halkın ulaşamayacağı arşivlere kaldırılmıştır.
Bu süreçte Taşkent’teki yerel yöneticiler, mushafın iadesini talep eder. Sovyet yönetimi bu talebi kabul eder ve mushaf, yıllar sonra yeniden Orta Asya’ya döner. O günden bu yana, bu kutsal emanet Hazrati İmam Kompleksi’nde, özel bir cam fanus içinde korunmaktadır.”
İçeriye girdiğimizde mushaf, tüm ihtişamıyla karşımızda duruyordu. Kalın sayfaları ve kahverengiye çalan satırlarıyla sadece Kur’an ayetlerini değil, yüzyılların izini de taşıyordu. Cam fanusun ardındaki kelimeler hâlâ capcanlıydı. Ama benim aklım, o kelimelerin çevresinde dolaşan binlerce askerin, komutanın, hattatın, hâfızın ve arkeoloğun izlerindeydi.
Her bir sayfa sadece vahyi değil, tarihi de fısıldıyordu.
Grubun içinde hafif bir uğultu dolaştı. Bazıları başını eğdi, bazıları cam fanusa biraz daha yaklaştı. Odanın içinde bir sessizlik oluştu. Kalabalık vardı ama ses yoktu. Bedenler ayaktaydı, fakat ruhlar secdeye varmış gibiydi.
Her camide Kur’an vardır elbet, ama buradaki o Kur’an başkaydı. İçeri girer girmez, kendine çeki düzen vermesi gerektiğine inanıyor insan. Belki içerideki sessizliğin nedeni de buydu. Anlatması güç bir durum. Hissetmek gerek.
Fanusa yaklaştığımda, mushafın kenarındaki o kan lekesi dikkatimi çekti. Başında toplanan bir grup ziyaretçi fısıldaşıyordu. Kimi elini kalbine götürüyor, kimisi başını eğiyor ve gözlerini kısarak daha dikkatli bakıyordu.
Fotoğraf çekmek yasaktı. Ama ben Berlin’den gelmiştim. Böyle bir mushaf her yerde karşıma çıkmazdı.
Bir daha göremeyeceğim bu mushafı, fotoğraflamadan geçemem, dedim kendi kendime.
Deklanşöre bastım. Olacak olan oldu. Olan olacak olandı ama bir yandan da içimde hafif bir suçluluk hissi vardı...Olan olmuştu.
Kompleksten ayrılırken, taş duvarların ardında sadece tarih değil; hafıza, edep ve tevekkülün de saklı olduğunu düşündüm. Taşkent’in bu kutsal köşesi, dinin yalnızca bir ritüel değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğunu anlatıyordu. O cam fanusun karşısında bir an durup iç âlemime döndüm. İçimdeki o ses, kısık ama kararlı bir cümle fısıldadı kulağıma: “Bu sadece bir kitap değildir… Bütün kitaplar, bu kitabı anlamak için yazılmıştır.”
Ve sonra, savaşlar, istilalar, ganimetler, ideolojiler… Bu mushafın yüzyıllar boyunca kaç kez el değiştirdiğini düşündüm. Bir metnin, bir inancın, bir kültürün; siyaset, güç ve işgal tarafından nasıl araçsallaştırıldığını gösteren klasik bir örnekti bu. Ve tüm bunlara rağmen, hâlâ dimdik ayakta duran bir şahit vardı karşımda. Ve oradan ayrılırken kendi kendime sordum:
Modern dünyada biz bu sessizliği, bu derinliği ne kadar taşıyabiliyoruz?
Ya da şöyle sorayım: O mushafın kenarındaki kan lekesi kadar sahici ne kaldı hayatımızda?
Evet… O kutsal mushafın gölgesinden çıkarken, geçmişin bize bıraktığı bu ağır ama kıymetli mirası nasıl taşıyacağımızı bir kez daha düşünmeye başladım.
Çıkışta Muhammed Emin, zamanımız kısıtlı olduğu için ziyaret edemediğimiz İmam Buhari İslam Araştırmaları Merkezi hakkında kısa bir bilgilendirme yaptı:
“Burası yeni kuruldu, 2018 yılında açıldı. Sadece dinî araştırmalar değil, İslam medeniyetine dair el yazmalarının dijitalleştirilmesi de burada yürütülüyor. Genç araştırmacılar çalışıyor burada. Çoğu Arapça, Farsça ve Rusça biliyor; Türkçe bilenler de vardır.”
Sonra bize dönüp gülümsedi: “Bizde Türk ilim adamlarına hürmet büyüktür.”
O an, sadece bir bilgi almamıştık, aynı zamanda bir dostluk eli de uzatılmıştı bizim şahsımızda Türk milletine. Ne kadar derûnî bir dostluğun dışavurumuydu bu. Muhammed Emin’in o içten cümlesi, tarihten bugüne taşınan kardeşliğin küçük ama derin bir yankısıydı. O an anladım ki, ilim sadece kitaplarda değil; saygıda ve muhabbetle kurulan cümlelerde de yaşarmış meğer.
Geri Dönüş Yolu
Hazreti İmam’dan ayrıldığımızda güneş hâlâ tepemizdeydi. Ama ışığında artık bir kırılma vardı; renklerini yitirmiş bir vitray gibi solgun duruyordu gökyüzü. Akşam yaklaşmıştı.
Ayaklarımız, sanki bizi taşımaktan vazgeçmek üzereydi. Neredeyse yirmi saattir kahrımızı çekiyorlardı bir oraya bir buraya. Sabırları tükenmiş gibiydi. Daha ilk gündeyiz ama bir yanda jet lag, öte yanda on beş derecelik sıcaklık farkı. Berlin’den çıkıp gelmişiz, orada hava on dereceydi. Taşkent’te ise termometre yirmi beşi gösteriyordu.
Adımlar yavaşlamıştı. Güneş omuzlara bastıkça sessizlik artıyor, kimileri gölge arıyor, kimileri lavaboyu soruyordu. Şükrü Bey, yolun kenarındaki bir taşın üzerine çökmüş, sigarasını keyifle tüttürüyor; bir yandan da telefonuna gömülmüştü. “İş takibindeyim,” dedi bana.
Gezinin tadını çıkar, biraz uzaklaş işten, dedim ama sadece söylemiş oldum. İş beklemezdi. Şükrü Bey haklıydı.
Ben ise hafif bir telaş içindeydim. Gruptan üç kişi ortalarda yok dediler. “Gören oldu mu?” sorusu bana yönelince hem ileriye hem geriye baktım hemen arayanların arasına ben de katıldım. Meğer aranan bizmişiz. Grup rehber ile çıkışta sola dönerek yollarına devam etmişler. Biz is sağa dönmüşüz…
Yavuz, elindeki plastik şişedeki son suyu başına döker gibi içtikten sonra hafifçe tebessüm ederek:
“Hocam, bence kaybolan sizsiniz, biz değil,” dedi. Ceza ikinci günden itibaren kesileceği için bu günlük Yavuz’un elinden kurtulduk…
Biz de bulununca grup tamamlandı. Kimisi elinde dut torbasıyla, kimisi hâlâ dondurmasını yalayarak yürüyorduk o tozlu daracık sokaklarda otobüse doğru. Yol çalışmaları sürüyordu. Taşkent’in çarşılarına yakın bir sokaktan geçerken hava biraz serinledi. “Akşam oluyor,” dedim. “İyi ki oluyor,” diyenler oldu.
Şimdi otobüsteyiz. Akşam yemeğine gidiyoruz. Gözler yorgun, mideler sabırsız, zihinler ise hâlâ Hazreti İmam’da, fanusun ardındaki o Mushaf’ın sessizliğinde.
Taşkent'te İlk Sofra
Hedefimizde restoran var. Rehber Hüseyin menüyü açıkladı otobüste. Restoran otelin biraz uzağındaymış. Aydınlatma ideal, loş. Masalar hazırlanmış, keten örtüler, beyaz tabaklar, cam bardaklar… Garsonlar oldukça şık, restoranın girişine sıralanmışlar “hoş geldiz” diyorlar. Yüzleri gülüyor. Sanki her biri, bir turist grubu değil de önemli bir kişiyi karşılıyorlarmış gibi davranıyordu. Hoşumuza da gitmedi değil bu karşılama…
Masaya oturduk. İlk önce çay geldi. Özbek usulü böyleymiş. Önce çayla mide selamlanır, sonra yemeğe geçilirmiş. Yanında limon ve paketlenmiş toz şeker. Birazdan ortaya salatalar geldi: Domates, salatalık, mor soğan, maydanozla süslenmiş hafif sirkeli turşular. Benim favorim kırmızı pancar turşusu. Ardından, bugüne kadar içtiğim en ilginç çorba sofrada yerini aldı: Longan şorba. Et ile lezzetlendirilmiş, bol soğan, biraz patates, birkaç parça havuç. Hafif baharatlı ama içimi yumuşak. Kaşık tabaktan dönüp ağza doğru yol alınca günün yorgunluğu çantaya tıkılır gibi ortadan kayboluverdi.
Ama esas hikâye “mantı” ile başladı
Masaya buharda pişirildiği söylenen, iri ve kalın hamurlu mantılar geldi. Şekilli. Kıymalı, yoğun soğanlı ve kişnişli. Üstünde ne sos vardı ne salça, sadece doğallık. Yanında küçük bir tabakta yoğurt var. Yoğurda süzme diyorlar. Oldukça lezzetli, annemin kese yoğurduna benziyor. Ben ilave süzme istedim. Mantı da hoşuma gitti. Alışık olmadığım bir tattı ama severek yedim. Hamuru kalındı ama pişmişti. Soğanı baskındı ama dengeliydi. Kişnişi seviyorsanız, farklı ve lezzetli bir tat. Ama arkadaşların çoğu çatalı bırakıverdiler tabağın kenarına. Kimisi “soğanı çok” ve pişmemiş diye, kimisi de “bu kişniş nedir abi” diye tepkisini koydu. Anlayışla karşıladım. Damak tadı dediğin şey millîdir elbet. Ama ben farklı düşünüyorum: Madem başka bir ülkedesin, önce ağzını o ülke halkının damak tadına teslim etmen gerekmez mi? Onların mutfağını tanımadan geriye geldiğinde komşularına, seni ziyarete gelenlere ne anlatacaksın?
Yavuz, çatalı tabağın kenarına bıraktı, hafifçe yüzünü buruşturdu:
— “Bu ne biçim mantı hocam? Hamuru yastık gibi, içi çimen gibi. Bizim Kayseri mantısı nerde bu mantı nerde. Kıyas bile yapılmamalı.”
Masadakiler gülüştüler, haklısın başkan diyenler oldu.
Rehber Muhammed Emin hemen açıklama getirdi:
— “Yavuz bey o çimen dediğin, kişniş, buranın kutsal otudur o. Hem otobüste ‘yerel lezzetler deneyeceğim’ dememiş miydin sen?”
Yavuz hemen savunmaya geçti:
“Deneyeyim dedim ama mantı beni denedi resmen! Soğan megafonla bağırıyor, kişniş arka fonda kendi konserini veriyor. Ağzımda tat değil, iç savaş var!”
Gülüşmeler sürerken, garsonlardan biri herhalde durumu anladı, çekinerek yaklaştı rehber Muhammed’e, Muhammed, durumu tatlıya bağladı. “Her şey çok güzel, sadece damaklar farklı.” Garson gülümsedi, anlayışla başını salladı ve çekildi. Çekildi çekilmesine de mantılar uçlarından biraz ısırılmış vaziyette tabaklarda duruyordu.
Tam o anda, masanın en sessizlerinden biri olan Fatma Mıdık başını yavaşça kaldırdı:
— “Ben hepsini yedim. Çocukluğumda babaannem kişniş koyardı yemeklere. Benim için sürpriz oldu. Hem gezilerde ayrı tatları denemek lazımdır. Fatma hep böyledir, zevahiri kurtarmakta üstüne yoktur…
Yemekten sonra, tekrar çay geldi. Bu sefer yanında kek gibi bir tatlı var. Hafif, sade ve yerel. Masada artık konuşmalar başlamıştı. Sabah birbirine yabancı olanlar şimdi birbirinin bardağını uzatıyor, “çayın limonlusu mu güzel, sadesi mi?” diye tartışıyorlardı. Kaynaşma başlamıştı. Kahkaha sesleri havada uçuşuyordu.
“Sofra sadece açlığı değil, mesafeyi de azaltırmış” derler. Doğru tespit. Birlikte yemek yeme, birlikte yürümekten daha birleştiriciymiş. Tecrübe ile sabit. O akşam bizler, sofrada birbirimizle yoldaş oluverdik. Gezi amacına ulaşıyordu. İstediğimiz de bu değil miydi?...
Otele döndüğümüzde keyifli bir şekilde odalarımıza çekildik. Bütün gün koşuşturmadan sonra rahatlamaya herkesin ihtiyacı vardı.
Sonraki gün, yeni keşifler ve daha fazla yürüyüş bizleri bekliyordu. Sabah erken kalkmamız gerektiğini bilerek, duşumuzu aldık ve hemen yatağa girdik.
Devam edecek
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)