21 Aralık 2022 Çarşamba

GÖNLÜMÜN SULTANI'NA

Rüştü KAM Sultanım günler çok çabuk geçiyor. Senin, cisminle aramızdan ayrılalı 3 yıl oldu. Ancak ruhunla her daim bizimlesin. Bir an olsun seni unutmadım. Unutmadım değil unutamadım. Nasıl unutayım ki; 46 yıl aynı yolu beraber yürümüşüz. Acı ve tatlı günlerimiz olmuş. Zorluklara birlikte karşı gelmişiz. Sen ebedi istinatgâhına gittin kurtuldun. Ya ben. Beni hiç düşünmedin. O kadar da söyledim Sana, beni bırakıp gitme dedim. Dinlemedin. Gittin. 46 yıllık yol arkadaşını bıraktın gittin. Çocukların da unutamadı Sen’i. Ne zaman Sen’den söz etsek, hepsinin gözleri doluyor. Hemen konuyu değiştiriyoruz. Çocuklarımızdan sual edecek olursan; ben, Zülfikar’ımızla birlikte yaşıyorum. Hureyre’miz Amerika’da Jale Üniversitesi’nde Hocalık yapıyor. Bir sene sonra geriye dönecek inşallah. Kızımız Dilruba Üniversiteyi bitirdi. Şimdi Baden Wüttenberg Eyaletinde Eğitim Bakanlığında memur olarak çalışıyor. Hepsi bir yerde. Gurbet içinde gurbeti yaşıyoruz. Hani derler ya doğduğun yer mi doyduğun yer mi? Meğer sorunun cevabı doyduğun yermiş. Sultanım, biz seni çok özledik. Hem de çok. Bir keresinde çocuklara; albümlere bakıp da hatıralarımızı canlandıralım mı ne dersiniz? Diye teklif ettim. “Baba daha şimdi değil” dediler. Bir daha o konuyu açmadım. Demek ki yaralar daha taze. Aradan 3 sene geçmiş olmasına rağmen taze. Albümlere bile bakacak cesaretimiz yok daha. Ben, bana bıraktığın emanetlerinle teselli oluyorum. Onların varlığı benim yaşam sevincim. Onlar da olmasaymış, Sen’den sonra bu dünyada yaşamanın başkaca anlamı olmayacakmış. Güzelim, Sana bir sır söyleyeyim ama çocuklara söyleme; çocuklarımızın seninle olan muhabbetleri, sarmaş dolaş olmaları, aynı şekilde benimle olmuyor. Ana şefkati bir başka oluyormuş. “Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz” deyimi boşuna söylenmemiş. Dokuz ay on gün göbek bağıyla bağlı olmanın avantajı olsa gerek bunlar. Gönlümün Sultanı, az kalsın unutuyordum, sıkı dur, sana bir müjdem var. Hani Sen durmadan dertlenirdin ya; “ne olacak bu çocukların hali, neden evlenmiyorlar, neden yuvalarını kurmuyorlar” diye. Senin o dertlenmelerin dua yerine geçmiş olmalı. Gözün aydın ağaç orta yerinden filiz verdi. Hureyre evlendi. Hem de güzeller güzeli bir kızla. Adı Zelifa. Mardinli. Birlikte taş otelin terasına oturup ta uçsuz bucaksız ovasını seyrettiğimiz Mardin. Dünürlerin de iyi insanlar. Şimdi sırada ağacın iki ucu var. En kısa zamanda o iki uç da filiz verirse soluğu Senin yanında alacağım inşallah. Bekle beni. Düğünlerini de yaptık onların. Berlin’de yaptık. Bütün sevdiklerin, dostların hepsi oradaydı. Bana, başka kimler vardı? Diyorsun, iyi de hepsini teker teker nasıl sayayım. Mesela, 25 sene emek verdiğin öğrencilerin oradaydı. Bizi dost bilen bizim de kendilerini dost bildiklerimiz oradaydı. Türk Eğitim Derneği’nin üyeleri oradaydı. Gazetecilerden; Ahmet Külahçı, Sefa Doğanay ve Mustafa Ekşi eşleriyle birlikte oradaydı. Hureyre’nin Hocası Ömer Özsoy oradaydı. Hem de güzel bir dua yaptı onlar için. Hureyre’nin arkadaşları oradaydı. Dilruba’nın, Zülfikar’ın arkadaşları oradaydı. Serap kızımız yine geldi ve düğünde de çok emeği geçti. Sanki evin kızı gibiydi. Bil bakalım Hureyre’nin sağdıcı kimdi? Evet, doğru bildin, Serdar... Ben bir açılış konuşması yaptım, misafirlerimizi selamladım. Sonra Kur’an okudum ve açıklamasını yaptım. Dilruba kızımız da Almancasının açıklamasını yaptı. Sonrasında Hureyre’nin arkadaşları, Fuat, Serdar ve Aydın birlikte sahne aldılar. Sazlarıyla Türk sanat Musikisinden örnekler sundular. Kızımız Dilruba ve Serap da sazların eşliğinde solist olarak birer şarkı söylediler. Ah bir görseydin, ne kadar da duygulandım. Biliyorsun ben sulu gözün biriyimdir. Gittim lavaboda bir güzel ağladım. Ağladığımı kimseciklerin görmesini istemiyordum. Ayrıca Büyükelçimiz Ahmet Başer Şen’de misafirlerimizin arasındaydı. Güzel bir konuşma yaptı. Sonra da gidip gelin ile damadı tebrik etti. Ayaküstü sohbet de ettiler. Sen onu, Türk Eğitim Derneği’nin her yıl düzenlediği Kurban Şenliğimizden tanıyorsun. Her sene şenliğe gelir konuşmasını yapar ve sizlerin pişirdiği gözlemelerden yerdi. Sonra da sizlerle uzun uzun muhabbet ederdi. Sen de ona evine de götürmesi için bir gözleme paketi hazırlardın. O zaman başkonsolostu. Şimdi büyükelçi oldu. Başkonsolosumuz Rıfkı Olgun Yücekök de misafirlerimiz arasındaydı. Eşi Fulya hanımla birlikte gelmişler. Fulya Hanım Elçi Müsteşar. Özel arabalarıyla gelmişler. Benim aşağıya kadar kendilerini uğurlamama müsaade etmediler. Ben ısrarcı oldum, olmaz mıyım, oldum elbet. Ancak ısrarım fayda vermedi. İkisi de çok tatlı insanlar. Başkonsolosumuz da güzel bir selamlama konuşması yaptı. Sonra da gelin ve damatla birlikte fotoğraf çekildiler. Unutmadan onu da söyleyeyim; Fulya Hanım, Mocca Dergisinin sıkı okuyucularındandır. Her sayısından özellikle istiyor. VIP düğünü gibi olmuş değil mi? Düğüne gelemeyip de mesaj gönderenler, telefon açanlar da çok fazlaydı. Bülent Arınç, İlhami Güler, İsrafil Balcı, Akif Koç, Şaban Ali Düzgün, Mehmet Azimli, Vehbi Başer, Latif Çelik, Ali Aygören, Ali Mürteza bunlardan bazılarıdır. Teyzelerinden, amcalarından, dayılarından bir temsilcinin gelmesini çok istedik ama gelmediler. Yapacak bir şey yok. İşleri çok olabilir, paraları olmayabilir, vize alamamış olabilirler… Kız, ben gördüm, Sen de oradaydın. Hem de gelinin ve oğlun ile aynı masadaydın. Misafirlere hoş geldin diyor ve onları selamlıyordun. Şimdi gelelim senin en çok merak ettiğin konuya; “salon nasıldı, kaç kişi geldi, yemekler lezzetli miydi falan…?” Ben Sen’i bilmez miyim, her şeyin mükemmel olmasını istersin. Cevap veriyorum: Her şey mükemmeldi. Gümüş Saray’da yaptık düğünümüzü. 300 kişilik güzel aydınlık bir salon. Pırıl pırıl. Doldu Elhamdülillah. Salon sahipleri çok iyi insanlar. Denizlili bir müdürleri var, Mustafa. Sağ olsun birebir misafirlerimizle ilgilendi. Ona dedim ki; Berlin’e iki horoz fazla, ya sen git buradan ya da ben. Gülüştük… Salon iki ortağa ait. Ali ile Mustafa. Mustafa o gün Hollanda’ya gitmiş ama Ali oradaydı. Ali ile çok eskiden tanışıyormuşuz. Gıyaben tanıyordum ben onu. Bir sene önce yüz yüze tanışmıştık. Uzun zaman önce Türk Eğitim Derneği olarak ona maddi ve manevi yardım yapmıştık. Onu unutmamış. “Yap iyiliği at denize, balık bilmezse Halik bilir demişler” ya. Ne kadar da anlamlı bir söz. Ali vefalı bir genç maşallah. Mustafa ile de dernek faaliyetlerinden tanışıyoruz. O da hakikatli bir delikanlı. Yemeklere gelince; yemekleri Halil yaptı. Türkiyem restoranın sahibi Halil. Bir de kardeşi var Hasan. Biz onlara Engizli deriz. Senin öğrencilerinin çoğu da Engizli’ydi, bilirsin. Yemekleri çok lezzetliydi. Özene bezene yapmışlar. “Hocam senin için özel olarak yaptık, afiyet olsun” dediler. Misafirlerimiz çok beğendi yemeklerini. Yemek öncesi için soğuk meze de yapmışlar. Birkaç çeşit yapmışlar. Misafirlerimiz “soğuk meze yeterliymiş yemeğe ne gerek vardı” dediler. O kadar lezzetliymiş. ‘Miş’, diyorum çünkü ben misafirlerin masasını dolaşırken, yemek yemeyi unutmuşum. Meyveler, içecekler, çerezler birinci sınıftı. Kişiye özel olarak hazırlandığı belliydi. Teşekkür ettim elbet… Sultanım iki de üzücü olay yaşadık düğün öncesinde ve sonrasında. Onları da sana anlatmam gerek. Biz seninle öyle anlaşmıştık. Ne olursa olsun birbirimize anlatacağız, birbirimizden bir şeyler gizlemeyeceğiz diye. Öyle de yaptık. Zararını da görmedik. Zeynep Hanım ve benim hala kızları Gül Sefa, Esra, Ayşe ve Sultan; sarma, börek, salata, poğaça gibi aperatif şeyler hazırlamışlar. Cengiz’le beraber o yiyecekleri almaya gittik evlerine. Dönüşte feci bir kaza yaptık. Ecelimiz korudu bizi. Hani derler ya “insanı ölümden eceli korur” diye. Ertesi gün düğün var. Bir gün öncesinde böylesine büyük bir kaza. Bizlere bir şey olmadı elhamdülillah. Ufak tefek sıyrıklarla atlattık. Polisler “siz bu arabadan mı çıktınız” sorusunu yöneltiyordu bize. Olanlara inanamadılar. Allah korudu bizleri. Yemekler birbirlerine karışmışlar tabi. Arabayı çöpe attı Cengiz. Şimdi her sohbet açıldığında söylüyorum arkadaşlara; önde de otursanız arkada da otursanız mutlaka kemerleriniz takın. “Bir musibet bin nasihatten iyidir” diye boşuna dememişler. Düğün bitti elhamdülillah derken, ertesi gün bir haber aldık. Kardeşin Gülay vefat etmiş. Hüsamettin verdi haberi. Başımdan vurulmuşa döndüm. Biliyorsun çocukluğumuz beraber geçmişti. Severdim Gülay’ı. Sen de çok severdin onu, birbirinizi büyütmüştünüz. Kalp krizi demişler. Allah rahmet eylesin. Ben niçin anlatıyorum ki; siz zaten orada çoktan buluşmuş olmalısınız. Güzelim, biz burada azalıyoruz, sen orada çoğalıyorsun. Önce baban, sonra sen, sonra annen, şimdi de Gülay. Ölümlü dünya. Babanın yaşı 63 idi. Sen’in yaşın da öyle. Gülay’ın yaşı da. Çocuklarla birlikte taziyeye gideceğiz inşallah. Seni de ziyaret edeceğiz. Şimdiden yap hazırlığını. Gelinini de getireceğim sana. Sultanım, evimin neşesi, çocuklarımın annesi; Oğlumuz Zülfikar ve kızımız Dilruba ile birlikte düğünün üstesinden geldik gelmesine de, benim için çok zor oldu. Arkadaşlar, hocam ne bu hal biraz sakinleş diyorlardı. O kadar belli oluyormuş ki sıkıntım. Önce korktum. Nasıl baş edeceğim ben bu işle, nasıl çıkacağım dostlarımın karşısına? diye çok endişelendim. Biliyor musun, gece rüyamda bile düğün yapıyordum. Amca yok-dayı yok, teyze yok- hala yok, kimsecikler yok. Gurbet elde yalnızım. Şair boşuna dememiş, ”gurbet o kadar acı ki, ne varsa içinde.” İşte gurbetin acı yanı tam da burasıymış. Yalnızlık ve çaresizlik… Ama bak şimdi üzüldün, ben, sen üzülesin diye anlatmadım bütün bunları. Gizlimiz saklımız olmasın diye anlattım. Kavilleştiğimiz gibi. Hem soruyorsun hem de üzülüyorsun, yapma bunu… En kısa zamanda görüşmek ümidiyle, hoşça kal…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder