2 Aralık 2025 Salı

Thomas Edward Lawrence

İBRETLİK OLAYLAR; TABİ Kİ İBRET ALANLAR İÇİN Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması için çalışan İngiliz ajanları Lawrece ve Gertrude Bell kimdir? -Thomas Edward Lawrence. Birinci Dünya Savaşı´nda Arap topraklarını Osmanlı´dan koparmak için Arapları Osmanlı´ya karşı kışkırtan Arabistanlı Lawrence adlı ünlü İngiliz casusudur. Yarbay Thomas Edward Lawrence, 1888 yılında Britanya'da dünyaya geldi. Arkeolog, askeri stratejist, casus ve yazar olan yarbay, profesyonel olarak T.E. Lawrence veya T.E. Shaw isimlerini kullandı. İkinci ajan ise; Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması için çalışan ve sınırları çizen, çöl kraliçesi lakaplı İngiliz ajanı Getrude Bell'dir. Gertrude Bell kadın İngiliz casusudur. Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngiltere adına casusluk yapan Gertrude Bell bir çok Arap aşiretini Osmanlı'ya karşı kışkırtmayı başarmıştır. Irak sınırlarını kendi elleriyle çizdmiştir. Irak tahtına Kral Faysal'ı oturttmuştur. Mezarı da Iraktadır. II.Abdulhamit’i tahtan indirenler kimlerdir? Fetva Emini Hacı Nuri Efendi ve İttihatçıların kuklası haline gelen Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi’den hal’ fetvası alındı. Hacı Nuri Efendi’ye zorla imzalatılan fetvada Sultanın 31 Mart Vak’ası’na sebep olduğu, dinî kitapları yaktırdığı, devlet hazinesini israf ettiği ve zalim olduğu şeklindeki iftiralar gerekçe olarak sıralandı. 33 sene boyunca hiç kimseyi idam ettirmemiş bir padişaha ‘zalim’ suçlaması yapmak, ancak ona tahttan indirildiğini bildirmeye gelenlerin niyetleri kadar habis olabilirdi. Ellerinde Meclis-i Mebusan'ın aldığı karar, Yıldız Sarayı'nın basamaklarını tırmanan Yahudi Emmanuel Karaso, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esad Toptani ve Gürcü Arif Hikmet Paşa Sultanı tahttan indirmekle görevlendirilmişti. Yalnız ona “Millet seni istemiyor” mesajı vermek için özenle seçilen bu heyetin ortak bir yönü daha vardı: Hepsinin Mason olması. Osmanlı coğrafyasında Siyonizme geçit vermeyen İslam Halifesine tahttan indirme bildirisini okuyan, bir mason ve Yahudi idi. Nitekim Abdülhamid Han, Selanik’te muhafazasına memur edilen Debreli Zinnur’a “Bana en çok dokunan, bu mason taslağı Yahudi’nin hal’ kararını tebliğ edişi olmuştur” diyerek hicranını ifade eder. İçlerinde bir tek Türk yoktur. Yorumsuz...

1 Aralık 2025 Pazartesi

KEMALİSTLER BİR GÜNDE ŞERİATÇI KESİLDİLER; ARKADAŞLAR BİRAZ İNANDIRICI OLSALAR, ORTALIK BU KADAR GERİLMEYECEK

KEMALİSTLER BİR GÜNDE ŞERİATÇI KESİLDİLER; ARKADAŞLAR BİRAZ İNANDIRICI OLSALAR, ORTALIK BU KADAR GERİLMEYECEK Rüştü Kam 30.11.2025 / BERLİN “Papa’nın Türkiye Ziyareti ve Arkasında Bıraktığı Dedikodular” başlıklı yazımı yayımladıktan sonra gelen yorumlar, bu yazıyı da kaleme almam gerektiğini gösterdi. Sosyal medyada algı oluşturmaya çalışan yazıları okudukça o atılan palavralara kanan insanları gördükçe, gerçekten utanç duyuyorum. Koca koca köşe yazarları, hiçbir utanma emaresi göstermeden göz göre göre yalan söylüyorlar. Televizyon kanalları da bunlara ekranlarını açıp zemin hazırlıyor; palavra atmalarına ses çıkarmıyor. Yazıktır, günahtır. Bugün yalan söyleyip algı oluşturacaksınız, peki yarın o palavra ortaya saçıldığında ne yapacaksınız bre gafiller? “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” derler. Ama sizin derdiniz hakikat olmadığı için umurunuzda bile değil. Palavralarınıza üç kişi bile inansa kârdır diye bakıyorsunuz. Sizler Türk Milletinin yüz karasısınız, utanın desem, boşuna nefes tüketmiş olurum, lafım ziyan olur… Neymiş efendim: “1924’te Papa Türkiye’ye gelmek istemiş de, Atatürk izin vermemiş!” Bu cümleyi kuranlar, normalde kendilerini “katı laik”, “Atatürkçü”, “Cumhuriyet muhafızı” diye pazarlayan tipler. Kemalist geçinenler. Ama iş Papa meselesine gelince, bir bakıyoruz, aynı insanlar bir anda “İslâm beldesine gavurun ayak basmasını istemiyoruz” edebiyatına sarılıp ortalığı velveleye veriyorlar. Muhteremler(!), siz gerçekte kimsiniz? Neyin nesisiniz? Tanımak istiyoruz sizi. Şu maskenizi çıkarıp da gelin, kim olduğunuzu açık ve net olarak görelim. Dün laiklik nutku atıyordunuz, bugün Atatürk’ü şeriatın muhafızı gibi pazarlıyorsunuz. Bir günde şeriatçı kesildiniz başımıza. Sizin dengeniz yok mudur? Belge? Yok. Arşiv? Yok. Ama Efsane Var. Oh Ne Güzel Bakıyoruz tarih kayıtlarına: • 1924’te Papa’nın Türkiye’ye gelmek için resmî başvurusu yok. • Atatürk’ün Papa’ya “Hayır, bu topraklar İslâm beldesidir, gelemezsin” dediğine dair tek satır yok. • Ne TBMM tutanakları ne Dışişleri arşivleri ne de dönemin gazeteleri böyle bir “kriz”den bahsediyor. Ama sosyal medyada, kahvede, TV ekranında, sanki Vatikan 1924’te bütün heyetiyle kapıya dayanmış, Atatürk de kapıya dikilip: “Burası Müslüman memleketidir, Papayı sokmam!” demiş… Sevgili Kemalist beyefendiler, kusura bakmayın ama sizin yaptığınıza tarih denmez; buna olsa olsa fantastik bir kurgu denir. Atatürk’ün laiklik politikalarına gelince ağzınıza geleni söyleyip “devletin dini olmaz”, diyorsunuz ve “Atatürk dini siyasetten ayırdı” nutukları atıyorsunuz; konu Papa olunca bir anda Türkiye “İslâm beldesi” oluveriyor, “Müslüman diyarı” oluveriyor. Arkadaşlar sizin ölçünüz yok mudur? Pardon ama siz neyin nesisiniz? Kusura bakmayın ama siz Atatürk’ü dolgu malzemesi gibi kullanıyorsunuz, sizin Atatürk’ü falan sevdiğiniz yok. İsteğinize göre, çıkarınıza göre; • Bazen, Atatürk laik oluyor, • Bazen, Atatürk şeriatçı oluyor, • Bazen Atatürk gâvura haddini bildiren kumandan oluyor, • Bazen de Batı uygarlığının önünü açan reformcu oluyor, İşin en trajikomik tarafı nedir biliyor musunuz? Normalde Atatürk’ün adını duyunca tüyleri diken diken olan kimi çevreler bile, söz konusu Papa olunca bu hayali sahneye sarılıyor ve “Atamız Türkiye’ye Papayı sokmadı kardeşim, adam gibi duruş sergiledi!” diye efelenebiliyor. Dün Atatürk’e küfreden ağız, papa düşmanlığı için, Hristiyanlık düşmanlığı için bugün “Atamız” diye başlayan cümle kurabiliyor. Böylece siyasal yelpazenin iki ucu, aynı yalanın etrafında buluşabiliyor. Biliyor musunuz; Bugün Kemalist, yarın şeriatçı, öbür gün “milli ve yerli” olmak tiksinti veriyor… Bir ülke tarihini belgelere değil de sloganlara dayandırıyorsa, o ülke her sabah başka bir Atatürk, başka bir din, başka bir rejimle uyanır. Papa meselesi bunun basit bir örneğidir. Tarihî gerçeklik açısından içi bomboş ama siyasi manipülasyon açısından son derece kullanışlı bir figür Atatürk. Eğer gerçekten Atatürk’ü, laikliği, dini ve devleti ciddiye alıyorsanız, ilk yapmamız gereken şey çok açıktır: Slogana değil belgeye sarılın; menfaat açısından hoşunuza gideni değil, doğru olanı savunun. Yoksa bugün Atatürk’ü “Papa’ya kapıyı kapatan şeriat koruyucusu bir lider” yapanlar, yarın da aynı rahatlıkla siyasetin öbür ucundakiler, “Atatürk hilafeti geri getirecekti, fırsat vermediler” diye başka bir masal anlatmaya başlarlar. İşte asıl felaket zamandır. Son olarak tekrar edeyim: • TBMM tutanaklarında • Dışişleri arşivlerinde • Vatikan arşiv dosyalarında • Atatürk’ün yazışmalarında • Basın haberlerinde • Diplomatik telgraflarda Hiçbirinde “Papa Türkiye’yi ziyaret etmek istedi ama Atatürk tarafından reddedildi” gibi bir kayıt yoktur.

ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VI)

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VI) Rüştü KAM 2025 Nisan BUHARA II Buhara’nın en önemli kültür değerlerinden biri olan Ark Sarayı ve Sitorai Mohi Hosa bugün ziyaret edeceğimiz yerler arasında. Kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Yavuz ve Fatma Mıdık bu sefer işi sıkı tutuyorlar. Taşkent’te yaşadığımız aksaklıkların tekrarını istemiyorlar. Bu kez geciken ben oldum; ceza: 10 Euro. Eyvallah deyip yerime geçtim. Otobüsün en arkasında Yunus’la oturuyoruz. Önümüzde Şükrü Bey ve eşi Hatice Hanım var. Buhara kusursuz bir şehir desem, yeridir. Caddeleri geniş, yeşilliği bol, tertemiz bir şehir. Bir noktaya kadar otobüsle gittik. Sonrasında yolumuza yaya olarak devam etmemiz gerekiyormuş. Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz, Hüseyin arkayı toparlıyor. En yaşlılarımız Mehmet ve Ramazan amcalar ama maşallah, gençlere taş çıkartacak kadar dinçler. Yıldız’ın hemen arkasından ayrılmıyorlar. Ark Sarayı’nı teğet geçtik; dönüşte ziyaret edilecekmiş. Bolo Havuz Camii Rehberimiz Yıldız, caminin önündeki o ağacın altında toplanmamızı istedi ve maksat hasıl olunca da başladı anlatmaya: “Şimdi tam karşınızdaki bu harika esere bakın. Buhara’nın Emirlik dönemine ait camilerinden biridir bu gördüğünüz yapı. Adı: Bolo Havuz Camii. Halk arasında 'sütunlu cami' olarak da bilinir. Ark’ın hemen karşısında, şehir meydanına hâkim bir noktadadır. Bu, ön cephede sıra sıra dizilmiş ince- uzun ahşap sütunlar caminin en dikkat çekici bölümüdür. Bu sütunların içinde dikildiği günden beri ayakta duran orijinal sütunlar da vardır. Caminin adını aldığı ‘havuz’ ise hemen önünde yer alan gördüğünüz şu küçük, dikdörtgen bir su birikintisidir. Bolo-Havuz Camii, Emir'in eşinin emriyle 1712'de inşa edilmiştir. Bugünkü sütunlu revak kısmı ise 20. yüzyılın başında, Emir Alim Han döneminde eklenmiştir. Emir, cuma namazlarını burada kılarmış. Sütunlar Hindistan’dan getirilen ağaçlardan yapılmış; her biri farklı motiflerle süslenmiş. Tavan, renkli desenlerle bezenmiş. İç kısım ise daha sadedir ve ferahtır. Dışarıdaki keşmekeşe inat içeriye serinlik ve sükûnet hâkimdir. 20 dakika serbest süreniz var.” Havuzun suyuna yansıyan sütunlar zamanı tersine çeviriyor gibiydi. Gösterişsiz ve vakur bir yapı. Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdik. Loş ışıklar altındayız. Özbek kültürünü yansıtan rengarenk ipek halıların üzerinde yürüyoruz. Müthiş bir duygu. Ses var ama yankı yok. Duvarlar sesimizi emiyor sanki. Caminin içinde sessizlik kendi başına bir varlık. Belki de bu cami, anlamını kalabalıktan değil, sessizlikten alıyor. Ziyaretimizin şahidi olarak, iki rekât şükür namazı kılanlarımız oldu. Dualarımız arş-u âlâya yükseldi. Allah kabul etsin. Dönüş yolumuzda Ark Kalesi var. Ark Kalesi Özbek Türkçesinde 'Buxoro Arki', Türkçe'de ise 'Buhara'nın Gemisi' olarak anılan kaledir. Kalenin o ihtişamlı kapısından içeriye girdik ve yokuş yukarı tırmanmaya başladık. Her adımda saraya yaklaşıyorduk ve nefes alışverişlerimiz de hızlanıyordu. Yokuş yukarı çıktığımız için midir yoksa saraya yaklaştıkça duyduğumuz heyecandan mıdır kararı varın siz v erin! Yukarı çıkarken bizden önce yukarıya çıkanlarla karşılaştık, aşağıya iniyorlar. Yol vermesi gereken onlar olsa da edeben biz kenara çekildik. “Sevgili Anadolu Kervanı!” dedi Yıldız; “Ark, sadece bir saray değil, yüzyılların tanığıdır. Emirler burada doğdu, burada hükmetti, burada sustu ve bazıları da burada öldü. Ark Sarayı, Orta Asya’nın en eski yönetim merkezlerinden birisiydi. Bu kale de Buhara’nın kalbiydi. Temelleri 5. yüzyıla kadar uzanır. Süreç içinde defalarca yıkılıp yeniden inşa edilmiştir. Bugünkü formunu 16. yüzyılda kazanmıştır. Kalenin surları kalındır. Güvenlik açısından işte bu yüksek tepe üzerine kurulmuştur. Giriş kapısı heybetlidir. Kapıdan içeri girince kendinizi tarihin ortasında bulursunuz. Bugün yürüdüğünüz bu taş döşemeler; bir zamanlar cariyelerin fısıltılarını, emirlerin sert buyruklarını, vezirlerin endişeli ayak seslerini duymuş olabilir. Dikkatlice dinlerseniz sizler de duyarsınız. Çünkü, tarih susmaz. Hele Ark gibi mekânlar hiç susmaz.” Kale’nin tepesine ulaştığımızda gözlerimiz Buhara’nın eşsiz manzarasıyla karşılaştı. Uzakta yeşil kubbeli Mir Arap Medresesi, hemen yanında Kalan Camii, Abdülaziz Han Medresesi ve görkemli Kalan Minaresi görünüyordu. Dün onlarla tanışmıştık. “Zamanında Cengiz Han’ın bile dokunamadığı minare işte orada zamana meydan okumaya devam ediyor. Rüzgâr burada başka türlü eser. Burası sadece güzel bir saray değil; aynı zamanda düşündürücü bir mekândır. Buhara’daki her kubbe, her minare, Buhara’nın yüzyıllardır sönmeyen kandilleridir.” Kaledeki bazı bölümlerde hâlâ arkeolojik kazılar sürüyor. Özellikle harem kısmında ve eski askerî bölgelerde Emirlik dönemine ait seramik parçaları, günlük eşyalar, mühürler ve bazı el yazmaları yavaş yavaş gün yüzüne çıkarılıyor. Avluda dolaşırken dikkatimizi çeken yapılar arasında mahkeme salonu, taht odası, cami, harem bölümü ve bir de zindan vardı. Zindan Kısa bir yürüyüşle Ark’ın zindanına ulaştık. Alçak ve kemerli bir kapıdan içeriye girdik. Kalın duvarlarla çevrili o zindana. Bizi rutubetli bir hava karşıladı. Yerde ve duvarlarda işkencede kullanılan ‘paslı’ işkence zincirlerinin örnekleri var. Hücreler basık ve havasız. Hırsızlar, asi askerler ve hatta fikir suçluları burada cezalarını çekmiş olmalılar. Şairin dediği gibi “zindan iki hece...” Zindan, her yönetimin karanlık yüzüdür. Buraya düşmek yalnızca bedenin değil, sözün de susturulması demektir. İçeride fazla kalmadık ama birkaç dakika bile yetti bize. Zindanlar burada da soğuktu; taşlar sadece taş değildi, cansız tanıklardı. Bu yapılar insana, tarihin her zaman adil işlemediğini düşündürüyor. Belki de adaleti sağlamak için bu mekânlara ihtiyaç duyulmuştu. Bilemiyoruz. Cami Zindandan çıktıktan sonra derin bir nefes aldık. Sırada kale içindeki cami varmış. Emir ve saray mensupları burada namaz kılarmış. Cuma hutbeleri burada okunurmuş. Geniş değildi ama düzenliydi. Ahşap sütunlar dikkat çekiciydi. Mihrabı sade, tavan işlemeleri zamanla kararmış ama izlerini koruyordu. “Bu cami, kalenin içindeki zamanı dengelermiş. Savaş zamanı da olsa, barış zamanı da olsa vakit gelince herkes burada Rabbine yönelirmiş.” Hazine Odası Son olarak hazine odasına girdik. Tek kapılı, korunaklı bir oda. Küçük ama titizlikle korunmuş. Camekânlarda birkaç sikke, mühür, eski bir kemer vardı. Bir zamanlar Buhara’nın serveti burada saklanırmış. Her şey kayıt altındaymış, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış. Bu odada insan ister istemez kendine soruyor: Bu kadar ihtişamlı bir yaşamdan sonra geriye ne kalmış? Altınlar mı, kayıtlar mı, yoksa sadece boş raflar mı? Kabul Salonu Emir’in kabul salonu ise kalenin kalbi gibi. Diğer yapılara göre daha geniş ve aydınlık. Tavan yüksek, duvarlarda haritalar asılı. İşlemeli halılar, birkaç ahşap sandalye ve ortada büyükçe bir minder… Emir burada kararlar alırmış, elçilerle görüşürmüş, bazen dostluklar kurulurmuş bu salonda, bazen de dostluklar bozulurmuş. Bir de halka açık bir kabul salonu var. Kral yukarıdan nazar edermiş halka. Açık kapı günü gibi düşünün. Bir isteği olan salona alınırmış. İsteğini halkın önünde dile getirirmiş. Huzurdan ayrılırken de sırtı duvara çarpıncaya kadar arkası arkasına gider, sırtı duvara çarpınca da çıkar gidermiş. Salondan çıkarken, krala sırtını dönmek olmazmış. Sırf bu iş için en arkaya hemen çıkış kapısının yanına bir duvar yapılmış, müstakil. Sırtı duvara değinceye kadar arkası arkasına gider, sonra da salonu terk edermiş. Grup üyelerinden bir kısmı kralın koltuğuna oturarak resim çektirmek için sıraya girdiler. Ben de sıraya girdim ama sıra gelmeyince de fazla ısrarcı olmadım. Ark Kalesi Yorgun Ark Kalesi’nin taşları hâlâ yorgun ama ayakta. Her köşesinde devletin yükü var. Ark Kalesi sadece duvarlardan, odalardan, taş döşemelerden ibaret değil. Her adımda sessizce akan bir zaman duygusu var burada. Zindanında suskunluk, camiinde sükûnet, kabul salonunda endişe hissediliyor. Her yapı bir başka kavramı fısıldıyor: Adalet, dua, hesap ve karar… Bu kale, yalnızca tarihî eser değil; geçmişten bugüne uzanan bir yönetim ahlâkının izlerini de taşıyor. Ark tepesinden şehre baktığımızda taşların yerini kubbelerin aldığına şahitlik ettik. Buhara, yalnızca zamana direnmiş değil; zamana da anlam katmış. Belki de en çok bu yüzden, bu şehirde dolaşırken insan kendini yalnızca bir turist değil, tarihle göz göze gelen bir tanık gibi hissediyor. Deve Keyfi Şimdi yavaş yavaş başka bir yöne, aynı dönemin ama farklı bir duygunun mekânına yürüyoruz. Emirlerin hükmettiği yerden, onların dinlendiği yere…Sitorai Mohi Hosa Sarayı’na. Yani “Ay ve Yıldızın Buluştuğu Yer” e. Ark Kalesinin çıkışında birkaç deve bekliyordu. Yanlarında bakıcılarıyla. İsteyenler bu develere binerek hatıra fotoğrafı çektirebiliyor. Binmek için normalde devenin çöktürülmesi gerekir ama burada öyle değil; merdivenle biniliyor deveye… O Buhara’nın yakıcı sıcağında, açık alanda para kazanmak için bekleyen o karayağız delikanlılar bezgin bir halde. Belki de iççiler. Bizim “Altın Kızlar” ve Sultan, deveye binmek istediler, istekten de öte rica ettiler. Grup otobüse doğru ilerlemeye başlamıştı ama ben onları kıramadım. Yardımcı oldum, deveye bindirdim, hatıra fotoğraflarını da çektim. Tabii bu deveye binme hikâyesinin bir de bedeli oldu: Yavuz affetmedi... Bazen bir fotoğraf için zaman çizelgesinden saparsınız. Ama bazı anlar, programın değil, hatıraların parçası olur. Buhara’da deveye binmek bir turistik etkinlikten fazlası oldu: Çocukluktan gelen bir merakın, bir yolculuğun içindeki küçük sevinçlerin izleriydi bunlar. Yeter ki dönüş yolunu unutmayın; çünkü her Yavuz’un bir ajandası mutlaka vardır. Ay ve Yıldızın Buluştuğu Saray: Sitorai Mohi Hosa Sarayı Ay ve Yıldızın Buluştuğu saraydayız. Sarayın bahçesine kadar otobüsle geldik. İçeriye girebilmek için ücret ödememiz gerekiyormuş. Her müzede olduğu gibi rehber Yıldız bileti yine grup adına aldı ve sıra beklemek zorunda kalmadık. Hem de zamandan tasarruf ettik. Yıldızın dediğine göre bu saray; ihtişam ve güç gösterisi için değil, zarafet için inşa edilmiş. Buhara’nın en gösterişli ama aynı zamanda en duygusal köşelerinden biriymiş. Doğru söylemiş Yıldız; Saray gerçekten etkileyici. Her ne kadar zamanla bazı duvarlarına bakımsızlık sinmiş olsa da ihtişamı hâlâ kendini gösteriyor. Yazın kavurucu sıcağına, kışın ayazına, fırtınasına direnmiş ve böylece yıllardır ayakta kalmasını bilmiş, üstelik her gelen ziyaretçinin karşısına tekrar tekrar çıkmasına rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, özel bir yapıdan söz ediyoruz. İçeriye girer girmez hemen sağda sarayın bahçesinde toplandık ve saray hakkındaki bilgileri rehberimizden almaya başladık. “Bu saray yalnızca bir dinlenme mekânı değil; aynı zamanda değişen zamanın, modernleşme arayışının bir ifadesidir. Emir Alim Han, klasik doğu saray mimarisini koruyarak Batı’dan gelen estetik dokunuşları burada birleştirmiştir.” Sarayın bahçesi, daha ilk adımımızda içimizi açtı. Ağaçlar bir ölçüye göre dikilmiş, özenle dikilen rengarenk çiçekler, harika bir bahçe. Burada yalnızca bir sarayın değil, zarafetin sınırları içinde yürüdüğümüzü hissediyoruz. Bahçe, içeride bizi bekleyen renkliliğe bir hazırlık gibi. Sarayın içine adım attığımızda, ilk dikkat çeken şey ışıklandırma sistemi oldu. Aynalar, mozaikler, tavan süslemeleri... Hepsi ışığı çoğaltıyor; duvarlar sessiz ama gösterişli. Tavanlardan süzülen yansıma, zaman duygusunu kırıyor; insan bir anda hem geçmişte hem şimdide yürür gibi oluyor. Emir’in kabul salonu, sarayın en etkileyici bölümlerinden biri. Tavanlar ince ince işlenmiş ayna mozaikleriyle kaplı. Duvarları alçı süslemeleri çevreliyor. Divanlar desenli kumaşlarla örtülmüş; hiçbir şey rastgele değil. “Bu ihtişam güce değil, görgüye dayalıdır. Emir burada politik ağırlığını değil, medenî inceliğini de göstermiştir. Bu saray, onun yalnızca bir hükümdar değil; aynı zamanda bir zevk sahibi olduğunu da ortaya koyar. Burada güç, estetikle dengelenmiştir.” Sarayın bazı odalarında, döneme ait günlük eşyalar sergileniyor: İşlemeli kaftanlar, yazı takımları, aynalar, el yapımı halılar… Yıldız dediği gibi; bu sarayda elinde sopasıyla sesini yükselten bir güç yokmuş; kendini hissettiren bir incelik, bir nezaket varmış. Böyle bir yerde kim yaşamak istemez ki; bunun için kral mı olmak gerekiyor…? Sarayların sessizliğinden, kalelerin gölgesinden çıkarak şimdi Buhara’nın atar damarlarına karışıyoruz. Esnafın sesi, bakırın tınısı, baharatın kokusu… Söz şimdi sokaklarda. Serbest Zaman 3 saat serbest zamanımız var. Sokakları arşınlayacağız. Esnafı tanıyacağız. Alışveriş yapacağız. Yemek yiyeceğiz, çay -kahve içeceğiz … Çarşıya girdiğimizde ilk hissedilen şey sadece kalabalık değildi; bir düzenin, bir alışkanlığın kokusuydu bu. Yüzlerce yıldır aynı taş döşemelerin üzerinde yürüyen ayaklar, aynı sabırla örülmüş halılar, aynı tınıyla dövülen bakır kaplar… Her biri geçmişten bugüne hiç kopmamış gibiydi. “Bu sokaklarda yürürken aslında zamanla birlikte yürürsünüz, bakın şurada bir bakırcı var; dedesi de buradaymış, onun dedesi de. Hiçbir tabela taşımayan ama kök salmış bir aidiyet var bu çarşılarda.” Sarayın aynalı tavanlarından sonra bu sokakların tozlu taşları daha samimi geliyor insana. Lüks yok burada ama samimiyet var. Bir çocuk elindeki pamuk şekeriyle koşturuyor; bir ihtiyar kumaş tartıyor, Evet, Özbekistan’da ve genel olarak Orta Asya'nın bazı bölgelerinde geleneksel kumaş alışverişinde kumaşlar metreyle değil, ağırlıkla – yani teraziyle – tartılarak satılıyormuş. Sanki Buhara’nın kalbi burada atıyor; taş duvarlar değil, yorgun eller konuşuyor. Kokular, sesler, dokular birbirine karışıyor. Kalabalık ama yorucu değil. Her köşe bir hikâye anlatıyor, sessizce. Buhara çarşılarında dokuma, bakır işçiliği, takı ve seramik atölyeleri yerli halkın el emeğini yansıtıyor. Özellikle sabah saatlerinde esnaflar daha sakin ve sohbet etmeye daha meyyal olurlarmış. Sokaklar kalabalıktı ama karışık değildi. Herkesin kendine göre bir yönü, bir alışkanlığı vardı sanki. Biz de çarşının kalbine doğru yürüyoruz. Dükkanların önü renkliydi. Halılar, takılar, seramikler, bıçaklar… Hepsi göz hizasında ve dokunulacak kadar yakındı. Özlem hanım kaşla göz arasında girmiş halı dükkanlarından birine. Ve de kıyasıya pazarlık yapmış. Güzel bir halı almış hem de ipek. Tabii makine halısı. El ile dokunan halılar el yakıyor. 14 haziranda kızım Dilruba’nın düğünü olacak. Onun için de bir halı almasını istedim. Kabul etti. Çiseleyen yağmura aldırış etmeden halıcı dükkanının yolunu tuttuk. Bir halı beğendik. Özlem hanım hemen pazarlığa tutuştu yine ve sonunda satıcıyı pes ettirdi. Aldık halıyı. Hakikatli kadındır Özlem Hanım. Sonra da buluşma yerinin yolunu tutuk. Baktık, bizim grup orada bir dükkânda çoğalmışlar. Biz de daldık içeriye. Bıçakçı dükkânı. Bıçakları elinde yaparmış. Tezgâhta çeşit çeşit el yapımı o bıçaklardan vardı. Sapları kemik, ahşap ya da boynuzdan; ağızları tek çelik dövmeymiş. "Tek çelik dövme", tamamı tek parça çelikten yapılmış ve geleneksel dövme yöntemiyle şekillendirilmiş anlamına gelirmiş. Desenleri de el ile işlenmiş. Bıçakçı habire anlatıyordu. Gayesi bıçak satmak. Nereden bulacak böyle kalabalık bir grubu bir daha. “Çeliği önce ateşe koyarım. Kızarınca örste döverim. Sapını oyar, yerleştiririm. Desenleri de tek tek işlerim. Hepsi el işidir.” Herkes, birer ikişer bıçak aldı. Hem işçiliği güzel hem de kullanışlı görünüyorlardı. Ben de Recai’ye aldım. Ne de olsa eski müdürümüz. Çarşının çıkışına yakın bir yerde, sade bir restoranda yemek yedik. Buhara pilavı söyledik, yanına da ayran. Ne fazla ne eksik; yerli yerinde bir öğle yemeği oldu. Tam öğle sayılmaz, neredeyse akşam olacak… Verilen saat yaklaştığında herkes buluşma noktasındaydı. Ellerinde küçük torbalar, yüzlerinde yorgun ve de memnun ifadeler vardı. Günün en hareketli kısmı bitmişti. Otobüse binip önce restorana sonra da otele geçtik. Bugün çarşıdan sadece eşyaları taşımadık, bir çok malumat da koyduk heybemize. Sabah erkenden kalkılacakmış ve önce Lyabi-Hauz Meydanına varılacakmış, sonrası Allah Kerim… Talimatı Hüseyin verdi… Devam edecek

ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VII)

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VII) - Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil. Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi… Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu. Bir ruh vardı. Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı… İlimle yoğrulmuş, edep ile şekillenmiş, irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da- Rüştü KAM 2025 Nisan BUHARA III Otelde yaptığımız mükemmel bir kahvaltının arkasından valizlerimizi aşağıya indirdik. Gezip görülecek yerlerden hemen sonra hızlı tirenle Semerkand’a müteveccihen yola çıkacağız. Önce Leb-i Havuz (Lyabi-Hauz). Havuz başı demek. Lyabi-Hauz Meydanı. “Lyabi” Farsça’da “kenar”, “hauz” ise “havuz” anlamına geliyor. Yani kelime anlamıyla “havuz başı” demektir. Ama aslında sadece bir havuz değil, çok daha fazlası. Meydan, 17. yüzyılda Nadir Divan Beği tarafından düzenlenmiş. O dönemlerde Buhara’da su kaynakları çok olduğundan. Şehirde yüzlerce havuz bulunurmuş. Bu havuzlar yalnızca su ihtiyacını karşılamaz, aynı zamanda halkın buluşma noktası da olurmuş. İnsanlar burada toplanır, sohbet eder, dinlenir, çay içerlermiş. Leb-i Havuz, günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış, en büyük ve en bilinen havuzlardanmış. Etrafındaki gördüğünüz çınarların çoğu da asırlıkmış. Meydanın çevresinde üç önemli yapı yer alır. Birincisi, Kukeldaş Medresesi 1568 yılında yapılmış ve Buhara’daki en büyük medreselerden biridir. Sol taraftaki. İkincisi, sağdaki binadır. Nadir Divan Beği Medresesi, 1622 yılına tarihlenir. Gördüğünüz gibi cephesi kuş motifli çinilerle süslüdür. Cami gibi görünüyor ama aslında bir medresedir. Üçüncüsü, Nadir Divan Beği Hanegâhıdır. Dervişlerin inzivaya çekildiği, zikir yaptığı tasavvuf mekânıdır. Burası geçmişte hem âlimlerin hem de halkın bir araya geldiği buluşma noktasıymış. Medrese ilminin ciddiyetiyle hanegâhın maneviyatı, bu havuz başındaki gündelik hayatla iç içe geçmiş. Şimdi de o ruhu yaşatmaya devam ediyorlar. Çayhaneler, kitapçılar, sokak müzisyenleri, yerel sanatçılar... Gördüğünüz gibi hepsi o ruhun peşindeler.” Böyle anlattı rehber Yıldız Havuz Başını ve devam etti. Buhara’nın Nasreddin Hoca’sı “Buhara sokaklarında yürürken bir köşede durup gülümsediğinizi fark ederseniz, muhtemelen Hoca'yı görmüşsünüzdür. Buhara’daki Hoca’nın, başında kavuk yok… Üstelik eşeğe de ters binmemiş, gayet usulüne uygun binmiş. Ama yüzündeki o ifade yok mu? Sanki daha soruyu sormadan cevabını “bildim ben,” der gibi… İşte Buhara'nın göbeğinde, Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen köşesinde, Özbekistan’ın Nasreddin Hoca’sı duruyor. 1979’da dikilmiş bu anıt buraya. Bizim Hoca, sizin bildiğiniz Anadolu fıkralarının ötesindedir. Bizim Hoca hem mizah yapar, hem Özbek pilavı yer! Her yıl, şehrin sokakları onun anısına düzenlenen bir mizah festivaline ev sahipliği yapar. Gülmek serbest, fıkra anlatmak serbest, eşeğe binmek ise özellikle çocuklar için neredeyse şart! Çünkü burada şöyle bir söz vardır: “Bir çocuk Hoca’nın eşeğine binerse, hayatı şaka gibi geçer ama tatlısından! Bu söz Buhara halkının, görgüyü, bilgeliği ve mizahı nasıl iç içe yaşadığını gösterir. Hoca Nasreddin’in mirasıyla dalga geçilmez; onunla birlikte gülünür. Çünkü onda hem akıl vardır, hem kalp. Eğer çocukken gülmeyi, düşünmeyi ve hayata tersinden bakmayı öğrenirsen; hayat seni üzmez. Şaka gibi geçer. O şaka, seni büyüten bir şaka olur. Tatlı bir hayat bilgeliğidir bu. Şunu da unutmayın: Hoca’ya sadece bakmak yetmez. Onunla göz göze gelmektir anlamlı olan. Çünkü o gözlerin içinde öyle bir bilgelik saklıdır ki, sanki fıkranın sonunu sizden önce biliyor gibi. Sanki hafif yana eğilmiş gülümsemesiyle size bir şeyler fısıldıyor gibi: “Dünya ciddiye alınmayacak kadar komiktir, evlat... Yani kavuğu yokmuş, ne olmuş yoksa, varsın olmasın. Eşeğe ters binmemişmiş, varsın binmesin daha iyi ya!” Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen yanı başında, tarihi havuzun kıyısında duran bu heykel ilk bakışta sade ama etkileyici. Hoca genç olmasına rağmen, yaşını almış ama aklını yitirmemiş bir bilge gibi oturuyor eşeğinin üzerinde. Ne gösterişli bir kavuk var başında, ne de abartılı bir duruş. Üzerinde Özbek usulü bir ceket, yüzünde ise “Ben sana bir şey anlatacağım ama önce sen gül bakalım,” der gibi kurnaz bir gülümseme. Eşeği ise en az Hoca kadar bilgece bakıyor insanlara. Sanki o da fıkraların yarısını duymuş, diğer yarısını da o anlatmış gibi. Çocuklar etrafında koşturuyor, gençler selfie peşinde, büyüklerse hafifçe tebessüm edip kendi çocukluklarına dalıyorlar sanki. Heykel susuyor, ama yüzü her şeyi anlatıyor: Mizah burada hâlâ hayatta! Çar Minar Fotoğraf çekilmek için on dakikalık bir serbest zaman verildi. Etrafı saran medreseler bir kenarda dururken, arkadaşlarımızın tercihi Nasrettin Hoca heykeliyle poz vermek oldu. Ardından yaya olarak “dört minare”ye, yani Çar Minar’a doğru yürüdük. Hava hafifçe çiseliyordu. Şemsiyesi olanlar açtı, olmayanlar ise arkadaşlarının yanında kendilerine bir köşe buldu. Dört minaresiyle misafirlerini selamlayan bu zarif yapı ne tam anlamıyla bir medrese, ne külliye, ne de bir camiye benziyor. Sadece dört küçük minare... Rehberimiz Yıldız, bu yapının Hindistan kökenli zengin bir tüccar olan Halif Niyazkul tarafından 1807 yılında inşa ettirildiğini anlatıyor. “Çar Minar, Farsça'da “Dört Minare” anlamına geliyor. Aslında burası büyük bir medresenin giriş kapısıymış, ama medrese kısmı zamanla yıkılmış; geriye sadece bu dört minareli kapı kalmış. Her minare, İslam dünyasındaki dört mezhebi temsil edecek şekilde tasarlanmış. Mimari ayrıntılar farklılık gösteriyor ama hepsi bir bütünün parçası gibi duruyor. Aslında bu küçük minareler, mezheplerin farklılığını değil, birlikte ne kadar güçlü olduklarını temsil eder. Her biri kendi üslubuyla ama aynı yapının üstünde birlikte yükseliyorlar göğe. Sanki taşla yazılmış bir mezhep ansiklopedisi gibi. Sözün bittiği yerde taş konuşuyor. Buhara’nın kalabalığından bir adım uzaklaşıp burada birkaç dakika durmak, geçmişin düşünce iklimine kapı aralamak gibi. Çar Minar, sadece mimari bir yapı değil; bir fikir, bir duruş, hatta belki bir çağrı: Anlam, büyüklükte değil; derinlikte. Öyle bakmak lazım. Minarelerin merkezinde kubbeli bir giriş bölümü bulunuyor. Burası bir zamanlar medreseye açılan kapıymış. Minareler, bu kapının üzerine öyle bir yerleştirilmiş ki; göğe uzanırlarken ilim aşıklarıyla gökyüzü meleklerini buluşturmak istemişler adeta. Bugün bu bölümde, maalesef küçük bir hediyelik eşya dükkânı var. Minarelerin süslemeleri dikkat çekici bir incelikle işlenmiş. Mavi çiniler, işlemeli tuğlalar ve minarelerin tepelerindeki zarif kubbecikler... Yapının, küçüklüğüne rağmen etkileyici bir ruhu var. Minareler adeta birbirine “Sakın devrilmeyin, yoksa dengemiz bozulur!” der gibi kenetlenmiş. Sanki her minare bize ayrı bir şeyler fısıldıyor; biri geçmişi anlatıyor, biri geleceği, biri dünyanın çeşitliliğini, biri de huzurun ortasında durmanın sırrını: “Bizler yüksek değiliz ama anlamımız derindir. Çünkü bizler, ilmin giriş kapısının süsleriyiz.” Çar Minar’ın önünde, biraz yukarıda, yüksekçe bir yerde, iri taşlardan yapılmış bir irimin üstünde duruyoruz. Yanımda Yunus var. Elinde fotoğraf makinesi, bir yandan çerçeveyle uğraşıyor, bir yandan da deklanşöre basıyor. Bense olan bitene, geçmişin ve mimarinin bu garip kesişim noktasına dalmışım. Tam karşıdan bakarsanız iki minare görülüyor biraz sağa ve sola hareket ederseniz dört minare görülüyor. İçimden geçen ilk şeyi söyledim Yunus’a: -Bu kadar küçük bir yapı, bu kadar derin bir anlamı nasıl taşıyabiliyor Yunus? Yunus, her zamanki Yunusça tavrıyla gözünü objektiften ayırmadan cevap veriyor: -Soran, sorulandan daha iyi bilir Hocam. Gülümsüyorum ve devam ediyorum. Sevgili Yunusum; dört farklı medeniyetin sesi aynı yapıda yankılanabilir mi? Cevabı gözümüzün önünde duruyor işte. Demek yankılanabilirmiş. Yeter ki niyetler halis olsun. Bir tüccarın hayal gücüyle doğmuş bu küçük yapı, belki de Buhara’nın en derin düşünceli yapısı. İşte Özbekistan! Her bir köşesinde ayrı bir zarafet… Buhara’nın heybetli medreselerinin, göğe uzanan minareleri arasında, Çar Minar ilk bakışta sanki sadece güzel bir esermiş gibi duruyor. Dikkatle bakınca, bir duruşunun olduğunu fark ediyor insan. Gösterişsiz ama kendinden emin. Sanki yüzyıllardır olduğu gibi, yine soranlara bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Halif Niyazkul adında bir tüccarın hayalinden doğan bu eser, sadece mimarî bir dengeyi değil, sanki dört farklı dünyagörüşüne sahip olan insanların bir arada barış içinde nasıl yaşayabileceğini de anlatıyor. Her biri ayrı bir sesi fısıldıyor gibi: Geçmiş, gelecek, çeşitlilik ve iç huzur. Bu simetrik ama özgün duruş, bize şunu söylüyor Yunusum: “Farklılık içinde denge mümkündür.” Yirmi birinci yüzyıldayız. Bizden 208 yıl önce insanlar, taşla tuğlayla, yalnızca yapı değil, fikir, anlam ve incelik inşa etmişler. Dört minareli küçücük bir yapının içinde bile dünyaya bir medeniyetin imzasını bırakmışlar. Ve biz bugün, o kubbelerin altında magnet ve hediyelik eşyalar satıyoruz…! Dönüş yolunda arkadaşlar da aynı şeyleri tartışıyorlardı. Gezip görmek ve ibret almak böyle bir şey olsa gerek… Havuz Başı’nda Yemek Molası Hem Çar Minar’ı konuşuyoruz hem de yürüyoruz. Havuz Başına gelmişiz. Rehber Yıldız ve Hüseyin, iki saat serbest zaman verdiler. Bu zaman öğle yemeği için verilmişti. Her birimiz ayrı ayrı yerlere dağıldık. İki saat çok fazla zaman gibi geliyor ama öyle değil; önce ne yiyeceğinize karar vermelisiniz, sonra da yiyeceğiniz o restoranı bulmalısınız. Diyelim ki buldunuz aradıklarınızı, yeni bir sıkıntı başlıyor; restoranlardaki çalışanlar ağır kanlı, aceleleri yok. Bir saatte anca önünüze siparişler geliyor. Geriye kalan zamanda da yemek yiyip buluşma yerine gelmek kolay olmuyor. Sebahattin ve Selda hanıma zaman yetmemiş olmalı ki, 20 dakika sonra çıkageldiler…Mazeret gösterdiler ama Yavuz ve Mıdık artık affetmiyorlardı. 20 Euro ceza… Bahâeddin Nakşibend Külliyesi Bu gezi boyunca ilk kez bir şeyhin türbesini ziyaret ediyoruz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin türbesini. Burası sadece türbe değilmiş; Buhara şehir merkezinin birkaç kilometre dışında, yemyeşil ağaçların gölgesinde kurulmuş mütevazı ama derin anlamlar taşıyan bir külliye. Hemen önünde durdu otobüsümüz. Girişte, hemen sağ tarafta toplandık. Sırtımızı duvara dayadık ve oturduğumuz yerden rehberimizi dinliyoruz: “Değerli Anadolu kervanının aziz yolcuları, kıymetli misafirlerimiz...” Rehberimiz, sözlerine her zamanki zarafetiyle başlıyor. “Şu anda yalnızca Buhara’nın değil, Orta Asya’nın manevî kalbindeyiz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin Külliyesi’ndeyiz. 14. yüzyılda bu topraklarda yaşamış olan Şeyh Muhammed Bahâeddin Nakşibend, Nakşibendiyye Tarikatı'nın kurucusudur. Tasavvuf tarihinde derin izler bırakmış büyük bir sufidir. Onu diğer mürşidlerden ayıran temel ilke şu sözde mündemiçtir: ‘Halk içinde Hak ile olmak.’ Yani o, inzivaya çekilmeden, şehirden kaçmadan; aksine hayatın tam içinde, çarşıda, pazarda, insanlar arasında yaşarken kalbi Allah ile beraber tutmayı öğütlemiştir. Gördüğünüz Külliye; bir türbe, mescid, zikir alanları ve çevresinde adım adım yönelen ziyaret yollarından oluşuyor. Her yıl yüz binlerce kişi buraya geliyor; ama burada ne bir telaş görürsünüz ne de yüksek perdeden seslerduyarsınız… Sessizlik burada terbiyedir, edeptir.” Daha içeriye girmeden, türbenin önünde dua edenler vardı; içeriye girince değişik pozisyonlarda insanları görüyoruz, aslında hepsi dua ediyor. Kimileri ellerini semaya kaldırmış, kimileri sadece oturuyor, kimse konuşmuyor ama herkes sanki kendisiyle hesaplaşıyor. Burası, dış dünyadan çok iç dünyaya açılan bir kapı gibi. Galiba konuşmak değil, dinlemek için geliyor insanlar buraya… Kendini, kalbini, Allah’ı dinlemek için. Rehberimiz, bu mekânın insanda bıraktığı etkiyi şöyle dile getirdi: “Külliyeye girerken iki kapıdan söz edilir: Biri dış âleme kapanan kapı, diğeri kalbinize açılan kapı. Hangi kapıdan girerseniz girin, çıkarken artık siz eski siz değilsinizdir.” Türbe ziyareti sırasında, otuz dört kişilik grubun sanki dili tutuldu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes bir şeylerhissetmiş olmalı. Kendiliğinden oluşan bir edep haliydi bu. Bahâeddin Nakşibend’in türbesi bir taştan ibaret değil; adeta bir ayna gibi. Bakan, kendi kalbini görüyordu. Oturduğum yerden kafamı kaldırdım, gözüm duvarda yazan şu cümleye takıldı: “Kalpte olan dile gelir, dilden gönüle geçer.” Grubun hepsi dua halinde. Rehberimiz Hüseyin telefonla annesini bile aramış ki, annesine; “Ben şu an huzurdayım,” diyordu. Demek ki annesi tarikat ehli. Diyarbakır nere, Buhara nere… Yavuz bile suskundu, ilk kez. Mehmet amca cebinden bir mendil çıkarırken bizlerden gözlerini kaçırıyordu. Hümeyra ise türbenin taşına usulca dokundu ve fısıltıyla ekledi: “Dünya, bu güzel insanlar sayesinde dönüyor olmalı…” Buhara’nın en sessiz yeri, belki de en yüksek sesle şöyle haykırıyordu dünyaya: “Her şey bir edep üzeredir.”İnsanın hayatında bazı duraklar vardır; oralarda, oraya neden geldiğini değil, oradan nasıl ayrıldığını hatırlarsın. Bahâeddin Nakşibend Külliyesi de işte tam öyle bir yer. Sessizlik burada yalnızca dış dünyanın sesinin kısılması değil, iç sesinizin yükselmesi demek. “Halk içinde Hak ile olmak”… Ne kadar çok duyulmuş bir deyimdir; ancak aynı zamanda ne kadar yaşandığı da tartışmalı bir sözdür. Gözüm orada her bir köşede, dua edenlere, öylece kendinden geçmiş halde oturanlara, duvara yaslanarak kendini arayanlara takıldıkça şunu düşündüm: Belki de modern hayat bizi hep görünür olmaya zorluyor; hakikat, görünmeden yaşamayı bilenlerin kalbinde saklıymış meğer. Düşünsenize, aradan yedi asır geçmiş. Yedi yüz yıl! Ama türbe hâlâ capcanlı. Sadece taşlarıyla değil, hâlâ orada edilen dualarla, yaşatılan ahlakla, suskun ama mesaj yüklü bir duruşla… Bütün dünya tanıyor artık Şah Nakşibend’i. Her tarafta müritleri var. Bu kadar zamandır unutulmamış bir ismin arkasında ne vardır dersiniz? Üzerinde düşünmek gerekmez mi? Bu külliyede gösteriş yok, mimarîde abartı yok; her şey yerli yerinde, ölçülü ve anlamlı. Asıl tesir belki de burada saklı: Göze değil, gönüle seslenen bir sadelik. Bazen bir türbe taşı, sana koca bir aynadan daha çok şey gösterir. Çünkü insan, gerçekten bakmaya razı olduğunda en çok kendini görür. Buhara’dan Ayrılırken Şah Nakşibendi’n hocasını ziyaret edecektik, planımız öyleydi ama zaman yetmedi. Treni kaçırmamamız gerekiyor. Hüseyin birkaç kez uyardı, uyardı uyarmasına da insanlar türbeden ayrılmak istemediği için ağırdan alıyorlar. Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil. Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi… Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu. Bir ruh vardı. Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı… İlimle yoğrulmuş, edep ile şekillenmiş, irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da. Kalan Minaresi’nden bakarken, sadece yüksekliği değil, direnci gördük. Mir Arap Medresesi’nde suskun duvarlardan bile bilgeliğin sızdığını fark ettik. Nakşibend Külliyesi’nde sessizliğin aslında ne kadar çok şey söylediğini dinledik. Sitorai Mohi-Hosa Sarayı’nda bir medeniyetin zarafetine tanık olduk. Ve Ark Kalesi’nde bir gücün nasıl vakar ve dengeyle yürüdüğünü öğrendik. Ve şimdi… Arkamızda tozlu yollar, yüzyılların yükünü taşıyan kubbeler, içimize işleyen bir sessizlik kaldı. Önümüzde ise mavi çinilerin göğe değdiği, rüyayla gerçeğin birbirine karıştığı başka bir şehir var: Semerkand. Öğle ile ikindi namazımızı cemederek çıktık yola. Yol uzun değil belki, ama anlamı derin. Buhara bize kalbimizin neyle dolması gerektiğini fısıldadıysa, Semerkand da, gözün neyle kamaşacağını gösterecek. Ey Semerkand, geliyoruz bekle bizi! Devam edecek

BAŞÖRTÜLÜ FEMİNİZM

BAŞÖRTÜLÜ FEMİNİZM: İSLAMÎ KİMLİK İLE İDEOLOJİK YÖNELİM ARASINDA BİR GERİLİM Rüştü KAM Berlin 2025 -Başörtüsü, İslamî kimliğin sembollerinden biri olarak yüzyıllardır varlığını sürdürmektedir. Ancak son yıllarda, başörtülü kadınların feminizmle özdeşleşmeye başlaması, hem geleneksel İslam anlayışı hem de modern feminist çevreler açısından ciddi tartışmalara neden olmaktadır. Müslüman kadın, adalet ve eşitlik taleplerini seküler ideolojiler üzerinden mi dile getirmelidir? Yoksa İslam, bu taleplere zaten cevabını vermiş midir?- Din ile Geleneği Ayırmak Kadına dair birçok olumsuz yargı, aslında dinin kendisinden değil; zamanla oluşmuş geleneksel yorumlardan ve kültürel uygulamalardan kaynaklanmaktadır. Özellikle kadınlarla ilgili uydurma hadisler ve ataerkil anlayışlar, İslam’ın adalet temelini gölgelemekte, kadına yönelik haksızlıkları meşrulaştırmaktadır. Oysa Kur’ân’da kadın, erkekle aynı nefisten yaratılmış 1; haklar, sorumluluklar ve insanlık onuru açısından eşit düzlemde değerlendirilmiştir. Kadının miras hakkı (Nisâ 4/7), mülkiyet hakkı (Bakara 2/229), eğitim hakkı (Mücâdele 58/11) doğrudan ilahi kaynakta yer almakta; Hz. Peygamber’in hayatı da kadınları aktif ve bilinçli bireyler olarak desteklemektedir 2. Feminizmin Özgürlük Anlayışı ve Maddî Bağımlılık Feminizm, modern çağda kadını özgürleştirme iddiasıyla ortaya çıkmış bir düşünce hareketidir. Ancak bu özgürlük tanımı genellikle ekonomik bağımsızlık, bedensel özerklik ve toplumsal görünürlük gibi maddî kriterler üzerinden şekillenmiştir. Oysa bu tanım, kadını gerçek anlamda özgürleştirmek yerine, onu kapitalist sistemin üretim-tüketim döngüsüne bağımlı hale getirmektedir. Kadın çalışır, kazanır, tüketir; ama aynı zamanda anneliği, eğiticiliği ve ailevi bağları zayıflar. Neticede, yalnızlaşan bireyler, sevgisiz büyüyen çocuklarve bağlamını kaybetmiş nesiller ortaya çıkar. Feminizm ve Nesil Krizi Kadının asli görevi sadece çalışmak ya da üretmek değildir; aynı zamanda insan yetiştirmektir. Kadın annedir, eğiticidir, ruh terbiyecisidir. Modern feminist söylem, kadının ev içi emeğini küçümseyerek onu sadece kamusal alanda var olmaya teşvik etmektedir. Bu yaklaşımın sonuçları göz ardı edilemez düzeydedir. Bugün çocukların uyuşturucuya yönelmesi, psikolojik sorunların artması, aile içi iletişimsizlik ve gençlerin saldırganlaşması, doğrudan bu yapısal değişimin ürünüdür. Kadının evdeki varlığı sadece fiziksel değil, duygusal ve eğitimsel bir bağlam taşımaktadır. Sevgiyle büyümeyen çocuk, dünyayı düşman ya da oyun alanı olarak algılar; ya içine kapanır ya da anarşist olur. Başörtülü Feministler: Gerçek Direniş mi, Yeni Biçimlenme mi? Başörtülü feminist kadın figürü, bazı çevrelerde bir tür “ikili direniş” olarak görülmektedir: Hem patriarka (toplumsal, kültürel ve hukuksal yapılarda erkeklerin üstün konumda olduğu ve bu üstünlüğün kurumsallaştığı bir sistem) ya hem de seküler (dinî olmayan; dinî kurallardan bağımsız olan her şeyi tanımlar: devlet, eğitim, hukuk, kültür, hatta bireysel düşünce tarzı) hegemonyaya karşı bir duruş. Ancak bu figür çoğu zaman, modern sistemin "çeşitlilik ve görünürlük" politikalarına entegre edilmiş bir makyajlı imajolmaktan öteye geçememektedir. Başörtüsü, İslam’da sadece bir kıyafet değil, bir yaşam tarzının ve ahlakî bağlılığın simgesidir. Bu anlam, feminizmin bireyci, seküler ve cinsiyet merkezli diliyle örtüşmez. Feminizmle özdeşleşen başörtülü kadınlar, farkında olmadan emperyalist söylemlerin 'Doğulu kadını kurtarma' projesi içinde araçsallaştırılmaktadır. İslam’da Kadının Özgürlüğü ve Adalet Temelli Kimlik İnşası İslam, kadına haklarını bir lütuf ya da mücadele neticesinde değil, insan olmaktan kaynaklı olarak verir. Kadının özgürlüğü, erkeğe benzemek ya da onunla yarışmakta değil; kendi fıtratına uygun, ahlak temelli bir yaşam kurmakta yatar. Müslüman kadın, hak arayışını modern ideolojilerden değil, Kur’ân ve Sünnet'in sahih çizgisinden yürütmelidir. Bunun için geleneksel dinî yanlışlarla mücadele etmek kadar, feminist ideolojilerin yanılgılarınıda teşhis etmek gereklidir. Çünkü para kazanmak, performans göstermek ya da statü elde etmek; sevgiyle büyüyen, merhametle yaşayan nesiller üretmeninyerini tutamaz. Sonuç Başörtülü feminist kimliği, yüzeyde cazip bir melezlik sunuyor gibi görünse de, derinlikte ciddi çelişkiler barındırmaktadır. Müslüman kadın, kimliğini inancından almalı; adalet arayışını İslamî bir bilinçle yürütmelidir. Ne geleneksel ataerkil kültüre teslim olmalı, ne de seküler ideolojilerin yönlendirmesine kapılmalıdır. Feminizm, her ne kadar hak mücadelesi gibi görünse de, çoğu zaman kadını toplumsal yapının içinden değil, dışından ve ideolojik bağlamla tanımlar. Oysa İslam, kadını hayatın merkezinde tanımlar: Ailenin, toplumun ve ümmetin temelidir o. Kadının asli rolünü kaybetmesi, toplumun özünü kaybetmesidir. Zira İslam gibi hak, adalet ve merhamet eksenli bir dine mensup olan Müslüman kadının, kendi kimliğini ve hak mücadelesini feminizm gibi dışsal ve ideolojik bir zemine yaslama ihtiyacı yoktur; onun aradığı hakikat, zaten mensubu olduğu dinin özünde mevcuttur. ……………… Dipnotlar: Hucurât Sûresi, 49/13; ayrıca bkz. Nisâ Sûresi, 4/1. Hz. Peygamber’in kadınlarla istişare etmesi, kadınların bizzat eğitim alması (Ümmü Seleme, Aişe, Şifâ bt. Abdullah örnekleri), kadınların kamusal görevler üstlenmesi gibi uygulamalar için bkz. İbn Sa’d, Tabakât, I-III.

ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VI)

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VI) Rüştü KAM 2025 Nisan BUHARA II Buhara’nın en önemli kültür değerlerinden biri olan Ark Sarayı ve Sitorai Mohi Hosa bugün ziyaret edeceğimiz yerler arasında. Kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Yavuz ve Fatma Mıdık bu sefer işi sıkı tutuyorlar. Taşkent’te yaşadığımız aksaklıkların tekrarını istemiyorlar. Bu kez geciken ben oldum; ceza: 10 Euro. Eyvallah deyip yerime geçtim. Otobüsün en arkasında Yunus’la oturuyoruz. Önümüzde Şükrü Bey ve eşi Hatice Hanım var. Buhara kusursuz bir şehir desem, yeridir. Caddeleri geniş, yeşilliği bol, tertemiz bir şehir. Bir noktaya kjadar otobüsle gittik. Sonrasında yolumuza yaya olarak devam etmemiz gerekiyormöuş. Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz, Hüseyin ise arkayı toparlıyor. En yaşlılarımız Mehmet ve Ramazan amcalar ama maşallah, gençlere taş çıkartacak kadar dinçler. Yıldız’ın hemen arkasından ayrılmıyorlar. Ark Sarayı’nı teğet geçtik; dönüşte ziyaret edilecekmiş. Bolo Havuz Camii Rehberimiz Yıldız, caminin önündeki o ağacın altında toplanmamızı istedi ve maksat hasıl olunca da başladı anlatmaya: “Şimdi tam karşınızdaki bu harika esere bakın. Buhara’nın Emirlik dönemine ait camilerinden biridir bu gördüğünüz yapı. Adı: Bolo Havuz Camii. Halk arasında 'sütunlu cami' olarak da bilinir. Ark’ın hemen karşısında, şehir meydanına hâkim bir noktadadır. Bu, ön cephede sıra sıra dizilmiş ince- uzun ahşap sütunlar caminin en dikkat çekici bölümüdür. Bu sütunların içinde dikildiği günden beri ayakta duran orijinal sütunlar da vardır. Caminin adını aldığı ‘havuz’ ise hemen önünde yer alan gördüğünüz şu küçük, dikdörtgen bir su birikintisidir. Bolo-Havuz Camii, Emir'in eşinin emriyle 1712'de inşa edilmiştir. Bugünkü sütunlu revak kısmı ise 20. yüzyılın başında, Emir Alim Han döneminde eklenmiştir. Emir, cuma namazlarını burada kılarmış. Sütunlar Hindistan’dan getirilen ağaçlardan yapılmış; her biri farklı motiflerle süslenmiş. Tavan, renkli desenlerle bezenmiş. İç kısım ise daha sadedir ve ferahtır. Dışarıdaki keşmekeşe inat içeriye serinlik ve sükûnet hâkimdir. 20 dakika serbest süreniz var.” Havuzun suyuna yansıyan sütunlar zamanı tersine çeviriyor gibiydi. Gösterişsiz ve vakur bir yapı. Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdik. Loş ışıklar altındayız. Özbek kültürünü yansıtan rengarenk ipek halıların üzerinde yürüyoruz. Müthiş bir duygu. Ses var ama yankı yok. Duvarlar sesimizi emiyor sanki. Caminin içinde sessizlik kendi başına bir varlık. Belki de bu cami, anlamını kalabalıktan değil, sessizlikten alıyor. Ziyaretimizin şahidi olarak, iki rekât şükür namazı kılanlarımız oldu. Dualarımız arş-u âlâya yükseldi. Allah kabul etsin. Dönüş yolumuzda Ark Kalesi var. Ark Kalesi Özbek Türkçesinde 'Buxoro Arki', Türkçe'de ise 'Buhara'nın Gemisi' olarak anılan kaledir. Kalenin o ihtişamlı kapısından içeriye girdik ve yokuş yukarı tırmanmaya başladık. Her adımda saraya yaklaşıyorduk ve nefes alışverişlerimiz de hızlanıyordu. Yokuş yukarı çıktığımız için midir yoksa saraya yaklaştıkça duyduğumuz heyecandan mıdır kararı varın siz v erin! Yukarı çıkarken bizden önce yukarıya çıkanlarla karşılaştık, aşağıya iniyorlar. Yol vermesi gereken onlar olsa da edeben biz kenara çekildik. “Sevgili Anadolu Kervanı!” dedi Yıldız; “Ark, sadece bir saray değil, yüzyılların tanığıdır. Emirler burada doğdu, burada hükmetti, burada sustu ve bazıları da burada öldü. Ark Sarayı, Orta Asya’nın en eski yönetim merkezlerinden birisiydi. Bu kale de Buhara’nın kalbiydi. Temelleri 5. yüzyıla kadar uzanır. Süreç içinde defalarca yıkılıp yeniden inşa edilmiştir. Bugünkü formunu 16. yüzyılda kazanmıştır. Kalenin surları kalındır. Güvenlik açısından işte bu yüksek tepe üzerine kurulmuştur. Giriş kapısı heybetlidir. Kapıdan içeri girince kendinizi tarihin ortasında bulursunuz. Bugün yürüdüğünüz bu taş döşemeler; bir zamanlar cariyelerin fısıltılarını, emirlerin sert buyruklarını, vezirlerin endişeli ayak seslerini duymuş olabilir. Dikkatlice dinlerseniz sizler de duyarsınız. Çünkü, tarih susmaz. Hele Ark gibi mekânlar hiç susmaz.” Kale’nin tepesine ulaştığımızda gözlerimiz Buhara’nın eşsiz manzarasıyla karşılaştı. Uzakta yeşil kubbeli Mir Arap Medresesi, hemen yanında Kalan Camii, Abdülaziz Han Medresesi ve görkemli Kalan Minaresi görünüyordu. Dün onlarla tanışmıştık. “Zamanında Cengiz Han’ın bile dokunamadığı minare işte orada zamana meydan okumaya devam ediyor. Rüzgâr burada başka türlü eser. Burası sadece güzel bir saray değil; aynı zamanda düşündürücü bir mekândır. Buhara’daki her kubbe, her minare, Buhara’nın yüzyıllardır sönmeyen kandilleridir.” Kaledeki bazı bölümlerde hâlâ arkeolojik kazılar sürüyor. Özellikle harem kısmında ve eski askerî bölgelerde Emirlik dönemine ait seramik parçaları, günlük eşyalar, mühürler ve bazı el yazmaları yavaş yavaş gün yüzüne çıkarılıyor. Avluda dolaşırken dikkatimizi çeken yapılar arasında mahkeme salonu, taht odası, cami, harem bölümü ve bir de zindan vardı. Zindan Kısa bir yürüyüşle Ark’ın zindanına ulaştık. Alçak ve kemerli bir kapıdan içeriye girdik. Kalın duvarlarla çevrili o zindana. Bizi rutubetli bir hava karşıladı. Yerde ve duvarlarda işkencede kullanılan ‘paslı’ işkence zincirlerinin örnekleri var. Hücreler basık ve havasız. Hırsızlar, asi askerler ve hatta fikir suçluları burada cezalarını çekmiş olmalılar. Şairin dediği gibi “zindan iki hece...” Zindan, her yönetimin karanlık yüzüdür. Buraya düşmek yalnızca bedenin değil, sözün de susturulması demektir. İçeride fazla kalmadık ama birkaç dakika bile yetti bize. Zindanlar burada da soğuktu; taşlar sadece taş değildi, cansız tanıklardı. Bu yapılar insana, tarihin her zaman adil işlemediğini düşündürüyor. Belki de adaleti sağlamak için bu mekânlara ihtiyaç duyulmuştu. Bilemiyoruz. Cami Zindandan çıktıktan sonra derin bir nefes aldık. Sırada kale içindeki cami varmış. Emir ve saray mensupları burada namaz kılarmış. Cuma hutbeleri burada okunurmuş. Geniş değildi ama düzenliydi. Ahşap sütunlar dikkat çekiciydi. Mihrabı sade, tavan işlemeleri zamanla kararmış ama izlerini koruyordu. “Bu cami, kalenin içindeki zamanı dengelermiş. Savaş zamanı da olsa, barış zamanı da olsa vakit gelince herkes burada Rabbine yönelirmiş.” Hazine Odası Son olarak hazine odasına girdik. Tek kapılı, korunaklı bir oda. Küçük ama titizlikle korunmuş. Camekânlarda birkaç sikke, mühür, eski bir kemer vardı. Bir zamanlar Buhara’nın serveti burada saklanırmış. Her şey kayıt altındaymış, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış. Bu odada insan ister istemez kendine soruyor: Bu kadar ihtişamlı bir yaşamdan sonra geriye ne kalmış? Altınlar mı, kayıtlar mı, yoksa sadece boş raflar mı? Kabul Salonu Emir’in kabul salonu ise kalenin kalbi gibi. Diğer yapılara göre daha geniş ve aydınlık. Tavan yüksek, duvarlarda haritalar asılı. İşlemeli halılar, birkaç ahşap sandalye ve ortada büyükçe bir minder… Emir burada kararlar alırmış, elçilerle görüşürmüş, bazen dostluklar kurulurmuş bu salonda, bazen de dostluklar bozulurmuş. Bir de halka açık bir kabul salonu var. Kral yukarıdan nazar edermiş halka. Açık kapı günü gibi düşünün. Bir isteği olan salona alınırmış. İsteğini halkın önünde dile getirirmiş. Huzurdan ayrılırken de sırtı duvara çarpıncaya kadar arkası arkasına gider, sırtı duvara çarpınca da çıkar gidermiş. Salondan çıkarken, krala sırtını dönmek olmazmış. Sırf bu iş için en arkaya hemen çıkış kapısının yanına bir duvar yapılmış, müstakil. Sırtı duvara değinceye kadar arkası arkasına gider, sonra da salonu terk edermiş. Grup üyelerinden bir kısmı kralın koltuğuna oturarak resim çektirmek için sıraya girdiler. Ben de sıraya girdim ama sıra gelmeyince de fazla ısrarcı olmadım. Ark Kalesi Yorgun Ark Kalesi’nin taşları hâlâ yorgun ama ayakta. Her köşesinde devletin yükü var. Ark Kalesi sadece duvarlardan, odalardan, taş döşemelerden ibaret değil. Her adımda sessizce akan bir zaman duygusu var burada. Zindanında suskunluk, camiinde sükûnet, kabul salonunda endişe hissediliyor. Her yapı bir başka kavramı fısıldıyor: Adalet, dua, hesap ve karar… Bu kale, yalnızca tarihî eser değil; geçmişten bugüne uzanan bir yönetim ahlâkının izlerini de taşıyor. Ark tepesinden şehre baktığımızda taşların yerini kubbelerin aldığına şahitlik ettik. Buhara, yalnızca zamana direnmiş değil; zamana da anlam katmış. Belki de en çok bu yüzden, bu şehirde dolaşırken insan kendini yalnızca bir turist değil, tarihle göz göze gelen bir tanık gibi hissediyor. Deve Keyfi Şimdi yavaş yavaş başka bir yöne, aynı dönemin ama farklı bir duygunun mekânına yürüyoruz. Emirlerin hükmettiği yerden, onların dinlendiği yere…Sitorai Mohi Hosa Sarayı’na. Yani “Ay ve Yıldızın Buluştuğu Yer” e. Ark Kalesinin çıkışında birkaç deve bekliyordu. Yanlarında bakıcılarıyla. İsteyenler bu develere binerek hatıra fotoğrafı çektirebiliyor. Binmek için normalde devenin çöktürülmesi gerekir ama burada öyle değil; merdivenle biniliyor deveye… O Buhara’nın yakıcı sıcağında, açık alanda para kazanmak için bekleyen o karayağız delikanlılar bezgin bir halde. Belki de iççiler. Bizim “Altın Kızlar” ve Sultan, deveye binmek istediler, istekten de öte rica ettiler. Grup otobüse doğru ilerlemeye başlamıştı ama ben onları kıramadım. Yardımcı oldum, deveye bindirdim, hatıra fotoğraflarını da çektim. Tabii bu deveye binme hikâyesinin bir de bedeli oldu: Yavuz affetmedi... Bazen bir fotoğraf için zaman çizelgesinden saparsınız. Ama bazı anlar, programın değil, hatıraların parçası olur. Buhara’da deveye binmek bir turistik etkinlikten fazlası oldu: Çocukluktan gelen bir merakın, bir yolculuğun içindeki küçük sevinçlerin izleriydi bunlar. Yeter ki dönüş yolunu unutmayın; çünkü her Yavuz’un bir ajandası mutlaka vardır. Ay ve Yıldızın Buluştuğu Saray: Sitorai Mohi Hosa Sarayı Ay ve Yıldızın Buluştuğu saraydayız. Sarayın bahçesine kadar otobüsle geldik. İçeriye girebilmek için ücret ödememiz gerekiyormuş. Her müzede olduğu gibi rehber Yıldız bileti yine grup adına aldı ve sıra beklemek zorunda kalmadık. Hem de zamandan tasarruf ettik. Yıldızın dediğine göre bu saray; ihtişam ve güç gösterisi için değil, zarafet için inşa edilmiş. Buhara’nın en gösterişli ama aynı zamanda en duygusal köşelerinden biriymiş. Doğru söylemiş Yıldız; Saray gerçekten etkileyici. Her ne kadar zamanla bazı duvarlarına bakımsızlık sinmiş olsa da ihtişamı hâlâ kendini gösteriyor. Yazın kavurucu sıcağına, kışın ayazına, fırtınasına direnmiş ve böylece yıllardır ayakta kalmasını bilmiş, üstelik her gelen ziyaretçinin karşısına tekrar tekrar çıkmasına rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, özel bir yapıdan söz ediyoruz. İçeriye girer girmez hemen sağda sarayın bahçesinde toplandık ve saray hakkındaki bilgileri rehberimizden almaya başladık. “Bu saray yalnızca bir dinlenme mekânı değil; aynı zamanda değişen zamanın, modernleşme arayışının bir ifadesidir. Emir Alim Han, klasik doğu saray mimarisini koruyarak Batı’dan gelen estetik dokunuşları burada birleştirmiştir.” Sarayın bahçesi, daha ilk adımımızda içimizi açtı. Ağaçlar bir ölçüye göre dikilmiş, özenle dikilen rengarenk çiçekler, harika bir bahçe. Burada yalnızca bir sarayın değil, zarafetin sınırları içinde yürüdüğümüzü hissediyoruz. Bahçe, içeride bizi bekleyen renkliliğe bir hazırlık gibi. Sarayın içine adım attığımızda, ilk dikkat çeken şey ışıklandırma sistemi oldu. Aynalar, mozaikler, tavan süslemeleri... Hepsi ışığı çoğaltıyor; duvarlar sessiz ama gösterişli. Tavanlardan süzülen yansıma, zaman duygusunu kırıyor; insan bir anda hem geçmişte hem şimdide yürür gibi oluyor. Emir’in kabul salonu, sarayın en etkileyici bölümlerinden biri. Tavanlar ince ince işlenmiş ayna mozaikleriyle kaplı. Duvarları alçı süslemeleri çevreliyor. Divanlar desenli kumaşlarla örtülmüş; hiçbir şey rastgele değil. “Bu ihtişam güce değil, görgüye dayalıdır. Emir burada politik ağırlığını değil, medenî inceliğini de göstermiştir. Bu saray, onun yalnızca bir hükümdar değil; aynı zamanda bir zevk sahibi olduğunu da ortaya koyar. Burada güç, estetikle dengelenmiştir.” Sarayın bazı odalarında, döneme ait günlük eşyalar sergileniyor: İşlemeli kaftanlar, yazı takımları, aynalar, el yapımı halılar… Yıldız dediği gibi; bu sarayda elinde sopasıyla sesini yükselten bir güç yokmuş; kendini hissettiren bir incelik, bir nezaket varmış. Böyle bir yerde kim yaşamak istemez ki; bunun için kral mı olmak gerekiyor…? Sarayların sessizliğinden, kalelerin gölgesinden çıkarak şimdi Buhara’nın atar damarlarına karışıyoruz. Esnafın sesi, bakırın tınısı, baharatın kokusu… Söz şimdi sokaklarda. Serbest Zaman 3 saat serbest zamanımız var. Sokakları arşınlayacağız. Esnafı tanıyacağız. Alışveriş yapacağız. Yemek yiyeceğiz, çay -kahve içeceğiz … Çarşıya girdiğimizde ilk hissedilen şey sadece kalabalık değildi; bir düzenin, bir alışkanlığın kokusuydu bu. Yüzlerce yıldır aynı taş döşemelerin üzerinde yürüyen ayaklar, aynı sabırla örülmüş halılar, aynı tınıyla dövülen bakır kaplar… Her biri geçmişten bugüne hiç kopmamış gibiydi. “Bu sokaklarda yürürken aslında zamanla birlikte yürürsünüz, bakın şurada bir bakırcı var; dedesi de buradaymış, onun dedesi de. Hiçbir tabela taşımayan ama kök salmış bir aidiyet var bu çarşılarda.” Sarayın aynalı tavanlarından sonra bu sokakların tozlu taşları daha samimi geliyor insana. Lüks yok burada ama samimiyet var. Bir çocuk elindeki pamuk şekeriyle koşturuyor; bir ihtiyar kumaş tartıyor, Evet, Özbekistan’da ve genel olarak Orta Asya'nın bazı bölgelerinde geleneksel kumaş alışverişinde kumaşlar metreyle değil, ağırlıkla – yani teraziyle – tartılarak satılıyormuş. Sanki Buhara’nın kalbi burada atıyor; taş duvarlar değil, yorgun eller konuşuyor. Kokular, sesler, dokular birbirine karışıyor. Kalabalık ama yorucu değil. Her köşe bir hikâye anlatıyor, sessizce. Buhara çarşılarında dokuma, bakır işçiliği, takı ve seramik atölyeleri yerli halkın el emeğini yansıtıyor. Özellikle sabah saatlerinde esnaflar daha sakin ve sohbet etmeye daha meyyal olurlarmış. Sokaklar kalabalıktı ama karışık değildi. Herkesin kendine göre bir yönü, bir alışkanlığı vardı sanki. Biz de çarşının kalbine doğru yürüyoruz. Dükkanların önü renkliydi. Halılar, takılar, seramikler, bıçaklar… Hepsi göz hizasında ve dokunulacak kadar yakındı. Özlem hanım kaşla göz arasında girmiş halı dükkanlarından birine. Ve de kıyasıya pazarlık yapmış. Güzel bir halı almış hem de ipek. Tabii makine halısı. El ile dokunan halılar el yakıyor. 14 haziranda kızım Dilruba’nın düğünü olacak. Onun için de bir halı almasını istedim. Kabul etti. Çiseleyen yağmura aldırış etmeden halıcı dükkanının yolunu tuttuk. Bir halı beğendik. Özlem hanım hemen pazarlığa tutuştu yine ve sonunda satıcıyı pes ettirdi. Aldık halıyı. Hakikatli kadındır Özlem Hanım. Sonra da buluşma yerinin yolunu tutuk. Baktık, bizim grup orada bir dükkânda çoğalmışlar. Biz de daldık içeriye. Bıçakçı dükkânı. Bıçakları elinde yaparmış. Tezgâhta çeşit çeşit el yapımı o bıçaklardan vardı. Sapları kemik, ahşap ya da boynuzdan; ağızları tek çelik dövmeymiş. "Tek çelik dövme", tamamı tek parça çelikten yapılmış ve geleneksel dövme yöntemiyle şekillendirilmiş anlamına gelirmiş. Desenleri de el ile işlenmiş. Bıçakçı habire anlatıyordu. Gayesi bıçak satmak. Nereden bulacak böyle kalabalık bir grubu bir daha. “Çeliği önce ateşe koyarım. Kızarınca örste döverim. Sapını oyar, yerleştiririm. Desenleri de tek tek işlerim. Hepsi el işidir.” Herkes, birer ikişer bıçak aldı. Hem işçiliği güzel hem de kullanışlı görünüyorlardı. Ben de Recai’ye aldım. Ne de olsa eski müdürümüz. Çarşının çıkışına yakın bir yerde, sade bir restoranda yemek yedik. Buhara pilavı söyledik, yanına da ayran. Ne fazla ne eksik; yerli yerinde bir öğle yemeği oldu. Tam öğle sayılmaz, neredeyse akşam olacak… Verilen saat yaklaştığında herkes buluşma noktasındaydı. Ellerinde küçük torbalar, yüzlerinde yorgun ve de memnun ifadeler vardı. Günün en hareketli kısmı bitmişti. Otobüse binip önce restorana sonra da otele geçtik. Bugün çarşıdan sadece eşyaları taşımadık, bir çok malumat da koyduk heybemize. Sabah erkenden kalkılacakmış ve önce Lyabi-Hauz Meydanına varılacakmış, sonrası Allah Kerim… Talimatı Hüseyin verdi… Devam edecek

ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VIII)

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VIII) "Semerkant’ım… Senin gözlerin neden bu kadar nemli? Seni fena hırpalamışlar. Her güzelin başına gelen, senin de başına gelmiş. Rus işgaliyle başlayan, ardından ideolojik kırılmalarla derinleşen yaralar aldın, bunu biliyoruz. Diyeceksin ki: ‘Madem biliyordunuz, neden el uzatmadınız?’ Elimizi uzattık aslında. Ama gücümüz yetmedi. Çünkü senin başına gelenler, bizim de başımıza geldi." Rüştü Kam, 2005 SEMERKAND- I Berlin Türk Eğitim Derneği olarak, Özbekistan ve Türkistan’a düzenlediğimiz 12 günlük kültür gezimizin önemli duraklarından biri Semerkant’tı. Bu şehre, bir rüyaya yürür gibi geldik. Çünkü Semerkant, bizim için sadece bir yer değil; bir medeniyetin aklı, ruhu ve hafızasıydı. Gecikmiş bir vuslattı bu. Yıllar boyunca kitaplarda okuduk, haritalarda izledik, zihnimizde yaşattık. Şimdi o satırlara, o taşlara, o kubbelere dokunabiliyoruz. Gönlümüz her zaman buradaydı. Kaşgarlı Mahmud’un sözlerinde, Birunî’nin satırlarında, Uluğ Bey’in gökyüzüne açılan bakışlarında Semerkant’ım seni hep hissettik. Bugün o izlerin peşindeyiz. Senin yetiştirdiğin ilim ve irfan sahipleridir dünyaya yön verenler. Gökbilimin, tıbbın, matematiğin, felsefenin temelleri senin bağrında atıldı. Bugün dünya onların mirasıyla ayakta duruyor; çoğu zaman da onları anmadan. Ne hazin bir nankörlük... Bibi Hatun Camii’nin avlusunda taşların yüzyıllık suskunluğu arasında dolaşıyoruz. Her köşe, her kemer geçmişin zarafetiyle örülmüş. Registan Meydanı’nda her adım bir çağın izini taşıyor. Medreseler arasında yürürken zamanın içinden geçiyoruz. Uluğ Bey Medresesi'nin duvarları hâlâ bir bilgi uğultusunu saklıyor gibi… Ama Semerkant, senin gözlerin hâlâ nemli. Her güzel gibi sen de örselenmişsin. İsimlerin değiştirilmiş, seslerin bastırılmış, hatıraların silinmeye çalışılmış. Eskiden öğrencilerin sesleriyle çınlayan medreselerde şimdi hediyelik eşyalar satılıyor. Diller susturulmuş, kimlikler törpülenmiş. Ve sen hâlâ ayaktasın. Çünkü bir milletin hafızası duvarlardan önce yüreklere kazınır. Sessiz ama onurlu bir direnişle mesajını vermeye devam ediyorsun. Ey Semerkant! Seni anlamak, kendimizi anlamaktır. Çünkü sen sadece Özbekistan’ın değil; Türk-İslam dünyasının ve insanlık tarihinin ortak mirasısın. Seninle buluşmak bir geçmişe selâm duruş değil sadece, geleceğe karşı verilen bir sözdür. Senin önünde minnetle ve hürmetle eğiliyoruz. Registan’da üç ayrı mimariye sahip üç medrese. Üç çağ, üç bakış, üç ruh. Her biri seni anlamamızda birer anahtar. Bu yolculukta bize rehberlik eden iki güzel isim var: Hüseyin Bağır ve Yıldız Amangaldiyeva. Anlatmakla yetinmeyip, yaşatan; bilgiye zarafet katan iki yoldaş. Onların sayesinde gördüğümüz her yapı, duyduğumuz her cümle daha anlamlı hâle geldi. Hoş bulduk Semerkant. Geç de olsa geldik, gördük, tanıştık. Semerkant’a Gecikmiş Bir Selâm Taşkent’e ayak bastığımız andan beri zihnimizde hep sen vardın, ey Semerkant! Her durakta adın anıldı, her sohbet seninle başladı. Kitaplardan, hatıralardan tanıdığımız isminle geldik sana. Ama karşımıza çıkan, beklediğimizden çok daha fazlasıydı. Meğer sen, köklü bir medeniyetin omurgasıymışsın. Taşlarında ilim varmış, kubbelerinde hikmet. Sokaklarında ise ağırbaşlı ve onurlu duruş varmış, vakar varmış. Ama sen yorgunsun. Sesin kısılmış. Gölgelere itilmişsin. Bizler seni ihmal etmişiz. Dinlemeyi, anlamayı, sahip çıkmayı ertelemişiz. Belki de asıl eksik olan sendeki değil, bizdeki sessizlikmiş. Bu topraklarda doğan Emir Timur’un hikâyesi; köklerine sırt çevirmeyen bir liderin hikâyesiymiş. Yalın ayak başı açık dolaştığı sokakları hiç unutmamış, onları terk etmemiş. Bugün onun adı; geçmişinden utananlara, halkına mesafe koyanlara bir uyarı gibi duruyor. Çünkü Timur, yalnızca büyük bir imparator değilmiş; aynı zamanda geldiği yere sadık bir aklın, onurlu bir vicdanın adamıymış. Ey Semerkant! Sana geç de olsa geldik. Ama boş gelmedik. Gönlümüzde bir selâm vardı, dilimizde bir dua, gözlerimizde bir hayranlık... Geldik. Gördük. Ve bir söz verdik: Bundan sonra seni unutmayacağız. Uluğ Bey’e Gelince... “Bugün size bir emiri değil, bir yıldızkâşıyı tanıtacağım. Gökyüzüne sevdalı bir hükümdarı. Adı: Uluğ Bey.” Rehberimiz Yıldız böyle başladı söze. Ardından taş duvarların gölgesine düşen medreseyi gösterdi. Zaman, mozaikleri örselemiş ama hâlâ göz kamaştırıcı. Burası bir sultanın değil, bir bilgenin mekânı gibiydi. Uluğ Bey, Timur’un torunu, Şahruh’un oğludur. 1409’da Semerkand’ın idaresini devraldı. Fakat o, dedesi gibi fetihler peşinde koşmadı. Ordularla değil, yıldızlarla ilgilendi. Semerkand’ı bir ilim merkezine dönüştürdü. Bu medrese, onun bu hayalinin ilk adımıdır. Yıldız, o tanıdık titrek sesiyle devam etti: “Kurduğu rasathanede, 1018 yıldızın konumunu kayda geçirdi. O zamanki teknik imkânlarla bu, olağanüstü bir başarıydı. Yıldızları gözlemlemek için yere dev bir sekstant inşa ettirdi. Işığı özel açılardan geçiren şeffaf şişelerle çalıştı. Bu yöntem, ışığın kırılma özelliklerini anlamak için eşsizdi. En meşhur öğrencisi Ali Kuşçu’dur. Bugün göğe bakarken gördüğümüz yıldızların bir kısmını ilk defa o hesapladı.” Sonra bir iç çekti ve ekledi: “Ama ne yazık ki bu gökyüzü dostu adam, yeryüzünün ihanetine uğradı. Kendi oğlu tarafından öldürüldü. Bu, yalnızca bir babanın değil, bir düşüncenin infazıdır. Ne yazık ki bu topraklar bazen, göklerin dilinden anlayanları yere gömmekte bir beis görmemiştir.” Yanımda duran İsmail Kıratlı hafifçe eğilip kulağıma fısıldadı: “Yani bu adam hem emir hem âlim öyle mi? Bizde olsa, biri diğerine fazla gelir vallahi!” Gülümsedim. Ama sözlerinin içinde ince bir gerçek vardı. Çünkü Uluğ Bey de sonunda kendi evladının ihanetiyle tahtını ve canını kaybetmişti. Medresenin avlusunda sessizlik hâkimdi. Taş duvarlar, geçmişten kalan bir kararlılıkla ayaktaydı. Bugün o rasathaneden geriye sadece sade bir duvar kalmıştı. Sessizdi ama anlam yüklüydü. Çünkü o duvarın altında yalnızca yıldızlar değil; sabırla geçirilmiş geceler, düşünceyle yoğrulmuş saatler, akılla inşa edilmiş bir gelecek yatıyordu. Belki de bize şunu hatırlatmak için hâlâ orada duruyor: Zaman her şeyi siler, ama akılla kurulan medeniyetin izlerini silemez. Bugün Uluğ Bey’in Semerkand’daki heykeli, meydanda ziyaretçilerini karşılamaya devam ediyor. Gözleri göğe dönük vaziyette. Sanki hâlâ bir şeyler hesaplıyor gibi… Uluğ Bey’in hikâyesi, yalnızca geçmişte kalmış bir dehânın portresi değildir. O, bilgisiyle siyasete, aklıyla iktidara yön veren ender örneklerden biridir. Semerkand’daki rasathanesi, bir çağın gökyüzüne yazdığı en parlak satırlardan biridir. Bugün oradan geriye sadece bir duvar kalmış olabilir. Ama o duvar, hâlâ göğe bakmayı bilen gözler için bir çağrıdır: O iktidarıyla değil; ilmiyle Uluğ Bey olmuştur. İktidar geçicidir, ilim kalıcıdır. Bibi Hatun Camii Yıldızın peşindeyiz. Çubuğu takip ederek ilerliyoruz. Semerkand’ın göbeğinde, yaya yürüyoruz. Bibi Hatun Camiinin önüne geldik ve arkadaşların toplanması için biraz soluklandık. Fotoğraf çekmek ve hediyelik eşyalarla ilgilenmekten dolayı toplanmamız biraz uzan sürebiliyor. Rehber Yıldız başladı anlatmaya: “Ey Anadolu Kervanı! Şimdi önünüzde duran yapı, Timur’un rüyasıydı. Burası Bibi Hatun Camii. Adını Timur’un eşi Bibi Hatun’dan aldığı söylenir. Aşk, ihtişam ve yıkımın iç içe geçtiği bir hikâyesi vardır buranın. Bu devasa giriş kapısının gölgesindeyiz. Sadece büyüklüğüyle değil, zarafetiyle de insanı içine alan bir mekân burası. Caminin yapımına 1399’da başlandı. Timur, o sırada Hindistan Seferi’nden yeni dönmüştü. Delhi’den sadece ganimetlerle değil, sanatkârlar ve mimarlar da getirmişti. Semerkand’ı İslam dünyasının en gözde başkenti yapmak istiyordu. Bu cami de o büyük planın bir parçasıydı. Temelini Timur attı ama inşaatın devamı ve özellikle süsleme işlerinin gözetimi, eşi Bibi Hatun’a emanet edildi. Efsane işte tam burada başlıyor. Rivayete göre, Bibi Hatun bu camiyi Timur seferden dönmeden bitirtmek ister. Sevgilisine sürpriz yapacaktır. “Ben Timur’a layık bir eşim” anlamında. Ancak inşaat çok zordur. Bibi Hatun da mimarı durmadan sıkıştırır. Israrlara dayanamayan baş mimar, yapının zamanında tamamlanması için ondan bir öpücük ister. Bibi Hatun önce direnir ama sonra bu isteği kabul eder. Durum bir öpücükten ibaret olmasa gerektir. Timur döndüğünde bu durumu öğrenir. Öfkeyle mimarı yargısız infaz eder. Bazı anlatılara göre Bibi Hatun’u da saraydan uzaklaştırır.” Hikmet, bu hikâyeyi duyunca yanıma yaklaştı ve kulağıma fısıldadı: “Yani cami tamamlandı ama aile dağıldı desene Hocam…” Yıldız eliyle devasa kapının giriş kemerini işaret ederek sözüne devam etti: “Bu kapının bir sırrı daha vardır. Akustik. Dış mekânda olmasına rağmen, burada sesinizi yükseltmeden konuştuğunuzda bile sesiniz 15 metre mesafeye kadar net bir şekilde duyulur. Bu, taşların iç bükey düzende yerleştirilmesiyle sağlanmış özel bir seslendirme tekniğidir. Sadece estetik değil, teknik bir dahilik de barındırır içinde.” O an içimden geldi ve akustiği denemek istedim. Sela okumaya başladım. Sesim yankılanmadı; taşların içinden geçercesine yumuşak bir şekilde yayılıverdi etrafa. Orada ötede duran Zeynep Bozkurt ve Yeliz Gezer başlarını salladılar ve akustiği onayladılar. “Sesin buraya kadar net bir şekilde geliyor Hocam” anlamında. Demek ki anlatılan gerçekmiş. “Timur, ustalara bu yapının ‘taşı taşa vurmadan’ yapılmasını emretmişti. Göğe saygı göstermek için… Ama bu verilen emir yanlış olmalı ki, bazı taşların tam oturmamasına neden olur. Gösterişli kubbesi vardı var olmasına da sağlam temeller üzerine oturmamıştı. Caminin çatısı, Timur hayattayken bile çatlamaya başlamıştı.” Hindistan’dan mimar getiriyorsun ama mimara müdahale ediyorsun. İşi ehline bırakmamak. Büyük hata… Orada bir taş rahle var, kocaman bir rahle, önünde durduk. Bu nedir demeye kalmadan Yıldız devam etti: “Avlunun ortasındaki bu büyük taş, rahledir. Zamanında Osman Mushafı’nın bir nüshası konmuştu üzerine. Halk burada dua eder, rahlenin etrafında dönerek dilek dilerdi. Bugün bile hâlâ gelip o niyetle dolaşanlar var. Üstünde Osman Mushafı olmasa da.” Nihayet o devasa kapıdan caminin içine girebildik. “Caminin Kubbe yüksekliği 41 metredir. Timur, sadece ibadet etmek için yapmadı aslında bu camii, bu olağanüstü yükseklikteki kubbeyle, halkına göğe nasıl bakılacağını göstermek istedi. Ama zamanla mimarların Timur’un izni olmadan değiştirdiği süslemeler, Çinli ustaların aşırı detaylara yönelmesi ve aceleyle yapılan uygulamalar bu yapının ihtişamını maalesef zayıflattı. Bu sorumsuzluklara rağmen Bibi Hatun Camii, ihtişamını yine de korumaktadır. Ancak bu cami, ihtişamın, gururun, hırsın, işi ehline bırakmamanın; çöküşe ne kadar yakın olabileceğini de anlatır.” Oraya, avlunun bir köşesine oturuverdim. Taşlar sessizdi ama yine de bir şeyler anlatıyordu bana: “Göğe yükselmek isteyen her yapı, önce kendi içini sağlamlaştırmalıydı. Dışarıdan mükemmel görünen her şey sağlam olmayabilirdi. İçine kurt düşen yapının çöküşü yakın demekti...” Alacağımı aldım ben taşların öğüdünden. Kubbeyi çatlatan bir aşk, rahlenin etrafında dönmenin kurtuluşa vesilesi olacağına olan inanç ve hikâyelerle dolu efsane bir şehir Semerkant. Her köşede bir sır, her duvarda yarım kalmış bir aşk ve dua var. Burada ihtişam sadece mimaride değil, yıllar yıllar sonra hatırlanışın gücünde de saklı. Bazen bir öpücük, bir kubbeyi sarsıyor; bazen bir kelâm, yüzyıllar boyunca taşın hafızasında yankılanıyor. Semerkand’ın taşları yalnızca tarihin yükünü değil, insan kalbinin hafızasını da taşıyormuş meğer. Bibi Hatun Camii; ihtişamla tevazunun, aşk ile aklın, güç ile kırılganlığın kavşağında duran bir taşın destanıymış meğer. Registan Meydanı Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz. Emir Timur’un aşkının adaletsizliğe sebep olacak kadar büyük olduğunu düşünerek ilerliyoruz Yıldız’ın peşinden. Zamanımızda böyle aşkların neden olmadığını da düşünüyorduk. “Belki vardır da biz şahit olmuyoruzdur,” diyenler de oldu. Derken Semerkand’ın kalbine, yani Registan Meydanı’na gelmişiz. Geniş bir meydan, zemin taşlarla döşeli. Sanki gökyüzünü bile dizginleyen bir dengeye sahip, o kadar. Yıldız, gözlerini oradaki birbirinden farklı üç anıtsal yapıda gezdirerek konuşmasına başladı. O da etkilenmiş olmalı Emir Timur ve Bibi Hatun’un aşkından: “Burası Registan. Farsçada ‘kumluk yer’ demektir. Bu toprakta zaman, kum gibi dağılmamış; taşa işlenmiş. Bu gördüğünüz üç medrese, Semerkand’ın üç ayrı dönemine ayna tutar. Uluğ Bey’den başlayalım:” Uluğ Bey Medresesi (1417–1420) “Bu medrese Emir Timur’un torunu, astronom ve hükümdar Uluğ Bey tarafından yaptırılmıştır. Gökbilim derslerinin verildiği ilk büyük medreselerden biridir. Öğrenciler burada yalnızca dinî ilimleri değil, matematik, felsefe ve astronomi de öğrenirdi. Uluğ Bey’in anlayışı şuydu: ‘Cami ibadet içindir, medrese akıl içindir.’ Bu anlayıştan dolayı ferman buyurmuştur; “Camiyi küçük medreseyi büyük tutun.” Buyruk yerine getirilmiştir. İçeriye girdiğinizde göreceksiniz.” Şirdar Medresesi (1619–1636) “Bu medresenin kapısındaki aslan figürleri hemen dikkatimizi çeker. Bu medrese, Şeybanîler döneminde yaptırıldı. İlginçtir; İslam sanatında genelde canlı figür çizilmez ama burada bir aslan (şîr) ve güneş tasviri vardır. ‘Şîr-dâr’ yani ‘aslanlı’ anlamına gelir. Aslanın sırtından doğan güneş, bilgeliğin gücünü simgeler. Figür, sembolik değil mitolojik bir anlatım taşır. Burada figür yasağını aşmak için aslanın gözlerini yukarı çizerler. Böylece canlı değil, hayalî bir varlık olduğunu söylerler.” Sanatla fetva arasında ince bir denge… Tilla Kari Medresesi (1646–1660) Yıldız, üçüncü ve en görkemli medreseye döndü. “Ön yüzü kadar içi de altın yaldızlıdır. Tilla Kari, yani ‘altınla kaplı’ demektir. Bu medrese sadece eğitim değil, aynı zamanda ana cami işlevi de görmüştür. İçindeki mihrap ve kubbe altın varaklarla süslenmiştir. Şehrin kalbindeki bu altın, hem dinin hem ilmin parıltısını simgeler.” Biz içeri girerken sessizliği Yavuz bozdu: “İçerisi dua, dışarısı hesap... Adamlar bu dengeyi nasıl kurmuş, inanılır gibi değil Hocam.” Semerkand Halısı “Şimdi size ilim kadar emek isteyen bir sanatı göstereceğiz,” dedi ve bizi Afgan asıllı ustaların çalıştığı bir halı imalathanesine götürdü Hüseyin ve Yıldız bizleri. Kıvrıla kıvrıla uzanan dar sokaklardan geçip küçük ama özenle düzenlenmiş bir halı imalathanesine vardık. Mekânın sahibi, Afgan asıllı bir aileymiş. Bizi güler yüzle karşıladılar. Sonra da halı imalathanesine götürdüler. Yaşlı bir adam -babalarıymış- elindeki düğüm ipliğini bıraktı, biraz dinlenir gibi yaptı ve sonra o hiç dinmeyen sesiyle söze girdi: “Bir halıyı dokumak, zamanı düğümlemektir evlatlar. Her ilmekte sabır, her motifte dua vardır. Biz sadece halı değil, hafıza dokuruz burada.” Odada birden sessizlik oldu. Duvarda asılı halılar, canlı tablolar gibiydi. Her biri bir öykü anlatıyordu; kimi dağın taşını, kimi sevgilinin gözünü, kimi sadece sonsuzluğu. Fiyatları sorduğumuzda ise dudağımız uçukladı. En küçüğü 5 bin dolardan başlıyor, bazıları 40 bin dolara kadar çıkıyordu. Bir anlık suskunluk oldu, herkes birbirine baktı, dudak büktü ve ardından Zeynep Tel’in sesi duyuldu: “Bu sadece halı değil, bildiğin servet.” Hümeyra da annesine şöyle bir baktı ve “Ben bir tanesini isterim anne” der gibi. O sırada Esra ciddi ciddi halıları incelemeye başlamış ve bir tanesini de almış. Bize hayırlı olsun demek düştü. Yıldız “Özel bir sebep için mi?” diye sorunca, Esra gülümsedi ve “Evleneceğim. Yeni evime yakışır”dedi. Allah mesut etsin… Herkes bir anda gülümsedi. Kimimiz "yakışır" dedi, kimimiz “en güzel çeyiz bu” dedi. Halının değeri artık sadece dolarla ölçülmeyecekti. Artık o, bir ömürlük hatıraya dönüşmüştü Günün yorgunluğu ve hayranlığı iç içe geçmişti. Akşam yemeği için doğruca restorana geçtik. Gözlerimizde halı ve çini, aklımızda hesap, içimizdeyse garip bir huzur vardı. Çok şeylere şahit olmuştuk bugün. Yemekler servis edildi. Çatal bıçak seslerine günün anlatısı karışıyordu… Yemekler mükemmeldi. Registan Meydanı’nda akşam bir ışık gösterisi olacakmış, geç kalmamak için acele etmemiz gerekiyormuş. Hüseyin acele ediyordu ama bazen ihtiyaçların da alınması gerekiyor. Fatma Mıdık restorandan çıkar çıkmaz daldı yakındaki alışveriş merkezine. Babasına ayakkabı alacakmış. Biz de peşinden girdik. Çaresiz, Hüseyin de geldi arkamızdan. Yemekten sonra girdiğimiz o alışveriş merkezinde Mehmet Mıdık Amca için ayakkabı baktık. Buhara’da camiden çıkarken yanlışlıkla başkasının ayakkabısını giymişti ve o ayakkabı da ayağını sıkıyordu. “Yeni bir ayakkabı almamız lazım,” dedi kızı Fatma. Aldılar bir ayakkabı. Aldıkları ayakkabının da ayağını sıkacağını, başka bir model denemesi gerektiğini söyledim ama dinlemediler beni. “bu iyi” dediler. Üzerindeki dikişler sert, hemen gevşemez desem de fayda etmedi. Yine de onu aldılar. Dediğim gibi de oldu. Öbür gün şikayetler başladı. O zaman niye yenisini aldın ki; öbürü de sıkıyordu zaten… Uzun yolculuklarda küçük bir ayakkabı detayı bile tüm günü etkileyebilir. Ayakta geçirilen saatlerin sonunda çarşıların, müzelerin, meydanların tadı bazen bir çift rahat ayakkabıya bağlıdır. Bu arada valiz alanlar da oldu. Hediyelik eşyalar valizlere sığmamaya başlamıştı. Valizler dolunca bu kez sırt çantaları devreye girdi. Çünkü ağırlığı dengede tutmak gerekiyordu. Ve ne zaman valizler dolarsa, bilin ki gezinin sonu yaklaşmaktadır… Hızlı adımlarla dükkândan ayrıldık, çünkü akşamki ışık gösterisini kaçırmak istemiyorduk. Meydandaki kalabalığı ve hazırlığı görünce anladık ki, gösteri başlamış bile. Müthiş bir gösteri. Projeksiyonla üç medresenin cepheleri, yüzyıllar önceki hâllerine bürünüyordu. Renkler çinilerden taşlara, kubbelerden mihrablara akıyor; sanki tarihin kendisi canlanıyordu. Arada göğe doğru uzanan o meşhur göz figürü beliriyordu, kimileri için Tanrı’nın gözü, kimileri için Semerkand’ın kendini hâlâ izlediğinin bir simgesiydi. Belki de bir mesajdı bu: “Biz buradayız. Tarih hâlâ burada yaşıyor.” “Siz ne yaparsanız yapın gözümüz her zaman üzerinizde olacak.” Yorum sizindir. Gösteri bitince gruptan bazıları yürüyerek otele döndü. Biz birkaç kişi, yorgunluğun da etkisiyle otobüsü tercih ettik. Ama kafamız hâlâ oradaydı. Çünkü o meydan, görülenin değil, hissedilenin meydanıydı. Burada akıl ile iman, bilim ile gelenek, ışık ile gölge bir arada duruyor. Ve bir akşam vakti, medreselerden biri size göz kırparsa bilin ki, Semerkand size şunu fısıldıyordur: “Ben hâlâ buradayım. Ya sen neredesin? Devam edecek

HİCRET

HİCRET: YENİ BİR YILA ADIM DEĞİL, YENİ BİR YÖN TAYİNİ Rüştü Kam 2025 25 Haziran / 1447 Zaman yeniden dönüyor. Takvimler bir Hicrî yılbaşı daha gösteriyor. Miladi takvimde yapmadığımız, yapamadığımız şeyleri bu takvimde de yapmazsak, sadece sayılar değişecek ama biz aynı kalacağız. Oysa “hicret”, sadece bir takvim başlangıcı değildir; yön değiştirmek, yer değiştirmek, karar değiştirmek, kader değiştirmektir. Peygamber Neden Hicret Etti? Peygamber hicret etmedi; hicrete mecbur bırakıldı. Mekke’de on üç yıl boyunca inandığını anlatan bir adam, sadece “Oku” dediği için, sadece “La ilahe illallah” dediği için dışlandı, baskı gördü, boykota uğradı, taşlandı, itibarsızlaştıldı. Onların düşündüğü gibi düşünmediği için yapıldı bunlar. Ama asıl hicret gerekçesi fiziksel tehdit değildi, fikrî tıkanıklıktı. Çünkü Mekke’de sadece can güvenliği değil, söz hakkı da kalmamıştı. Konuşmaya bile müsade etmiyorlrdı. Mekkeliler davetin gelişmesini değil, boğulmasını istiyorlardı. İşte bu yüzden hicret bir kaçış değildi, zulümden kaçış hiç değildi. Yapılamayanlara yapabilme süreciydi, bir yeniden inşa süreciydi. O, Medine’ye yerleşmedi; Medine'yi inşa etti. Sahabenin Hicreti Nasıl Anladığı Kurucu ümmet için hicret(Ashab) için hicret, ev değiştirmek değil, hayat tarzı değiştirmek demekti. Malı, evi, eşi, çoluk- çocuğu, akrabayı arkada bırakarak; yalınayak baş açık o çöl sıcağında 400 km ileriye gitmek kolay bir iş değildi; ama onlar, “değişmeden kurtulunmaz” gerçeğini içselleştirmişlerdi. Onlar için hicret, yeni bir iklimde huzura kavuşmaktan ziyade, yeni bir sorumluluğun içine doğmaktı. Bu yüzden Medine’ye varınca dinlenmediler; inşa etmeye başladılar: Mescid inşa ettiler, pazar kurdular, kardeşlik tesis ettiler. Hicret, onlar için bir varış değildi yeni bir, başlangıçtı. Hicretin Bedeli Ne Oldu? Mekke'den Medine'ye uzanan yolun taşları, açlıkla, belirsizlikle ve yoksunlukla döşenmişti. Muhacirler, geride bıraktıkları mallarını kaybettiler; Ensar ise bölüşmeye razı oldular. Ama daha derin bir bedel vardı: Görünür gücün yerini görünmeyen imtihanlar alacaktı. İlk yıllar kolay geçmedi. Dış tehditler devam etti, içeride nifak kendini gösterdi. Hicret, yalnızca coğrafî değil, sosyolojik bir kırılmaydı. Düşman değişti, ama düşmanlık değişmedi sadece biçim değiştirdi. Hicretin Kazanımları Ne Oldu? Ama her hicret, doğruya doğru, geleceğe doğru, kendi doğrularıyla yeni bir imkan üretir. Medine, sadece İslam'ın yayıldığı değil, İslam’ın yaşandığı bir şehir olmalıydı ve oldu da. Peygamber, Medine'de sadece tebliğ etmedi, vır vır konuşmadı, hava atmadı, insanlara şöyle olacak demedi, olacak olanı önce o yaptı; adalet dağıttı, anlaşmalar yaptı, toplum inşa etti. Hicret, Müslümanlara sadece emniyet değil, inşa fırsatı da sundu. Çünkü asıl zafer sağlam ilkelerle kurulan bir toplumdan geçebilirdi. Hicretin hemen ardından bireysel inançlar, kamusal varlığa dönüştü. Öyle de olmalıydı. Kurumsal varlığı olmayan cemaat ne işe yarayacaktı. Bugün de Hicret Gerekir mi? Gerekir elbet. Hem de acilen. Her Müslüman hicret etmelidir. Her Müslümanın Taifi mutlaka olmalıdır. Taiflere uğramadan oralarda mücadele vermeden, taş yağmuru altında ıslanmadan hicrete zemin hazırlanmaz. Bugün elbette hicret gerekir ama hicretin yönünün değiştirğini bilerek hücret edilmelidir. ‘Nerede olduğunuzu bilmezseniz; nereye gideceğinizi tayin edemezsiniz’ gerçeğini bilerek hicret edilmelidir. Bugün hicret, sadece coğrafya değiştirmek değildir. Bugün hicret, hâlden hâle geçmektir. Zulmün iktidar olduğu yerde, hakkı konuşabileceğin bir alan yaratmak ve oraya çekilmektir. Suni toplumlar oluşturmaktır. Bu gün hicret, ahlaksızlığın alenileştiği yerde, mahremiyeti savunmaktır. Tembelliğin yüceltildiği yerde, sorumluluk almayı tercih etmektir. Kalabalığın ortasında yalnız kalan vicdan için, yalnızlığı göze almaktır. Ev değiştirmek kolaydır, iş değiştirmek kolaydır; zihni değiştirmek zordur. Mekân değiştirmek marifet değildir; marifet olan yön değiştirmektir o da irade ister, fedakarlık ister. Bugün hicret, bir şehri terk etmek değil; bir benliği terk etmek olmalıdır. Hicret: Yıl değiştirmek değil, Yön Değiştirmektir! Bir takvim başı daha geldi. Eğer bu yılbaşında sadece rakamlar değişecekse, o zaman hicreti hâlâ anlamamışız demektir. Eğer bu yılbaşında kopyele yapıştır mantığıyla, sosyal medyadan herkesin 1447. Yılı kutlanacaksa; hicret hâlâ anlaşılamamış demektir. Hicret, yeni bir yıl demek değildir; yeni bir yön, yeni bir öncelik, yeni bir duruş demektir. Çünkü asıl hicret, Mekke’den Medine’ye değil; yanlışın içinden doğrunun iklimine yapılan yürüyüştür. Ve bu yolculuk, her çağda yeniden başlamalıdır. “Ben neyi geride bırakıyorum ve ne uğruna nereye yürüyorum?” cevaplanacak soru budur.

ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (IX)

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (IX) - Geriye dönüşümüzde bazı arkadaşlar, “Niye geldik bu şehre, öyle çok da etkileyici bir yer değilmiş,” diyerek memnuniyetsizliklerini dile getirdiler. Oysa mesele sadece görüneni görmek değil, görülemeyeni hissedebilmektir- Rüştü Kam Semerkand – II Sabah erkenden yola çıkmıştık. Akşam trenle Taşkent’e döneceğiz. Dönüş yolunda iki önemli durak daha var: İmam Madrid’inin türbesi ve geleneksel kâğıt imalathanesi. İmam Buhari’nin türbesi ise restorasyon nedeniyle ziyarete kapalıymış. Program böyle. Programı yapan Hüseyin. Yolların müsait olmadığı için, otobüsle devam edemiyormuşuz bunun için altı tane minibüs kiralanmış. Yola çıkmadan önce Hüseyin’le küçük bir plan yaptık: Hedefimizi dağları aşarak ulaşacağımız içim, dağın ulaşabildiğimiz en yüksek yerine vardığımızda manzaraya karşı bir keyif çayı içecektik. Şoförler arasında uzlaşma sağlanamayınca bu keyfi yaşayamadık maalesef. Ancak, dönüşte Hüseyin’den tandır kebabı sözü aldık. Böylece geliş yolundaki o eksikliği telafi edecektik. Aynı şekilde başka bir aksaklığın yaşanmaması için Hüseyin’in olduğu araç önden gidecek, diğer araçlar onu takip edecekti. Nitekim bu karar isabetli oldu. Semerkand’ın gölgesinden uzaklaşıp Özbek bozkırlarına açılıyorduk. Siyah taşlar arasında kıvrıla kıvrıla ilerleyen daracık yollarda, bazen dağa tırmanıyor, bazen sert inişler yapıyorduk. Asfalt vardı ama alışık olduğumuz türden değildi. Araç zıpladıkça başımız tavana değecek gibi oluyordu. Şehr-i Sebz’e gidiyoruz. Timur’un şehrine. O’nun mezarını görmeye. Önceden hazırlattığı ama sonradan oraya defnedilmediği o boş mezarı ve diğer kalıntıları göreceğiz. Boş mezar deyip geçmeyelim, önemli olan o mezara Timur’un konulmamış olması değil, dünya çapında bir Emir’in/Hükümdarın daha dünyada iken kendi mezarını bizzat kendisinin hazırlatmasıydı. Ölümü unutmamasıydı. ‘Beni buraya gömün’ demesiydi. İşte biz o ruh halini yakalamaya çalışacağız. Tabii ki, becerebilirsek … Şehr-i Sebz: Emir Timur’un Doğduğu Topraklar Yola çıkarken, içimizden; “Belki Timur bizi şehrin kapısında karşılar,” diye geçirmiştik. Ama olmadı. Şehrin dışında araçlardan indik, yürüyerek vardık giriş kapısına. Rehber Yıldız, kapının önünde Timur’un çocukluğu ve gençliği hakkında kısa bilgiler verdi. “Timur, 1336 yılında Özbekistan'da Keş (Şehr-i Sebz) yakınlarındaki Hoca Ilgar köyünde doğmuştur. Barlas boyuna mensup bir ailenin çocuğudur. Babası Emîr Turagay, annesi ise Tekina Hatun'dur. Timur’un çocukluğu ve gençliğiyle ilgili, bilgiler sınırlıdır. Cengiz Han soyundan Kazan Han'ın kızı Saray Mülk Hanım'ı nikâhına alarak damat anlamına gelen Küregen takma adını taşımaya hak kazanmıştır. Ancak Cengiz Han’ın soyundan gelmediği için "Han unvanı yerine "Emir" unvanını kullanmıştır. Şehr-i Sebz, yeşil şehir demektir. Ancak bizim için yalnızca yeşilliğiyle değil, taşıdığı tarihî anlamla da özel bir yere sahiptir. Ne yazık ki; buradaki koskoca şehirden arkaya kalan bu gördüğünüz kapı ve içeride birkaç yıkılmış duvar kalıntıları kalmıştır.” Şehir sessizdi. Ama bu sessizlik, çok şey anlatıyordu. Daha ilk adımda şunu öğrendik: Meğer her büyük yürüyüş, yalın ayak bir adımla başlarmış. Grup kapıdan içeriye giriş yaptı ve biz Hüseyin’le birlikte sessizce yürümeye başladık ama bir anda sessizliğini bozdu Hüseyin: “Hocam, bu etrafta gördüğün taşlar ve sütunlar Ak Saray’dan kalanlardır. Timur’un buradaki yaptırdığı sarayın adıdır Aksaray. Ak Saray, Timur İmparatorluğu dönemine ait önemli bir yapıdır ve Timurlu mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilir. Timur, başkent olarak Semerkand’ı seçmiş olsa da o doğup büyüdüğü Şehr-i Sebz’i devamlı kalbinde taşımıştır. O vefalı bir Hükümdardır. Köylü çocuğu olduğunu hiçbir zaman unutmamıştır. O saraylarda büyüyen bir şımarık çocuk değildir. Bu sarayın duvarına şu cümleyi yazdırmıştır: ‘Eğer gücümden şüphe ediyorsan, şu yaptıklarıma bak, yeter.” Rehber Yıldız da hemen oradaki bir kalıntının yanında durdu, eğildi, biraz taşla konuşuyormuş gibi o vaziyette kaldı ve doğrulurken şunları söyledi: “Saraydan geriye balan bu taş, bana lisan-ı haliyle şöyle dedi: Ben şahidim ki; Timur, doğduğu bu köyden hiç utanmadı. Aksine, köylülüğüyle her zaman gurur duydu. Bugün bazıları kendi köklerinden utanır; halkından uzak durur. Ama Timur halkıyla birlikte yürüdü. Onlardan utanmadı. Onları küçük görmedi. Başkalarıyla iş tutarak onları itibarsızlaştırmadı. Çünkü o bilirdi ki, köksüz ağaç yeşermez. Geçmişini gizlemek şehirli olmak değil, bir zaaf belirtisidir.” Şehr-i Sebz’de yalnızca bir kişiyi değil, bir mirası ziyaret ediyorduk. Anlamlı bir ziyaret gerçekleştiriyorduk. Sadece bir mezarın değil, bir fikrin ve bir inancın izini sürüyorduk. Ve anladık ki: Kökünü unutmayan, toprağını, kültürünü sahiplenen her milletin kurduğu medeniyet bir gün gelir yeniden filizlenebilirmiş. Çünkü kök salmak, önce kendi köküne sahip çıkmakla başlarmış. Ziyaretin Sessiz Tanıkları Şehr-i Sebz’in sokaklarındayız, Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz. Meğer Emir Timur bizi orada meydanda bekliyormuş. Günahını almışız Emir’in. Selamlaştık, hatıra fotoğrafları çektirdik. Şehrini ziyaret etmemizden fevkalade memnun kaldı. “Vaktiniz olursa bir gün doğduğum köyde de sizleri ağırlamak isterim” dedi. Güneşin bağrında orada öylece duruyordu, yapayalnız. İçimiz cız etti. Yazık hem de ne yazık; yazı yok kışı yok devamlı orada öylece bekliyor. Ben bütün heykellere aynı şekilde acırım. Ziyaretçilerini karşılamak için çekiyor olmalılar bu eziyeti. Tam o sırada, Fergana Bölgesi’nden gelen bir Özbek grubuyla karşılaştık heykelin önünde. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince çok sevindiler. “İlk defa Türkiye’den gelen Türkleri görüyoruz,” dediler. Gözlerinde içten bir sevinç parlıyordu. Cep telefonlarıyla Fergana’daki akrabalarını aradılar ve bizimle tanıştırdılar: “Bakın, Türkiye’den gelen Türkler burada!” El salladık ekrandan onlara. Heyecanları görülmeye değerdi. Yürüyüşe devam ettik. Yolun sonunda sağda bir cami vardı. Merdivenle çıkılıyor oraya. Hemen avlusunda toplaşıverdik: “Değerli Anadolu Kervanı, sevgili misafirlerimiz… Şu an önümüzde duran yapı Kok Gumbaz Camii’dir. ‘Mavi Kubbe’ anlamına gelir. O kubbe sanki gökyüzünden yere inmiş gibi şehre bakar. Bu camiyi 1434 yılında Uluğ Bey, babası Şahruh adına inşa ettirmiştir. Şehr-i Sebz’in en büyük camiidir. Burası yalnızca ibadet edilen bir mekân değil, aynı zamanda bir medeniyetin gökyüzüne açılan kapısıdır. Kubbesinin çevresinde ‘Mülk yalnızca Allah’ındır’ ayeti yazılıdır. Yapı kare planlıdır. Dört köşesindeki spiral merdivenlerle kubbe altına çıkılır. İç süslemeleri zamanla yıpranmış olsa da hâlâ etkileyicidir. Mozaikler, çiniler ve hat yazıları bir dönemin estetik anlayışını ve bilgisini yansıtır. Bu cami, çok iyi bir niyetle inşa edilmiş bir sığınaktır. Dışarıdan bakınca bir cami görürsünüz; ama içine girince göğe açılan bir kubbenin altında durduğunuzu hissedersiniz. O kubbe baba gibidir. Yağan yağmurdan-kardan ve güneşten çocuklarını koruyan şemsiyedir. Uluğ Bey babası için yaptırmıştır bu camii. “Babacığım; sen bizi korudun biz de bizden sonra gelenleri koruyacağız anlamında.” Baba- oğul münasebeti. “Şu gördüğünüz yapı ise ilk bakışta türbe gibi görünse de aslında bir çeşmedir. Yanındaki kavak ağacı asırlıktır; belki de Timur’un çocukken gölgesinde oturduğu ağaçlardan biridir.” Kok Gumbaz Camii’nde, gökyüzüne açılan mavi kubbenin altında bir çağın bilgeliği yankılanıyormuş meğer. Sade mimarisiyle, gösterişten uzak bir yapıydı oysa. Bazı yapılar ibadet içindir; bazıları ise hem ibadet hem idrak içindir. Kok Gumbaz, ikincisinden olsa gerek. Cami ziyaretinden sonra biraz yürüyerek Timur’un o boş ve de boş olması ile anlam kazanan mezarına ulaştık. Yeni dikilmiş ağaçların arasından geçtik. Mezar yerin birkaç metre altındaydı. Dar bir merdivenden inerek loş, serin bir odaya vardık. Her şey sadeydi, gösterişten uzaktı; gösterişsiz ama saygı dolu bir atmosfer vardı. Bu mezar, Timur’un sağlığında kendi adına hazırlattığı mezarıydı. Ancak kader farklı tecelli etmiş; naaşı Semerkand’daki Gur-ı Emir’e defnedilmişti. Bu boş mezar, Timur’un toprağa bağlılığının ve ölüm karşısındaki tevazuunun sembolüydü. En azından biz öyle anladık. Dışarı çıktığımızda hemen yolun kenarında, isimleri dahi yazılı olmayan, birkaç mezar daha gördük. Rehberimiz, bunların Timur’un çocuklarına ve akrabalarına ait olduğunu söyledi. Bir zamanlar han soyunun devamı olan bu çocuklar, şimdi sessizliğin içinde birbirlerine komşuydular. Babalarının gölgesinde yatıyorlardı ama tarihin gölgesine bile düşememişlerdi. Bu sade manzara bize şunu hatırlattı: Ne kadar güçlü olursan ol, sonunda düşeceğin yer kara topraktır. “Emir Timur’un tarihî kaynaklarda adı geçen dört oğlu vardır: Cihangir, Ömer Şeyh, Mîrânşah ve Şahruh. Bu dört evlattan özellikle Şahruh, Timur’un ölümünden sonra devletin yönetimini üstlenmiş ve Herat merkezli kültürel ve ilmî bir hamle başlatmıştır. Ünlü gökbilimci Uluğ Bey de onun oğludur. Diğer oğulları ise genellikle askerî ya da idarî görevlerde bulunmuş, ancak siyasi olarak kalıcı bir iz bırakamamışlardır. Cihangir genç yaşta vefat etmiş, Timur’un onun ardından büyük bir acı yaşadığı rivayet edilir. Ömer Şeyh ise Fergana bölgesinde görev almış, 1394’te ölmüştür. Mîrânşah bir dönem Azerbaycan ve İran’da valilik yapmış, fakat ilerleyen yıllarda sağlığı bozulmuştur. Bugün Şehr-i Sebz’de, Timur’un ailesine ait birkaç mezar bulunmaktadır. Mezar taşları olmayan, yan yana sıralanmış bu kabirlerin Timur’un çocuklarına ait olduğu kabul edilmektedir. İsimleri belli değildir; ancak yerel kaynaklara göre bu mezarlarda Cihangir ile Ömer Şeyh’in defnedilmiş olma ihtimali yüksektir. Sessizlik içindeki bu mezarlık, bir zamanlar han soyunun devamı olan çocukların, tarihin gölgesine dahi düşemeden nasıl unutulabildiğini gösteren dokunaklı bir manzaradır.” Tarih bazen görkemli saraylarla, bazen de isimsiz mezar taşlarıyla konuşur. Şehr-i Sebz’de karşımıza çıkan bu sade kabirler, bize sessizliğin de bir anlatımı olduğunu hatırlattı. Timur’un oğullarıydı onlar; bir zamanlar ordular yöneten, şehirler kuran, saltanat hayalleri kuran kişiler… Şimdi ise ne bir isimleri var ne de bir mezar taşları. Belki de tarihin en ağır hükmü budur: Unutulmak. Ama biz o gün, o mezarların önünde bir dua ile yalnızca isimleri değil, hatırlanmayı da paylaştık. Çünkü bir insanı yaşatan bazen sadece adının anılmasıdır. Sessiz Mezarlardan Renkli Defterlere Geri dönüş yolunda birkaç çocuk dikkatimizi çekti. Çimenlerin üzerine yayılmışlar, ellerindeki kâğıt ve kalemlerle resim yapıyorlardı. Rehberimiz, bu çocukların ressam olmak istediklerini söyledi. Tarihî yapıları çiziyor, çevreyi gözlemliyorlardı. Ne hoş bir manzaraydı bu… Sanatla geçmiş arasında bağ kuruyorlardı. Bir milletin sesi bazen kalemle, bazen taşsız bir mezarla duyulur. Biz orada hem kaybolmuş olanı hem de yeniden filizlenen umudu gördük o çocuklarda. Soğuk Tandır Evet dönüş yolunda dağın zirvesine ulaştığımız yerde tandır yemek için yaklaştık mekâna. Aynı zamanda insani ihtiyaçlarımızı da giderecektik. Mekân mükemmel, manzara da şahane. Mekân sahiplerine önceden haber verildiği için servis hemen yapıldı. Görüntüsü güzel tandır kebabının, servis şekli de göze hitap ediyor. Hemen elimizi kolumuzu sıvadık ve yumulduk tandıra. Daha ilk lokmada geri çekildik. Bu ne yaaa…Soğuk kebap mı olurmuş. Buz dolabından çıkmış gibi. Kebap hayalimiz suya düştü. Soğuk duş. Bunlar soğuk, ısıtılması gerek bunların desek de sesimizi duyan olmadı. Aslında duydular duymasına da işlerine gelmedi desek daha doğru olur. “Fırını söndürmüşlermiş tekrar yakamazlarmış, biz geç gelmişiz falan filan...” Ben hayalimde Denizli tandırını canlandırmıştım: Fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde; lavaşın üzerinde lokum gibi kuzu eti, yanında incecik doğranmış söğüş, halkası bol soğan, közde patlamış acı biber, köpüklü ayran… Parmaklarını yedirten cinsten. “Aman Allah’ım, yemede yanında yat!” diyeceğiniz cinsten...! “Türk geleneğinde kuru et vardır, sıcak tandır sonradan çıkan bir alışkanlıktır,” gibi açıklamalar eşliğinde birer ikişer lokma almaya çalıştık ama… Yağı donmuş eti yemek ne mümkün! Ağzımızda çiğniyoruz ama boğazımızdan geçmiyor. Neyse, “nimettir” deyip yemediğimiz kebabın parasını da ödeyip devam ettik yolumuza. “Olur mu böyle şey, para veriyoruz kardeşim!” diyenler oldu ama… Oluyormuş demek ki. Oldu işte… Şah-ı Zinde Boş bir mezardan, çinilerle süsülenmiş türbeler diyarına geldik. Şah-ı Zinde ’deyiz. Şehrin kalbinde. Göğe doğru sessizce yükselen bir başka hazine duruyor önümüzde. Merdiven basamaklarını birer birer çıkarak ulaştık Şah-ı Zinde ’ye. Zirveye çıkınca aldı sazı eline başladı çalmaya Yıldız: “Burası yalnızca bir mezarlık değil; taşın estetikle dans ettiği bir mabettir. Buradaki her türbe, öğeleri yerli yerinde olan bir mimari cümledir. Çiniler gökyüzünü yansıtır, kemerler sonsuzluğu çağırır. Zaman, burada akmaz; bir halı deseni gibi donmuştur. Şu çinilerdeki zarafete bakar mısınız? 700 yıl geçmiş aradan ama onlar hâlâ göz kamaştırıyor. Çünkü burada estetik, bir süs değil; bir saygı biçimidir. Ölümün karşısında hayatı savunan bir zarafet. İşte bu, Şah-ı Zinde’ dir. Ve bu miras bugün hâlâ Semerkand’ın sokaklarında yaşamaktadır. Evet burası Şah-ı Zinde. Yani, ‘Yaşayan Kral’. Buraya bu ismi veren inanç, Hazret-i Muhammed’in amcasının oğlu Kusem bin Abbas’a dayanır. Rivayetlere göre İslâm’ı Orta Asya’ya ulaştırmak için gelen bu sahabe, burada şehit edilmiştir. Fakat halk, onun bir mağaraya girip gözlerden kaybolduğuna ve hâlâ Semerkand’ı manevî olarak koruduğuna inanır. Efsane geriye dönecektir. İşte bu yüzden ‘diri’ ya da ‘yaşayan’ olarak anılır. İç içe geçmiş türbelerin, medrese kalıntılarının ve mezarların olduğu bu kompleks, 11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar farklı dönemlerde inşa edilmiştir. Timur döneminde, hanedan üyeleri ve komutanlar için burada birer birer türbeler yapılmıştı. Her biri ayrı bir sanat şaheseri olan bu yapılar, Türk-İslâm mimarisinin çiniyle şiirleştiği nadir mekânlardandı. Yıldız, gözlerimizi türbelerin üzerindeki yazılara yöneltti ve şöyle dedi: “Bakın şu kufi hatlarla yazılmış olanlar erken döneme aittir. Şu mavi kubbenin altındaki türbe ise Timur’un kız kardeşi Şirin Beg Ağa’ya aittir. Her detayda hem güç hem de zarafet var. Ama en önemlisi, bu binaların ölümle hayat arasındaki o ince çizgide bizlere bir şeyler söylüyor olmasıdır.” Ben o sırada kalabalıktan biraz uzaklaşıp merdivenlerin kenarındaki gölgede soluklanmak ve biraz da tefekküre dalmak istedim. Çünkü, taşların diliyle konuşan bir mekândı burası. Her türbe, her motif sanki şöyle diyordu lisan-ı halleriyle: “Dün ben buradaydım. Şimdi sen varsın. Ama yarın sen de yok olacaksın.” Arkadaşlar da sessizleşti. O bildik fısıltılar bile kesilmişti. Herkes ya çinilere yakından bakıyor ya da türbelerin gölgesinde bir gün sıranın kendisine geleceğini düşünüyordu. Evet; Şah-ı Zinde ölülerin değil, yaşayanların aynasıydı. Esra kızımız arkadan çok ciddi bir soru sordu: “Burası cennetin neresine düşer acaba?” İçimizden birkaç kişi güldü ama belli ki o da herkes gibi etkilenmişti buradan. Çünkü burada insan sadece bir mezarlığı değil, bir medeniyeti; sadece geçmişi değil, kendi sonunu da düşünüyordu. Çünkü Şah-ı Zinde, taşla yapılmış bir dua gibiydi. Renkleriyle gözümüzü, sessizliğiyle kalbimizi, anlatısıyla zihnimizi uyarıyordu. Tarih burada sadece geçmişi anlatmıyordu bize, bugünü ve yarını nasıl yaşayacağımızı da hatırlatıyordu. Ölümü hatırlatıyordu…“Dün ben buradaydım. Şimdi sen varsın. Ama yarın sen de yok olacaksın.” İmam Mâtürîdî: Mezhep İmamımız Bugün adı sıkça anılsa da düşüncesinin özü unutulmuştur. Oysa İmam Mâtürîdî, İslâm düşüncesinde aklı merkeze alan, sorgulayan ve bilinçli bir inancı savunan öncü bir isimdir. Körü körüne itaat yerine, aklî muhakemeye dayalı bir iman anlayışı geliştirmiştir. Kur’an’ın sadece okunmakla kalmayıp anlaşılması gerektiğini hatırlatmıştır. Mâtürîdî’den uzaklaşıldıkça din dogmalaşmış, inanç istismara açık hale gelmiş, cemaat yapıları ise zamanla çıkar odaklarına dönüşmüştür. Bugün “Ben itikatta Matürîdî’yim” diyenler, acaba gerçekten onu ne kadar tanıyorlar? Bu sorunun cevabı, samimiyetle aranmalıdır. İmam Matürîdî’nin türbesi Semerkand’ın en sakin köşesinde yer alıyor. Daracık sokaklardan geçerek ağır ağır varılan bir gecekondu mahallesinde, koca imamın türbesi. Türbenin önüne ulaştığımızda, turkuaz renkli çinilerle süslenmiş sade ama zarif bir yapı karşımıza çıktı. İşte orada, türbenin merdivenlerinde bizi bekliyordu İmam Matürîdî. Tüylerim diken diken oldu. Karşımda duran İmam Matürîdî idi. Mezhep imamımız. Ben onu gıyaben tanıdım şimdi ise karşımda duruyor. Selam verdik, hafifçe eğilerek saygımızı da ifade ettik. “Biz, senin kurduğun mezhebin mensuplarıyız; Anadolu’dan geliyoruz,” dedik, edebe riayet ederek dedik bunu. Gülümsedi ve “Bilmez miyim,” dercesine sımsıkı sarıldı bizlere tek tek. Kayıtları kontrol etse ismimize rastlayamazdı belki ama yine de kucakladı bizi. Bir sıcaklık sardı içimizi. Büyüklük budur işte: Affedici olmak, yüz karasını yüze vurmamak, tanımasa da kucaklamak. Mâtürîdî mezhebinden olduğumuzu söylesek de hayatın bazı alanlarında Eş ‘ari görüşlere kaydığımızın farkındaydı sanki. Endişemizi gidermek ve bizleri rahatlatmak için; “çocuklar sizler rahat olun; İslâm da sizlere anlatılan gibi bir mezhebe bağlanma zorunluluğu yoktur. İslâm ölülerin egemenliğini yasaklar. Sizler yaşadığınız bölgelerde kendi problemlerinizi kendiniz çözün, çözün ki; İslâm sizin yaşadığınız çağa da, bölgeye de nazil olsun.” Birbirimize bakıştık; bu sözler bizlere yabancı değil, bu sözlerin hakikat olduğunu öğrenmek için Özbekistan’a kadar gelmemiz mi gerekiyordu?” der gibi ve huzurdan ayrılarak türbenin içine girdik. Rehberimiz Yıldız, böyle bir atmosferde İmam Matürîdi’nin hayatını özetlemeye başladı: “Tam adı Ebû Mansûr Muhammed bin Muhammed bin Mahmud el-Mâtürîdî es-Semerkandî’dir. 863 yılında Semerkand’ın Mâtürîd köyünde doğmuştur. Hanefî mezhebinin önemli âlimlerinden İmam Cürcânî’nin öğrencisidir. Ebû Hanîfe’nin fikirlerini derinlemesine incelemiş, onları sistemleştirerek geliştirmiştir. Ehl-i Sünnet kelamının iki ana kolundan biri olan Matüridîlik mezhebinin kurucusu olarak kabul edilir. 944 yılında Semerkand’da vefat etmiştir. İşte burada medfundur. İmam Matüridî’nin fikirleri, Ehl-i Sünnet inancının anlaşılması ve yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Özellikle Orta Asya, Hindistan ve Anadolu coğrafyasında etkili olmuştur. Aklı ve vahyi birlikte değerlendiren yaklaşımı, İslâm düşüncesine özgün bir derinlik kazandırmıştır. Bizlere kadar ulaşan başlıca eserleri arasında, kelam ilminin temel meselelerini ele alan Kitâbü’t-Tevhîd ve Kur’an’ı akıl ve nakille yorumladığı Te’vîlâtü’l-Kur’ân adlı tefsiri yer alır. Ayrıca fıkıh, usûl ve diğer İslâmî ilimlerde de geriye birçok değerli çalışma bırakmıştır.” Türbede bazılarımız ikişer rekât Tahiyyetü'l-mescid namazı kılarak vedalaştık o koca imamla… Semerkand Kâğıdı: Dut Ağacından Medeniyete Rehberimiz Yıldız, gözlerini bir ustanın narin ellerine odaklamış gibi, yavaş yavaş anlatıyordu, Semerkand kâğıdını: “Semerkant kâğıdı, 8. yüzyılda Çinli esirlerden öğrenilen bir teknikle, dut ağacının kabuğundan üretilmeye başlanmış. Bu gelenek, Özbekistan’ın Semerkand şehrinde doğmuş ve zamanla bir sanata dönüşmüş. Günümüzde hâlâ el işçiliğiyle, doğal malzemeler kullanılarak bu eşsiz kâğıt üretilmeye devam ediyor. Semerkand kâğıdının üretiminde yalnızca dut ağacının kabukları kullanılıyor. Kimyasal ağartıcıların yer almadığı bu yöntem sayesinde kâğıt doğal sarımsı rengini koruyor. El işçiliğine dayalı üretim şekli hem kâğıdın zarif dokusunu hem de dayanıklılığını belirliyor. Uygun koşullarda 300 yıla kadar saklanabilen bu kâğıt, özellikle hediyelik eşya yapımında ve eski el yazmalarının restorasyonunda kullanılıyor. Üretim süreci oldukça sabırlı ve özenli bir işçilik gerektiriyor. Önce dut ağacının kabukları toplanıp suya yatırılıyor. Ardından bu kabuklar dövülerek liflerine ayrılıyor. Elde edilen lifler, suyla karıştırılıp hamur hâline getiriliyor. Bu hamur, ahşap çerçeveli eleklerden süzülerek kâğıt tabakalarına dönüştürülüyor. Kurutulan tabakalar, son aşamada ametist taşıyla cilalanarak kullanıma hazır hale getiriliyor. Bu uygulama, Semerkand kâğıdının hem estetik hem de işlevsel kalitesini artıran geleneksel bir yöntemdir. Bu bir üretim değil, adeta sabırla yazılmış bir dua gibidir. Burada yapılan kâğıt, asırlardır hem kitapların hem de devlet belgelerinin taşıyıcısı oldu. Çin’den gelen teknik, burada öyle rafine hâle getirildi ki, artık bu kâğıt ‘Semerkand Kâğıdı’ adıyla anılır oldu.” Duvarlarda asılı duran eski haritalar, el yazmaları ve renkli desenler hemen dikkatimizi çekti. Kâğıt, bilgiyle birlikte yürüyen medeniyetin ayak izidir. O yalnızca üzerine yazı yazılan bir yüzey değil; bir kültürün, bir medeniyetin taşıyıcısıdır. Ve o medeniyet, meğer Semerkand gibi şehirlerin sabrında mayalanırmış. Bugün akşam yemeği için restorana gitmeyeceğiz; çünkü yolculuk var, zaman yok. Trenle Taşkent’e geçeceğiz. Buyruk böyle. Orada iki küçük bakkal bulduk. Özbek ekmeği aldık, arkadan gelenlere dükkânda ekmek kalmadı. Paylaştık. Yanına domates ve biber ekledik. Soğan yoktu, ama yine de çok lezzetliydi. Uzun zamandır bu kadar sade ve bu kadar güzel bir yemek yememiştim… Tren istasyonuna zamanında vardık. Hızlı tirenle Taşkent’e ulaştık. Sabah yeniden yola çıkacağız. Bu kez istikamet: Türkistan. Ey Özbekistan! Her şey iyi, her şey güzel de... Yıldızlara adam gibi bakan o adamı — Uluğ Bey’i — neden astınız? Aklı esas alan, ilmiyle insanlara yol açan o büyük âlimi neden susturdunuz? Artık biz, gökyüzüne bakmaktan çekinir olduk. Yıldızlara yönelmekten, aklımızı kullanmaktan, düşünmekten korkar hâle geldik. Elimizde, sadece Şah-ı Zinde’nin kubbelerinde yankılanan derin bir sessizlik kaldı. Turkuaz renkler bile artık hüzünle parlıyor. Bir estetik harikasının içinden geçiyoruz ama ne gariptir ki üzgünüz, ürkek ve ruhsuzuz. Ey Özbekistan! Sen bize yalnızca bir medeniyetin nasıl kurulduğunu göstermedin; O medeniyetin, ruhunu yitirmiş ellerde nasıl çürüyüp çöktüğünü de gösterdin… Dünyaya kendi aklıyla, kendi gözlüğüyle bakan inançlı insanları önemsizleştirenler, hor görenler, susturanlar… Uluğ Bey’in oğlunun torunları hâlâ aramızda dolaşıyor! Ama ya onların karşısına dikilecek olanlar? İbret alarak, gerçekten inandığı için bir şeyler yapması gerektiğini hissedenler... On lar ne zaman çıkacaklar ortaya? Aklını kiraya veren sahtekârların, hainlerin, yaltakçıların borusu daha ne kadar ötecek? Ey Özbekistan! Dünya çapında insanlar yetiştirmiş güzel ülke… Ey sevgili… Hoşça kal! Sevgiyle kal! Sağlıcakla kal! Devam edecek...