9 Mart 2022 Çarşamba

BATI TRAKYA TÜRKLERİ KENDİLERİNE UZANACAK VEFALI BİR DOST ELİ BEKLİYOR

Rahim Ramazanoğlu iki seneden beri, beni Gümülcine’ye götürmeyi arzuluyordu. Bugün yarın derken hadi bakalım gidelim dedim(06.10.2020) Gümülcine’ye bağlı Kiraz Köyü’nde bir cami yapmışlar. O caminin açılış programı olacakmış, hem orada cuma günü bir konuşma yapar hutbeyi okur, hem de Cuma namazını kıldırabilirmişim. Sonra da ilahiler okumam gerekiyormuş, halkın isteğiymiş bunlar. Yunan Havayolları uçmuyormuş koronodan dolayı, Yunanistan’a. İrlanda kökenli bir şirket uçuyormuş. Ryan Air. Uçak biletlerine uyguladığı düşük fiyat politikalarıyla popüler olan bir havayolu şirketi. Saat 21:00 de Selanik’teyim. Dışarı da Rahmi Ramazanoğlu bekliyormuş oğluyla birlikte beni. Selanik Gümülcine yolculuğunun üç saat süreceğini söylediler. Gümülcine’ye muhtemelen 12:00 de varacağız. Bir saat gecikmeyle Rahmi kardeşin köyüne geldik, 01:00. Bolatlı köyü. Metruk bir ev önünde bahçesi var. Bütün aile 74 Kıbrıs savaşından sonra Türkiye’ye iltica etmişler. Bir dokundum bin ah işittim Rahmi Ramazanoğlu’ndan. Kardeşleri, annesi ve babası, onlar Bursa’ya göçmüşler. Sohbet edecek daha çok zamanımız vardı. Yol yorgunluğundan dolayı hemen istirahata çekildik. Bulatköy’den Gümülcine arabayla 15 dakika. Sabah kasabaya indik ve kasabanın ileri gelenleriyle tanıştık. Önce Gümülcine Türk Gençler Birliği. Halk dışarda bahçede oturmuş sohbet ediyor. Genişçe bir bahçesi var Birliğin. Rahmi kardeş beni oraya bıraktı ve gitti. Resmi dairelerde işleri varmış, onları gelmişken bitirmesi gerekiyormuş. Ben önce büroya gittim ve kendimi tanıttım. Sekretere Berlin’den geliyorum, gazeteciyim, Batı Trakya hakkında başkan beyle röportaj yapacağım dedim. Sekreter beni, başkanın şu anda yerinde olmadığını söyleyerek nazik bir şekilde bahçeye çay içmeye davet etti. Başkan gelince beni haberdar edecekti. 15 dakika kadar sonra sakallı birisi yanıma geldi. Gazeteci olduğunu ve benimle kendisinin ilgileneceğini söyledi. İlhan Tahsin. BİRLİK Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve aynı zamanda Avrupa Gazeteciler Derneği (AVGADER) Yunanistan Temsilcisi. Başladı İlhan Tahsin beni sorgulamaya; Gümülcine’ye niçin gelmiştim, kimleri tanıyordum Gümülcine’de, ne kadar kalacaktım. Nereden geliyordum v.s... Kim olduğumu anlamaya çalışıyordu. Sorulara rahatlıkla cevap verdim. Pervin Hayrullah’ın ismini verdim, ortak tanıdığımız olan Veysel Filiz’den ona selam getirdiğimi söyledim. Hemen Pervin Hanımı aradı. Biz çay içerken Pervin Hanım geldi. Zaten bürosu oraya çok yakınmış. Rahatladık. İlhan Tahsin de rahatladı ben de. Sorgulanmaktan sıkılmaya başlamıştım zaten. Çay bahçesindeki sohbetimiz sona erdi. İlhan Tahsin ile ertesi gün röportaj için sözleştik ve ayrıldık. Beni Pervin Hanım sahiplendi. Bürosuna geçtik. ‘Batı Trakya Azınlığı Kültür ve Eğitim Şirketi (BAKEŞ).’ Şirketin başkanıyla tanıştırdı. Dr. Hüseyin Bostancı. İlahiyat mezunu. Başkan da İlahiyat mezunu olduğu için uzunca bir sohbet ettik. Aslın da o da beni sorguluyor gibiydi. Din anlayışımı öğrenmeye çalışıyordu. Yanımda getirdiğim Mocca Dergisi’ni verdim ona. Şöyle bir baktı, evde okuyacağını söyledi. Ertesi günü için Pervin Hanım Gümülcine Seçilmiş Müftüsü İbrahim Şerif ile röportaj için randevu yaptı. Sonrasında Dostluk ve Eşitlik Partisi (DEB) Genel Başkanı Çiğdem Asafoğlu’yla röportaj yapacaktım. Yunanistan’da mesai 14:00 te bittiği için randevuları ayarlamak için zaman sıkıntısı çekiyorduk. Bir günde üç röportaj. Saat 14:00 e kadar bitecek. Saat 14:00 ten sonrası serbest zaman. Akşama kadar. Sokakları ve çarşıyı dolaşmak için geniş bir zaman. Zaman bol ama, yemek yiyecek oturup çay içebilecek yer sayısı oldukça az. Saat 14 te biten sadece mesai değil, dükkanlar ve lokantalar da saat 14 te kapanıyor. Ertesi günü verilen saate seçilmiş müftü İbrahim Şerif ile buluştuk 12:00 de İlhan Tahsin ile buluşacağım. Dostluk ve Eşitlik Partisi (DEB) öbür güne kaldı. Müftü İbrahim Şerif Müftü İbrahim Şerif 1951 yılında Gümülcine’ye bağlı Hasköy’de doğmuş. İlkokulu Hasköy’de, ortaokul ve liseyi Konya İmam Hatip Lisesinde okumuş. 1978 de Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun olmuş. Sonra Batı Trakya’ya dönmüş. Müftü İbrahim Şerif’in hikayesi şöyle: “Ben Batı Trakya’ya dönünce Gümülcine Müftülüğü’ne bağlı olarak, vaaz ve irşat faaliyetlerine başladım. 2004-2008 yılları arasında Batı Trakya Türk Azınlığı’nın en yüksek kurumu olan “Batı Trakya Türk Azınlığı Danışma Kurulu” başkanlığına seçildim. Azınlığa “Türk” diye hitap ettiğimden dolayı 18 ay hapse mahkûm edildim ve Selanik Diyavata hapishanesine gönderildim. İki buçuk ay kadar hapiste kaldım. Türkler, Yunanistan’da çoğunluk olan ve Yunanca konuşan Rum Hristiyan kültürü içinde, Türkçe konuşan, kültürünü, geleneğini korumaya gayret eden ve cami etrafında bir hayat tarzı kurarak yaşamaya çalışan bir azınlıktır. Statüleri böyledir. 1912 Balkan Savaşları ile bütün Balkan Yarımadası Osmanlı’nın elinden çıktığı zaman, Batı Trakya’ da Osmanlı’nın elinden çıkmıştır. O devrin yöneticileri 1913 yılında Atina’da Yunanistan’a kalan topraklar üzerinde yaşayan Müslüman Türklerin statüsünü belirleyen bir antlaşma yapmıştır. Bu antlaşmaya “1913 Atina Antlaşması” denilmektedir. Yine aynı şekilde Bulgaristan’a bırakılan topraklar üzerinde kalan Müslümanlar için de 1913 yılında İstanbul’da bir antlaşma yapılmıştır. Bu antlaşmaya da “1913 İstanbul Antlaşması” denilmiştir. 1923 yılında mübadele yapılmıştır. Mübadelede Anadolu’daki 1 milyon Yunanlı Yunanistan’a getirilmiştir. Yunanistan’daki 800 bin Türk de Anadolu’ya göç ettirilmiştir. Karasu ırmağının öbür tarafı özellikle boşaltılmıştır. Karasu ırmağının bu tarafındakiler de İstanbul’da kalan Rumlar karşılığında Yunanistan’da bırakılmıştır. Batı Trakya Türkleri işte bunlardır. Bu antlaşmalara göre buralardaki Müslüman Türklerin dinî özerkliği, tüzel kişiliği tescil edilmiştir. Dolayısıyla Batı Trakya’da yaşayan Müslüman Türklerin, kendi dinlerini yaşayabilecekleri, kendi dillerini konuşabilecekleri, kendi kültürlerini koruyabilecekleri, kendi okullarını açabilecekleri bu antlaşmayla garanti altına alınmıştır. Osmanlı’da azınlık hakları çerçevesinde Patrik nasıl seçiliyorsa, Yunanistan’da da Türk azınlık Müftülerini öyle seçecektir. Hakeza Baş Müftü de aynı şekilde seçilecektir. Müftüler de kendi aralarında Baş Müftüyü seçeceklerdir. Antlaşma da böyle yazıyor. Evlenmeler, boşanmalar, nafaka, vasi tayini, Baş Müftü’nün onayından geçecektir. Bu antlaşmalara rağmen Yunanistan’da hiçbir zaman Baş Müftü seçilememiştir. Azınlıklar kendi imamlarını ve öğretmenlerini de ihtiyaç oranında kendileri yetiştirecektir. Yunan devleti antlaşmaları çiğnemiş ve hiçbir zaman bütün bunlara müsaade etmemiştir. Bu konularda Türkleri baskılamıştır. Hatta öteden beri var olan imam ve öğretmen yetiştiren Medreselerimizi düz liseye çevirmiş din adamı yetiştirme hakkımızı elimizden almıştır. Bir bakıma kapatmıştır. Yunanistan Azınlık haklarını garanti altına alan antlaşmalara rağmen, yeni bir yasa çıkarmıştır buna “240 İmam Yasası” denilmektedir. Yunanistan bu yasaya göre camilerimize din adamlarını kendi atayacaktır. Yani bir bakıma din adamları Yunanistan devletinin maaşlı memurları olacaktır. Yunanistan’da ll. dünya savaşından sonra 10 yılda bir ihtilal oluyor. Her ihtilalden sonra çıkarılan yasalarla Azınlık hakları tırpanlanıyor. Sanki ihtilaller azınlık haklarını tırpanlamak için yapılıyor. Vakıf malları, eğitim hakları, müftü seçimi ile ilgili düzenlemeler 10 yılda bir yeniden yapılıyor. Kazanılmış haklar görmezden gelinerek yapılıyor bu düzenlemeler. 1949’da Gümülcine’nin seçim ile göreve gelmiş olan son Müftüsü Mustafa Hüseyin’dir. 1985 yılında o vefat etti ve müftülük makamı tartışmalı hale geldi. Yunan hükümeti, Batı Trakyalıların dinî liderini yani müftüyü uluslararası (Atina ve Lozan) antlaşmaların hilafına kendisi atamaya başladı. Ancak halk atanmış müftüye itibar etmedi, zorunlu olarak evlenme, boşanma işlerini onunla yapsalar da onu dinî bir lider olarak değil bir devlet memuru olarak gördüler. Bununla beraber azınlığın önde gelenleri Müftü seçimi yapılması için yönetim nezdinde girişimlerde bulundular. Beş yıl süresince isteklerinin sonucunu beklediler. Cevap alamayınca dönemin bağımsız milletvekili rahmetli Dr. Sadık Ahmet Rodop vilayetindeki 120 caminin imam ve hatiplerinin katıldığı bir kongre düzenledi. 28 Aralık 1990 cuma günü camilerde müftü seçimi yapıldı. Bu seçim sonrası halkımızın % 90 oylarını alarak müftü seçildim. Müftü seçildikten sonra “makam gaspı” gerekçesiyle 9 ay hapse mahkûm edildim. Mahkeme süreci yıllar sürdü; sonuçta alınan kararı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) götürdüm. Yunan devleti haksız bulundu ve 10.000 dolar para cezası ödemesi kararlaştırıldı. Bu olaydan sonra Batı Trakya’da çift başlı diyebileceğimiz müftülük müessesesi doğdu. Şu anda Yunanistan Batı Trakya’da, antlaşmalara ve yöneticilerin verdiği taahhütlere uymayarak Meriç (Evros), Gümülcine ve İskeçe’ye birer müftü atadı. Bu müftüleri halkın büyük bir çoğunluğu kabul etmemektedir. Bir Gümülcine ve bir de İskeçe’de olmak üzere halk tarafından seçilmiş iki müftü bulunmaktadır. Bunları da Yunan devleti resmi olarak tanımamaktadır. Bizler Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan antlaşmalarla Yunanistan’da bırakılmış uluslararası bir azınlığız. İki ülke arasında yapılan antlaşmalar ve kültür protokolleri çerçevesinde kendi dini ve milli kültürümüzü yaşatmak ve yaşamak istiyoruz. O tarihlerde azınlıklara ait 303 ilkokul vardı. 1949 da Medrese-i Hayriyye, görevi öğretmen ve imam yetişmek iken, amacı dışına çıkarılıyor ve aynen Celal Bayar Lisesi konumuna dönüştürülüyor. Kendi öğretmenini ve imamını yetiştiremeyen Azınlık bu ihtiyaçlarını Türkiye’ye veya Mısır’a öğrenci göndererek kapatmaya çalışıyor. Daha sonra da Suudi Arabistan’a göndererek açığı kapatıyor. Batı Trakya’da 300 civarında camimiz var. Buralarda istihdam edilecek imamlar ve öğretmeleri maalesef kendimiz yetiştiremiyoruz. Azınlıklar üzerinde oynanan oyunlardan dolayı insanımız Yunanistan’ı terkediyor. İş yok, aş yok, eğitim yok ve gelecek de yok. Yunanistan’da Azınlık gettoda yaşamaya mahkûm edildi. Eğitimde fırsat eşitliği yok. İstediğimiz kimseyi seçme hakkımız yok, yapılan yeni düzenlemelerle seçilme hakkımızda elimizden alındı. Ben seçilmiş Müftüyüm. Beni halk seçti. Halkın ihtiyacı olan konularda onların yanında olmam gerekiyor. Halk beni etkinliklerine ve özel günlerine davet ediyor. Müftü olarak resmi kıyafetimle oraya gitmem gerekiyor. Yunan devleti, “Niçin sarık taktın, niçin sünnet merasimlerine katıldın ve bu merasimleri destekledin, niçin mevlid okudun-okuttun niçin cübbe giydin” diye hakkımda soruşturma açtı. Atanmış Müftü varken sen bunları niçin yaptın? diye mahkûm ettiler. Yunanistan’da Azınlık hakları gasp edildiği gibi, halk arasına fitne sokmak için, Türkler, Çingeneler ve Pomaklar ayırımı da yapıyorlar. Halkları birbirlerine düşürmek istiyorlar. “Yunanistan’da Azınlık yoktur, Yunanlı Müslümanlar vardır” diye propaganda yapıyorlar. Dünya kamuoyu bu şekilde kandırılıyor.” İlhan Tahsin/Gazeteci İlhan Tahsin, Birlik Gazetesi’nin sahibi ve genel yayın yönetmeni. İlhan Tahsin oldukça dertli bir gazeteci. Dar imkanlarla çalışıyormuş ve haksızlıklara karşı yer yer tek başına mücadele ediyormuş. Sırf bu yüzden başına gelmeyen kalmamış. Arabasını bile kundaklamışlar. Sözü İlhan Tahsin’e bırakalım: Edirne Salnamesi’nde yazıldığı üzere, “Bütün Yunanistan’da 6.800 tane Osmanlı’dan kalma Vakıf eseri vardır. Evliya Çelebi de bu eserlerden bahseder. Bizzat ben de elimde makinamla bu eserleri yerlerinde tespit ettim. 3 kişi çalıştık ve 5 sene içinde bu çalışmayı tamamladık. Neden bu kadar uzadı diye soracak olusanız yunanistan bu konuda çalışmaya müsade etmiyor. İzin alın diyor, izin almak için müracaat ediyoruz, bu seferde izin vermemek için binbir bahane ileri sürüyor ve birtürlü izin vermiyor. Ben izin alamayınca çalışmalarımı yaz aylarında bir bakıma turist gibi gezerek yaptım. Bu çalışmayı Gazi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mehmet Zeki İbrahimgil ile birlikte yaptık. İbrahimgil Balkanlar ve Yunanistan üzerine çalışmalar yapmaktadır. Osmanlı, Rodop-Gümülcine ilinde yaşayan Türkler için bırakmıştır bu Vakıf mallarını. Yunanistan genelinde osmanlı eserleriyle ilgili 170.000 tane fotoğraf var elimde. Vakıf mallarının hepsi tarafımızdan kayıt altına alınmıştır. Ben Türk asıllı bir Yunanistan vatandaşıyım. Yunanistan benim ülkemdir. Yunanistan özellikle bu eserleri yok etmek için zaman içinde ve belirli aralıklarla şehir planlaması yapmıştır. Osmanlı eserlerinin olduğu yerlere ya park yapılmıştır, ya okul yapılmıştır, veya adliye binası yapılmıştır. Bilinçli olarak bu Vakıf mallarının çoğu yok edilmiştir. Hâlâ yok edilmektedir. Yok edilmeyenler de amacına uygun olarak kullanılmamaktadır. Oysa 1920-1922 de yapılan mübadelede bu Vakıf malları sahibine verilmek için Yunanistan’a emanet edilmiştir. Bu vakıfların sahibi Türklerdir. Ethniki Bank Yunanistan’ın en büyük bankasıdır. Ethniki Arapoğlu sülalesinin bankası olarak geçer. Yunanistan’ın bazı bölgelerinde bu bankanın elinde Vakıf mallarının olduğu söyleniyor ve bunları kiraya verdiği de biliniyor. Bunlar Vakıf mallarıdır. Bu malları banka nereden almıştır, kimden almıştır sorgulanmalıdır, gerçeklik payı araştırılmalıdır. Türkiye Rum azınlık mallarınının neredeyse büyük bölümünü iade etti. Yunanistan da mütekabiliyet ilkesine göre iade etmek zorundadır. Benim bu çalışmalarımdan rahatsız olanlar oldu, arabamı kundakladılar, 4 yıl geçti suçlular hala yakalanmadı. Selim İsa Gümülcine’de, Gümülcine Vakıflar İdaresi’ne seçim yapılmadan Yunanistan tarafından keyfi denilebilecek bir uygulamayla başkan tayin edildi. Yunan devletinin böyle bir yetkisi yoktur. Yaptığı yasal değildir. Hak gaspı vardır burada. Vakıf malları Osmanlıdan bize miras kalmıştır. Azınlığın taşınmaz mallarıdır bunlar. Vakıfların gelirleriyle okullar yapılacaktır, camiler yapılacaktır, öğretmenler yetiştirilecektir, imamlar yetiştirilecektir ve onların maaşları buradan ödenecektir. Lozanı çiğniyorlar. Medrese-i Hayriyye, öğretmen ve imam yetiştirmek için kurulmuştur. Bu Medreseyi maalesef düz liseye çevirmişlerdir. Köy mütevelli heyeti, öğretmenler ile ve ilahiyatçılarla sözleşme yaparak onları göreve alırlar iken bu uygulama feshedilmiştir. Vakıflar borçlandırılıyor. Gümülcine Vakıf İdaresi’ne 3,5 milyon Euro borç çıkarıldı. Vakıf mallarını haczetmek için fırsat kollanıyor. Bazı taşınmaz mallar da geçmişte haczedilmişti. Yeni bir komisyon kuruldu. Başbakan Kiriakos Miçotakis’in emriyle “Partiler Arası Trakya Kalkınma Komisyonu”. Başında eski Dışişleri Bakanı bayan Dora Bakoyanni var. Bu komisyon sözde Azınlığın taleplerini dinliyor, topluyor ama neticede azınlığın esas sorunlarına hiç değinmiyor. Sadece ve sürekli biçimde Batı Trakya’nın eşit olarak kalkınmasından bahsediyorlar. Buna benzer komisyon geçmişte de kurulmuştu. Amaç oyalamaktan başka birşey değildir. Bizler Yunanistan vatandaşıyız, yasalara saygılıyız, vergimizi veriyoruz ve Yunanistan’ı seviyoruz. Burası bizim, için yabancı bir ülke değildir. Kendi ülkemizdir. Ama malesef bir Yunanlı ile aynı muameleyi aynı hizmeti alamıyoruz. Bakın bakalım kaç tane devlet memuru var azınlıktan. Sözde Avrupa vatandaşıyız ama Avrupalı yetkililer bir defa olsun burada yaşayan azınlığın yaşam şartlarını görmek için Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesine gelme zahmetine bile girmediler. Bu Avrupa Birliği iki fitesli bir Avrupa birliği. Çıkara göre insan hakları, ağıza göre şerbet. Son olarak biz Avrupa değerlerine, insan haklarına, toplumların kendilerini ifade etmelerine saygılıyız. Ama aynı saygıyı diğer Avrupalılar’dan da bekliyoruz. Sedat Hasan Gümülcine Türk Gençler Birliği (GTGB) Başkanıyım. Uludağ Üniversitesinde sınıf öğretmenliği okudum. Cahit Halil de derneğin sekreteridir. Batı Trakya’da derneklerimizin ve camilerimizin tanınması için Türk ismi yazılamıyor, yasaktır. 1983 yılında bir gece baskınıyla tabelalar söküldü. Tabelaların söküldüğü yerleri sıvamadık, öylece bıraktık. Demokrartik olduğu söylenen bir ülkede sivil toplum örgütlerine karşı alınan faşistçe tavırlar bunlar, gelecek nesillere ibret olsun diye öylece bıraktık. Derneğimiz bir yönüyle vatandaşlarımızın buluşma yeridir. Derneğimiz faaliyetlerini gayri resmi olarak sürdürüyor. Buna rağmen seçim zamanlarında her parti buraya gelir propagandasını yapar oy ister ve gider. Derneğimizde çocuklarımıza, gençlerimize; resim, ebru, müzik, folklör ve seramik kursları verilir. Derneğimizin salonunda zaman zaman konferanslar ve seminerler verilir. Bizler yüksek derecede Yunaca konuşamıyoruz. Temel eğitimin içine yeteri kadar Yunanca dersi konmamıştır, ders öğretmenleri de alışveriş dili dışında başka birşey öğretmiyorlar, çoğu zaman da dersler boş geçiyor. Türklere Yunanca özellikle öğretilmez. Evet, Yunanca dersleri vardır Türk okullarında, biz ona ‘Yunanca öğretmeme’ dersi diyoruz. Azınlık Yunanca öğrenirse haklarını ararlar diye korkuyorlar. Kendi çabalarımızla öğrenmeye çalışıyoruz onu da engelliyorlar. Özel kurslar açalım desek öğretmen bulamıyoruz, öğretmenler korkularından bizimle irtibat kuramıyorlar. Bizim derneklerimize gelmiyorlar veya gelemiyorlar. Son zamanlarda Yunan üniversitelerini bitiren arkadaşlarımızdan istifade ederek Yunanca öğrenmeye çalışıyoruz. Narlıköy Kemer Köprüsü Röportajlardan sonra vaktimiz çok kalıyor. Bu boşluktan istifade ederek, biraz da Batı Trakya’yı tanımak istedim. Narlıköy Kemer köprüsüne gittik. Ramazan Abdurrahman, Rahim Ramazanoğlu ve oğlu ile. Narlıköy’den (Poliantos) Yassıköye giderken bir tabela var. Bizans Köprüsü yazıyor tabelada. Gazeteci İlhan Tahsin’in anlattığına göre 400 senelik Osmanlı eserleri bilinçli olarak yok ediliyormuş. Yokedilemeyenlerin ise adı değiştirilirmiş. Bizans eseri olarak kayıtlara geçirilirlermiş o eserler. Narlıköy Kemer Köprüsü de o eserlerden birisiymiş. Uluslar arası araştırmacılar, bu köprünün Osmanlı yapısı olduğu hakkında hemfikirlermiş. İki kemerli taş köprü. Araştırmacılara göre, köprünün mimari ögelerinden Osmanlı Köprüsü olduğu kesin olarak anlaşılıyormuş. Yunanlılar Batı Trakya’da Türk varlığının kökünü kazımak için bütün güçleriyle çalışıyorlarmış. Osmanlı eserlerinin köküne zaten kibrit suyu dökmüşler. Camileri yıkıp yerine park yapmışlar, devlet dairesi yapmışlar. Büyük Müsellimköyü Müzesi Sonrasında B.Müsellim köyüne gittik. O köye küçük bir müze kurulmuş. Ramazan Abdurrahman’ın gayretiyle kurulmuş bu müze. Kendisi doktor. Emeklikilikten sonra kendisini Batı Trakya’ya adamış. Araştırmalar yapıyor, müzeler kuruyor, gücü nispetinde sivil toplum kuruluşlarında yer alıyor. Bazı eski belgeler ve kitaplar bu müzede sergileniyor. Çalışan olmadığı için ve yer de müsaid olmayınca, bu çalışmaların üstesinden gelmek o kadar kolay değil. Ramazan Abdurrahman topladığı eserleri orta yere yığmış, eserlerin üzerlerine kimliklerini ancak yazabilmiş. Nizam ve intizam yok. Belirli bir düzene göre yerleştirilmemiş eserler. Raf yapılacak para bulamıyorlarmış. Anlaşılan vatandaş her yerde olduğu gibi orada da elini cebine atmıyor. Bu işleri 3-5 inanmış kişi yapıyor. Dünya nimetleri insanlar için her yerde çok tatlı... Dostluk, Eşitlik ve Barış Partisi Dostluk Eşitlik ve Barış (DEB) Partisi Genel Başkanı Çiğdem Asafoğlu. 1987 Gümülcine doğumlu. Yunanistan’da Felsefe ve Pedegoji okumuş. 2019 yılında parti genel başkanlığına seçilmiş. Asafoğlu oldukça dertli. Uygulanan yüzde 3’lük seçim barajı nedeniyle Parlamentoya giremeyeceklerini bile bile siyaset yapmaya çalışıyorlarmış. Siyaseti de zor şartlarda yapıyorlarmış. Buna rağmen durmak yok sloganıyla yola çıkmışlar. Meriç, İskeçe ve Gümülcine de teşkilatlanmışlar. FA Avrupa Hür İttifakına bağlı olarak çalışıyorlar. Sözü Asafoğlu’na bırakalım: “Yunanistan’da koalisyon yapabileceğimiz duyarlı partiler var. Onlarla ittifak yaparsak ancak parlamentoya girebiliriz. Yoksa giremeyiz. Çünkü % 3 baraj var. Tek başımıza parlamentoya girme şansımız yok. Yeşillerle ittifak halindeyiz. Bölgenin ağırlıklı olarak geçim kaynağı tütün, pamuk ve kiraz. Vatandaşlar işsiz olduğu için bol bol göç veriyoruz. İşsizlik ve Eğitim en büyük sorunumuz. Birkaç sene öncesine kadar (1997), Yunan üniversitelerine alınmıyorduk. Türkiye’de ve başka ülkelerde üniversite okuyorduk. Üniversiteden sonra ülkemize döndüğümüzde denklik istediklerinden dolayı burada görev yapma şansımız da olmuyordu. Çünkü, denkliği yapmıyorlardı. Şu anda binde 5 üniversite kontenjanı verdiler Türk çocuklarına. Ancak bir fakülteye aynı senede bir Türk öğrenci alınıyor. İkincisi alınmıyor. İlkokullarımız kapanıyor. Lozan Anlaşması’na göre tek öğrenci de olsa azınlık okulları kapatılamaz. Oysa öğrenci sayısı sekiz öğrenciye düşünce hemen kapatıyorlar. Bir daha açılmıyor, öğrenci sayısı yükselse de açılmıyor. İşsizliğe paralel olarak, doğum oranı da çok düşük. Nüfusumuz çoğalmıyor azalıyor. Bu durumda zorunlu göçler başlıyor. Ulusal kanallarda parti propagandası yapamıyoruz. Ancak sosyal medya ve broşürler ile partimizi tanıtabiliyoruz. Terörist muamelesi yapıyorlar bize. Avrupa Birliği fonlarından Türkler çok az yararlanabiliyor. Bilhassa tarım işçisine yapılan destekler çok az. Türkler tarım işleriyle uğraştığına göre, onlara yapılan desteğin az olması dikkat çekicidir. Ya Avrupa Birliği tarım desteği olarak az para veriyor ya da tarım için yapılan destekler Türklere yeteri kadar ulaştırılmıyor... 1967 de Albaylar cuntasından sonra haklarımız oldukça kısıtlandı. Sivil toplum kuruluşları sıkı denetim altına alındı. Rodop ilinde sadece üç dernek var. Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği (BTTÖB), Gümülcine Türk Gençler Birliği (GTGB) ve İskeçe Türk Birliği (İTB). Yunan Devleti nezdinde, Batı Trakya’da resmi olarak Türk yoktur, Yunanlı Müslümanlar vardır. Onlara göre bizler Türk değil, Büyük İskender’in torunlarıymışız, Önce Hristiyan olmuşuz, sonrada Osmanlı gelmiş bizleri Müslümanlaştırmış. Yunanistan Avrupa Birliği’ne girdikten sonra haklarımız konusunda bir iyileşme olacak diye düşünüyorduk. Maalesef öyle olmadı. Haklarımız daha da kısıtlandı. Demokrasi her fırsattta, her platformda dile getirilir ama o demokrasi nasıl birşeydir biz onunla henüz tanışamadık. Bizler Yununistan’ın kurucu unsuru olan bir milletiz (1821). Ancak vatandaşlık haklarından maalesef istifade edemiyoruz. Müftü ve vaizler atama usulüyle yapılıyor. Atina ve Lozan Antlaşmalarına muhalefet ediliyor. Atanmış müftünün iradesi olmaz, özgür değildir. Atayan kişinin iradesiyle hareket eder. Son zamanlarda burada üniversite mezunu arkadaşlarımız çoğaldı. Çoğu Yunanistan dışında üniversiteyi okuyarak buraya geldiler. Az sayıda da olsa Yunanistan üniversitelerinden mezun olan arkadaşlarımız da var. Bu arkadaşlarımız her platformda haklarımızı savunmmaya başladılar, ancak Yunanistan’ın Türk’e karşı bir refleksi olduğu için sesimiz duyulmuyor. Hep sansürleniyoruz. Sürekli birşeyler dayatılıyor. Tamam şimdi haklarımızın önü açıldı diyoruz, yarın başka bir şey çıkartılıyor ve o kapı kapatılıyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen yolumuzda yürüyoruz. Haklarımızın peşindeyiz. Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği (BTAYTD) İlhan Memet İlhan Memet, 1982 yılında Gümülcine’de doğmuş. Üniversiteyi Yunanistan’da okuyanlardan. Aristoteles Üniversitesinde hukuk okumuş, Avukatlık yapıyor. Sözü İlhan Memet’e bırakalım: “Azınlığın sorunlarına bilimsel açıdan katkı sağlıyoruz. Konferanslar, sempozyumlar düzenliyouz. Bütün dünya ülkelerinden ihtiyacımız olan konularda bilim adamı davet ediyoruz. Sonrasında sunulan tebliğleri kitaplaştırıp Yunan makamlarına ve ihtiyaç duyulan başka yerlere gönderiyoruz. Halkımızı her konuda bilhassa bilinçli bir şekilde tarım yapmaları konusunda aydınlatıyoruz. 1220 üyemiz var. Üyelerimiz halkımızın ihtiyacı olan konularda onlara yardımcı oluyorlar. İki dilde broşürler çıkarıyoruz. Burada yüksek lisans yapan gençlerimiz var ama doktora için başka ülkelere gidiyoruz. Burada doktora yapma şansımız şimdilik yok. Bu konuda çalışmalar yapıyoruz, inşallah bu hakkımızı da alabileceğimize inanıyoruz. Halkımıza mesleki rehberlik yapıyoruz. Öğrencilerimize okul sonrasında ders yardımı yapıyoruz. Kimse bizlere haklarımızı elde etmemiz için altın tepside imkan sunmayacak, bunu biliyoruz. Bu bilinçle yolumuza devam ediyoruz. İskeçe Türk Birliği Başkanı ve Gündem Gazetesi Yazarı Ozan Ahmetoğlu “Batı Trakya Türkleri özgürlük nedir onunla henüz tanışmadılar. Ortalıkta dolaşan, resmi makamlar tarafından uluslararası platformlarda anlatılan özgürlüklerden bizler haberdar değiliz. Azınlık hakları konusunda yazmaz isek, basın özgürlüğü var. Yasayı çiğneyenler, azınlıkların yasal haklarını gaspedenler veya Türkleri aşağılayanlar ile ilgili yazarsak, hemen soruşturma açılıyor. Adil olmayan mahkemeler tarafından yargılanıyor ve mahkûm ediliyoruz. Mesela bir öğretmeni yanlış yaptığı için eleştirdik, kendisini tarafsız davranmaya ve asıl görevini yapmaya davet ettik. Bizi mahkemeye verdi ve tazminat ödedik. Haklılık ve haksızlık aranmıyor bu konuda. Mesela, atamayla iş başına getirilen tayinli müftüler konusunda yazamıyoruz. Yazarsak ilk önce yerel basın peşimize takılıyor. Sonra kolluk kuvvetleri. Basın camiasında birlikte çalıştığımız ve bizi anlayan Yunan arkadaşlarımız var elbet. Bizim gazetede köşe yazarı olarak çalışan Yunanlı bir gazetecimiz bile var. Ama bir elin parmakları kadardır bunlar. Yıllardır gazete çıkarıyoruz burada, Yunan Basın Yayın Kurumuna üye değiliz, üye yapmıyorlar bizleri. Basın kartı da alamıyoruz. Sanki yok farz ediliyoruz. İllegal olkarak görüyorlar bizi. Gazetemiz haftalık çıkıyor, abone usulüyle okuyucusuna ulaşıyor. Haberleri kaynağından almaya çalışıyoruz. Ancak Azınlığın gerçek sesi olamıyoruz, istememize rağman olamıyoruz, olur gibi görünüyoruz, onun da dozunu iyi ayarlamamız gerekiyor. Başımızın üzerinde her an Demokles’in kılıcı duruyor. Bunu biliyoruz. Sözlü ve yazılı basın, siyasiler, devletin diğer kurumları, kolluk kuvvetleri; Azınlık söz konusu olunca hemen bir araya gelebiliyorlar. Aynı kuyuya taş atıyorlar. Haklılık ve haksızlık konusunda bir araştırma yapılmadan hemen darağacını kuruyorlar. Batı Trakya’da 150.000 azınlık nüfusu var. Lozan bizim varlığımızın temel taşıdır. Ancak Atina Antlaşması’nı Yunan devleti yok sayıyor. Bundan dolayı müftüyü kendisi atıyor. Azınlık hakları açısından müftüleri yargıç statüsünde görüyor. Dünyada başka örneği olmadığı için de kendilerine verilmiş haklarını ellerinden almaya çalışıyor. çalışıyor değil alıyor. Müftü atamayı kendinde hak olarak görüyor. Yunan devleti 1983 yılında Batı Trakya’da Türk Yoktur diye bir yasa çıkardı. Bu yasadan sonra Türklere ait olan 3 dernek kapatıldı. Gümülcine Türk Gençler Birliği, İskeçe Türk Birliği, Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği… Bir gecede hepsi kapatıldı, tabelalarını söktüler. Sökülen tabelaların yeri bellidir. 2005 yılına kadar hukuk mücadelemiz devam etti. AİHM’e gittik, orada davayı kazandık ama Yunanistan uygulamaya koymadı bu kararı. Demokrasinin doğduğu ülke, dünyanın gözü önünde demokrasiyi katlediyor.“ Hanımeli Derneği Dinklerköyü Köyün nüfusu 1500 civarında. İskeçe’ye bağlı bir köy. 15 tane öğrencisi varmış. “Biz burada dikiş-nakış kursu yapıyoruz. Boyama da yapıyoruz. Kendi ihtiyaçlarımızı da yapıyoruz, dışardan siparişler de alıyoruz, hediyelik eşya olarak siparişler alıyoruz, satıp derneğe gelir kaydediyoruz. Üyelerimiz var, derneğe aidat ödüyorlar. Hıdırellez kutlamaları yapıyoruz. Kadınlar günü ve sevgililer günü kutlamaları yapıyoruz. Bayanlardan oluşan bir de koromuz var. Davet edilen yerlere tanıtım amaçlı olarak gidiyoruz. Değişik ülkelerde Batı Trakya’yı temsil ediyoruz, sesimizi böylece oralarda duyurmaya çalışıyoruz. Etkinliklerimize yerel yönetim temsilcileri başta belediye başkanı olmak üzere katılıyorlar ve orada konuşmalar yapılıyor. El işleri ve Küpe gibi süs eşyaları da üretiyoruz. Beyler kadınlara destek oluyorlar. Kendilerine teşekkür ediyoruz. Geziler düzenliyoruz. Bir şekilde insanımızı motive etmeye çalışıyoruz. Burada, başta bu caminin başkanı olmak üzere, cami derneğinin diğer yöneticilerine de teşekkür ediyoruz. Burayı bize tahsis ettiler. Kira almıyorlar. Destek oluyorlar. İskeçe Müftüsü Ahmet Mete Ahmet Mete, 1965 yılında İskeçe'ye bağlı Yassıören köyünde dünyaya gelmiş. İlköğrenimini Türkiye’de tamamlamış. Gaziosmanpaşa İmam Hatip Lisesinden mezun. Yüksek öğrenimini Suudi Arabistan'da Medine İslâm Üniversitesi’nde tamamlamış. Daha sonra ülkesine dönen Mete, imamlık ve Kur’an kursu öğretmenliği görevlerinde bulunmuş. 2007 yılında İskeçe Müftülüğüne seçilen Mete Mocca Dergisine içini döktü: Türkler batı Trakya’da Azınlıktır. Haklarımız Atina Antlaşması ve Lozan Antlaşması'yla tescil edilmiştir. Bu antlaşmalara göre, din adamları da, vakıf mallarının yöneticileri de seçimle işbaşına gelir. Müftüler de seçimle başa gelir. İstanbul’da da papazlarını Hıristiyanlar seçer. Yunanistan bu hakkımızı tek taraflı olarak askıya aldı. Gümülcine ve İskeçe’de seçimle işbaşına gelen müftüleri Yunan devleti tanımıyor. Mütekabiliyet esasını işletmek lazımdır. Rodop ilinde; Gümülcine, İskeçe ve Dedeağaç’ta üç Müftü var. Ancak Dedeağaç, Müftüsünü henüz seçemedi. O yüzden Müftüler Müftüsü de seçilemedi. Resmi makamlar İskeçe’de Türk Yoktur; Pomak, Müslüman ve Çingene vardır diyorlar. Bu doğru değildir. Azınlıklar üzerinde hep böyle oyunlar oynanıyorlar. Önceleri insanları Kemalist ve anti Kemalist olarak ayırıştırdılar. O zamanlar Osmanlıca dergi de çıkarılıyordu İskeçe’de. Şeyhülislam Sabri Efendi vardı derginin başında. Zamanla Yunan devleti tarafından kullanıldığını anladı ve Mısıra kaçtı. Sonra Hafız Reşat geldi, uyanık davrandı, kendini kullandırtmadı. Onun döneminde kaliteli Müslümanlar yetişirdi. İskeçe’de Cemaate hizmet eden 170 öğretmenimiz var. Bunların Maaşlarını halk ödüyor. Ekonomik durum sıkıntılı, insanlarımız iş bulamıyorlar, köyler boşaldı. Sadece tütün ekiliyor alternatif ürün yetiştirmek de yasak. İskeçe’de bir de atanmış müftü var. Hqalkın değil devletin müftüsü. Atanır atanmaz, gidip Metropolitin elini öptü. Bizim Yunan halkıyla bir problemimiz yoktur. Azınlık konusunda sıkıntı yaratan devlettir. Aslında bizler Batı Tarkya’nın çocuklarıyız. Yunan halkıyla birlikte yaşamamak gibi bir sıkıntımız yok. Tam tersine onlarala birlik ve beraberlik içinde yaşayıp gidiyoruz. Yunanistan bizim vatanımızdır. Bizim istediğimiz, Atina ve Lozan Antlaşmaları’nın verdiği haklarımıza dokunulmamasıdır. BAKEŞ Genel Müdürü Dr.Pervin HAYRULLAH Pervin Hayrullah çok cevval bir kadın, yerinde duramıyor. Herkesin derdi sanki onun derdiymiş gibi oradan oraya koşup duruyor. Ortadoğu Teknik Üniversitesi mezunu. Batı Trakya Azınlığı Kültür ve Eğitim Şirketi (BAKEŞ)’nde İnsan Hakları uzmanı olarak çalışıyor. Eğitim alanında arşiv çalışması yapıyor. Sözü Pervin hanıma verelim: “Eğitim konularında araştırma ve arşiv çalışmaları yapıyoruz. 50.000 fotoğraftan oluşan bir arşivimiz var. Kitap çalışmalarımız var. Kreşler açıyoruz 2,5-5 yaş, okul derslerine yardımcı kurslar açıyoruz 5-12 yaş. Orta okul açmak için müracaatımız oldu 2011 yılında 9 seneden beri hâlâ cevap bekliyoruz. Bizimle beraber müracaat eden bir Yunanlı arkadaş 2012 yılında gerekli müsadeyi aldı. Sadece bu örnek bile Batı Trakya Türklerinin içinde bulunduğu şartları anlatmak için yeterlidir. Bakeş, kâr amaçlı bir dernek değildir. Hizmet amaçlıdır. Yunanistan’da ilköğretim, anaokuluyla birlikte 14 yıldır. 2+6+3+3=14. Yunanistan’da Azınlığa öğretilecek Türkçe ve Dini derslerin müfredatını Türkiye hazırlıyor. Türkiye’de yaşayan Yunan Azınlığa öğretilecek derslerin müfredatını da Yunanistan hazırlıyor. Lozan Antlaşması böyle bir düzenleme yapmış. Türkiye antlaşmalara uyuyor. Ancak Yunanistan antlaşmalara uymuyor, dolayısıyla bizlerin hakkını gasp ediyor. Lazanda kayıt altına alınan yasal haklarımıza rağmen, Türk Azınlık Yunanistan’da yok farz ediliyor. Bundan dolayı resmi makamlarla münasebetlerimiz o kadar iyi değil. Sıkıntımız burada. İşlerimizin takibinde zorlanıyoruz. 115 tane iki dilli azınlık okulumuz var. Azınlık haklarından kaynaklanan okul açma hakkımızın kullanılmasını istemiyor Yunan makamları. Bizlere haklarınızı unutun ve çocuklarınızı devlet okullarına yönlendirin diyorlar. Devlet okullarını öneriyorlar. Öğretmen yetiştiren bir Medresemiz vardı. Medrese-i Hayriyye. O Medrese şimdi yok. O Hakkımızı elimizden aldılar, o medreseyi de lise yaptılar. Yunanistan Laik bir ülke değildir. Yunanistan din devletidir. Yunanistan’da okulları Metropolit açar. Bizim mokullarımızı da müftünün açması gerekir. Kanun böyledir. Lozan’dan sonra resmen Müftü seçimi hiç olmamış Yunanistan’da. Rodop ilinde 12 bölgede 12 Müftü olması gerekirken 3 bölgede Müftü seçilebiliyor. Dedeağaç’ta şu anda Müftü seçilemiyor. Yunan yetkililer Pomakları provoke ediyorlar. Siz Azınlık değilsiniz, Türk değilsiniz niçin onlarla birlikte Müftü seçeceksiniz diyorlar. Yunanistan genelinde 700 bin Müslüman var. 2017 yılında düzenleme yapıldı. Azınlıklar dış unsur olarak görülüyor. Azınlığı içişleri değil Dışişleri yönetiyor. Bu konuda asker, polis, siyasiler ve bürokratlar birlikte çalışıyorlar. Oysa Türk Azınlık en eski Yunan vatandaşıdır. Kurucu unsurdur. Yunanistan Avrupa Birliği üyesidir. Yardım almaktadır. Bu yardımlar Türklere tam olarak yansıtılmıyor, ancak kâğıt üzerinde eşit olarak yansıtıldı gibi gösteriyorlar. Kirazlı Köyü Camii Halit Süleyman Batı Trakya’da geçim sıkıntısından dolayı taşınmış olan bir köy var. Kirazlı Köyü. Köylü oradan taşınmasına rağmen, köyleriyle irtibatlarını koparmamak için oraya bir cami yapmışlar. Başkan Halit Süleyman anlatıyor: “Ben Halit Süleyman. Kirazlı Köyü’nde doğdum büyüdüm. Bu caminin başkanıyım. Burası orman köyüydü. Hayvancılıkla geçiniyorduk. 60 hanelik bir köydü. Hayvancılık yasaklanınca bu köyü terk ettik. Geçim kaynağımız yoktu. Aşağıya Büyük Müsellim Köyü’ne indik. Aradan zaman geçti, bu köye bir kilise yaptılar iki de rum yerleştirdiler. O zaman biz yanlış yaptığımızı anladık. Orada bir camimiz vardı. Küçük bir cami. Mescid demek daha doğru olacak. Bu köye kilise yapmaları bizim kanımıza dokundu, gururumuzu incitti. Ağırımıza gitti. Buradaki Mescidimizi tamir edelim de sembolik olarak dursun, hafta sonlarında gelip piknik yapalım, topluca, cemaat halinde ibadetlerimizi yapalım şeklinde düşündük. Mescidi tamir yapmak için yola çıktık ama sonradan kocaman bir cami oldu. Caminin yapılmasında maddi ve manevi olarak emeği geçen herkese teşekkür ederim. İyiki o kiliseyi buraya yapmışlar. Bizi kendimize getirdiler. Güzel de oldu. Burada kimse yaşamıyor ama burası bizim köyümüz. Ben bu köyde doğdum-büyüdüm, benim burada anılarım var, bütün köylülerin anıları var. Mezarlarımız burada. Bilhassa bu köyden göç eden insanların çocukları burada yılda bir kez de olsa toplanmayı düşünüyorlar, yoksa burası vatan olmaktan, ata yadigarı vatan olmaktan uzaklaşacaktır.” Yassıköy Belediye Başkanı Önder Mümin Önder Mümin Üniversiteyi Yunanistan’da okuyanlardan. %66 oy alarak belediye başkanı seçilmiş Yassıköy’e. Yassıköy, Rodop Dağları’nın eteklerinde. Belediyenin yaklaşık 13.800 civarında nüfusu varmış. Önder Mü’min genç ve hırslı bir başkan. Makam koltuğunun arkasında cami ve kilise resmi yanyana duruyor. İtiraz edenler olmuş bu resme ama, başkan kararından vazgeçmemiş. Sözü burada önder Mü’mine bırakalım: “Yassıköy’de Türkler ve Yunanlılar birlikte yaşıyor. Ben herkesin başkanıyım. Oy verenlerin de vermeyenlerin de başkanıyım. Hizmet götürürken ayırım yapmam. Alt yapı hizmetlerini tamamladım. Şimdi tarım alanında neler yapabiliriz onun çalışmasını yapıyorum. Pamuk, kiraz ve tütün ekimi yapılıyor Yassıköy’de. Yaban mersini deneme ekimine de başladık. Gerekli izinleri alırsak ve de verim elde edersek halkımız için yeni bir geçim kaynağı olacaktır. İşsizliği azaltmamız lazım. Bu konuda çalışmalarımız devam ediyor. İleri sevide olmasa da ihtiyaç sahiplerine gıda yardımları yapıyoruz. Eğitim ve sağlık sektöründe küçümsenemeyecek atılımlar yapıldı. Bir de aşevimiz var. Anaokulu projemiz var, kütüphane çalışmamız devam ediyor. Amacımız Batı Trakya’da örnek çalışmaların altına imza atan bir belediye olmaktır. Başkan yardımcım Yunanlıdır.

3 Mart 2022 Perşembe

ELVEDA BENİM GÜZEL YURDUM

Kayınvalidem vefat etti(01.02.2022). Cenazesinin defnine ulaşamadım. Ama taziye almaya ulaştım. O dondurucu soğuğa rağmen insanlar sevdiklerine son kez görevlerini yapmak için cenaze evine geliyorlar. Cenaze yakınlarına taziyede bulunmak için geliyorlar. Kimisi elinde tatlıyla, kimisi pişirdiği bir yemekle, börekle, kimisi de lokantadan verdiği siparişle cenaze yakınlarının acısını paylaşmaya geliyorlar. Geleneklerimizin unutulmaması ne kadar da güzel ve anlamlı. Ben gençleri tanıyamadım. 35 sene olmuş Almanya’ya geleli. O gün doğanlar bugün 35 yaşında. Seneden seneye izine gitmekle o gençlerin hepsini tanımak mümkün olmuyor zaten. Önce ağabeyim, arkasından Kayınbabam, sonra Babam, sonra Eşim, şimdi de Kayınvalidem. Bunların hepsinin üzerine toprak attım ben. Toprağa gömdüm onları. Toprağa vermediğim büyüklerden sadece annem kaldı geride. O da 100 yaşına basmış durumda. Belki yakında onu da vereceğim toprağa. Yine de Türkiye yolculuğu görünecek bana. Ömrümün 46 senesini geçirdiğim Eşim hariç diğerleriyle uzun süre birlikte olamadım. Çünkü 15 yaşımda ayrıldım köyümden. Bu ayrılık beni Berlin’e kadar getirdi. Yarın birileri de benim üzerime toprak atacaklar. Onlar da beni toprağa verecekler. Bu dünyada gerçek olan yalan olmayan tek gerçekle ben de yüzleşeceğim; ölüm gerçeği. 35 seneden beri en çok beni yaralayan, içimi yakan şey vatan hasretidir. Acısıyla tatlısıyla insanın sevdikleriyle beraber olması kadar güzel bir şeyin olmadığını gördüm ben bu dünyada. Yoksa her sene kazancımızdan artırarak niçin Anavatan’a gideceğiz değil mi? Bu sefer oğlum Zülfikar ve kızım Dilruba ile gittik Kayınvalidemin cenazesini toprağa vermeye. Sadece 1 hafta kalabildik orada. O bir hafta bile bizleri mutlu etmeye yetti. Cenazeye gitmemize rağmen mutlu etti. Sevdiklerimizle, onların çocuklarıyla, torunlarıyla birlikte olmak mutlu etti bizleri. Yemeklerimizin tadı da bir başkaydı. Kokoreç’ini bile özlemişim ben güzel vatanımın. Bütün bu güzelliklere veda zamanı gelince yine de buruklaşıyor içimiz. Anavatan’dan başka yerlerde yaşamak ne kadar da zormuş meğer. Benim alımlı, çalımlı, cilveli, nazlı gelinim, ne kadar da albenili, ne kadar da güzelmişsin sen. Ovalarınla, dağlarınla, ırmaklarınla, bağrında taşıdığın insanlara can veren kan veren o kıymetli hazinelerinle ne kadar da çekiciymişsin, samimiymişsin, candanmışsın, içtenmişsin sen. Ana diye bellediğim, bağrına yaslandığımda huzur bulduğum güzeller güzeli Cennet Vatan’ım benim. Bana ekmek verdiğin, su verdiğin için minnettarım sana. Şair, boşuna dememiş senin için; “Bastığın yerleri ”toprak!” diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen Şehitoğlu’sun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda! Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.” Bizi ağırladın, kahrımızı çektin, birikimlerini, değerli hazinelerini, o güzelim nimetlerini serdin önümüze, ne kadar da özene bezene hazırlamışsın ikram sofranı, o çeyiz sandığını, gözlerimiz kamaştı, keşke dedik keşke… Kıskanmasına kıskanmadık da, içimiz burkuldu. Kendimizi suçlu hissettik. Çeyiz sandığına göz diken canilerle, zalimlerle, onların yerli işbirlikçileriyle, teröristlerle mücadelende yalnız bıraktık seni, omuz omuza veremedik, destek olamadık sana, keşkemiz ezikliğimizdendir. Utancımızdandır. Bütün bu olup bitenlere, vefasızlığımıza rağmen yine de bastın ya bağrına bizi, yine de emzirdin ya kucağında sallayarak, ninni söyleyerek bizi. Mutlu ettin, sevindirdin. Allah da seni mutlu etsin, çocuklarından, akrabalarından, sevdiklerinden ayırmasın seni. Acıdan, tufandan, boradan, fırtınadan uzak kılsın, namus düşmanlarından, ırz düşmanlarından, korsanların zulmünden, kıymet bilmezlerin şerrinden, karanlık güçlerin şerrinden uzak kılsın seni ana dediğim güzel vatanım benim. Bir daha ya gelinir ya gelinmez…Elveda

17 Şubat 2022 Perşembe

Prof. Dr. MEHMET AZİMLİ'Yİ HEDEFE KİM KOYDU?

Azimli sonunda aşağıya tırnak içine aldığım ifadeyi kullanmak zorunda kaldı. Özür diledi ama dinleyen yok. Aynen şöyle: "2008’de basılan kitabımın ilk baskılarında bulunan ve okuyucularımı rahatsız ettiğini sonradan anladığım bir ifadeyi de 2011'deki 4. baskıdan sonra kaldırdım. Ancak; iki gündür ilk baskının içeriğini ve sonraki baskıların kapağını kullanarak tarafıma saldırdılar, hiçbir zaman düşünmediğim şeylerle itham ettiler. Sonuçta; ilk baskılarda bazı okuyucularımı rahatsız eden kastı aşan ifademden dolayı özür dilerim. Ancak bu özrüm; iki gündür anneme ve bana küfür, hakaret ve ölüm tehditleri yapanlar için geçerli değildir. Hukuki haklarım saklıdır." Ben derim ki: İlim Adamı kolay yetişmiyor. 50 yılda yetişiyor. 60-70 yıl içinde de verimli hale geliyor. Işık oluyor, yolunda yürüyen için yol oluyor. İlim Adamı, söylenenleri tekrar eden papağanlara değil çağa söyleyeceği sözü olan adamlara deniyor. Türkiye'de bu türden ADAM'a az rastlanıyor diye herkes şikayet ediyor. Neden dünya çapında ilim adamı yetiştiremiyoruz diye şikayet ediliyor. Daha 80 li yıllarda akademik kariyer yapmaya başlayan ilim adamlarının sesini yeni yeni duymaya başlamışken, yol kesiciler onların seslerini kesmeye çalışıyorlar. Önce Yaşar Nuri Öztürk sonra Mustafa Öztürk, İlhami Güler, İhsan Eliaçık şimdi de Mehmet Azimli.., bu yapılanlar linç kampanyasıdır. Kimler tarafından yapıldığı bellidir. Pastor Niemöller demiş ya; "...Sıra bizlere geldiğinde sesimizi duyacak kimse kalmamıştı." Bu linç kampanyasına karşı olanlar, niçin bildiriler yazarak bu insanları desteklemezler, niçin onların yanında yer almazlar? Malum gruplar sahip çıkılması mümkün olmayan yandaşlarına bile sahip çıkarlarken, Çağ'a söyleyeceği sözü olan o ilim adamları niçin suskundurlar? Meydanı cübbeli gibilere teslim mi edeceksiniz? Ölü toprağı mı serpildi üzerinize? Böyle giderse yarın hakikatleri dile getiren bir tek ilim adamı kalmayacaktır. Beni sokmayan yılan bin yaşasın mantığıyla hareket edenler, emin olunuz o yılan yarın sizleri de sokacaktır. İlim adamları aralarındaki kısır çekişmeleri bir kenara bırakarak bir araya gelmeli ve bir bildiri ile yapılan linç kampanyasını telin etmelidirler. Etmek zorundadırlar. Sonları İmam-ı Azam gibi olsa da...

31 Ocak 2022 Pazartesi

DEĞER VERİLENLERE SAYGISIZLIK YAPMAMAK GEREKİR/SEZENAKSU VE ŞARKISI ÜZERÜNE

30.01.2022 23:23 ...Abone Ol Her insanın, her toplumun, her dinin kutsalları vardır. Değer verdikleri şeylerdir bunlar. Bu değerler aşağılanamaz, hor görülemez, yok farz edilemez, görmezden gelinemez. Fikir özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi bahanelerin arkasına sığınılarak insanlar rencide edilemez. Böyle yapılırsa hak ihlali yapılmış olur. Hak ihlali yapan, insanlık suçu işlemiştir. İnsanların kutsallarına küfretmek, saygı göstermemek nefreti doğurur. Nefret çatışmayı tetikler. Toplum gerilir. Suç işleyen alkışlanırken mağdura sabır tavsiye edilemez. Mağdur olan şahsın da aynı derecede suç işleyene mukabele etme hakkı vardır. Burada suç işleyenin özür dilemesi gerekir. Nefret suçunu işleyen makam –mevki sahibi ise, meşhur bir kişiliği varsa kendisini toplumun kanaat önderi olarak gören bazı kişilerin o kişinin avukatlığına soyunmaları şık durmaz. Ölmüş olan kişilerin geriye bıraktıkları miraslar üzerinden konuşulması anlaşılabilir bir şeydir ama insanların değerlerini aşağılayan kişi sağ ise ve sessiz kalmayı tercih ediyorsa onun avukatlığına soyunmak yanlış olur. İşlenen suçun da geçmişte işlenmesiyle bugün işlenmesi arasında fark olmaz. Suç suçtur. Hele bu nefret suçu ise, o her zaman güncelliğini koruyan bir suçtur. Yüce Yaratıcı bu konuda şöyle der: "Onların Allah’tan başka yalvarıp sığındıkları varlıklara sövmeyin ki onlar da kin ve cehaletten dolayı sizin İlahınıza sövmesinler: zira biz her topluma kendi yaptıklarını güzel gösterdik. Ama zamanı geldiğinde onlar Rablerine döneceklerdir: O zaman Allah onlara bütün yaptıklarını en doğru şekilde anlatacaktır."(Enam 108) “Başka insanların kutsal saydığı, değerli saydığı herhangi bir şeye -bu, Allah’ın birliği prensibini ihlal ediyor olsa bile- sövmenin yasaklanması çoğul olarak ifade edilmiştir ve bu nedenle bütün müminlere hitap etmektedir. Böylece Müslümanların, başkalarının yanlış inançlarına karşı çıkmaları istendiği halde, bu inançların temel unsurlarını tezyif etmelerine ve böylece hata yapan insanların duygularını incitmelerine izin verilmemiştir.” Bu açıklamayı Meal sahibi Muhammed Esed yapmıştır. Müslümanlar, Gayrimüslimlerin değer verdikleri şeylere küfretmemelidirler, o değerleri aşağılamamalıdırlar, o değerler üzerinden inançlılar rencide edilmemelidir. Kur’an bunu yasaklamıştır. Bu ayet, sadece Müslümanlar ve Gayrimüslimler arasındaki münasebetlerin düzenlenmesinde geçerlidir de Müslümanların kendi aralarındaki münasebetleri düzenleme de geçerli değildir diyemeyiz. Bu egoistçe bir yaklaşım olur. Veya, Gayrimüslimler Müslümanların değer verdiği şeylere küfredebilirler; çünkü onlar ile ilgili bir düzenlemeye Kur'an yer vermemiştir de diyemeyiz. İster inançlı olsun isterse inançsız; kim olursa olsun hiçbir kimse diğerinin değer verdiği şeye küfretme hakkına sahip değildir. O insanların inançlarının doğruluğu veya yanlışlığı küfretmelerinin bahanesi olamaz. İnsan hakları açısından bakıldığında bu böyledir. Birisi kalkar da bir densizlik yaparsa ve de o densize birileri de destek olursa, onun avukatlığına soyunursa o kişinin de o küfredenle beraber aynı kefeye konulması gerekir. Küfretmenin içine; itibarsızlaştırma girer, alay etme girer, dalga geçme girer... Bu yapılan ister küfür içeren sözlerle olsun ister şiir dizelerinde ister tiyatro sahnesinde ister karikatür yapılarak isterse de şarkı söyleyerek olsun, fark etmez. Kur'an bu konu da biraz daha hassas davranır ve "kaş-göz hareketleriyle" aynı işi yapanlara da" veyl olsun/ yazıklar olsun" der.(Hümeze suresi) Kur'an insan onurunu her fırsatta öncelemiştir. Müslümanlardan da aynı hassasiyeti ister. Kur'an işi yapanla işi yapanı alkışlayanı aynı tencereye koyar. Hangi mevkide hangi pozisyonda, hangi makamda olursa olsun Kur'an haklar açısından herkesi aynı derecede eşit görür. Müslümanlar ne zaman adam olur derseniz cevabım şöyle olur; değerlerine sahip çıktıkları zaman.

26 Ocak 2022 Çarşamba

KOVİD-19 VİRÜSÜ İLE MÜCADELE EDERKEN TOPLUCA DUA ETMEK LAİKLİĞE AYKIRI MIDIR?

Kovid-19 salgını aldı başını gidiyor. Hergün yeni yeni isimlerle piyasaya sürülen veya mutasyona uğrayan değişik Kovid-19 versiyonlarıyla tanıştırılıyoruz. Vaka sayıları artıyor, Kovid-19’dan veya Kovid-19’a bağlı olan hastalıklardan ölenlerin sayısı anahaber bültenlerinin konusu olmaya devam ediyor. Temcid pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze mi konuyor, yoksa yeniden mi pişiriliyor hergün bu pilav tam olarak bilemiyoruz. Bu belirsizlik de insanların moralini bozuyor, pisikojilerini bozuyor. Yine Kovid-19 virüsüne bağlı algı operasyonları da hız kesmeden devam ediyor. İnsanların bir kısmı hiç aşı olmazken diğer bir kısmı üçüncü dördüncü aşısını olmuş. İnsanlar aşılılar ve aşı karşıtları diye kamplara bölünmüş durumda. Yetkililerin “Aşı olsan da olmasan da Kovid-19’dan kaçış yok.” açıklamaları insanları oldukça tedirgin ediyor. Hele bir de maske rezaleti var. Kimisi bir kullanımlık kimisi iki- üç kullanımlık. Maske üzerinden vurgun yapanların sayısı oldukça kabarık. Devlet yetkilileri ve bakanlık koltuğuna oturan zevât bile vurgun peşinde. Seyahet özgürlüğü, eğlence özgürlüğü, alı-şveriş özgürlüğü kısıtlanmış. Misafirliğe gidip gelinemiyor. Dostlarınızla aranıza 1.5 metre mesafe koymak zorundasınız. Öyle kucaklaşmak, koklaşmak, öpüşmek falan yok. Günlük yaşam felç olmuş durumda. Bütün bunlar oluyor olmasına da, herşey insanların gözü önünde oluyor, insanlar bu sıkıntıları birebir yaşıyor ama ibret almayı hiç düşünmüyorlar. Bu salgınlar geçmiş yıllarda da olmuş. Toplu ölümler olmuş, bir nesil olduğu gibi hastalıktan kırılmış. Veba denilmiş, verem denilmiş, sarıhumma denilmiş, kolera denilmiş v.b. Bugün de Kovid-19 deniliyor, farklı bir şey yok. Yapılacak şey, yetkililerin uyarılarına karşı duyarlı olmak, ilgisiz kalmamak ve sonrasında tevekkül etmektir. Günümüz insanında eksik olan şey tevekküldür. Çünkü günümüz insanı her şeyi çok iyi bilir, her şeyi kendisi yapar, kimselere de muhtaç değildir. Muhatabınıza Yaratıcı’nın varlığından bile bahsedemediğiniz zamanlar olur. İsyanı tavan yapar. Tevekkülü yoktur. Geçmişten bize ulaşan bilgiler var. O zamanın insanları da başlangıçta benzer tepkileri vermişler. Sonuçta çareyi ölüm danslarıyla teselli bulmakta aramışlar kilise avlularında. Bizim gidişimiz de oraya doğru galiba. Yakında biz de ölüm dansları yapmaya başlayacağız. Çünkü Kovid-19 virüsü insanların aklını başından almadı daha. Toplu ölümlere de sebep olmadı daha. Çünkü kısa süre içinde ve hızlı bir şekilde önlemler alınmaya başlandı. Aşı konusunda da aynı şekilde tedbirler alındı. Yapılması gerekenler bu süreç içinde yapıldı. Yapılanlar kolay işler değildir. Dedikodular her zaman yapılır, dedikodulara bakarak yapılanları küçümsemek nankörlük olur kanısındayım. Yapılması gerekenler yapılmaya devam ediyor. Henüz havlu atılmamıştır. Ancak bütün bu tedbirler alınırken, toplu yapılan dualar ihmal edilmiştir. Ben rastlamadım. Hristiyan aleminde, Yahudi aleminde ve Müslüman aleminde veya Pagan aleminde ben böyle bir toplu duaya şahit olmadım. Bana göre eksik olan budur. Motivasyon dua ile sağlanır. Ritüeller motivasyon kaynağıdır. Bütün güçlerin üzerinde bir güce sahip olan ‘O’ varlıktan hiç yardım talep edilmemiştir. Talep edilmeliydi. Yaşama tutunmak için ümit içinde olmak gerek. Yani bizler hiç günah işlemedik mi? Nedir bu gurur bu kibir? Kimdir kafa tuttuğumuz o varlık? İnsanlık O varlığa rağmen mi sürdürüyor hayatını? Bu ne aymazlıktır? Daha bir sineği bile yaratamamışken, kime güveniyoruz ki? Neyimize güveniyoruz ki? Tanrılar adına kesilen kurbanlar, adaklar, yalvarışlar, yakarışlar boşuna değildir. Geçmişte bunlar yapılmıştır. Mesela Hitit Kralı ll. Murşili. Dua etmiş. Salgın hastalıkların zararından kurtulmak için yapmış bu duayı. Kral devletin başı demektir. Bugünkü başlar da aynı şeyi yapabilirler, yapabilirler değil yapmalıdırlar. Yok yok öyle demeyin, korkmayın, laiklik falan elden gitmez. Korkanların korktuğu şey başlarına gelmez. Hem böyle korku içinde yaşamanın anlamı da yoktur. Laiklik elden gidecek mi gitmeyecek mi, onu denemek gerekir. Üzerinden 100 yıl geçmiş hâlâ laiklik elden gidiyor diye korkulu rüyalar görmenin de anlamı yoktur. Artık bu kâbustan kurtulmak gerek. Bakınız, MÖ 2.000 yılında ll.Murşili ne yapmış, ne yapacak, dua etmiş: Hititler’de insanlara bulaşan tüm hastalıkların, tanrılar tarafından gönderildiğine inanılmaktaydı. Ülkeye zarar verme yönünden en çok korkulan hastalık da “salgın hastalıklar”dı. Hititler’de bu hastalık türüne genel olarak “henkan-/hinkan” adı verilmekteydi. Diğer hastalıklarda olduğu gibi, salgın hastalıkları iyileştirmek için de dinsel yollar seçilirdi. Bu yollardan biri ise, dua idi. Hastalıkların kaynağını tespit etmek ve iyileştirmek için yapılan dualara en güzel örnek, II. Murşili’nin veba duasıdır. M.Ö. 1321-1295 yılları arasında Hitit ülkesine hükümdar olmuş II.Murşili tarafından yapılan “Veba Duası” nın tanrıların öfkesini dindirmek amacıyla yapıldığı anlaşılmaktadır. Şiirsel anlatımı ile de edebiyat tarihi açısından ayrı bir yere sahip olan dua, Hitit Panteon(çoktanrılılıkta bir ulusun, bir halkın bütün Tanrıları)‘ un baş tanrısı olan Fırtına Tanrısı Teşup ve diğer Tanrılara olan hitapla başlar. “Ey Hatti’nin fırtına Tanrısı, benim Efendim ve ey Siz, benim Efendim olan bütün Tanrılar! Doğrudur, insan günah işler. Benim babam da günah işledi. Hatti’nin Fırtına Tanrısı’nın, benim Efendim’in sözünü dinlemedi. Ama ben, ben hiç günah işlemedim. Doğrudur, babamın günahı oğluna da geçer, bana da babamın günahı geçti. Şu anda Hatti’nin Fırtına Tanrısı’na, benimEfendime ve Efendim olan bütün Tanrılara iletirim ki, doğrudur, biz bu günahı işledik, bunu yaptık. Ve şimdi ben, babamın günahını doğruladığıma göre, Ey Hatti’nin fırtına tanrısı, ey benim sahibim ve ey benim sahibim olan bütün Tanrılar! Niyetleriniz artık değişsin! Artık benim için de yeniden dostça şeyler düşünün! Ve artık vebayı Hatti ülkesinden kovun! Ey Tanrılar, siz ki benim sahibimsiniz. Eğer Tudhaliyas’ın kan öcünü almak istiyorsanız, bilin ki, Tudhaliyas’ı öldürenler, döktükleri kanın kefaretini ödediler ve Hatti ülkesi dökülen kan yüzünden yok olacak duruma geldi, böylece Hatti ülkesi de kefaretini ödemiş olmadı mı? Eğer bu kefareti ödemek sırası bana gelmişse, ben de şimdi bütün ailemi bu günahtan ve bu kefaretten kurtarmak istiyorum. Ve siz ey Tanrılar, sizler ki benim Efendim siniz, artık öfkeniz yatışsın. Ey tanrılar, benim sahibim olan Tanrılar, artık bana karşı eskisi gibi iyilikler düşünün. Dileğim huzurunuza varmaktır, huzurunuzda dua ettiğim için, kötü hiçbir şey yapmadığım için beni dinlemelisiniz, bir zamanlar yanlış yola sapanlardan, kötü işler yapanlardan hiç kimse kalmadı artık. Hepsi öldü. Ama babamın günahı bana bulaştığı için, yalnızca bunun için, bakın sizlere, ey Tanrılar, ey benim Efendilerim, Sizlere ülkem için, ülkemi vebadan kurtarmanız için, kefaret kurbanları sunuyorum. Bu acıları çekip çıkarın yüreğimden, ruhumdan bu korkuları alın benim.” Anlaşılan odur ki, Veba, Hitit devletini önemli ölçüde güçsüz bırakmıştır. Halk ve yönetim çaresizdir. Vebanın genellikle kentlerde ortaya çıktığını düşünecek olursak, Hitit ordularının da salgının şiddetine göre, başka kentlerde mevkilendirildiğini düşünmemiz doğru olacaktır. Bununla birlikte salgının, neredeyse tüm Önasya’yı etkisi altına aldığı görülmektedir. Hititler’in temizliğe ne denli önem verdiğini biliyoruz. Hattuşa’ya gidenler, MÖ 2.000 yılında şehrin kanalizasyon teşkilatını nasıl kurduğunu göreceklerdir. Evlerin banyolarını göreceklerdir. Isıtma sistemlerini göreceklerdir. II. Murşili, ilk bakışta aleyhine görünen durumu belki de yaptığı dua ile kendi lehine çevirmeyi bilmiştir. Halkına özgüven aşılamıştır. Halkın motivasyonunu yükseltmiştir. Halka yalnız olmadıklarını anlatmıştır, bir Sahiplerinin olduğu düşüncesini kavramalarını sağlamıştır. Ümit vermiştir halkına. Ben inanıyorum ki; günümüz insanları da devletlerin başları tarafından yapılacak böyle bir dua ile motivasyon kazanacaklardır. Bu mümkün olacak bir şeydir. Denemenin zararı olmaz.

YETER ARTIK EY MAGAZİN FAHİŞELERİ

Kara mizah almış başını gidiyor. Vur abalıya mantığı. Amaç üzüm yemek değil bağcıyı döğmek. Derenin alt tarafında olan koyuna, üst tarafında olan kurdun, niçin benim suyumu bulandırıyorsun mantıksızlığı. Biraz insaf lazım, biraz aklıselim lazım. Nerede o vatan sevgisi nerede o millet sevgisi. Ne oldu sana ne oldu böyle. Kimsin sen. Kimedir hıncın. Magazin fahişeleri bunlar. Bunların derdi günü kurtarmak. Alavere dalavere yaparak nöbeti Kürt Mehmet’e yıkmak. Ben 70 yaşıma geldim. Kendimi bildim bileli bu kara mizah devamlı yapılır. Nehar Tüblek’in kaleminden yapılırdı o zamanlar, şimdi Nehar Tüblekler çoğaldı. Filim çekilirdi köyün hocası pejmürde kıyafetiyle ve tiksindirici sakalı ve cübbesiyle, şeytani görünümler arz ederdi. Köy ağasının ayak oyunlarının figüranlığını yapardı. Amaç o şeytan kılıklı hocanın üzerinden İslâm’a saldırmaktı. Nehar Tüblek de aynı mantıkla çizerdi karikatürlerini. Günümüzde o algı mantığı değişmedi. Bir öğrenci yurdunda yangın çıksın, hurraaa… Hep bir ağızdan öğrenci yurdu üzerinden hedefe konan yine İslâm’dır. Sapığın birisi cinsel istismar da bulunur -bu sapık konu mankeni de olabilir- hurraaa … Yine cinsel istismarcı üzerinden İslâm’a saldırılır. Bir cemaat yurdunda gencin biri intihar eder hurraaa… O cemaat üzerinden İslâm’a saldırılır. Yetti artık be. Gerçekten yetti. Kimsiniz siz, kimin davuluna tokmaklık yapıyorsunuz? Sanatçısıyla, siyasetçisiyle, medyasıyla, sosyal medyasıyla koro halinde vur abalıya. Dün Müslüm Gündüz üzerinden, Fadime Şahin üzerinden, Ali Kalkancı üzerinden İslâm’a saldıranlarla bugün saldıranlar aynı zihniyetin sahipleridir, sadece isimleri, kimlikleri değişiktir. Nur cemaatine oldum olası mesafeli durmuşumdur. Ancak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu kurulalı, bu insanlar evlerde yurtlarda dergâhlarda çalışmalar yaparlar, risaleler okurlar, gazeteleri vardır, dergileri vardır, yurtları vardır, dershaneleri vardır, okuyucuları vardır, yazıcıları vardır, tarikatları vardır. Bu insanlar 82 milyonun içinde yaşarlar. Bunların dışında başka cemaatlerde vardır; Süleymancıları vardır, Menzilcileri vardır, İskender Paşacı cemaati, İsmailağa cemaati vardır, daha başkaları da vardır. Allah aşkına bugüne kadar bu cemaatlerin (fötö hariç) hangi terörist eylemi yaptığını, vatanın hangi değerini aşağıladıklarını, milletin hangi kutsalına el uzattıklarını gördünüz? Nur cemaati; yazıcısıyla, okuyucusuyla hep birlikte taaa en başından beri Fethullah Hoca(!) grubunu Nur Cemaatinin dışında tutmuştur. Hiçbir zaman onlara Said-i Nursi’nin öğrencisi gözü ile bakmamışlardır. Onu diğer cemaatlerle karıştırmamak lazımdır. Hal böyle iken, her yaprak kımıldadığında Müslümanların üzerine yapılan bu saldırılar neyin nesidir? Demokratız dersiniz saldırırsınız, Atatürkçüyüz dersiniz saldırırsınız, Liberaliz dersiniz saldırırsınız. İşiniz hep saldırmaktır, tek bildiğiniz şey saldırmaktır. Magazin fahişeleri, bu sefer Enes Kara üzerinden saldırıyorlar. Ajitasyon yaparak saldırıyorlar. Gelenek değişmiş değil, hedef yine İslâm. Allah rahmet eylesin Enes Kara’ya. Ailesine de sabırlar diliyorum. Hiç kimseye Allah evlad acısı yaşatmasın. Zor bir şeydir. Acıların en büyüğüdür. Ancak çocuk ateist, herhangi bir inanca sahip değil. Ailesi oğullarını okutmak istiyor belli ki, anlaşılan maddi durumları yeterli değil. Çocuk hayattan kopmuş, okumak istemiyor. Ancak içine kapalı birisi olmalı ki, bu halini kimseye açamıyor. Bunalıma giriyor ve intihar ediyor. Bu çocuğun ateist olmasında bugünün çığırtkanlarının da payı vardır. Bu genç durduğu yerde ateist olmadı. Hiçbir kutsal değere saygısı olmayan magazin fahişelerinin de o çocuğun ateist olmasında katkıları vardır. Biz sosyal demokrasiye inanırız diyenlerin de dahli vardır. ‘İnançlı bir nesil istemezük! diye bağıranların da dahli vardır. Suçlu aranıyorsa o suçlu gösterilen adreste değil, o adresi gösterenlerin içinde aranmalıdır. Ben Avrupa’da yaşıyorum. Geçmişi ‘engizisyonlara’ dayanan Avrupa ülkelerinde, Ortaçağ karanlığını yaşayan Avrupa ülkelerinde. Onların içinde ateist olanlar da var. Ama ben öyle ulu orta, pervasızca, sırf algı oluşsun diye halkın çoğunluğunun kabul ettiği Hristiyanlığa saldırdıklarını işitmedim okumadım onların. “Hem biliyor musunuz? Ekşi sözlükte şöyle bir tespit var: Ateistlerin intihar oranı, bir dine inananlara kıyasla çok daha yüksektir. kendisini bir dine nispet etmeyenler arasında intihar teşebbüsünün yaygınlığı, günümüzde birçok araştırma tarafından da ortaya koyulmuştur. Bunların en büyük sebebi, “dinlerin sabır telakkisi, her şeyin bir anlamı olduğu mesajı, hiçbir şeyin karşılıksız kalmayacağı ve nihai adaletin gerçekleşeceğine dair mesajlardır.“ Sizler kimsiniz ey tatlı su balıkları! Sizler kimlerin neslisiniz! Halkı Müslüman olan ülkede yaşıyorsunuz, bari biraz arlanmanız olsun, utanmanız olsun da içinde yaşadığınız ülke insanının dini inançlarına biraz saygı gösterin! Üstelik bu dini cemaatlerin oluşmasına siz çanak tuttunuz. Atatürkçüler, sosyal demokratlar çanak tuttular. Tekke ve Zaviyeleri niçin kapattınız. Hangi olumsuz faaliyetlerinden dolayı kapattınız. Kapattınız da onlar yok mu oldu. Onları kapatmasaydınız kontrol altında tutma imkânınız olacaktı. Yazımı Ahmet Hakan’ın Enes’in babası için yazdığı şu cümleleriyle bitiriyorum: -“ Evladını senin kayıtsızlığın ve muazzam anlayışsızlığın öldürdü. - İntihara kadar sürüklenecek bir psikolojiyi fark edememiş olman öldürdü. - “Oğlum, galiba senin bir derdin var, hadi anlat bana” dememiş olman öldürdü. - Kendisini gayet ifade eden oğluna kulak vermemen öldürdü. - Oğlunun bunalımını ciddiye almaman öldürdü. - Oğluna “Sakın kendini baskı altında hissetme evladım” dememen öldürdü. - Oğlunu cemaate terk ederek her şeyin en güzelini yaptığına duyduğun kesin inanç öldürdü. - Sorumluyu asla kendinde aramayan, hep başkalarında arayan şu sorumsuz tabiatın öldürdü.“

LAĞIM MEDYASI CHP TOPLANTI BERLİN

Rüştü Kam CHP Berlin Birliği tarafından organize edilen toplantıya davet edildim. Davete icabet ettim. CHP Genel Başkan Yardımcıları Oğuzkaan Salıcı, Ahmet Ünal Çeviköz ve CHP İstanbul Milletvekili Sera Kadıgil Sütlü konuşmacı olarak toplantıya katıldılar. Oturum başkanı Kenan Kolat tarafından kendilerine sırayla söz verildi. Konuşmaların merkezine iktidar partisi konuldu. Yaptığı her şey eleştirildi. ‘Ekonominin düzgün gitmediğinden, dış politikanın yanlışlığından, bürokratların kadın düşmanlığından, Kanal İstanbul’un yapımına mâni olunacağından, Libya’ya asker göndermenin yanlışlığından ve lağım medyasının CHP’nin haberlerini kasıtlı olarak vermediğinden bahsedildi’. Soru cevap bölümü kısa tutuldu. Dolayısıyla sorular cevapsız kaldı. Oğuzkaan Salıcı “salonda basın var, CHP’ li olmayanlar var bundan dolayı soruların yarısına cevap veremeyeceğim, soruların çoğu bizim iç meselemizle ilgilidir” diyerek soruların yarısını elediğini ifade etti. Devlet sırrı olsa tamamdır deriz, anlarız, ancak üyelerin parti hakkındaki tekliflerine verilecek cevapların basının ve CHP’ li olmayanların yanında konuşulamayacak kadar gizli olması ister istemez aklımıza CHP’ nin gizli ajandası mı var? sorusunu getiriyor. Toplantıda, Almanya’daki Türklerin sorunları ile ilgili bir paragraf açılmadı. Sadece CHP değil, CHP nin dışındaki partiler de buraya geldiklerinde aynı şeyleri yapıyorlar. İktidar partisi de dahil olmak üzere. İçinde yaşadığımız ülke Almanya. Bizlere anlatılan sorunlar Türkiye’nin sorunları. Paradoks değil de nedir bu. 11 ay Almanya’da yaşayan sene de 1 ay Türkiye’ye giden diasporayı Türkiye’nin sorunları niçin bu kadar ilgilendirsin. Bize lazım olacak olan Almanya’da yaşayan Türkiye insanına Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından hangi hizmetler sunulacaktır, hangi haklar verilecektir, hangi sorunlar çözülecektir, bunlardan bahsedilmiyor. Kanal İstanbul’u yaptırmayacaklarmış, yaptırmazsanız yaptırmayın, bize ne sizin kanal İstanbul’unuzdan… Bizim çocuklarımız değerlerinden uzaklaşmış, ırkçılık almış başını gidiyor, İslamofobi tavan yapmış; parti sözcüleri buraya gelip hâlâ Kanal İstanbul’dan bahsediyorlar…! Ayıptır, günahtır…Diasporasına bîgâne başka bir ülke yoktur herhalde dünyada… Ayrıca, konuşmalar insanlarımızı ayrıştırıyor. Her partiye göre, ayrıştıran hep öbürü oluyor. Parti sözcüleri kendilerini Türkiye’de sanıyorlar. Almanya’da yaşayan 4 Milyon insanımızın birlik ve beraberliğe ihtiyacı var. Türkiye’nin sorunlarını Almanya’ya getirmenin anlamı yoktur. Parti sözcüleri Almanya’da yaşayan insanımızın ihtiyaçları üzerinde çalışmalar yapmalı ve o çalışmaların doğrultusunda insanımıza yön vermelidir. CHP sözcüsü Sera hanım, “lağım medyası”ndan bahsetti. Yandaş medya demiyormuş artık, lağım medyası diyormuş. Bu ne kadar çirkin bir benzetmedir. Bu küfürdür. Bu küfür o salonda bana ve benim gibi arkadaşlara yapıldı. Salonda bulunan arkadaşlar da bu küfrü alkışladılar. Küfür kime yapılırsa yapılsın alkışlanmaz, ayıptır. Onlara göre, orada bulunan benim gibi gazeteciler lağım medyasının temsilcileri olduk. Sera hanımın bilmediği şey var; diaspora ne demek onu bilmiyor. Diasporada yaşayan insanlar hangi şartlarda yaşıyorlar onu da bilmiyor. Almanya’da hangi dünya görüşüne sahip olursa olsun insanlar birbirlerine küfretmezler. Birbirlerine saygı ile davranırlar, birbirlerine tahammül ederler. Buraya gelip, hem de davet ettiğiniz insanlara lağım medyası diyerek küfrederseniz bu şık durmaz. Sosyal Demokratlığa ise hiç yakışmaz. Birlik ve beraberlik çağrısının sıkça yapıldığı bir toplantı da böylesine bir hakaret, olmadı, hiç olmadı, yanlış oldu. Ben Sera hanımın seviyesine inmeyi düşünmüyorum. Tribünlere oynamak her zaman fayda getirmez Sera hanım... Ben özelikle Sera hanımı Kenan kardeşimin müsaadesiyle şiddetle kınıyorum... CHP’ li kardeşlerimiz toplantıda neler konuştular özetle sizlerle paylaşacağım. Değerlendirmeleri sizlere bırakacağım: “CHP İyi Parti ve Saadetle ittifak yaptı. Aslında CHP normal şartlarda Saadet Partisiyle ittifak yapmaz. Şartlar bizi bu noktaya getirdi. CHP, tarihinde ilk defa İstanbul seçimlerinde %54 oy aldı. Bu başarıdır sonuç değildir. 17 yıldır iktidar olan bir partiye karşı başarı kazandık. İzlediğimiz strateji sayesinde elde ettik bu başarıyı. Yaptığımız bu ittifak, Türkiye normalleşinceye kadar devam edecektir. 2001 yılındaki Ecevit hükümeti zamanında da aynı durumları yaşadık. Yazar kasalar fırlatılıyordu başbakanlığın önüne. Başkanlık sistemine geçildiği günden beri de ekonomik kriz hızlandı. Sözcü gazetesinin yazarları fetöcü diye cezalandırıldı. Herkes bir araya gelerek bu iktidarı mutlaka devirmelidir. Buna ihtiyacımız vardır. İktidar Ortadoğu’ya müdahale etti, düşman kazandı. Arapların Türkiye’ye karşı güvenleri zedelendi. Müttefiklerimiz olan Avrupalılar da bizlere güvenmiyorlar artık. İktidar Türk askerini kullanarak kaybettiği güveni yeniden kazanmak istiyor. Libya’ya asker göndermenin arkasında yatan gerçek budur. Libya’ya asker gönderilmeyecek, cihatçı gönderilecek. Libya’ya asker gönderme isteği meclise geldi 3 partinin dışında kalan diğer partiler hayır oyu kullandılar. Askerlerin de %56 sı Libya’ya gitmek istemiyor. 2013 yılından beri İsrail’de, Mısır’da Suriye’de, Yemen’de Büyük Elçimiz yok. Dünyanın her tarafında olduğu gibi Türkiye’de de kadınlar tacize uğruyorlar. CHP bu konuda mücadele ediyor. İktidar Ortaçağ özlemiyle yaklaşıyor kadınlarımıza. Akademisyenlerin %56’ sı kadın olmasına rağmen üst kademelerde kadın görmek mümkün değil. Buraya gelirken bir bayan anlattı, burada kadınlar için park yerleri varmış. Bu gibi uygulamaları biz Türkiye’de de uygulayalım, bizlere bu konularda ulaşabilirsiniz. İktidar kadınlara savaş açmış durumdadır. Lağım medyasını açın bakın bunları oralardan okuyabilirsiniz. Ben yandaş medya demiyorum artık, lağım medyası diyorum. Türkiye’de bürokratlar kadın düşmanıdır. Biz iki sene sonra iktidara geleceğiz, özgür ve güvenilir bir Türkiye kuracağız. Bazı sorular var, cevaplandırmam mümkün değil. Biz burada rahat konuşamıyoruz. Basının davet edilmesi bizim tercihimiz değildi. Bundan dolayı sorularınızın yarısını eliyorum. Medya bizim toplantılarımızı vermiyor. Faaliyetlerimizi düşüncelerimizi sizlere ulaştıramıyoruz. …Kanal İstanbul’u yaptırmayacağız.”

BİNMİŞİZ BİR ALAMETE ...SEZEN AKSU VE ADEM

“Binmişiz bir alâmate Gidiyoruz kıyamete Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e” Bu şiirden Adem ile Havva’yı çıkarın, yerine Atatürk ve Zübeyde’yi yazın ondan sonra ne olacak birlikte seyredelim. Yine de aynı tepki mi gösterilirdi? Bu bir şarkı sözüdür, fikir özgürlüğüne girer, üstelik yıllar önce yazılmış bir şiirdir, büyütmeye gerek yoktur mu denirdi? Okuyalım bakalım: Binmişiz bir alâmate Gidiyoruz kıyamete Selam söyleyin o cahil Atatürk ve Zübeyde‘ye Nasıl oldu, nevriniz döndü değil mi? Müslümanların değerleri vardır, kendilerine kimlik kazandıran değerlerdir bunlar. İnançlarından kaynaklanan değerlerdir bunlar. Türk olmalarından kaynaklanan değerlendir bunlar. Allah’tır, peygamberdir, kitaptır, bayraktır, vatandır, millettir, mezarlardır, ülkenin tapu senetleridir, bunların dokunulmazlığı vardır. Uluorta bu değerlere hakaret edilemez, aşağılanamaz, yok farzedilemez. Bu değerler yok fazedilirse yok oluruz. Sezen Aksu bir şiir yazmış ve sonra da onu bestelemiş. Günümüzün siyasi iklimini biraz değiştirmek isteyenler, bu şarkıyı arşivden çıkarmış tedavüle koymuş. Kim yaptıysa yanlış yapmıştır. İyi niyetle yapmamıştır. Fitneye sebep olan bir iş yapmıştır. Fitne katlden(öldürmekten) eşeddir. Sonrasında bu yanlışa, yanlıştır demek gerekirken, yanlış yapan koruma altına alınmış, kendilerine yanlış yapılanlar ise hedefe konmuştur. Onlara sabır tavsiye edilmiştir. Yeryerinden aynamıştır. Neymiş efendim; adem insan demekmiş, burada Hz. Adem kastedilmiyormuş, hem o olsa ne farkedermiş, zaten Allah’ın buyruğunu dinlemediği için cahillerden olmamışmıymış..., aman Allah’ım akıl tutulması mıdır, yoksa hainlik midir, nedir bu? O kadar ki, Sezen Aksu’yu savunacağız diye 9 takla atanlar bile var. Sezen Aksu üzerinden kanaat önderliğine soyunan kalemşörlere ne demeli. Tekrar ediyorum, bu şiirin sözleri yukarıda yazdığım şekliyle olsaydı. Yani Adem’i kaldırıp yerine Atatürk konulsaydı, Sezen Aksu yine de koruma altına alınır mıydı, masumdur denir miydi? Denir miydi gerçekten merak ediyorum? Böyle bir şiirin yazılması tesadüflerle izah edilemez. Mutlaka bir hesaba dayanarak yazılmış olmalıdır. Nüfusunun %90 ı müslüman olan bir ülkede o milletin fabrika ayarlarıyla oynanıyorsa orada bir hinlik vardır, masumluk yoktur. Biz bu filmi çok gördük. Burada açıkça, Hz. Adem ve Hz. Havva üzerinden dine saldırı vardır. Din itibarsızlaştırılmak istenmiştir. Günümüzün siyasi iklimine uygun bir balans ayarı yapılmak istenmiştir. "Sezen’in, ‘dini’ bir iddia taşımayan şarkısı" şeklindeki açıklamalar niyet okumadır. Sezen Aksu bu ifaderi bilinçsiz olarak kullanmış değildir. Eğer öyle olsaydı çıkar ve derdi; “benim bu yazdıklarım maksadını aşmıştır, halkımdam özür diliyorum.” Sezen Aksu böyle bir ifade kullanmaya ihtiyaç duymadığı halde, onun şakşakçıları Sezen Aksu adına açıklama yapıyorlar: ”İşte öyle demek istememiştir... Bizim literatürümüzde daha kötü ifadelere yer verilmiştir, hadis diye yer verilmiştir, şu ayet bu manaya gelir, öbür ayette de böyle birşey vardır, Süleyman Çelebi’nin mevlidinde daha kötü şeyler vardır, üstelik Sezen’in tevhid şarkısı bile vardır....” "İslâm'da, 'Bir sevap bir günahı' götürür diye bir kural mı vardır, vardır da biz mi bilmiyoruz? Yazık hem de çok yazık. Gelenekte yanlışlar vardır, yapılmıştır, bundan sonra da yapılacaktır. İnsanın olduğu heryerde yanlış olur. Temcid pilavı gibi ikide bir bu yanlışlar üzerinden İslâm'a ve Müslümanlara saldırmanın anlamı yoktur. Müslümanların değerlerine; söz yazarları hakaret ediyor, tiyatrocusu hakaret ediyor, siyasetçisi hakaret ediyor, karikatüristi hakaret ediyor vb. ama sabır nedense hep hakarete uğrayanlara tavsiye ediliyor, hakaret edenler ise 'ifade hürriyetinden dolayı yapmıştır' denilerek koruma altına alınıyor. Hem de bu işi Müslüman ilim adamları yapıyor. Yapmayın, etmeyin, Müslümanların yumuşak karınlarına fazla dokunmayın, dokunanlarla da aynı tasa kaşık sallamayın. Saygıdeğer ilim adamları, din‚ âlimleri, yazarlar-çizerler; hürmette kusur etmediğim, ilim adamı kimliğinizin önünde şapka çıkardığım üstadlar; bilhassa 20. yy.da Müslümanlar hedef tahtasına fazlaca konulur oldular. Bunların içinde sizler de varsınız. Salman Rüştü’sünden karikatüristine, şarkı sözü yazarlarından sinema filimlerine, dizilere ve tiyatro sahnelerine kadar, her yerde ve herkes tarafından Müslümanlar hicvediliyor. Hicvedenler, fikir hürriyetinden dolayı yapmıştır denilerek koruma altına alınıyor, hicvedilenler veya değerleri üzerinden dinlerine saldırılanlara ise sabır tavsiye ediliyor. İnsanları ayakta tutan kimlikleridir, kimlikleriyle varlıklarını sürdürürler veya geleceklerini inşa ederler. Bunları bize sizler öğrettiniz. Bizler Adem'i peygamber ve Havva'yı da peygamber hanımı biliriz ve öyle tanırız, bunu da sizler öğrettiniz. Bu konuda değişik görüşler olsa da halk böyle inanır, böyle bilir. Yani Âdem vahiy almıştır. Sezen aksu da bu sözleri bilinçli olarak yazmış olmalıdır. Eğer öyle olmasaydı çıkıp, "Ey halkım, ben maksadını aşan bir ifade kullanmışım, özür diliyorum” derdi ve konu kapanırdı. Halkımız hakarete maruz kalmıştır. Kırmızı çizgileri ihlal edilmiştir. Savunma hakları vardır, haklarını kullanmalıdırlar. Bu haklarını kullanıyorlar diye onlar aşağılanamaz, onlara hakaret edilemez, itibarsızlaştırılmaları için çalışılamaz. Onlara da derim ki; nerede duracağınızı biliniz ve söylemlerinizi hukuk çerçevesi dışına çıkarmayınız. Herkes haddini bilmelidir. Not: Yazımın altına yazıyı okuyan herkesin yorum yapma hakkı vardır. Ancak yorumlar maksadını aşmamalıdır. Küfür içermemelidir. İnsanları provoke etmemelidir. Kendi düşüncesine muhalif yazanları rencide etmememlidir. Gayet medeni bir şekilde görüşlerimizi yazmak zenginliktir. Bize yakışan da bu zenginliği yaşatmaktır. Ayakta tutmaktır. Uyarım konusunda gösterdiğiniz hassasiyetten dolayı teşekkür ederim.

DEĞER VERİLENLERE SAYGISIZLIK YAPMAMAK GEREKİR

"Allah'tan başka varlıklara yalvarıp sığınan kimselere sövmeyin ki, onlar da kin ve cehaletlerinden dolayı Allah'a sövmesinler. Zira biz, her topluma kendi yaptıklarını güzel gösterdik. Ama zamanı geldiğinde, onlar Rablerine döneceklerdir. O zaman Allah onlara, bütün yaptıklarını en doğru şekilde anlatacaktır."(Enam 108) "Başka insanların kutsal saydığı herhangi bir şeye -bu, Allah’ın birliği prensibini ihlal ediyor olsa bile- sövmenin yasaklanması çoğul olarak ifade edilmiştir ve bu nedenle bütün müminlere hitab etmektedir. Böylece Müslümanların, başkalarının yanlış inançlarına karşı çıkmaları istendiği halde, bu inançların temel unsurlarını tezyif etmelerine ve böylece hata yapan insanların duygularını incitmelerine izin verilmemiştir." Bu açıklamayı Meal sahibi Muhammed Esed yapmıştır. Müslümanlar, Gayrimüslimlerin değer verdikleri şeylere küfretmemelidirler, o değerleri aşağılamamalıdırlar, o değerler üzerinden inançlılar rencide edilmemelidir. Bu ayet, sadece Müslümanlar ve Gayrimüslimler arasındaki münasebetlerin düzenlenmesinde geçerlidir de Müslümanların kendi aralarındaki münasebetleri düzenleme de geçerli değildir diyemeyiz. Bu egoistçe bir yaklaşım olur. Ayrıca, gayri Müslimler Müslümanların değer verdiği şeylere küfredebilirler; çünkü onlar ile ilgili bir düzenlemeye Kur'an yer vermemiştir de diyemeyiz. İster inançlı olsun isterse inançsız; kim olursa olsun hiçbir kimse diğerinin değer verdiği şeye küfretme hakkına sahip değildir. O insanların inaçlarının doğruluğu veya yanlışlığı küfretmelerinin bahanesi olamaz. İnsan hakları açısından bakıldığında bu böyledir. Birisi kalkar da bir densizlik yaparsa ve de o densize birileri de destek olursa, onun avukatlığına soyunursa o kişinin de o küfredenle beraber aynı kefeye konulması gerekirr. Kimse layüsel değildir. Küfretmenin içine; itibarsızlaştırma girer, alay etme girer, dalga geçme girer... Bu yapılan ister küfür içeren sözlerle olsun, ister şiir dizelerinde, ister tiyatro sahnesinde, ister karikatür yapılarak isterse de şarkı söyleyerek olsun...farketmez. Kur'an bu konu da biraz daha hassas davranır ve "kaş-göz hareketleriyle" aynı işi yapanlara da "veyl olsun, yazıklar olsun" der. Kur'an insan onurunu her fırsatta öncelemiştir. Müslümanlardan da aynı hassasiyeti ister. Kur'an işi yapanla işi yapanı alkışlayanı aynı tencereye koyar. Hangi mevkide hangi pozisyonda, hangi makamda olursa olsun Kur'an herkesi aynı derecede eşit görür. Müslümanlar ne zaman adam olur derseniz cevabım şöyle olur; değerlerine sahip çıktıkları zaman

22 Aralık 2021 Çarşamba

AHLÂK İMANDAN BİR CÜZDÜR

Prof.Dr.mehmet Akif Koç Rüştü KAM 22.12.2021 Bugün(2021) yeryüzünde yaklaşık 2 milyar Müslüman yaşamaktadır. Yani dünya nüfusunun 1/3 i Müslümandır. Müslümanlar Tevhid inancına sahip olan inançlılardır. İnandıkları Allah tek olduğu gibi peygamber olarak da son peygamber Hz. Muhammedin ümmetidirler. Allah birdir Muhammed O’nun kulu ve Resulüdür diye inanırlar. O Müslümanlar Ahirete de inanırlar. Orada hesaba çekileceklerine de inanırlar. En azından biz böyle biliriz onları. Hesaba çekilecekleri konular dünyada işledkleri ile ilgilidir: „Neden yalan söyledin, neden kul hakkı yedin, neden insanları aşağıladın, neden fakir fukaranın hakkını gaspettin, neden fakir fukaraya yardım etmedin, neden stokçuluk yaptın, neden zulmettin ve neden zalimlere yardım ettin, neden yeşili korumadın, neden haram yedin, neden dünyayı imar etmedin, neden insan hakları konusunda duyarsızdın, neden zalimin zulmüne direnmedin, neden, neden, neden...“ Günümüz Müslümanlarının çoğunun bu sorulara vereceği cevapları yoktur. Çünkü bu soruların cevabı Ahlâkın konusudur. Bu soruları yanıtsız bırakanlar Ahlâksızlık konusunda israrcı olanlardır. Üçüncü kişiye dokunmayanlardır bunlar. Egoisttirler. Ahlâk da imandan bir cüzdür. Kıldıkları namaza, yılda bir tutacakları oruca, riya olarak verdikleri zekata ve ömürlerinde bir gittikleri hacca güvenirler. Oysa Ahlâk ile desteklenmedikçe bütün bu ibadetlerin Allah’ın terazisinde ağırlıkları yoktur, bunu bilmezler, bilselerde çıkarlarına ters düştüğü için işlerine gelmez, ritüellere sarılmaları bundandır, sakal bırakmaları, başörtüsü takmaları bundandır. Prof.Dr.Mehmet Akif Koç Türk Eğitim derneğinde verdiği konferansta bunları ve bunlardan daha fazlasını söyledi. "Ahlâk imandan bir cüzdür" dedi, "yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren bir Müslüman, Müslüman olarak hayatını sürdüremez, iman ondan ayrılmıştır" dedi. Koç'un konuşmasında öne çıkan bazı tespitleri siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum: "Kur'an'ın 1/3 ri kıssalardan oluşur, buna rağmen Kur'an'ın ana konusu değildir. Ahlâk imandan önceki aşamadır, imandan sonraki aşama değildir. Yalnızca doğru değil dosdoğru olmak lazımdır. Müslüman yalan söylemez, söylüyorsa Müslümanlığı sorunludur. Ahlâk iman esaslarının içine girmelidir, teklif ediyorum. Ahlâklı olmak farzdır, Ahlâkın zamanı yoktur, vakti yoktur, her saniye her dakika Müslüman Ahlâklı olmak zorundadır. Müslümanlar itibar görmek istiyorlarsa Ahlâklı olmak zorundadırlar. Ahlâk ilkokul diplamasıdır, bu diplomayı alamayan sonraki aşamalardan geçip üniversiteyi okuyamaz, almazlar. Kur'an'ın ilk inen ayetleri Ahlâk ile ilgilidir, “yağcılık yapmayın, zulmetmeyin” der. Fakirin, zenginin malında hakkı vardır, vermez ise zorla alınacaktır, bu konu imanın değil Ahlâkın konusudur. Hümeze suresi Abese suresi ahlâkla ilgili surelerdir. İnsanların onuruyla oynamaktan, gururdan kibirden bahsederler. Müslüman olmak viraj almakla başlar, ahlâk Müslüman olma yolundaki ilk virajdır. İslam'ın olmazsa olmazıdır Ahlâk. Ahlâksızın namazı olmaz, orucu olmaz, haccı olmaz. Ahlâk olmazsa islam ölür. İbadetlerin kazası vardır, Ahlâkın kazası yoktur, telafisi mümkün değildir. Ahlâksız bir Müslmandan, Ataist bir insan daha hayırlıdır. İslam'ın ilk nehyettiği şey yağcılıktır, yağcılık kişiliksizliktir, Allah’tan başkasının gözüne girmerye çalışmaktır, Müslüman onurlu olur. Ulvi Alacakaptan, "Müslümanın takva dediği şey meğer para imiş" diyor. Bunu ilk duyduğumda beynimden vurulmuşa döndüm. Oysa ne kadar da haklıymış Ulvi alacakaptan. Müslümanlar iktidar olunca anladım ben, Ulvi Alacakaptan'ın ne demek istediğini. Ulvi alacakaptan’ın haksız çıkmasını çok istedim. Ama olmadı. Müslüman hakkını meşru yollardan arar, hangi sistem içinde olursa olsun bu böyledir. Zulüm kimden gelirse gelsin Müslüman zulme karşı durur. "Münafığın alameti 3 tür: Yalan söylemeyeceksin, sözünde duracaksın, emanete hiyanet etmeyeceksin." Edersen Müslüman değilsin demektir bu. Hani Ahlâk imandan bir cüz değildi. Müslümanın haram işleme kredisi yoktur, olamaz. "

12 Aralık 2021 Pazar

NEDEN AZINLIK (EKALLİYAT) FIKHI

Almanya’da yaşıyoruz. Müslümanız. Hristiyan olan bir toplum içinde azınlıktayız. Kabul ettiğimiz bir fıkhımız var. 1500 yıldan beri değişik coğrafyalarda hâkim güç olan Müslümanlar tarafından üretilen bu fıkıh Almanya’da azınlıkta olan Müslümanların problemini çözmüyor. Bundan dolayı Almanya’da yaşayan Müslümanların azınlık fıkıhlarını acilen üretmeleri gerekiyor. Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için de aynı sıkıntı vardır, yazdıklarım onlar için de geçerlidir. “Fıkıh: Fıkıh, kelimesi İslam’ın ilk yıllarında bu günkü terim anlamında yaygın bir kullanıma sahip değildi. O zaman Araplar daha çok “fehm” kelimesini kullanıyorlardı. Şu var ki, ele alınan meselenin hassas ve derin bir incelemeyi gerektirdiğini görürlerse, muhtemelen o zaman bunu “fehm” yerine “”fıkıh” kelimesiyle ifade ediyorlardı. İbn Haldun Mukaddime’sinde bu duruma şu sözleriyle işaret eder: “Fıkıh, Allah Teâlâ’nın mükelleflerin fiillerine ilişkin vücub, yasaklama, nedb, kerâhe ve ibâha şeklinde koyduğu hükümlerin bilinmesidir. Bu hükümler Kitap, Sünnet ve Şâri’in onların bilinmesi için vazettiği diğer delillerden elde edilir. Hükümler bu delillerden çıkarıldığı zaman onlara “fıkıh” adı verilir.” Azınlık: Azınlık (Ekalliyât) kelimesi de uluslararası terminolojide kullanılan siyasi bir terimdir. Bu kavram, herhangi bir devletin vatandaşı olup, o devletin hâkim çoğunluğundan farklı din, dil veya ırk özelliklerine sahip bir grubu veya topluluğu ifade eder. Azınlık Fıkhı: Şer’î hükmün, cemaatin koşulları ve yaşadığı mekân ile irtibatını göz önünde bulunduran özel bir fıkıh türüdür. Bu fıkıh, özel koşulları olan ve başkaları için uygun olmayan hükmün kendisi için uygun olacağı sınırlı bir cemaatin fıkhıdır.”* Genellikle azınlıklar, medeni ve siyasi haklarda hâkim çoğunlukla eşit haklara sahip olmayı, inanç ve değerler alanında ise farklı ve ayrıcalıklı kabul edilmeyi talep ederler. Azınlığa önderlik eden birtakım oluşumlar azınlık üyeleri adına onların ihtiyacı olan konularda fıkıh üretirler. İlk vahyin inmesiyle birlikte, putperest bir toplum içinde Müslümanlar ‘azınlık‘ durumuna düştüler. Yıl 611. Müslümanlar o tarihten itibaren Tevhid inancının kurallarına uygun olarak yaşamak zorundaydılar. Azınlıkların nasıl yaşayacaklarına dair buyruklar vahiy aracılığıyla Peygamberimize ulaştırılıyordu. O da aldığı vahiyleri Allah’ı bir ve kendisini de Peygamber olarak kabul edenlere mevcut şartları göz önünde bulundurarak aktarıyordu, açıklıyordu. Böylece, azınlık (Ekalliyât) Fıkhı oluşmaya başladı. 615 yılında Habeşistan’a 15 Müslüman hicret etti. 616 yılında bu sayı 100’e yükseldi. Onlar da orada kendi fıkıhlarını oluşturdular. 622 yılında ise yaklaşık 400 kişi ile birlikte Peygamberimiz tebdil-i mekân yaptı. Müslüman azınlığın putperest toplum içinde yaşama şansı kalmamıştı. Onlar da hicret ettikleri yerlerde kendi fıkıhlarını oluşturdular. Çünkü yeni yerleşim bölgelerinde de azınlık durumundaydılar. 622 yılında Medine’nin nüfusu 12.000 idi. Müslümanlar 400 kişi. Medine yönetimi ve halkı Müslüman azınlığa imkân verdi. Onların inandıkları gibi yaşamalarına müsaade etti. Eman verdi. Müslüman azınlığın lideri Peygamberimiz (s) idi. Şartları iyi analiz ediyor, vahiyleri çok iyi okuyor ve Müslümanların zarar görmemesi için yaşam standartlarını dikkatli bir şekilde belirliyordu. Nerede olduğunu biliyor ve nereye gideceğinin planını o bilgiler ışığında yapıyordu. Çok iyi bir planlamacıydı. Peygamberimizin yaptığı bu planlamanın sonucu olarak çok kısa denebilecek sürede Müslümanlar azınlık durumundan kurtuldular ve sonraki süreçlerde hâkim güç haline geldiler. Azınlık statüsünden çıktılar. Genele şamil fıkıh oluşturmaya başladılar. 632 yılından sonraki süreçte ise Müslümanlık hızla yayılmaya başladı ve gittiği coğrafyalarda yine azınlıklar hep var olageldi. Peygamberimizin uygulamalarını esas olan o coğrafyaların Müslümanları kendi fıkıhlarını (Azınlık Fıkhı) oluşturmayı başardılar. Emevilerin, Abbasilerin, Selçukluların ve Osmanlıların dönemlerinde hâkim güç Müslümanlardı. Fıkıh hâkim güç olan Müslümanlar tarafından oluşturuluyordu. Hristiyan, Yahudi ve diğer dinlerin mensupları Müslümanların içinde yaşayan azınlıklardı. Onlar için de zimmî fıkhı oluşturuldu. 1923 yılına kadar bu böyle devam etti. 1923 yılında Müslümanlar hâkim güç olma özelliklerini kaybettiler. İşler tersine döndü. 1961 yılından itibaren de Müslümanlar tekrar azınlık durumuna düştüler. Avrupa ülkelerinde, Hristiyan toplum içinde yaşamaya başladılar. O ülkeler Müslümanlarla ahidleşti. Eman verdi onlara. Böylece Müslümanlar Avrupa ülkelerine geldiler ve oralarda yerleştiler, çoğalmaya başladılar. Kendileri azınlık olmalarına rağmen, ihtiyaçları olan fıkıh hâkim güç oldukları dönemde üretilen fıkıhtı. Bu fıkıh Müslümanların yaşamlarını zorlaştırıyordu. Ayrıca, Avrupa ülkelerine gelen Müslümanlar, Mekke’den hicret eden Müslümanlar gibi aynı kültürün Müslümanı da değillerdi. Değişik coğrafyalardan gelen ve değişik kültürlerden beslenen ve çeşitli dilleri konuşan Müslümanlardı. Hâkim güç olan Hristiyanlarla birlikte yaşıyorlardı. Müslümanlar hem kendilerine yabancı hem de yaşadıkları topluma yabancıydılar. Önlerinde liderleri de yoktu. Dili diline, dini dinine uymayan bir toplumun içinde Müslüman azınlık olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Her cemaat, kendi ülkesinden getirdiği fıkıhla yaşamanın daha doğru olduğunu savunuyordu. Bu anlayış Müslümanları parçalayan bir anlayıştı. Azınlık Fıkhı Yeni bir coğrafyada Hristiyan bir toplumda yaşamaya mahkûm olan Müslümanlar mutlaka kendi fıkıhlarını, (Azınlık Fıkhı) oluşturmalıydılar. Ancak kimse böyle bir yolu yürümeye cesaret edemiyordu. Yamalı bohça gibi yaşamayı tercih ediyorlardı, Müslümanlık bilinciyle hareket etmiyorlardı. Aynı coğrafyadan gelen Müslümanlar bile bir araya gelerek istenilen birliği, cemaati inşa edemiyorlardı. Cemaatler halinde yaşamayı, ayrı ayrı camilerde ibadet etmeyi çıkarlarına daha uygun görüyorlardı. Avrupa Birliği ülkelerinde bugün(2021) itibariyle 30 Milyona yakın Müslüman yaşıyor. Son yıllarda gelen mültecilerle bu sayı daha da artacaktır. Hâlihazırda 495 milyon olan Avrupalı nüfus, 30 yıl sonra 463 milyona düşerken; 25 milyon olan Avrupa’daki Müslüman nüfus üç katına çıkarak 75 milyona yükselecektir. Bu ülkelerde ‘Azınlık Fıkhı’nın oluşturulması zaruridir. Avrupa’da yeni bir nüfus oluşmaktadır. Müslüman nüfus; 2050 yılında bu nüfusun 75 Milyona ulaşacağı varsayılmaktadır. (İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (İNSAMER)) Müslümanlar geleceğe yatırım yapmalıdırlar Müslüman nüfus, asimile olmadan ve fakat marjinalleşmeden gayrimüslim toplumlarla nasıl bir arada yaşanılacağının alt yapısını oluşturmalıdırlar. Dinî duyguların, asimilasyona karşı motive ettiği entelektüel bir refleks oluşturmalıdırlar. Bunun yolu azınlık fıkhını oluşturmaktan geçer. Hedef böyle konulmalıdır. Azınlık Fıkhı; iyi bir Müslüman olmakla, iyi bir komşu, iyi bir tüccar ya da iyi bir siyasetçi olmanın yolunu gösterecektir. Azınlık Fıkhı; Müslüman bireyin ötekiyle sağlıklı ilişkiler kurmasına rehberlik edecek ve yanı sıra, farklılıklarının da bilincine varmasını sağlayacaktır. Avrupa ülkelerinde Azınlık olarak yaşamlarını sürdüren Müslümanların çözüm bekleyen yığınla problemleri vardır Gayri Müslimler ile evliliklerde sıkıntı vardır. Gayrimüslim bir erkekle Müslüman bir kızın evlenemeyeceği, din farkının evlilik engeli sayılacağı, Gayri Müslim’in kestiği hayvanın etinin yenilemeyeceği, Gayrimüslimlerin dinî bayramlarına iştirak edilemeyeceği, Müslüman cenazelerinin gayrimüslim mezarlığına gömülemeyeceği, Haram mal veya hizmet tedariki yapan işyerlerinde çalışılamayacağı, Organ nakli yapılamayacağı, Bugünkü Hristiyan ve Yahudi toplumunun Ehl-i Kitap olarak görülemeyeceği gibi anlayışlar, sıkıntı yaratan anlayışlardır. Bu anlayışlar dinin buyruklarından kaynaklanan anlayışlar değildir. Örfidir veya maslahat icabı şartların oluşturduğu anlayışlardır. Bu anlayışların kendi zamanlarında makul bir açıklaması vardır elbet. Ancak bugün bu anlayışlar sorunludur, düzeltilmesi gerekir. Bunun için yapılması gereken öncelikli çalışma azınlık fıkhını oluşturmaktır. İbadetler ve zamanları ile ilgili problemler vardır Günlerin uzun olmasına bakılmaksızın, orucun ve namazın güneşin doğuşu ve batışıyla vakitlendirilmesi, Cuma namazlarının rekât sayısı, Seferilik anlayışının gidilecek yolun uzunluğu ile alakalı olarak düşünülmesi, Kadın ve erkek arasında haklar açısından eşitsizliğin olması, Helal gıda anlayışı, tesettür ölçüleri, yaşam tarzı ve dünya görüşü hakkındaki düşünce farklılıkları, bu ve benzeri konular Müslümanların yaşamlarını zorlaştırmaktadır. Azınlık fıkhı oluşturarak bu sıkıntıların üstesinden gelmek mümkündür. Azınlık fıkhıyla; özellikle gençlere öteki toplumlarla ‘bütünleşme‛ iradesi göstermelerini tavsiye etmek ve aynı zamanda da onlardan ‘farklılaşma‛ lüzumuna yönelik şuur aşılamak mümkündür. Azınlık Fıkhıyla; baskın doku(ırkçılık, kapitalizm, emperyalizm) içinde yavaş yavaş eriyen genç nesillerin İslâm ile bağlarını koparmamaları gerektiğini anlatmak mümkündür. Azınlık Fıkhıyla (fıkhu’l-ekalliyyât); bireysel ve toplumsal düzeyde Müslüman azınlığın dinî ihtiyaçları, inançlarından taviz vermeden ancak korunabilir. Azınlık fıkhı, içinde yaşanılan toplum ile Müslümanlar arasında katalizör işlevi görür. Azınlık Fıkhıyla Müslümanlar; aynı coğrafi mekânı paylaşan, ancak demografik bakımdan onlardan üstün olan gayrimüslimler içinde İslâmi değerleri yaymanın ideal yöntemlerini belirlerler. Azınlık Fıkhı; Müslüman bireyin kimlik erozyonuna maruz kalmasını önler, onun çevresiyle sağlıklı ve tutarlı bir iletişim kurmasını temin edici bilgiler sunar. Müslüman azınlığın kimlik problemini çözmenin yolu, onların Allah’a olan imanlarını ve İslâm’a olan güvenlerini sağlamlaştırmaktan geçer. Bu yolun adı azınlık fıkhıdır. Azınlık Fıkhı; özellikle Batı ülkelerinde yaşayan göçmenlerin içinde yaşadıkları toplumlarda, Müslüman olmanın özgün dilinin üretilmesini sağlayarak, İslâm’a yönelik olumsuz imaj taşıyan basmakalıp söylemlere geçit vermez. Azınlık Fıkhı sayesinde; İslâm doğru anlaşılacak ve doğru anlatılacaktır. Böylece getirdiği mesajların kuşatıcı karakteri, evrenselliği, tatbiki mümkün olan temel enstrümanları, kimlik problemlerinin üstesinden gelmeye yeterli olacaktır. ‘Azınlık Fıkhı’ bilinçli bir şekilde oluşturulur ise, Müslüman azınlıklar beraber yaşadıkları sosyal dokuya sağlıklı bir şekilde entegre olacaklardır. Zamanla sivil toplum kuruluşları, diğer din mensuplarıyla yapıcı ilişkiler içine girecek ve bu ilişkileri geliştireceklerdir. Gayrimüslimlerin, İslâm’ın temel ilkelerine dair bilgi düzeyleri sağlıklı bir şekilde arttıkça İslâmofobik saldırılar ve tehditler hafifleyecektir. Eğer yaklaşan tehlikenin farkına varılmaz da ‘Azınlık Fıkhı’ oluşturulmaz ise; herkes yapmakta olduklarını yapmaya devam edecektir ve Müslümanlar Allah rızası için birbirlerinin ayağına basmakta sakınca görmeyeceklerdir. Helal ve haram sarmalından kurtulamayacaklardır. Dolayısıyla Gayrimüslimler İslâm’ı sosyal medyadan öğrenmeye devam edeceklerdir. Müslümanları da yine aynı kanallardan tanıyacaklardır. Böylece İslâmofobi artacak ve Müslümanlar marjinal bir şekilde her zaman toplumun dışında kalmaya mahkum olacaklardır. Unutulmaması gereken temel kural şu olmalıdır: İslâm tek bahçede yetişen bir çiçek değildir, her bahçede ayrı ayrı yetiştirilen çiçekler demetidir. ……….. *Azınlık Fıkhına Giriş (Temellendirici Bazı Mülahazalar) Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY)

15 Kasım 2021 Pazartesi

Eşcinsellik hastalık mıdır, kader midir, tercih midir?

Rüştü KAM Son günlerde Berlin’deki billboardlarda eşcinselliği teşvik edici reklamlar görmeye başladık. Velilerden aldığımız bilgilere göre bazı okullarda dahi panolarda eşcinselliği teşvik anlamına gelen reklamlar asılmaktaymış. Bu yapılanlar bilgilendirme amaçlı olmasa gerektir. Öyle olsaydı sadece sınıflarda öğretmenler ders olarak okuturlardı; derslerin reklam panolarına asılarak öğretilmediğini biliyoruz. Bu yapılan reklamlar eşcinsellik konusunda olumsuz düşünceye sahip olan insanları, eşcinsellik karşıtlarını kışkırtma amaçlı olsa gerektir. Reklamlardaki resimlere ve altındaki yazılara baktığımızda hedefe Müslümanların konulduğunu anlamak o kadar da zor olmuyor. Yapılmak isteneni anlayabiliyoruz: Müslümanlar bu billboardlarla kışkırtılarak ve zaaflarından yararlanılarak toplumun gözünde yaftalanacak ve aşağılanacaktırlar, böylelikle de İslamophobie beslenmiş olacaktır. Bu reklamlar çok masum düşüncelerle yapılıyor değildir. İki örnek: ”Ich bin Muslim, gläubig und habe trotzdem Sex. Mit Männern!“ (AID - Anlaufstelle İslam und Diversity) (Ben bir Müslümanım, inançlıyım ve buna rağmen seks yapıyorum. Erkeklerle!) „Ich bin mal er, mal sie. Aber immer Muslim*in. Das entscheide ich.“(AID ( Bazen erkeğim, bazen kız. Ama her zaman Müslümanım. Kararı ben veriyorum.) Billboardlardaki reklamlar bunlar ve benzerleridir. Hedef kitle Müslümanlar olmasaydı bu ifadeler genele şamil olarak yazılırdı. Sadece bir inanç kesimi hedefe konulmazdı. Bu yapılanlar, demokrasi veya düşünce özgürlüğü ile ifade edilemez. Düşünce özgürlüğü başkasının özgürlük alanına girilen yerde biter, bitmesi gerekir. Eğer bitmiyorsa başkasının özgürlük alanına müdahale edilmiş demektir. Eşcinsellik, şüphesiz, insanlık tarihi kadar eskidir. Tarih kitaplarında, din kitaplarında, efsanelerde, arkeolojik buluntularda eşcinselliğin izlerine rastlanıyor. Öyle gözüküyor ki, insanlığın bilinen tarihi boyunca bazı toplumlarda kabul görüp, ahlaken onay verildiği dönemler olduğu gibi (mesela Roma), bazı toplumlarda da görmezden gelinip ya da dışlanıp eziyet edildikleri de olmuş. Çağımızda, Hristiyan olan Batı Avrupa ve ABD’de eşcinseller, tarihin belki de en özgür dönemini yaşıyorlarken bazı İslam ülkelerinde idam cezasına çarptırılmaya devam ediyorlar. Eşcinsellik hastalık mıdır, kader midir, tercih midir? Bu soruların cevabı her dönemde aranmıştır ama tarafsız, empati yaparak net bir cevap bulunamamıştır. Eşcinsellere tavır almak, onları aşağılamak, itip kakmak elbette yanlış olmuştur. Ancak yanlışlar başka yanlışları doğru kabul ederek ve özellikle bazı kesimlerin gözüne sokarak düzelmez. Düzeltilemez. Yanlışlar konuşarak, empati yaparak düzeltilir. “Ben yaptım, oldu“ demekle olmaz. Sadece Almanya’da 6 milyon Müslüman vardır. 6 milyon Müslümanın eşçinselliğe karşa bir tavrı vardır. Ama dinlerinden kaynaklanır, ama örflerinden kaynaklanır. Sonuçta ortada belli bir tavır vardır. Bu tavır görmezden gelinmemeli, yok farzedilmemeli; Müslümanları hedefe koyan bir karar verilmemelidir. Hele demokrasinin beşiği dediğimiz Almanya’da böyle bir yanlış yapılmamalıdır. Almanya’da Müslümnalrın yanı sıra Yahudi ve Hristiyanlar da yaşıyor. Billboardlarda “ben Hristiyanım ben Yahudiyim/Museviyim” diye bir ifade kullanılmıyor, kullanılmamış. Mocca dergisi 37.sayısında, bütün bu yapılanları göz önünde bulundurarak, “Eşcinsellik” konusunu işlemeye karar verdi. İlim adamlarından, Hristiyan din adamlarından ve Müslüman din adamlarından görüş aldı. Bu görüşleri olduğu gibi, kendi yorumumuzu katmadan sizlere aktarıyoruz. Taktir siz değerli okuyucularımıza aittir...

CUMHURİYET BAYRAMINI KANÇILARYA’DA KUTLADIK BERLİN

Rütü KAM Cumhuriyetin 98’inci yılını kutladık. Kançılaryada yaptık bu kutlamayı. Bu toplantıya Ahmet Başar Şen ev sahipliği yaptı. Önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ‘ın mesajı okundu. Anlam yüklü bir mesajdı. Daha sonra Berlin Sefiri Ahmet Başar Şen kürsüyü teşrif etti. Kendinden emin bir şekilde geldi kürsüye. Berlin’de Başkonsolosken Özbekistan Sefirliğine atanmıştı. Özbekistan dönüşünde bir süre Ankara’da misafir edilen Şen, daha sonra Berlin Sefirliğine atanmış. İsabetli bir atama olmuş. Orta Asya kültürünü arkasına alarak kürsüye çıktığı her halinden belliydi. İmam Maturidî, Hoca Ahmed Yesevî, İmam Buharî nefesiyle beslenmenin haklı gururunu yaşıyor olmalıydı. Verilen mesajların satır aralarında o nefesin gücünü hissetmek bizlere ayrı bir motivasyon oldu. Kendisini seven ve sayan tanıdık simalarla birlikte olmanın verdiği rahatlığı da görmezden gelmemek lazımdır. En az 20 Cumhuriyet Bayramı kutlamışlığım vardır Berlin’de. Bazı büyükelçiler Türkçe konuşurlardı, bazıları Almanca. Hem Almanca hem de Türkçe olarak konuşma yapan büyükelçiye fazla rastlamadım. Sefir Şen mesajını Türkçe ve Almanca verdi. Yapılması gerekeni yaptı. Ancak bizim insanımızın garip bir alışkanlığı var. Saygısızlık yapmayı marifet sayıyorlar sanki. Cumhuriyetin 98’inci yılı kutlamasına davet edilen insanlardan bahsediyorum. Belirli bir seviyeleri var bu insanların. Kimisi sivil toplum kuruluşlarında yönetici, kimisi iş adamı, kimisi basın görevlisi kimisi de Türk ve Alman makamlarında görevli kişiler bunlar. Sefir kürsüde, konuşuyor, dünyaya mesaj veriyor, Türkiye’nin sesi olarak veriyor mesajını. Dinleyen yok. Herkes birbiriyle muhabbet ediyor. Sefirin gözü önünde oluyor bütün bunlar. Ayıptır, saygısızlıktır. Be adam, 10 dakika sabret ve verilen mesajı dinle. 10 dakika, hadi 20 dakika olsun. Sen zaten oraya o mesajı almak için davet edildin. Sabredip verilen mesajı almayacaksan veya almak istemiyorsan o davete niçin geldin… Ne zaman adam oluruz, dinlemesini öğrenince… Bu derece saygılı(!) insanların huzurunda mesajını yine verdi sefir. Dinlemeyen insanlara rağmen konuşmasını tamamladı. Verilen mesaj aynen şöyleydi: ““Sayın Milletvekilleri, Sayın Büyükelçiler, Kıymetli Vatandaşlarımız, Saygıdeğer Misafirler, Bu akşam Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 98. Yıldönümünü hep birlikte gururla kutluyoruz. Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun! Bu en büyük bayramımızda sizleri Büyükelçiliğimizde ağırlayabilmekten büyük mutluluk duyuyorum. Bugün ayrıca, daha önce Başkonsolos olarak görev yaptığım Berlin’de bu kez Büyükelçi sıfatıyla bu kutlamaya ev sahipliği yapmanın heyecanını ve kıvancını yaşıyorum. Türk milleti için bu en anlamlı günde, coşku ve mutluğumuzu paylaşan tüm misafirlerimizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum. Kutlamamızı esasen arzu ettiğimizden çok daha az sayıda katılımla gerçekleştirebiliyoruz. Çünkü pandemiyle mücadelede katedilen olumlu mesafe bayramımızı kutlamamıza imkan verse de, bulaşma riski ve kısıtlamalar maalesef devam ediyor. Keza Resepsiyonumuzun saati, süresi ve içeriğini, ikramlarımızın miktar ve tarzını, pandemi şartlarını düşünerek saptadık. Tedbirlerimizi anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Cumhuriyet, Türk milletinin Atatürk önderliğinde verdiği benzersiz mücadelenin, onurlu duruşun, vatan sevgisinin, egemenlik ve bağımsızlık iradesinin ortaya çıkardığı bir eserdir. Bu eser, milletine güvenen, geleceğe özgüvenle bakan, heyecan ve şevkle çalışan o neslin bugünkü nesillere, bizlere armağanıdır. Bugün, Cumhuriyetimizin kurucuları olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava arkadaşlarını, vatanımızın bağımsızlığı, birlik ve bütünlüğü uğruna canlarını feda eden aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi derin minnet duygularımızla anıyoruz. Cumhuriyetimizin kurulduğu 29 Ekim 1923 tarihi, Türk Milleti için bir dönüm noktasıdır. Cumhuriyet vizyonuyla, ülkemizin sadece siyasi, ekonomik ve sosyal altyapısı değil, milletimizin kaderi yeniden şekillenmişti. Uzun savaşların yakıp yıktığı topraklarda, imkansızlıklar içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, milletlerin hayatında kısa denebilecek bir sürede modern bir devlete dönüşerek bugünkü seviyeye ulaşması, örnek bir başarı ve gurur tablosudur. Bu yönüyle Cumhuriyet aynı zamanda bir modernleşme projesidir. Aklı, bilimi, demokrasi anlayışını, hukukun üstünlüğünü ve eşitlik ilkesini merkeze alan Türkiye Cumhuriyeti, her zaman çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkmayı hedef edinmiştir. Cumhuriyet deneyimimizin en gurur verici sıçramalarından biri kuşkusuz kadın-erkek eşitliğini sağlaması, kadınlarımızı toplumsal hayatta hak ettikleri yere getirmesi olmuştur. Çağının ilerisinde hükümler içeren ilk Medeni Kanun 1926 yılında kabul edilmiş, Türk kadını pek çok ülkeden önce medeni haklara kavuşmuştur. Bugün hayatın her alanında kendine güvenen, yetenekli, başarılı kadınlarımızı en üst konumlarda görmekten büyük mutluluk duyuyoruz. Cumhuriyet, geniş çaplı bir eğitim atılımını da hayata geçirmiştir. Latin harflerini esas alan Türk alfabesinin 1928 yılında kabulü, yani Harf Devrimi, bu atılımın temelini oluşturmuştur. Türkiye’yi daha aydın, daha güçlü ve müreffeh bir geleceğe ancak iyi eğitimli yurttaşların taşıyabileceği anlayışı, Cumhuriyet tarihimizin şiarı olmuştur. Türkiye 98 yıllık Cumhuriyet tarihinde büyük dönüşümleri ve kalkınma atılımlarını başarıyla hayata geçirmiştir. 98 yıl önce 13 milyon olan Türkiye’nin nüfusu bugün 85 milyondur. 98 yıl önce Türkiye’deki okuryazarlık oranı %15 civarındayken bugün %98 okuryazardır. Bugün, 25 yaş üstü nüfusumuzun 5’te birinden fazlası üniversite mezunudur. Yükseköğretim kurumlarımızda 8 milyonu aşkın öğrenci kayıtlıdır. Ve en önemlisi, yükseköğretimdeki kız öğrenci oranı yüzde 49’u yakalamıştır. Üniversitelerimizde 10 bini aşkın profesörümüz arasında kadınların oranı yüzde 32’nin üzerindedir. Bu oran örneğin AB ülkeleri ortalamasının oldukça üzerindedir. Cumhuriyet, Türkiye’nin ekonomik dönüşüm ve gelişiminin de itici gücü olmuştur. Türkiye, halkına daha yüksek yaşam standartları sunan, müreffeh toplumlar arasında yerini almıştır. 1923’te tarım ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti önce sanayisini geliştirmiş, son yıllarda ise küresel dönüşümle de uyumlu biçimde bilgi toplumun yönelmiştir. Günümüzde Türkiye, genç, üretken ve çalışkan nüfusu benzersiz coğrafi konumu, güçlü dijital altyapısıyla ciddi bir ekonomik potansiyeli barındırmaktadır. Dünyanın farklı coğrafyaları için bir cazibe, çekim merkezidir. Sunduğu fırsatlar ve iş imkanlarıyla artık göç veren değil, göç alan bir ülkedir. Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda ihtilaflarla dolu bir coğrafi çevrenin ortasındaki bir barış ve istikrar adasıdır. Kuruluşundan bu yana Cumhuriyetimizin dış politikasının temelini oluşturan Atamızın “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi sadece söylemde bırakılmamış bugün de girişimci ve insani dış politikamızla etkin bir şekilde hayat geçirilmektedir. Mümkün olduğunda ikili ve çok taraflı mekanizmalarla ve üyesi olduğumuz uluslararası örgütlerle işbirliği halinde, gerektiğinde tek başımıza, yerel, bölgesel ve küresel sorunlara iyi niyetli, yapıcı ve kalıcı çözümler üretmeye çabalıyoruz. Ortadoğu’da, Ege’de, Akdeniz’de, Karadeniz’de, Balkanlarda, Kafkaslarda ve bu bölgelerin de ötesinde ihtilafların önlenmesine, istikrarın yayılmasına, barışın tesisine, refahın artmasına önemli katkılarda bulunuyoruz. Cumhuriyetimiz 98 yaşına girerken, Federal Almanya, derin ve çok boyutlu ilişkilerimiz olan ülkeler arasındadır ve bizim için müstesna bir konumdadır. İkili ticaret hacmimiz pandemiye rağmen, 2020 yılında 38 milyar ABD Doları’na ulaşmış, Almanya, Türkiye’nin en büyük ticari ortağı konumunu korumuştur. İkili ticaretimiz 2021 yılında da başarılı bir grafik sergilemektedir. Yılsonu itibariyle ticaretimizin 40 milyar Dolar’ı aşarak rekor seviyeye ulaşmasını beklemekteyiz. Almanya son 20 yılda ülkemize gelen uluslararası doğrudan yatırımlarda da 10 milyar Dolarla 6. sırada yer almaktadır. Kendi sektörlerinde dünyada önde gelen Alman firmaları –isimlerini saymak reklam olur- Türkiye’de de karlı yatırımlara imza atmıştır. Benzer bir şekilde, bugün Almanya’da faaliyet gösteren yaklaşık 90 bin Türk girişimcinin sahip olduğu işletmelerin yıllık ciroları toplamda 50 milyar Avro’yu geçmektedir. Türk sermayesi Almanya’da 500 binden fazla istihdam sağlamaktadır. Almanya’daki Türk yatırımlarının toplamı da 3 milyar Dolar’ı aşmıştır. Türkiye ve Almanya, yakın coğrafyamızdaki kriz bölgelerinde barış ve istikrarın korunmasına dönük uluslararası çabalarda birlikte yer almıştır. Balkanlar ve Afganistan, bunun hemen akla gelen örnekleridir. NATO Müttefiki iki ülke, Avrupa çapında olsun, küresel düzeyde olsun Batı demokrasilerinin oluşturduğu tüm önde gelen uluslararası kuruluşların ortak üyesidir. AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı), Avrupa Konseyi, G-20 ve OECD gibi çok taraflı platformlardaki işbirliğimiz ikili ilişkilerimize ayrı derinlik kazandırmaktadır. Öte yandan, sınırlarımız içinde ve ötesinde, PKK, DEAŞ ve FETÖ başta olmak üzere, terör örgütleriyle mücadelemiz esasen Almanya’nın güvenliğini ve kamu düzenini de yakından ilgilendirmektedir. Bu bakımdan terörle mücadeledeki işbirliğimizi geliştirmek, yalnızca dostluğumuzun değil, müttefikliğin ve karşılıklı çıkarlarımızın da gereğidir. AB’ye tam üyelik Türkiye’nin önüne çıkarılan engellere rağmen stratejik hedefimiz olmaya devam etmektedir. Bu konuda Almanya ayrı önem taşımaktadır, çünkü Türkiye’yi de kapsayacak AB’nin küresel sınamaları çok daha başarıyla göğüsleyebileceğine ilişkin vizyonu geçmişte olduğu gibi gelecekte de yeniden ortaya koymaya muktedir bir ülkedir. Dost ve müttefik Almanya’yla ilişkilerimizin en önemli boyutu burada yaşayan üç milyonun üzerinde insanımızdır. İşgücü anlaşması çerçevesinde çalışmak üzere 1960’lı yıllardan itibaren Almanya’ya gelen insanlarımız, Türkiye ile Almanya arasında güçlü sosyo-kültürel bağlar kurmuştur. Takip eden kuşaklarla bu bağlar giderek güçlenmiştir. Türk toplumu, Almanya’nın bugün ulaştığı refah seviyesine, kalkınmasına çok büyük katkılarda bulunmuştur. Ve bugün, göçün 60. yılında ekonomiden kültüre bilimden siyasete, sanattan spora, hayatın her alanında Türkiye kökenli insanları görmek bizlere mutluluk vermektedir. Dr. Özlem Türeci ile Prof. Uğur Şahin de Türk toplumunun Almanya’daki başarılarına en yeni örneklerdir. Almanya’da geliştirdikleri aşı, tüm dünya için umut olmuştur. Onları huzurlarınızda bir kez daha kutlarım. 26 Eylül’deki Federal Meclis seçimlerinde birçok Türkiye kökenli adayın milletvekili seçilmesi de Almanya’da yaşayan Türkler için kayda değer olumlu bir gelişmedir. Almanya’nın hemen her bölgesinde günlük hayatta karşımıza çıkan yüzler hatta binlerce diğer örnek, Türk toplumunun Almanya’daki uyum başarısını ortaya koymaktadır. Almanya’daki Türklerin kültürel kimlik ve milli benliklerini koruyarak, yaşadıkları ülkeye her alanda katılım ve katkılarını arttırarak sürdüreceklerine eminim. Bu, iki ülke arasındaki dostluğu daha da pekiştirecektir. Diğer taraftan, Almanya’da yaşayan Türk kökenli insanlarımızın son 60 yılda karşılaştıkları zorlukları ve halen süren sorunları da unutmamak lazımdır. Şimdiye kadar Almanya’da 50’den fazla insanımız Mölln, Solingen ve Hanau cinayetleri gibi ırkçı saldırılarda ve NSU terör örgütünün menfur seri cinayetlerinde hayatlarını kaybetmişlerdir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, Almanya’nın bir numaralı güvenlik meselesi olmaya devam etmektedir. Türklerin ve diğer birçok göçmen kökenlinin Almanya’da gündelik hayatta maruz kaldıkları ayrımcılık olayları ne yazık ki sürmektedir. Federal Hükümet’in son yıllarda bu tehditlere karşı attığı adımları memnuniyetle karşılıyoruz. İster Türklere ya da Müslümanlara yönelik olsun, ister İslamofobi, anti-Semitizm ya da göçmen karşıtlığı şeklinde tezahür etsin, nefret ve ayrımcılığın her türüyle, tüm imkanlar kullanılarak topyekun mücadele edilmelidir. Tabiatıyla Almanya’daki insanlarımızın kültürlerini korumaları da sağlıklı uyum açısından önkoşuldur. Bu anlamda, Türk toplumunun kökleriyle bağlarını sağlayan ana unsur olan Türkçe dil eğitiminin devlet tarafından desteklenmesi ve teşvik edilmesi, aynı zamanda dini ihtiyaçlarının tam anlamıyla karşılanması önem taşımaktadır. Almanya Türk toplumunun çifte vatandaşlık, anadilin korunması, din hizmetlerinin yaygınlaştırılması gibi beklentilerini destekliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti olarak, Almanya’daki insanlarımızın hak ettikleri şekilde huzur, esenlik, refah içinde, Alman toplumuyla uyum içerisinde yaşamaları ve ülkelerimize değerli katkılar sunmayı sürdürmeleri için Alman makamlarıyla işbirliği yapmaya devam edeceğiz. Sonuç itibariyle başarılı uyum, etkin katılım gerektirir. Katılımı mümkün kılan da eğitimdir. Eğitim ise ancak kabul, hoşgörü ve eşitlik kültürünün yeşerdiği koşullarda arzulanan sonuçları verebilir. Bu duygu ve düşüncelerle, bu anlamlı günümüzde davetimize katıldığınız için hepinize tekrar teşekkür ediyor, Cumhuriyetimizin kurucusu büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk ile dav arkadaşlarının, Cumhuriyetimizin bekası için canlarını feda eden şehitlerimizin, bu uğurda her şeylerini feda etmeye her daim hazır gazilerimizin huzurunda bir kez daha derin saygı, sevgi ve minnetle eğiliyorum. Teşekkür ederim.”