19 Aralık 2024 Perşembe

BERLİN'DE GAZETECİLER TOPLANDI

BERLİN’DE GAZETECİLER TOPLANDI (18.12.2024) Rüştü Kam T.C.Berlin Basın Müşaviri Hasan Kocabıyık, Berlin’de hizmet veren yerel ve ulusal Türk gazetecileri 18 Aralık akşamı saat 18 de bir masa etrafında topladı. Duayen Gazeteci Ahmet Külahçı başta olmak üzere Berlin‘de halkımıza hizmet vermek için zor şartlarda çalışan arkadaşlarımız oradaydı. Kocabıyık’ın açış konuşmasının ardından gazeteciler kısa kısa kendilerini tanıttılar. Dertli olduklarını anlamak için başka şahide gerek yoktu. Her hallerinden belliydi sıkıntıları. Ama yüzleri de gülüyordu. Çünkü, Karşılıksız hizmet vermenin mutluluğunu yaşıyorlardı. Mesleki zorluklarından bahsettiler. Sıkıntılarının ortak noktası nedir denilirse; ekonomik sıkıntılardan derim. Berlin’de gazetecilik yapmak hem zordur hem de kolaydır. Kolaydır, çünkü Berlin’de haber çok fazladır, gazeteci de haber kaynaklarına çok kolay ulaşır. O kadar fazla haber vardır ki; gazeteci bazılarını atlatmak zorunda bile kalır. Ulaşım da kolaydır. Zordur, çünkü gazeteciler; -devlet kurumlarından veya başka kaynaklardan maaş alanlar hariç-, gazetelerini veya dergilerini okuyucularıyla buluşturmak için ekonomik sıkıntı içindedirler. Bir taraftan haberi veya köşe yazarını bulmak için gayret sarf ederlerken öbür taraftan o sayının baskı parasını, tercüme parasını nasıl bulacaklarının sitresi altındadırlar. Bazı sayılar, borç alınan paralarla okuyucusuyla buluşturmaya çalışılır. Acıdır ama gerçektir. Bu sıkıntı magazin dergileri için de geçerlidir. Onlara magazin dergileri demek de zordur elbet. Ama güçleri o kadarına yeter. Magazin dergisi-gazetesi deyip geçmemek lazımdır. Zor bir iştir. Gerçek bir magazin dergisinin çıkarılması bedel ister. O beli ödemek kolay değildir. Velhasıl Berlin’de gazeteci olmak zor zanaattır. Berlin halkına hizmet veren gazeteciler resmi ve gayri resmi kurumlardan maaş almazlar. İstisnalar vardır. Aldıkları reklamlarla hem gazetelerini veya dergilerini finanse ederler hem de ekmek paralarına destek bulmaya çalışırlar. Tabiki para kalırsa. Berlinli İş Adamları bu konuda onların tek destekçileridir. Onların verdikleri reklamlarla ayakta dururlar. Ben, bir yerel gazeteci olarak onların en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsine teşekkür ederim ve önlerinde saygıyla eğilirim. Para verdikleri için değil; halkımıza hizmet veren, bilhassa Türk dili konusunda hizmet veren gazete ve dergileri destekledikleri için iliklerim ceketimin düğmesini önlerinde. Onların desteği olmasa yerel gazetelerin ve dergilerin hiç birisi okuyucusuyla buluşamaz. Ancak bu konuda duyarlı olmayan İş Adamlarımız da vardır. Parayla dans eden İş Adamlarımızdır bunlar; “Benim reklama ihtiyacım yok” diye cümle kurabilen İş Adamlarımızdır bunlar. Oysa, parayı da gazetecilerin; Türkçe dilini, gelenek ve göreneklerini, dinleri unutmasınlar diye yırtınan gazetecilerin, hizmet verdiği insanlarımızdan kazanırlar. Bilinmesi gereken bir mesele daha var: Anadolu Ajansı ve TRT direkt olarak Almanya halkına hizmet vermez. Onların yüzü Türkiye‘ye dönüktür. Varlık amaçları odur zaten. Vazifelerini iyi yaptıkları sürece şahıs olarak onları da tebrik etmek, gözlerinden öpmek lazımdır. Vazifelerini kötüye kullanan nice gazeteci gördü bu gözler. Devletin parasını çarçur eden ve amacına uygun iş yapmayan gazetecilerden bahsediyorum. Kurumlarına gelince, o kadar ki; o kurumlar, yerel gazetecilerin ihtiyacı olan haber ve fotoğraf desteğini bile vermezler, parayla satarlar. Bu büyük bir ayıptır. Türk halkına saygısızlıktır. Kendi değerlerini kaybetmemek için paralanan insanımızdan, halkımızdan, diasporadan bahsediyorum. Ayıptır, günahtır. Oturup ağlamamız gereken bir durumdur bu. Dizlerimizi dövmemiz gereken hazin bir durum. Sözün özü; Almanya’da halka hizmet sunan, yerel gazetecilerdir. Yalnız bırakılanlar da onlardır. Lazım oldukları zaman kullanılanlar da onlardır. Sorumsuz sorumluların kaderlerine tekettikleri gazeteciler de onlardır... Evet bütün bu olumsuzluklara rağmen; biz vatanımızı severiz. Milletimizi severiz. Dinimizi severiz. Kültürümüzü severiz. Devlet büyüklerimize saygımız sonsuzdur. Basın Müşavirinin çağrısına da sırf bu nedenle gittik. Devlet millet elele düşüncesi. Ancak aşk tek taraflı olmuyor ki; … Bir şey daha var. Konu gazetecilikle ilgili değil ama yazmam gerekiyor. Ben Türklerin yaptıkları toplantılarda özellikle de resmi toplantılarda ÇAYKUR çayının içilmesini isterim. Yıllardan beri bu arzumu her fırsatta dile getiririm. Benim çağrıma kulak verenler oldu elbet. Mesela; Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen gibi. Başka bir makam sahibi ve dernek başkanı maalesef bu sesime kulak vermedi. Akşamki toplantıda ÇAYKUR çayı içmek isterdim. Ama içemedim. Daha da kötüsü, “biz de Türk çayı demliyoruz” dediler. Türk çayı dedikleri çay, üzerinde markası türkçe yazılan, Almanya’da harmanlanan ve paketlenen çaylardır. Onlar Türk çayı değildir, Türk çayı ÇAYKUR çayıdır. Allah aşkına, kendi ülkesinin değerlerine sahip çıkamayan bizlerden ve bizim gibilerden kime ne fayda gelir ki;… Not: Ben Karadenizli değilim, Denizliliyim. Çaykur’dan da destek almıyorum…

15 Aralık 2024 Pazar

ÖZBEKİSTAN; TÜRK VE İSLAM MEDENİYETİNİN TEMELLERİNİN ATILDIĞI TOPRAKLAR (IV)

-Ata Yurdumuz; bilinenlerin ve öğretilenlerin aksine, ünü bugünlere kadar gelen İmam Matürîdi, Uluğbey, Ali Kuşçu, Devletşah Semerkandi gibi yüzlerce ulema ve bilim insanı bu topraklarda yetişmiştir- Rüştü KAM SEMERKANT Semerkant, milâttan önce 535 yılında Pers Hükümdarı (MÖ 590-529) Büyük Cyrus tarafından, ipek yolunun üzerinde kurulmuş bir şehirdir. Cyrus; insanlığın bilinen ilk insan hakları beyannamesi olan cyrusun silindirini yayınlamış olan Pers Kralıdır. Kendisi aynı zamanda Pers İmparatorluğunun kurucusudur. Medleri devirip persleri iktidara getirmişdir. Semerkant, Zerefşân nehri kenarına kurulmuş bir şehirdir. Seyyahların cennete benzettikleri bir mevkide bulunmaktadır. Akarsuları, yemyeşil bitki örtüsü ve tertemiz havasıyla sıhhatli bir yaşama son derece müsait en güzel şehirlerden biridir. Kusem b. Abbas’ın kabri “Şâh-ı Zinde” (yaşayan sultan) diye anılmış ve bu adlandırma bütün alanı tanımlar hale gelmiştir. Önemli bir kültür ve ticaret merkezidir Semerkant. Emevîler’in Horasan valisi Kuteybe b. Müslim tarafından fethedilmiştir (93/711). Kuteybe bin Müslim 714 senesinde şehit oldu. Türbesi Özbekistan'ın Fergana vadisinde, Andican vilayetinin Pamuklu köyündedir. Türkistan halkının; aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen kendisine halâ büyük bir veli, ermiş, şeyh, imam gözüyle bakmaları, kabrini bir ziyaretgâh olarak kabul etmeleri ve derin bir saygı ve bağlılık duymaları O'nun Türklerin nazarında nasıl kudsî bir yer işgal ettiğini ve dini duygularına nasıl tesir ettiğini açıkça göstermektedir. 1500 yılına gelindiğinde, Özbek Hükümdarı Şeybânî Han tarafından ele geçirilen Semerkant, 1868 yılına kadar Özbek hanlarının idaresi altında kalır. Özbekler ülkeyi Buhara’dan yönetirler. Onlar başşehirlerinin imarı ve gelişmesine önem verirler. Böylece, Semerkant ihmal edilir ve Buhara’nın gölgesinde kalır. 1868 yılına gelindiğinde şehir tekrar el değiştirir. Mâverâünnehir topraklarında ilerleyen Ruslar Semerkant’ı da zapt ederek Türkistan genel yönetim bölgesine dahil ederler. Semerkant, 1 Eylül 1991’e gelindiğinde bağımsızlığını ilân eder ve Özbekistan Cumhuriyeti’nin en önemli şehirlerinden biri olur. Tarihi Büyük İpek Yolu güzergahında yer alan Semerkant, Özbekistan'ın en büyük ikinci şehridir. Bugün Semerkant, MÖ sekizinci yüzyıla dayanan köklü tarihini yansıtan binden fazla kültürel yapıya da ev sahipliği yapmaktadır. Tarihi süreç içinde, çeşitli dönemlerde aralarında Batı Karahanlı, Şeybani ve Timurluların da bulunduğu birçok Türk devletine başkentlik yapan Semerkant, Orta Çağ'da inşa edilen o mavi kubbeli camileri ve medreseleri, mavi desenli çinileriyle bezeli kervansarayları, göğe doğru uzanan minareleriyle görenleri kendisine hayran bırakır. Semerkant, yüzyıllar boyunca Çin ile Avrupa arasındaki Büyük İpek Yolu üzerinde kilit konumdadır. Dönemin en önemli ticaret merkezlerinden biridir. “Dünya dönüyor” dediği için engizisyonlarda yakılıp, derisi yüzülerek vahşice öldürülen ilim adamlarının çağı olarak bilinen o karanlık Orta Çağ'da dünyayı aydınlatan bilim merkezlerinden biri haline gelmiştir. Engizisyon (Latince: inquisitio, soruşturma), Katolik Kilisesine bağlı bir mahkeme sistemidir. Ortaçağ’da Katolik memleketlerinde dînî inançlara karşı gelenleri bulup cezâlandırmak üzere kurulan ve akıl almayacak derecede korkunç cezâlar veren kilise mahkemelerinin adıdır. Semerkant geniş bulvarları olan oldukça ferah ve yemyeşil bir şehirdir. Registan Meydanı en büyük meydandır. Külliyesi ve Timur İmparatorluğu'nun kurucusu Emir Timur'un mezarının yer aldığı Gur-i Emir Türbesi buradadır. Ayrıca Semerkant'ta, Timur'un torunu Uluğ Bey’in talimatıyla inşa edilen üç medrese bulunur. Duvarlarındaki rengarenk mozaik işlemeleri ve mavi kubbeleri ile bu bölgeye has bir mimarisi vardır. Timur’un eşi adına yaptırdığı Bibi Hanım Camii ve Şah-i Zinde, benzer mimariye sahip büyüleyici yapılardır. Semerkant’ta görülmeye değer bir diğer nokta da Uluğ Bey Rasathanesidir. Astronom ve matematikçi olan Uluğ Bey, inşa ettirdiği bu rasathane sayesinde, güneşin iz düşümünden yaptığı hesaplarla bir yılın 365 gün 6 saat 10 dakika olduğunu, yalnızca 1 dakikalık sapmayla, bundan yaklaşık 5 asır önce keşfetmiştir (1394-1449). Bilinenlerin ve öğretilenlerin aksine, ünü bugünlere kadar gelen İmam Matürîdi, Uluğbey, Ali Kuşçu, Devletşah Semerkandi gibi yüzlerce ulema ve bilim insanı bu topraklarda yetişmiştir. Emeviler döneminde İslam'ı yaymak için bölgeye gelerek ve orada şehit düşen ve Hz. Muhammed'in kuzeni olduğu bilinen Kusem bin Abbas'ın türbesinin bulunduğu Şah-i Zinde; türbeler kompleksi demektir ve 11 türbeden oluşur. Çoğu XIV yüzyıla aittir. O tarihlerde, İslâm toprakları üzerinde en kaliteli kâğıt Semerkant’ta üretiliyordu (Makdisî, s. 256). Ayrıca Semerkant âlimler şehri olarak da bilinir. Çok sayıda büyük âlim yetişmiştir: Necmeddin en-Nesefî; el-Ḳand fî ẕikri ʿulemâʾi Semerḳand isimli eserinde 1000’den fazla Semerkantlı âlimi tanıtmıştır. -Meşhur muhaddis Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimî, -Şâfiî fıkhının öncülerinden İbn Hibbân, yine meşhur fakihlerden Ebü’l-Leys es-Semerkandî ve adını doğup büyüdüğü Semerkant’ın -Mâtürid mahallesinden alan kelâmcı İmam Mâtürîdî bunların başında gelmektedir. -Târîḫu Semerḳand yazarı Abdurrahman b. Muhammed el-İdrîsî, -Alâeddin es-Semerkandî, -Çehâr Maḳālemüellifi Nizâmî-i Arûzî, -Rükneddin el-Âmidî, Nakşibendî şeyhi Nizâmeddin Hâmûş, -Uluğ Bey, -Şehâbeddin İbn Arabşah ve Ali Kuşçu çeşitli dönemlerde Semerkant’ın yetiştirdiği meşhur âlimlerden bazılarıdır. Semerkant tarihi süreç içinde zaman zaman istila edildi. Yakılıp yıkıldı. Semerkant’ın yeniden imarı ve en parlak dönemi, Timur'un, Semerkant’ı kendisine başşehir yapması ve çeşitli bölgelerden âlim ve sanatkârları burada toplaması ile başlar (771/1369). Günümüze ulaşan tarihî yapılar daha çok Timur ve torunlarının eserleridir. (Timur Devrinde, s. 136-184). Uluğ Bey tarafından yaptırılan Çihil Sütun adlı sarayla meşhur rasathâne bu dönemin en önemli eserleri arasındadır. Semerkant. İpek böcekçiliği ve dokumacılık yönünden de gelişmiştir. Ayrıca halısı da meşhurdur. Ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanır. Sanayisi de gelişmiştir. Hafif sanayi kuruluşları yönetim merkezi Semerkant’ta toplanmıştır. Traktör ve otomobil parçaları imâlatı başlıca sanayi kuruluşlarıdır. Seramiğiyle de ünlüdür. Zerefşân vadisinin sulanabilen kesimlerinde daha çok pamuk ekilir; bunun yanında buğday, çeşitli meyveler, üzüm, tütün ve pirinç yetiştirilir. Meyve ve sebze konserveciliği de meşhurdur. Nüfusun dörtte üçünden fazlasını Özbekler, diğer bölümünü Ruslar, Tatarlar ve Tacikler oluşturur. Devam edecek

7 Aralık 2024 Cumartesi

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ MÜNASEBETİYLE 2024

DÜNYA KADIN HAKLARI GÜNÜ MÜNASEBETİYLE Rüştü KAM Dünya kadın hakları münasebetiyle yazı yazmayı düşündüm, sonradan vazgeçtim. Vazgeçtim geçmesine de içim de rahat etmedi. Tarihe not düşmek lazımdır dedim ve geç de olsa yazımı yazdım. Kadın hakları ve erkek hakları bahanesiyle kadını ve erkeği ayırmak çok büyük bir hatadır. Bu bilinçli olarak yapılmaktadır. Kadınların haklarını savunuyoruz bahanesiyle kadınları baştan çıkarma operasyonlarıdır bunlar. Dünyada kadın hakları nelerdir? Sorusuna verilen cevap aynen şöyledir: “Kendi cinselliğini yaşama hakkı; tecavüzsüz, tacizsiz, enseste maruz kalmadan yaşama hakkı; doğum kontrolünü kullanma veya kullanmama hakkı; sağlıklı yaşama hakkı; kadının bedeninin yalnızca kendine ait olması hakkı.” Bu sayılanlarmış kadın hakları. Yazılanlar ve çizilenler böyle. Bu haklar sadece kadınlar için değil, erkekler için de haktır. Erkeğin de cinselliğini yaşama hakkı vardır. Erkeğin de taciz edilmeden erkekliğini koruma ve yaşama hakkı vardır. Erkeğinde sağlıklı yaşama hakkı vardır. Yani erkek için de doğum kontrolü bir haktır. Bu haklar kadın hakkı ve erkek hakkı diye ayrılamaz. Bunlar insan haklarıdır. Kadın da erkek de önce insandır. Bulunacaksa, kadın hakkı- erkek hakkı diye değil insan hakkı diye savunulmalıdır. Aksini savunmak erkek ve kadını karşı karşıya getirmek olur. Aile içinde bölünme sebebidir. Günümüzde olduğu gibi. Bazı münferit olaylar gündeme getirilerek, sosyal medyada günlerce aylarca döndürülürse sonuçta olacak olan olur ve toplumun temel taşı olan aile paramparça olur. Kadın hakları konusunu dile getirenler Atatürk’ün 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdiğinden dem vururlar. 1923 yılında kuruldu cumhuriyet. O güne kadar dünyada sanki kadınlar seçme seçilme hakkına sahipmiş de Osmanlı bu hakkı kadına vermemiş gibi bir algı oluşturmaya çalışıyorlar. 1934’e yapılan vurgu bunun içindir. Bizim aydınlarımızın (!) Kadın hakları günü münasebetiyle yaptıkları şey; İslam’a, Osmanlıya, Selçuklu ’ya ve İslâm tarihine saldırmaktan başka bir şey değildir. Yapılan tamı tamına budur. 1934’te atıf yapanlar, İsviçre'de kadınlara seçme ve seçilme hakkının 1971 de verildiğini yazmazlar… Kadınlar seçme hakkını 1971’de elde etseler de İsviçre Anayasası’na “Kadın ve erkek eşittir” ifadesinin bir on yıl sonra, 14 Haziran 1981’de girdiğinden hiç söz etmezler. Ayrıca bu aydınlarımız, genel evlerinde çalışmaya zorlanan kadınlarımızdan da bahsetmezler. Onlar için nümayiş de düzenlemezler... Oysa İslam kadınlara seçme ve seçilme hakkını 611 yılında vermiştir. Cenneti de ayağının altına koymuştur. Aynı dönemde (Orta Çağ) Avrupalı kadınlara bütün kötülüklerin anası anlayışıyla yaklaşılmakta, cadı ve şeytan yaftalaması ile engizisyonda yakılarak can vermektedirler. Ayıptır günahtır. Kadın hakları günü gibi kavramları ortaya atanlar Avrupalılardır. Amaçları kendilerini aklamak ve bu vesileyle de İslâm’a darbe vurmaktır. Çünkü Orta Çağ’da kadının insan olmadığına karar verenler Avrupa ülkeleridir. Bu durumun pek çok nedeni olmakla birlikte esas sebeplerinden birisi hiç şüphesiz inançtan kaynaklanmaktadır. Orta Çağ boyunca dominant bir karaktere bürünen Hıristiyan inancı, kendi oluşturduğu düzenle kadın sıfatını neredeyse yok saymaktaydı. Bu durum topluma da yansımış bu nedenle kadınların özgürlük alanı fazlasıyla kısıtlanmıştır. Özellikle Hıristiyanlığın yaygın olduğu Avrupa toplumlarında kadın algısı ciddi anlamda derinlik kazanmıştır. Özetlemem gerekirse Orta Çağ Avrupası’nda kadınlar genel olarak çok iyi bir hayat yaşamıyorlardı. Aslında ilk günahın sebebi kabul ediliyorlardı ve bu yüzden mutlaka her zaman kontrol altında tutulmaları gerekiyordu. Dul olmaları durumunda bu katmerleniyordu. Hukuki olarak bir hakları ya da temsil yetkileri yoktu. Topluluk içinde konuşmaları, ayinleri yönetmeleri, öğretmenlik yapmaları, ilaç olabilecek şifalı şeyler hazırlamaları yasaklanıyordu. Din adamları aslında kadın hakkında pek bir şey de bilmiyorlardı, kadını tuhaf, çelişkili, korkutucu bir şeymiş gibi anlatıyorlardı. Vaazlarında sürekli erkeklere hitap ederek dikkatli olmaları öğütleniyordu çünkü kadın tehlikeliydi. Genel olarak kadın düşmanı bir bakış açıları vardı. İlk günah Hz. Havva ve Hz. Adem tarafından işlenmişti ama kadının rolü erkeğinden daha fazla görülüyordu. Hz. Havva, şeytanın onu baştan çıkarmasına izin vermişti, bu yüzden baştan çıkaran kadın ile özdeşleştirildi. Bu yüzden mesela Tertullianus kadınlara Tanrı kanununu çiğneyen ilk kişi olarak “şeytanın kapısı” der. 11. yüzyılda Rennesli Marbode kadını yılan, veba, haşere, zehir gibi sıfatlarla tanımlar. Ona göre kadın tüm kötülüklerin kökenidir. Lavardinli Hildebert’e göre erkeğin üç düşmanı vardır: Kadın, para, onur. Kadın her zaman zarar verirdi, aldatmak için doğmuştu. Örnekleri artırmak mümkündür. Orta Çağ Avrupası’nın anlayışına göre; bütün kötülüklerin anası kadındır. Kadın ruhu insan bedenine geçerek bütün kötülüklerin yapılmasına sebep olur. Dolayısıyla kadın insan mı şeytan mı tartışması yapılmıştır. Avrupa medeniyetinden Kadına asla özgürlük gelmez. Kadın, bir metadır. Kadın, köledir. Kadın, şeytani duyguların kabarmasına vesile olan canlıdır. Kadını seks kölesi yapan kültür Avrupa kültürüdür. 1350’lerde Katolik inancının en koyu temsilcisi İspanya’da başlayıp, ardından tüm Avrupa’ya yayılan “Engizisyon”, 400 yıla yakın bir süre kadının kabusu oldu... On binlerce kadın, bu insanlık dışı mahkemelerde, “büyücülük”, “şeytana tapıyor” saçmalıklarıyla diri diri yakıldı. Bu dönemde öylesine işkenceler yaratıldı ki, burada anlatmaktan utanç duyarım.. İsteyen, İspanya’da “Engizisyon Müzesini” gezip bizzat görebilir! Orta Çağ’da hukuki zeminde birçok kanun kadınları sınırlamaya yöneliktir. Örneğin, kadınların yaptığı tanıklık kabul edilmez. Süslenmeleri halk tarafından pek hoş karşılanmaz ve hatta bu da kanunlarla sınırlandırılmıştır. Öte yandan medeni hukukun miras alanında, 13’üncü yüzyıla kadar oğul yoksa kızların da mirasa ortak olabildiği söylenebilir. Ortaçağ’da özgür bir kadın ile özgür olmayan bir erkeğin birlikteliği ise gayrimeşru olarak nitelendirilmiştir. Bu duruma “contubernia” denerek ayıplanmıştır. Ancak bunun tam zıttı bir şekilde erkeklerin köle kadınlarla cinsel ilişkiye girmesinde hiçbir sakınca yoktur. (Genç, 2011) Bunlara ek olarak kadınlar, toplumun ya da krallığın yönetiminde bulunamazdı. Kutsal ya da politik herhangi bir görev üstlenemez, hakim veya avukat olamazdı. Ayrıca askeri bir amaca da hizmet edemezdi. Fahişelik özellikle Roma İmparatorluğu’nda kabul gören bir meslektir. Başlarda kilisenin karşı çıktığı bilinse de sonrasında bunu kabul ettiği hatta kilisenin genelevlerden vergi alarak kendisine kazanç sağladığı da bilinmektedir. Yoksulluk, kadınların fahişeliğe başlamasının ilk nedenlerinden biri olarak göze çarpmaktadır. Bu sebeple aslında Ortaçağ’ın ilk dönemlerinde fahişelik örgütlü bir biçimde değildi, devlet kontrolü de yoktu. Fahişeliğin örgütlü bir hale gelmesi kenti yönetenlerin dikkatlerini yoksullara çevirmeleriyle başlamıştır. (Genç, 2011) Genelevlerin, örneğin Almanya’da, devlet eliyle açıldığını bilmekteyiz. Bu yüzden genelevlere devletin de kazanç elde ettiği kurumlar olarak bakabiliriz. Zaten genelevler bulundukları kentlere ekonomik yardımda da bulunmaktaydı. Fakat fahişelerin kendilerinden beklenen ve istenenleri yapmadıkları sürece, özellikle toplum tarafından, türlü işkencelere maruz bırakılmış olmaları da bilinen bir diğer gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Geniş bilgi için: (Orta Çağ’da Kadın, Altan Çetin, Lotus Yayınevi, 2011 Kitap içinde bölüm: Orta Çağ Avrupasında Kadın, Özlem Genç, 2011)

30 Kasım 2024 Cumartesi

CİHADSIZ MÜSLÜMANLAR 2024

KUR'AN'DA BEŞ YÜZÜN ÜZERİNDE AYETLE FARZ KLINAN BİR İBADET VARDIR: CİHAD (MÜCADELE) İBADETİ. “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Onun yolunda cihaddan daha sevimli geliyorsa, o zaman Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Çünkü Allah fasıkları amaçlarına ulaştırmaz.”(Tevbe 24) Rüştü KAM Ağaç topraksız, balık susuz, canlılar oksijensiz yaşayamaz. İslam dini de cihad olmadan yaşayamaz. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlar ilk iş olarak cihad ibadetini yerine getirmelidirler. Cihaddan bahsetmek cihad etmek demek değildir. Sabahtan akşama kadar yemekten bahsetsek ve yemek yemesek karnımız doymaz. Cihad da konuşularak değil, şartlara göre gerekli olan çalışmalar yerine getirilerek yapılır. Cihad yapmak izzeti, cihad ibadetinden uzak durmak ise zilleti getirir. Cihad ibadetinin zamanı yoktur. Zamana bağlı değildir, günün her saatinde her dakikasında yapılabilir. Miktarı yoktur. Şu kadar yapılacaktır diye bir kuralı da yoktur. Ancak ilk eda edilmesi gereken ibadettir. Namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerden önce ilk eda edilmesi gereken ibadettir. Cihadı olmayanın namazı da olmaz. Namazın ön şartıdır cihad. İhtiyaçtan fazlasını infak etmek, gazete çıkarmak, dergi çıkarmak, okul yapmak, yurt yapmak, fakirler ve yaşlılar parasız istifade etsinler diye hastaneler kurmak, iş yerleri açmak, doğayı korumak, hayvanları korumak için barınaklar yapmak, zulüm altında inleyen insanlara yardım elini uzatmak, zalimlerin zulmüne başkaldırmak, yolsuzluk yapanlara karşı mücadele etmek, sivil toplum kuruluşlarını desteklemek v.b. şeyler cihad ibadetinin içine girer. CİHAD İBADETİN EDASININ ŞARTLARI ŞÖYLEDİR Cihadın edasının şartları: 1- Cemaatleşmek: Bir cemaat varsa ona dahil olmak, yoksa O cemaati oluşturmak. 2- İtaat: Cemaatin seçilmiş meşru başkanına, meşruiyetini muhafaza ettiği sürece itaat etmek. 3- İhsan: Verilen görevi dikkat ve itina ile yerine getirmek. 4- Tefrika yapmamak: Ümmet içerisinde ırk, mezhep ve meşrep ayrımı yapmamak. 5- Can ve maldan feragat etmek: Barışı tesis etmek için; nefesimizi, zamanımızı, paramızı ve gerektiği zaman canımızı seve seve ortaya koymak. Cihad ibadetine mani olan hastalıklar: 1- Adı Müslüman hastalığı: Bu hastalığa yakalananlar İslam‘ı sadece ahiret dini olarak görürler, “Elhamdülillah Müslümanız” derler, Müslümanlığı ben Müslümanım demekten ibaret görürler, kalp temizliği ile övünürler. Barışa yönelik işlere gelince çeşitli mazeretler uydurarak yan çizerler. 2- Yedek lastik hastalığı: Bu hastalığa yakalananlar, İslam‘ı yedek lastik gibi görürler, başları ne zaman sıkışırsa, menfaatleri gereği, yedeklerinde duran İslam lastiğini takarak yollarına devam ederler. Allah ile aldatma. 3- Şuursuz Müslüman hastalığı: Bu hastalığa yakalananlar İslam’ı sembollerden ve şekilcilikten ibaret olarak görürler. Bu hastalık sorumluluk şuurundan yoksun olan, Müslümanların hastalığıdır. 4- Bîcihad hastalığı: Cihatsızlık hastalığı demektir. Bu hastalığa yakalananlar, Müslümanların veya herhangi bir amaç için Müslümanların oluşturdukları cemaatin içinde oldukları halde, cemaat disiplininden uzak olarak yaşamayı tercih ederler. Cemaat toplantılarını aksatırlar, verilen görevleri yerine getirmezler. 5- Konuşuyor ama yapmıyor hastalığı: Bu hastalığa yakalananlar, konuşmaktan başka hiç bir iş yapmazlar. Vır vır konuşurlar. Görev verirsiniz bin dereden su getirerek ortadan koybolurlar. 6- Ben olmasam da olur hastalığı: Bu hastalığa yakalananlar, ben olmasam da cemaatin işleri yürür diyerek başkalarının yaptığı işlerle, kendileri yapmış gibi övünürler, pasiftirler, işi hep başkalarının yapmasını beklerler. Dolayısıyla bu hastalıklara yakalanan Müslümanları tedavi için Kur’an hastanesine yatırmak gerekir. Acilen tedavi edilmelidirler. Dünya nüfusu yaklaşık sekiz milyardır. Müslümanların sayısı ise yaklaşık iki milyardır. Allah; "Müslümanlar gerçekten inanırlar ve sabrederlerse ben onlara 10 kişiye karşılık verebilecek güç veririm" der. Bugün geldiğimiz noktadan bakarsak Allah'ın Müslümanlara yardım etmediğini görürüz. Bunun sebebi Müslümanların cihad şuurundan yoksun olmalarıdır. Bugün Müslümanların başına gelenler, cihadsızlıkları yüzündendir. Hastadırlar Müslümanlar bugün. Dünyevileşme hastalığına yakalanmışlardır. Beni sokmayan yılan bin yaşasın hastalığına yakalanmışlardır. Her koyun kendi bacağından asılır hastalığına yakalanmışlardır. Tevbe suresinin 24. Ayeti iyi bir antioksidandır. Acilen Kur'an hastanesinde tedavi altına alınmalıdırlar...

24 Kasım 2024 Pazar

GÖNÜLDEN GÖNÜLLERE DERNEĞİNİN 15. YIL MÜNASEBETİYLE VERDİKLERİ KONSERİN ARDINDAN

“Torunlarınızın sizlere lanet okumasını istemiyorsanız; çocuklarınıza kültürlerini, dillerini öğretiniz.” Rüştü KAM Ha-ber.com Bir davet aldım sayın Şahin Yücel’den, Kastamonulu olduklarını öğrendiğim iki kız kardeş getirdi davetiyeyi. İki kişilik. Yanıma Ekrem Tel’i de alarak davete icabet ettim. Verilen adresin etrafında üç tur attık ama park yeri bulamadık. Bir yere davetliyseniz vaktinden çok önce yollara düşmeniz gerekiyor. Berlin’in kaderi böyle. Zamanından önce salona ulaştık. 500 kişilik bir salon. Üçte iki oranında doluluğa ulaşılmış. Bana davetiyeyi getiren cici kız yerimi göstermek için önümüze düştü. Önden üçüncü sıranın başı. İsmimiz de yazılmış. Organize güzel. Herkes dersine iyi çalışmış. Program zamanında başladı. Bir erkek ve bir de bayan sunucu var. Gayet doğal olarak sunum yaptılar. Sunumlarında abartı yoktu. Hata da yapsalar samimi bir ifadeyle kendilerini affettirmesini biliyorlardı. Bu insanların hiçbirisi profesyonel değil. Birinci bölümden sonra ara verildi, ihtiyaç gidermek ve de orada kurulan stantlardan alışveriş yamak için. Uzun süre birbirlerini görmeyen insanları orada buluşup kucaklaşmaları için. Şahin Beyi tebrik etmek için yanına vardım, arkamdan iki kişi daha geldi ve hemen söze başladılar; sunucudan şikâyetçiydiler. Birbirlerini destekleyerek şikayetlerini dile getirdiler. Ben de bekledim onları. Münasebetsizlerin münasebetsizliğine şahit oldum. Şahin Bey, o babacan tavrıyla “bu insanlar, işlerinden-eşlerinden-çocuklarından ayırdıkları zamanlarda bu işi yapıyorlar. Sırf kültürümüz yaşasın diye bunu yapıyorlar. Yani profesyonel insanlar değil bunlar. Onlardan şikâyet etme yerine onları daha desteklemeniz lazımdır. Siz eğlenmenize bakınız efendim.” Diyerek onları kibarca teskin etmesini bildi. Konser içerik olarak dopdoluydu. Şiiriyle, folkloruyla, türküleri ve şarkılarıyla mükemmeldi. Eser seçimini ayakta alkışladım. Solistler sesleri ne kadarsa o kadar okudular eserleri. Gayretleri her hallerinden belliydi. Saz ekibi ise fevkaladeydi. Konser üç sat sürdü. Ben mutlu olarak döndüm konserden. 69 milyonluk konserlerde yapılıyor elbet. Biz o konserlere gidenlerden daha fazla mutlu olduk. Zaman zaman soliste eşlik bile ettik. İkinci bölümde Sıddık Doğan aldı sazını eline ve vurdu bam teline. Türküsünü söylemeden önce öyle bir cümle sarf etti ki; günün anlam ve mahiyeti bu cümlenin içinde dercedilmişti.“Torunlarınızın sizlere lanet okumasını istemiyorsanız; çocuklarınıza kültürlerini, dillerini öğretiniz.” İşte, “Gönülden Gönüllere Şiir & Müzik Grubu Berlin” derneğinin yapmak istediği tam da budur dedim. Sıddık Doğan Türk kültürüne emek veren bir müzik adamıdır. Çok eskiden tanırım kendisini. Takdir ettiğim bir saz üstadıdır. Berlin halkına büyük hizmetleri olmuştur. Şahin bey ve ekibi hedefine ulaşmıştı. Ama geride kocaman bir 15 sene bırakarak bunu başarmışlardı. Yolunuz açık olsun Şahin Bey! Sen iyiliği yap ve at denize; balık bilmezse Halik bilir… Biraz da Analiz Gece karayılan türküsüyle başladı. Ne kadar da anlamlı. Tüylerim diken diken oldu. Antep'e gittim, Maraş’a gittim, o toprakların nasıl hangi şartlarda vatan toprağı olduğunu düşündüm. Evet eğlenmek sadece hoplamak ve zıplamakla olmuyormuş, bazen de eğlenerek düşünmek gerekiyormuş. Vatan topraklarında kahramanlık gösteren nice yiğit vardır. Türkülere konu olmuşlardır. Molla Mehmet, Nam-ı diğer Karayılan da bu yiğitlerdendir. Köy imamlığı da yapmıştır. Yeri ve zamanı gelince Sütçü imam gibi, Denizli Müftüsü gibi eline silahını alıp cepheye gitmesini de bilmişidir. İşte karayılan için yakılan o türkü: “Karayılan der ki gelin oturak Kilis yollarından kelle getirek Nerde düşman varsa orda bitirek Vurun Antepliler namus günüdür ***** Kolumu salladım toplar oynadı Karataş içinde asker kaynadı Birinci kurşunda Şahin uyandı Vurun Antepliler namus günüdür, ***** Sürerim sürerim gitmez kadama Fransız kurşunu değmez adama Beni bağışlayın şanlı Antebe (Kara haberimi verin babama) Vurun Antepliler namus günüdür.” Dikkatime gelen bir türkü daha okundu. Şükran hanım okudu o türküyü. Şükran hanım sevdiğim bir sanatçıdır. Türk Eğitim Derneğinin etkinliklerine her zaman katılır ve desteklerini verir. Duyarlı bir sanatçıdır. Ben Şükran hanımın, o türkünün hikayesini okuduğunu sanmıyorum, hikâyeyi okusaydı o türküyü zaten okumazdı. Hareketli bir türkü olduğu için seçmiş olmalı. Ben Şükran hanımdan özür dileyerek Türkünün hikayesini kısaca yazmak istiyorum. Okuduğumuz türkülerin hikayesini bilerek okursak daha anlamlı seçimler yapmış oluruz. Amacım tenkit etmek değildir. Zeytinyağlı Yiyemem O türküyü bilmeyeniniz yoktur. “Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman” diye başlar, “Senin gibi cahile, ben efendim diyemem aman” diye de devam eder. Rivayet o ki, türkü Bursa yöresine ait. Ama sanıldığının aksine sıradan bir türkü değil. Türkünün, siyasi ve ekonomik nedenleri olan tarihi bir hikayesi var. Marshall Planı’nın Uzantısı 2’nci Dünya Savaşı sonrası Amerika bir yardım paketi hazırlar. Adı da Marshall Planı’dır. 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe girer. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na katılmadığı halde. Bu yardımdan yararlanır. Türkiye ile birlikte 15ülke daha bu yardımdan yararlanır. Amerika’da siloları mısır ile dolmuş taşmıştır. Yenileri de ekilmektedir. Kendisine Pazar bulması gerekmektedir. Mısır özünden katı yağ elde etmektedir. Margarin. 16 ülkeyi maddi olarak destekler ve ülkelerine margarin fabrikaları kurdurur. Hammaddesini kendisi verir. Türkiye'de rakibi zeytinyağı ve tereyağı vardır. Zeytinyağı kanser yaptığı gerekçesiyle kamuoyuna haberler pompalanır. Türk insanı bu tarz haberlerle ve reklamlarla zamanla zeytinyağından uzaklaştırılıp margarine alıştırılır. Bir de türkü yakılır zeytinyağı hakkında olumsuz imaj oluşturmak için yakılır bu türkü. Bugünlerde televizyonlarda her vesile ile faydaları anlatılan zeytinyağı o gün kanser gerekçesiyle gözden düşürülmüştür. Türk müziğinin 50 sene okullarda öğretilmesinin yasaklandığı gibi (1926-1976). Türkü bir anda döneminin en popüler türküsü haline gelir. Zeytinyağı yetmez, pamuğa da el atılmıştır. Türkünün devamında olduğu gibi basma fistan giyen kadınlar da aşağılanarak zamanla sentetik kıyafetlerle tanıştırılmıştır. Prof. Dr. Kenan Demirkol ve Prof. Dr. Canan Karatay bu konuda şunları söylerler: “Türkiye’de Amerika’nın desteğiyle, 1952’de margarin üretimine başlandı. O tarihe kadar insanlar tereyağı ve zeytinyağı yiyorlardı. Margarinin satılabilmesi için her yol denendi. Zeytinyağlı yemenin ve pamuklu kumaş giymenin köylülük olduğu algısı yaratıldı. 1954’te ‘Zeytinyağlı Yiyemem Aman’ türküsü popüler hale getirildi. Pek çoğumuz altında yatan gerçeği bilmeden bu türküyü matah bir şeymiş gibi yıllarca söyledik ve halen de söylemeye devam ediyoruz.” Prof. Dr. Karatay bu gidişe “dur” demek için bu türkünün sözlerini yeniden yazdı. Bakalım beğenecek misiniz? “Zeytinyağlı yerim de aman, basma da fistan giyerim aman, margarinleri yiyenlere, ben akıllı diyemem aman / Kaldım dumanaltı yerlerde, tertemiz havamız nerelerde, kaldım dumanaltı yerlerde, ah şekersiz çayım nerelerde / Zeytinleri yerim de aman, basma da fistan giyerim aman, çocuklara şeker verene, ben akıllı diyemem aman, çocuğuma zarar verme derim de aman / Kaldım trans yağlar içinde, faydalı yağlar nerelerde, sağlıklı yaşıyoruz biz artık, ekmek şeker yiyenlere çok yazık.”

20 Kasım 2024 Çarşamba

ÖZBEKİSTAN'A GİDİYORUZ 11-22 NİSAN 2025

ÖZBEKİSTAN; TÜRK VE İSLAM MEDENİYETİNİN TEMELLERİNİN ATILDIĞI TOPRAKLAR (I) -Ata Yurdumuz-  Rüştü KAM  Türk Eğitim Derneği 2025 Nisan’ında (11-22) Ata yurdu Özbekistan'a gidiyor. Sıla-i rahim yapacak. Türk toplumuna kendisi ve geçmişi tanıtılmamıştır. Tanıtıldığı zamanlar olmuşsa da yanlış tanıtılmıştır. Bundan dolayı Türk milleti maalesef değişik milletlerin medeniyetlerine ve kültürüne âşık olmuştur. Bu aşkın meyveleri acıdır. Ne kadar tatlandırılmaya çalışılsa da Türk’ün damak tadına uymamaktadır. Suni yöntemlerle tatlandırılmaya çalışılan meyveler, kansere yol açmıştır, mideler bozulmuştur, yüzler buruşmuştur. Yalancı tebessümlerle mutluluk pozları verilse de yabancı terziler tarafından dikilen elbiselerin bu millete dar geldiği aşikardır.  Evet Türk Eğitim Derneği Özbekistan’a gidiyor. Sıla-i rahim yapacak. Orada damak tadına uygun yemekler yiyecek, sıra gecelerine katılarak kendi müziğinin tınılarıyla kulağının pasını silecek, kendi folkloruyla coşacak, eğlenecek.   Evet Özbekistan’a gidiyoruz. Orada İslâm ve Türk medeniyetinin geride bıraktığı eserlere tanık olacağız. O eserlerin mimarlarıyla tanışacağız. Yirmi birinci yüzyıla ışık tutan Türk- İslâm âlimleriyle tanışacağız: Tıbbın babası olarak tanınan, İbn-i Sina ile, Matematik, Fizik ve Kimya alanında ün yapmış, sıfırın mucidi olarak bilinen el-Hârizmî ile, Kütüb-i Sitte diye anılan serinin ilk kitabı Sahih-i Buhârî’nin müellifi imam Buhârî ile, meşhur hadis âlimi İmam Tirmizi ile, Mezhep imamımız el-Mâtürîdî ile tanışacağız. Astronom, matematikçi, fizikçi, filozof ve dilbilimci Ali Kuşçu ve Uluğ Bey ile, el- Birûnî ile tanışacağız. Âlimlere, bilim adamlarına ve sanatkârlara büyük önem veren, ele geçirdiği coğrafyalardaki âlim, bilim adamı ve sanatkârları Semerkant’a göç ettirerek özelde Semerkant’ın genelde ise Mâverâünnehir bölgesinin kültürel ve sosyal gelişimine büyük katkı sağlayan Emir Timur ile tanışacağız.  Ayrıca o topraklarda yetişen Hace Ahmed Yesevî ve Hace Bektaş Velî’nin hikayelerini dinleyeceğiz. Daha niceleri ile tanış olacağız. Geç kalınmış bir tanışma olacak ama geç de olsa tanışacağız onlarla…Onların başına ne geldiyse birebir olmasa bile benzerleri bizim de başımıza geldi. Onlar, bizleri hoşgörüyle karşılayacaklar ve bağırlarına basacaklardır. Özbekistan, sadece Özbeklerin değil tüm Türk dünyasının mirasıdır. Hasret, yıllar sonra da olsa bitecektir. Daha ne lâzımdır…  Şimdi biraz da olsa Özbekistan’ı ilm-el yakîn tanıyalım:  Bugün Özbekistan’ı oluşturan topraklar tarihî süreç içerisinde Turan, Türkistan, Mâverâünnehir gibi isimlerle anılmıştır. Sekizinci yüzyılın başlarında Mâverâünnehir ve Hârizm, Kuteybe b. Müslim kumandasındaki İslâm orduları tarafından fethedilmiştir. Bölge halkı böylece İslâm ile tanışmıştır.   Devam edecek

13 Kasım 2024 Çarşamba

ON KASIM GERİDE KALDI AMA ŞAHSIMA YAPILAN HAKARETLER DEVAM EDİYOR

On kasım münasebetiyle bir taziye mesajı yayınladım bu köşemde. Şahsımı hedefe koyarak hakaretler edileceğini tahmin ederek yayınladım bu mesajı. Dikensiz gül olmaz elbet dedim. Tahminimde yanılmadım. Hakaretler hoş değildi. Hakaretin hoşu mu olurmuş diyeceksiniz, ben de onu diyorum, olmuyor işte. Ama o eleştiri oklarını bana yöneltenlere kızmadım. Sadece onlar açısından üzüldüm. Onlar bilmiyorlar, bilselerdi o hakaretleri yapmayacaklardı. Birileri onları doldurdu. O birileri hep böyle yapıyor. Çünkü, onlar kaostan besleniyorlar. Ben de diyorum ki bana hakaret edenlere; oyuna gelmeyin, onların istediği tam da budur zaten. Kendi değerlerinize sahip çıkın. Reddi miras yapmayın. Geçmişiniz ile araya mesafe koymayın. Mesafe koyarsanız geçmişinizle yüzleşemezsiniz...Bu vesile ile kısa bir açıklama daha yapmak istedim. Şöyle: Evet bu bir vasiyettir. Ömrünü Türk Milletinin hizmetine adamış bir liderin bir komutanın vasiyetidir. İnsanların hataları olur elbet. Günah ve sevap dengesi vardır. Terazinin kefelerine konacaklardır. Terazinin başında Yaratıcı vardır. Din gününün Sahibi vardır. Adalet konusunda hassastır. Hesabı "hardal danesi" tabirini kullanarak yapar. Bu konuda O'nun işine karışmamak lazımdır. Bize düşen O'nun buyruklarını yerine getirmektir. O'nun bir de Elçisi vardır. Hz. muhammed. O da derki; "Ölülerinizin iyiliklerini, güzelliklerini anın ve kötülüklerini sarfı nazar edin"(Tirmizi, Sünen, Cenaiz / Ebu Davud Sünen, Edeb). İşte bu nedenle ölen kim olursa olsun arkasından kötülüklerini değil, yaptığı iyilikleri konuşmak bir Müslümana yakışan en güzel haslettir. Allah aşkına hu vasiyetin kabul edilmeyecek, yanlış olan yeri neresidir? Hangi kelimesi yanlıştır. Üstelik bu vasiyeti yayınlayan kaynak resmi kaynaktır. D.T.C.F. yayınları. Beni tenkit eden sevgili okurlarım sizin derdiniz nedir? Mevla'mız ifrat ve tefritten kaçının diye tembihte bulunurken, siz neyin peşindesiniz. Aşırı uçlarda dolaşanlar sıkıntının, kaosun habercisidirler. Birisi bir şey söylediyse o onu söylememiştir demek neyin nesidir? Üstelik söylenen söz anlamlı bir söz ise o sözü kabul etmemek neyin nesidir? Müslümanın hoşgörü sahibi olması gerekmez mi? Etmeyin eylemeyin. Müslüman birlik ve beraberlik konusunda hassas davranmalıdır. Asgari müşterekler, buluşma noktamız olmalıdır. Vatanımız, bayrağımız, dinimiz, dilimiz, buluşma noktalarımızdır. Tefrikaya giden yolları kapatalım. Lütfen vasiyeti bir daha okuyalım: "Bütün dünyanın Müslümanları Allah'ın son peygamberi Hazreti Muhammed, (S.A.V) in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hazreti Muhammed'i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira, ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler."

6 Kasım 2024 Çarşamba

BALKLANLAR GEZİSİ MANASTIR , SELANİK 2024

BALKANLAR GEZİSİ (XIII) MANASTIR VE SELANİK -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024-  Rüştü KAM  “- En büyük suçlar, gerekli olanı değil de fazla olanı elde etmek için işlenir.- Eğitimin kökleri acı, meyveleri tatlıdır. Eğitim görmüş aklın işareti, herhangi bir düşünceye onu kabul etmeden önce açık olmasıdır.- En büyük suçlar yokluktan değil çokluktan doğar. Kimse başını sokacak yer bulabilmek için zorba olmaz.- Faziletli olmayan insan, hayvanların en kirlisi, en vahşisi, muhterisi ve en doymak bilmez olanıdır.” (Aristotales) Manastır On bir günlük Balkanlar gezisinin sonuna yaklaşıyoruz. Manastırdayız. Sonrasında Selanik’te olacağız ve öbür gün de Berlin’de. Manastır’a ait çok olumlu malumatlar var dağarcığımızda, ancak bunlar kitabi malumatlar, bu bilgiler maalesef gerçeklerle örtüşmüyor. Yaşadık, gördük. Dolayısıyla Manastır’da nelerle karşılaşacağız, onu bilmiyoruz. Balkan ülkelerinde yaşadıklarımız, gördüklerimiz bizleri hayal kırıklığına uğrattı. Her tarafta acı ve göz yaşı vardı. Bu kadar acı, bu kadar gözyaşı on bir günlük bir gezi için çok fazla. Sadece insanların hayata tutunabilmeleri için havaalanının altından, imkansızlıklar içinde yapılan “yaşam tüneli” ve “Srebrenitsa katliamı” bile yetti bizlere. Yirminci asırda Avrupa’nın göbeğinde Birleşmiş Milletlerin (BM) kontrolünde yapılan soykırıma şahit olduk. Ulaşmaya çalıştığımız medeniyetin! Ulaştığı seviyeye. Az bir şey midir bunlar? Yine de iyi niyetimizi koruyarak heyecanla indik otobüsümüzden Manastır’da. Ziyaret yeri olarak sadece askeri idadi (okul) var denildi. Osmanlıdan kalma başka eser yokmuş gibi anlatıldı Manastır bize. Altı yüz sene kalınan yerde o medeniyetten başka eser kalmamış gibi... Algı böyle bir şey olmalı. Biz o işin öyle olmadığını biliyoruz bilmesine de bizimki kitabi bilgi dedim ya… Rehberin bilgisi aynelyakin olmalı. Madem mesleğin rehberliktir o zaman o mesleğin bütün inceliklerine de vakıf olacaksın. Anlatılanlara inanmadığımızı omuzumuzu silkerek belli ettik. Sadece belli ettik. Ayhan Ertürk “Manastırın ortasında var bir havuz” türküsünü hatırlattı rehbere ama bu hatırlatma da işe yaramadı. İlgisiz bir şekilde, “Şurada bir havuz var belki o olabilir” diye geçiştirildi.  Havuz İşaret edilen havuz, saat kulesinin karşısındaki meydanda, yeni camiinin önünde, içinde su yok. Şairlere ilham olan bir havuz. Hem tarih severler hem de edebiyat tutkunları için eşsiz bir kaynak olan havuz. Hakkında şiirler yazılan havuz. Bu havuz o havuz olmalı dedik ve fotoğraflarını çektik:  “Manastır'ın ortasında var bir havuz Aman havuz canım havuz  Dimetoka kızlarının hepsi de yavuz  Biz çalar oynarız ……. Manastır'ın ortasında var bir çeşme  Aman çeşme canım çeşme Dimetoka kızlarının hepsi de seçme  Biz çalar oynarız…. Manastır'ın ortasında var bir pınar  Aman pınar canım pınar  Dimetoka kızlarının hepsi de çınar  Biz çalar oynarız” Askeri İdadi Şehre büyük bir caddeden girdik. Şehrin en geniş caddesiymiş (Şirok Sokak). Sokağın bitiminde Manastır Askeri İdadisi var. Öylece duruyor orada. Aslında sevinçli olmalı. Çünkü, en çok ziyaretçiyi o celbediyormuş. Osmanlı’dan kalan bir eser olduğu için değil de Atatürk’ün okuduğu okul olduğu ve içinde bir anı odası olduğu için olması gerekir. Binayı görür görmez deklanşörlere basıldı. İki saat zamanımız var. Manastır Askeri İdadisi (Okul) 1847 de açılmış. 1892 yılına gelindiğinde 245 öğrencisi bulunuyormuş. 1903 yılında ise öğrenci sayısı 274’ e ulaşmış. Okulda; tarih, coğrafya, hendese, cebir, riyaziye, müsellesat, kozmografya, jimnastik, resim, hüsnühat, münşeat, Arapça, Farsça ve Fransızca gibi dersler okutulurmuş.  Sonraki süreçte okul, Askeri Akademiye dönüştürülmüş. Akademi 1909 yılına kadar hizmet vermeye devametmiş. Askeri İdadi binası günümüzde müze olarak hizmet veriyor. 1983 tarihinde müzeye çevrilmiş. Müzede, Makedonya ve Makedon tarihi ile ilgili pek çok eser sergilenmekte. İkinci katta da sadece Mustafa Kemal’e ait bir anı odası var. Askeri İdadi ’de yetişen diğer paşalardan maalesef hiçbir iz yok. Anı odasının sadece Mustafa Kemal’e ait olması merakımızı mucip oldu. Biraz manidar bulduk. O okulda sadece Mustafa Kemal okumuş değil. Yüzlerce subay yetişmiş. Belki müzeyi Yugoslavya açtığı için bu böyledir; eğer anı odasını Türkiye açsaydı veya Türkiye’ye haber verilerek açılsaydı başka türlü olurdu diye düşündük. Öyle veya böyle realite bu.  İdadide yetişen ama duvarlarda isimleri dahi yazılmamış olan diğer Osmanlı subaylarından bazılarının isimleri şöyle: Enver Paşa, Ali Fethi Okyar, Kazım Özalp, Kazım Dirik, Ahmet İzzet Furgaç, Hafız Hakkı Paşa, Cafer Tayyar Eğilmez,Nuri Conker, Fuat Bulca gibi paşalar bu okulda eğitim almışlar.  Anı odasında; Mustafa Kemal’in balmumu heykeli, bazı kişisel eşyaları, hayatı, katıldığı savaş ve devrimleri ve Atatürk ile ilgili yayınlanmış Türkçe ve diğer dillerdeki kitap ve broşürler bulunmakta.  Bu anı odası; kendisi de ittihatçı olan ve Balkan halklarını Sultan II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi için örgütlemekle görevlendirilen Mustafa Kemal için mi hazırlanmıştır? Yoksa 16. Türk Devletinin kurucu kadrosuna liderlik etmek için Padişah Vahdettin tarafından atanan ve Anadolu’da görevlendirilen Mustafa Kemal için mi hazırlanmıştır? Orası tam net değil, biz onu bilemedik…  Oradan çıktık, baktık ki; Askeri İdadinin etrafı tarihi eserlerle çevrili. Kadı İshak Çelebi Camii (1508); Manastır Kadısı Mahmut Efendi Camii (1552), Yeni Cami ve Kadı Haydar Camii. 86 dükkânı olan bedesteni de unutmamak lazımdır. Bedesten yapmak  Selçuklunun ve Osmanlının sünnetidir. Rehberimiz bu eserleri bahis konusu bile etmedi. Hangi meslek olursa olsun o meslekten ekmek yeniliyorsa, o kişinin olaylar karşısında tarafsız olması gerekir ve de donanımlı olması gerekir. Aksi takdirde mesleğe ihanet olur…  Anı odasında bir anı defteri var, masanın üzerine koymuşlar. O deftere Türk Eğitim Derneği adına birkaç cümle yazdım ve imzaladım. İdadide yetişen diğer subaylara çok büyük haksızlık yapıldığını yazdım. Bir Türk’ün dünyaya bedel olamayacağını da özellikle vurguladım.  Manastır, Makedonya’nın ikinci büyük şehriymiş. Bitola adıyla da anılırmış.  MS 4. Yüzyılda Bizans tarafından kurulmuş. O zamanlar piskoposluk merkezi olarak da işlev görürmüş. 1382 yılına gelindiğinde, I. Murat döneminde Timurtaş Bey tarafından fethedilmiş. Şehrin merkezine bir Saat Kulesi yapılmış. Saat Kulesi yapmak da Osmanlının sünneti olsa gerektir. Önemli bir sünnet. Kule yaklaşık 30 metre yüksekliğindeymiş. 1936’da kuleye 15 çan ilave edilmiş. 1970’de de kulenin içerisine piyano yerleştirilmiş. Kulede, her altı saatte bir Bitola şarkısı çalınmaktaymış.Yapıldığında kulenin tepesine alem olarak hilal dikilmiş. Sonraki dönemlerde hilal kaldırılmış yerine Ortodoks haçı dikilmiş. Hilal ve haç savaşı. Bugün de dünyada aynı savaş devam etmektedir. İkiz kuleler 11 Eylül'de şüpheli bir şekilde vurulduğunda, ABD Başkanı George W. Bush; bu saldırıyı 'Haçlı seferi' ne benzeterek nefret tohumu ekmemiş miydi?  İstiklal Marşının Şairi, Mehmet Akif Ersoy her seferinde haklı çıkıyor. Yine de haklı çıktı:“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?"Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” Manastır, Anadolu'dan getirilen aşiretlerce iskân edilmiş. Manastır’da, bir zamanlar; 24 cami, 5 kilise, 9 Havra ve 9 Medrese mevcutmuş. Manastır aynı zamanda, III. Ordu’nun da karargâhı imiş. 19. Yüzyılda Üsküp ve Selanik’i bağlayan demiryolu Manastır’dan geçirilmiş, bu durum, sanayinin ve askeri hizmetlerin gelişmesine neden olmuş. Manastır’da 147 vakıf eserinin olduğu bilinmekteymiş. 600 yıl adaletle, ayrımcılık yapmadan ve merhametle yönetilen Manastır, 1912 Balkan savaşları sonucu Osmanlının elinden çıkmış.Bugün Manastır’ın yüz bine yaklaşan nüfusunun sadece yüzde onu Müslümanlardan oluşuyormuş.  Manastır yüzlerce yıl Osmanlı yönetiminde iken farklı dinlere mensup insanlar bir arada dostça ve kardeşçe yaşamış. Geçmiş medeniyetlere ait eserler de o zamanlar olduğu gibi muhafaza edilmiş. Bugünün süper güçlerinin yaptığı gibi geçmiş medeniyetlere ait eserler talan edilmemiş. Hatta ilaveler bile yapılmış. Manastır’ı Türkler için  anlamlı kılan bir diğer ayrıntı da “Elveda Rumeli” dizisinin, bu şehirdeki Pürsıçan (Makova)köyünde çekilmiş olmasıymış. Erdal Özyağcılar, Rıza Kocaoğlu ve Tolga Sayışman’ın başrollerinde oynadıkları dizide; 1900’lerin başında, henüz Osmanlı hakimiyetinde olan Makedonya topraklarında, kendi halinde yaşayan köylülerin, yeni bir değişimin eşiğine geldiklerinde yaşadıkları kaçınılmaz olaylar, acılar, sürgünler anlatılıyor... Sütçülükle geçinen Ramiz ve 5 kızından oluşan ailesi, Manastır kasabasının Pürşıçan köyünde kendi yağlarıyla kavruldukları bir hayat sürerler. Fakat yaşadıkları coğrafya Balkan halklarının ardı ardına isyan çıkarttığı, iç karışıklıkların her gün arttığı topraklardır. Devlet-i Osmaniye'nin başkentinde ise İttihatçılar padişaha karşı örgütlenerek mevcut yönetime karşı muhalefet hareketini sürdürmektedirler. Sütçü Ramiz ve ailesi hayatlarını sürdürdükleri coğrafyada Müslüman-Hristiyan kavgası olmadan kardeşçe yaşamaktadırlar. Ama barış dolu günler yavaş yavaş geride kalmak üzeredir... Ramiz ve karısı Fatma’nın tüm bu kargaşalardan habersiz en çok istedikleri, sevgili kızlarının helal süt emmiş, hayırlı birer kocaya varmalarıdır... Maalesef Balkanlarda ne olmuş ise Manastır’da da o olmuş, Müslümanlara hayat hakkı tanınmamış ve insanlar yerlerinden yurtlarından edilmişler ve onlardan geriye ne kaldıysa onlar da büyük ölçüde talan edilmişler. Kültür katliamı...   Fotoğraflarımızı çektik-çekildik. Osmanlı devletinin açtığı askeri okulun (idadi) ayakta olmasına, müze olarak ziyarete açık tutulmasına ve o müzenin içinde hangi amaçla olursa olsun Mustafa Kemal’e özel bir anı odası tahsis edilmesine sevinerek ayrıldık oradan… İstikamet Selanik.  YUNANİSTAN Mustafa Kemal’in Evi Selanik’te ziyaret edilebilecek sadece Mustafa Kemal’in doğduğu ev var denildi. 16’ncı Türk devletinin kurucularına liderlik eden Mustafa Kemal’in evi. 19 Mayıs 1881'de Selanik'te doğduğu söylenen 'pembe boyalı' ev. Rivayete göre, Mustafa Kemal, 1881'de evin ikinci katındaki ocaklı odada dünyaya gelmiş. Üç katlı olan binanın zemin katında; 'Mustafa Kemal ve Çocuk Odası' yer alıyor. Birinci katta; 'Selanik Odası', 'Manastır Odası', 'İstanbul Odası' ve 'Ankara Odası var. Bu odalarda Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatından kesitleri anlatan bilgi panoları bulunuyor.Ayrıca, Selanik Odası’nda sedir üzerinde oturan ve elinde tesbih tutan, annesi, başörtülü Zübeyde Hanım heykeli ile,giriş katında mutfakta masada oturan Atatürk’ün çocukluk dönemini yansıtan heykel bulunuyor.İkinci katta; misafir odası, sandık odası, mutfak ve yatak odası bulunmaktadır.Yatağın baş ucundaki duvarda, bir Kur'an-ı Kerim ve bir de levha asılı, Levhada Fetih Suresinin ilk ayeti yazılı (İnna fetahna leke fethan mübina= “Doğrusu Biz Sana zafer yollarını açtık; apaçık bir fetih ihsan ettik.”) Üçüncü katta; çalışma odası ve vitrinler var. Vitrinlerde Atatürk'ün kullandığı elbiseler ve şahsi eşyaları sergileniyor. Selanik Selanik (Thessaloniki), MÖ 315 yılında,  Makedon kralı Kassandros tarafından kurulmuş. Büyük İskender'in de kız kardeşi olan karısı Therman Thessaloniki’nin adını da kente vermiş. Günümüzde Selanik kent merkezinde yaklaşık 300 bin kişi yaşamaktaymış. 1492 yılında Osmanlılar, İspanya’dan kovulan Sefarad Yahudilerininin büyük bir bölümünü  Selanik’e yerleştirmiş. Osmanlının yıkılışını başlatanlar da maalesef onlar. Besle kargayı oysun gözünü… Sefarad Yahudileri. Türkiye'de bunlar; Sabetayistler olarak bilinir. Sabetay Sevi,  Yahudi din adamı ve tarikat lideridir. Osmanlı tebaasından olup dinî ve siyasî ideallerine daha rahat ulaşabilmek için İslâm'ı kabul etmiş görünen bir yahudi cemaati lideri. Mesih. 1492'de İspanya'dan kovulan Museviler, İspanya kökenli oldukları için kendilerine "Sefarad" adını koymuşlardır. Genişletilmiş anlamda ise bugün, Sefarad, Aşkenaz olmayan tüm Yahudilere verilen addır. “Aşkenazi" Yahudileri;Batı Almanya ve Kuzey Fransa'da Orta Çağ'da Ren nehri boyunca yaşayan Yahudilere denir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında başlayan ve 1908 Meşrutiyet’ini hazırlayan Jön Türk (Genç Türk) hareketi ve bunun gibi, Osmanlı’nın son yıllarına damgasını vuran İttihat ve Terakki Partisi de bu kentte doğmuş. 40 bin kişilik ordusuyla Selanik’i korumakla görevli Tahsin Paşa, 9 Kasım 1912 günü, tek kurşun atmadan kenti Yunan ordusuna teslim etmiş. Peşinden de Yunan vatandaşı olmuş. Aya Sofya Aristo Meydanı’na yakın bir yerde Katedral görünüyor. İnsanlar güzel elbiselerini giymişler, ellerinde hediyelik paketler ve çiçeklerle akın akın oraya doğru gidiyorlar. Merak ettim ve kalabalığa karıştım. Ayasofya (Azize Sofya/Hagia Sophia) Katedrali. Katedralde düğün yapılıyor. İçeride gelin ve damat yakınlarıyla tebrikleri alıyorlar. Zengin birisi olmalı.  Birden aklıma geldi; Müslümanlar da düğünlerini camilerde yapsalar, nikahlarını camilerde kıysalar, nasıl olurdu? Olur muydu acaba? Laikliğe zarar gelir miydi? Yok canım öyle şey mi olurmuş. Olmaz elbet. Camilerde sadece namaz kılınır başka bir etkinlik yapılamaz. Günahtır. Zinhar olmaz. Bir taraftan gelenekçi-yobaz Müslümanlar öbür taraftan Kemalist yobazlar bu işe bütün güçleriyle karşı çıkarlar... Alın birini vurun ötekine… Ne hale getirmişler Müslümanları… 1908 yılında tahttan indirilerek sürgün edilen II. Abdülhamid'in kaldığı köşk de varmış Selanik’te. Alatini Köşkü, Selanikli Musevi fabrikatör Georgio Alatini’ye aitmiş. Terkedilmiş bir bölgede bulunuyormuş ve harabe denecek kadar bakımsızmış. Temel ihtiyaçların görüleceği malzemeler bile yokmuş konakta. Orada tutulmuş II. Abdülhamid. Aslında ziyaret edilmesi gereken önemli bir yer. Üç sene kalmış orada II. Abdülhamid. Esefle söylemeliyim, Selanik'te gezilecek-ziyaret edilecek yerler arasında bile yok.Mustafa Kemal’in geçerken uğradığı nice yerler bugün ziyarete açıktır ve müze olarak kullanılmaktadır. Kıskandığım için söylemiyorum, o da bizim değerimiz o da. Benim demem odur ki; 33 sene devleti ayakta tutan Abdülhamid'in sürgün edildiği o konak niçin müze haline getirilmemiştir? Buyurun, cevabını lütfen sizler verin… Şehir Turu Ev ziyaretinden sonra, serbest zaman verildi. Arkadaşlarımız gruplar halinde şehre dağıldılar. Selanik'te bütün yollar Aristo Meydanına çıkarmış. Öyle dediler ve öyle de oldu. Bizim yolumuz da o meydana çıktı. Meydan, daha çok kentin modern yüzünü anlatıyor. Meydanı çevreleyen mekanlar tıklım tıklım, cıcıl cıvıl bir  meydan. Meydandaki binalar ve mermer sütunlar antik Yunan’ı ve Bizans'ı hatırlatıyor. 1917 yangınında şehrin büyük kısmı kül olmuş. Sonra da şehir aslına uygun olarak yeniden yapılandırılmış, güç gösterisi için yapılmış olmalı.  Aristo Meydanı'nın da üç heykel dikkat çekiyor. Venizelos heykeli, Aristo heykeli ve bir Papaz heykeli. Bu heykellertoplumda din ile ulusal kimliğin ne kadar iç içe olduğunu sembolize etmeye yetiyor. Aristo, Venizelos ve Papaz... Modern Yunan kimliğinin hangi temeller üzerinde yükseltilmeye çalışıldığını bu meydanda görebiliyorsunuz. Yunanistan’da yol boyunca kenarlarda sık sık kilise maketlerinin inşa edilmesi boşuna olmasa gerek. Kilisenin gücü…Kilise'nin doğrudan yaptırımı olmasa da kamusal alanda, siyasalın oluşmasında meşruiyet kaynağı. Aristo Meydanı, şehrin kalbi gibi.  Meydanın bittiği yerde deniz başlıyor. İzmir'in kordon boyunu hatırlattı bize. Kafeleriyle, restoranlarıyla ve deniz kokan havasıyla sanki İzmir’deyiz. Hemen orada, kordon boyunda bir kafede oturup, denize nazır kahvelerimizi yudumladık. Mahmut bey ödedi kahveleri. Buluşma yerine yakın bir yerde olunca. Biz gören oturdu kafeye. Buluşma yeri o kafeymiş gibi oldu… Verilen saatte buluşma yerindeydik. Eksik yok. Geç kalan olsa bile Fatma Mıdık ve Recai ceza kesmeyi bıraktılar. Sebebini sormadım. Vardır bir hikmeti dedim. Otele doğru yol alırken, “sağ tarafınıza bakın” komutu aldık ve baktık. Orada bir cami gördük. Tamir için iskele kurulu vaziyette. Anlaşılan restore edilmeyi bekliyor. Anlatılana göre on seneden beri böylece bekliyormuş. İnşaatı durdurulmuş. İskeleler de sökülmemiş. On sene… Bu süre içinde bir çivi dahi çakılmamış. Balkanlar’da Osmanlı’ya ait olan eserlere bir çivi dahi çakılamaz iken, birer birer yıkılırken, yok edilirken; Türkiye'deki vakıf eserleri niçin tamir edilir, ziyarete veya eğitime açık hale getirilir; sormak gerekmez mi? Gerekir elbet. Soralım o zaman Niçin? Sıra gecesi Akşam sıra gecesindeydik. Yemeğimizi de orada yedik. Hem de balık. Yunan ve Türk müziği dinledik. Adet olduğu üzere tabak kırdılar. Müzikle coşan insanlar doruk noktasına geldiklerinde “kalpler kırılacağına tabaklar kırılsın” anlamında tabakları kırarlarmış. Velhasıl eğlendik. Güzel bir gece oldu. Balkan turunun son gecesiydi. Sabahında döneceğiz. Önce İstanbul'a sonra da Berlin’e. Türk Eğitim derneğinin On yedinci gezisi.  16 gezimizin hepsinde Emin Oruç başımızda idi. Bu gezide o vize alamadığı için bizimle ‘Balkanlar Gezisi’ ne katılamadı. Bacanağını göndermiş ama... Emin’in eksikliğini çektik. Hem de çok. Gezimizin başlangıcında ve sonunda toplu konuşmalarımız olurdu değerlendirmeler yapardık, bu gezimiz de maalesef onları yapamadık, hatta otobüste değerlendirmeler yapardık. Onlar da olmadı. Evet sevgili Eminim Başkanlardan sana selam olsun… 11 günün sonunda tarihi malumat heybemize bir şeyler ilave ederek ve de ibret alarak döndük Berlin’e.  Aristo Sokrates, Aristo, Platon ve Büyük İskender’in yaşadığı topraklardayız. Onlardan birkaç cümleyle de olsa bahsetmeden olmazdı. Ama burada hepsine yer ayırmam takdir edersiniz ki, oldukça zor. Sadece Türkler tarafından Aristo olarak telaffuz edilen sistematik ahlâk ilminin kurucusu sayılan Aristoteles’ten ve O’nun ahlâk anlayışından örnekler sunarak Balkanlar gezisi ile ilgili yazımı sonlandırmak isterim:  Aristo'nun ahlâk felsefesinin temel ilkesi orta yolun takip edilmesidir. İfrat ve tefrit denen iki aşırı uçtan uzakdurmak gerekir. O’na göre, her türlü davranış orta yol takip edilerek gerçekleştirilmelidir. Bu sebeple Aristo ahlâk konusunda genel ve katı kurallar üzerinde durmamış, sadece “ne zaman, neye göre, kime karşı, ne sebeple, ne ölçüde ve nasıl hareket etmek gerektiğini” araştırmış; insanı fazilete, mutluluğa ve olgunluğa götürecek “orta yol”un da bu olduğunu söylemiştir. Aristo fakirlerin, kölelerin, kadınların, cahillerin, siyasi nüfuzu bulunmayanların, soylu bir aileden gelmeyenlerin hiçbir zaman tam olarak mutlu olamayacaklarını söyler. “Mutluluk sadece aristokrat bir zümreye hastır. Ahlaklı davranışın amacı zaten şeref kazanmaktır.” Der. Sözlerinden birkaç örnek:·       Akıllı insan düşündüğü her şeyi söylemez, fakat söyleyeceği her şeyi düşünerek söyler.·       Alçak olan kimse düşmekten korkmaz.·       Birçok kişinin yaşamı, isteklerini doyurma yollarını aramakla geçer.·       Bilge kişi zevk aramaz, kaygı ve acılardan uzak durur.·       Bilgi doğuştan akılda yoktur, ama akıl bilgiyi üretecek kapasitededir.·       Bütün insanların düşüneceği bir aklı vardır ve kullanmasını bilmek gerekir.·       Bir şeyi yapma gücümüzde saklı olan, bir şeyi yapmama gücümüzde saklıdır.·       Çok süslenenlere bakın; hepsi de eksikliklerini gizlemek isteyenlerdir.·       Devlet adamıyla devlet, kralla uyrukları, aile reisiyle ev halkı, efendiyle köleleri arasındaki ilişkilerin hep aynı olduğunu sanmak yanlıştır. Aralarında yalnızca büyüklük değil, nitelik farkı da vardır. ·       Dünya bir hücredir, seni yalnızlığa iten bir hücre, fakat seni düşündürüp olgunlaştıran ortam da olabilir.·       Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir.·       Dost; kişinin ikinci benliğidir. Dostlar! Dost yoktur! Dost kara günde belli olurErdem ve kabiliyet yönünden üstün olan kimselerin arkasından gitmek ve onlara uymak doğru olandır.·       Erdem bilincine sahip olmak yeterli değildir. Erdeme erişmek için ya da iyi insan olmak için çaba göstermeliyiz.·       En büyük suçlar, gerekli olanı değil de fazla olanı elde etmek için işlenir.·       Eğitimin kökleri acı, meyveleri tatlıdır. Eğitim görmüş aklın işareti, herhangi bir düşünceye onu kabul etmeden önce açık olmasıdır.·       En büyük suçlar yokluktan değil çokluktan doğar. Kimse başını sokacak yer bulabilmek için zorba olmaz.·       Faziletli olmayan insan, hayvanların en kirlisi, en vahşisi, muhterisi ve en doymak bilmez olanıdır. BİTTİ

4 Kasım 2024 Pazartesi

BERLİN’DE BİR CUMHURİYET BAYRAMINI DAHA GERİDE BIRAKTIK

Rüştü Kam Cumhuriyetin 101’nci senesini kutladık. Kançılarya’da kutladık. Bu sefer cumhurla birlikte kutladık. Yeni yeni simalar vardı kutlamada. Katılımcıların kimisi çok memnun olmuştu. Memnuniyetlerini aralarında konuşurlarken duydum. İnsanlar devletlerini çok seviyorlar, tanımadıkları halde çok seviyorlar, hele bir de tanısalar neler yapmazlar neler. Devletin soğuk yüzüyle karşılaşmışlar hep. Devlet deyince onların aklına kolluk kuvvetleri geliyor, icra memurları geliyor, belediye zabıtaları geliyor. Ama o insanlar yine de devletine karşı saygıda kusur etmiyorlar. Onlar, cumhur olarak, cumhuriyet bayramını da sokaklarda kutlamışlar o güne kadar. Mesela devlet onlara hiç yemek ikram etmemiş. Karçılarya’da ilk defa geldikleri kançılaryada devletin elinden yemek yiyorlar. Hem de istediği kadar koyuyor tabağına. İşte cumhur bu. Benim insanım, buram buram Anadolu kokuyor. Kendi bayramını kutluyor ve memnun. Ben gördüm o insanları. Gözleri pırı pırıldı. Resepsiyonlardan alkol daha kalkmadı veya kaldırılamadı. Birgün belki o da kalkar. Bu bayram cumhuriyet bayramı ise, o cumhurun bayramıdır; cumhur da bayramını alkol ile kutlamaz. Taze demlenmiş ÇAYKUR çayı ile kutlar, şerbet ile kutlar. İlklerin altına imza atmasıyla tanıdığımız Ahmet Başar Şen onu da yapabilecek duyarlılıkta bir Büyükelçidir. Berlin O’nu öyle tanıdı. Bekleyelim görelim inşallah. Allah yardımcısı olsun. Cumhuriyet bayramı konuşması da çerçeveletip duvara asılacak derecede anlam yüklüydü. Olduğu gibi istifadelerinize sunuyorum. Okuyalım: “Saygıdeğer Büyükelçiler, Değerli Meslektaşlarım, Sayın Milletvekilleri, Almanya Türk Toplumu’nun Kıymetli Temsilcileri, Alman Devlet Ricalinin ve Berlin Kordiplomatiğinin Muhterem Temsilcileri; Kıymetli Basın Mensupları; Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler; Bugün, Türk milletinin binlerce yıllık devlet geleneğinin çağdaş temsilcisi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 101. Yıldönümünü kutluyoruz. Ne mutlu ki; bu gururlu günümüzde Almanya’da, siz davetlilerimizle bir aradayız. Coşku ve kıvanç doluyuz. Hepinizi Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçiliği’nin çatısı altında, saygı ve muhabbetle selamlıyorum. Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun! Bugün, 101 yıllık büyük bir çınar ağacı olan Cumhuriyetimizin gölgesinde, sahip olduğumuz güzel vatanımız, özgürlüğümüz, tam bağımsızlığımız ve demokrasimiz için Cumhuriyetimizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e, dava arkadaşlarına ve tüm aziz şehitlerimize ve kahraman gazilerimize şükranlarımızı ve minnetimizi sunuyoruz. Manevi huzurlarında saygıyla eğiliyoruz. Ruhları şad, mekanları cennet olsun! Saygıdeğer Konuklar, Türkiye Cumhuriyeti, yıkılan bir cihan imparatorluğunun küllerinden doğmuş, çağdaşlaşma hamleleriyle kısa sürede dünya devletleri arasında saygın bir yere kavuşmuş ülkenin adıdır. Türkiye Cumhuriyeti, sadece bir yönetim şekli değil, aynı zamanda kapsamlı bir çağdaşlaşma hamlesidir. Bu hamle sayesinde Türkiye her alanda atılım yapmış, bugünkü dinamizm, kapasite ve potansiyele erişmiştir. Geçen yıl Cumhuriyetimizin 100. Yılını sizlerle birlikte kutlarken vurguladığımız üzere, şimdi artık Türkiye Yüzyılındayız. “Türkiye Yüzyılı” derken, basit bir hayalden yola çıkmıyoruz. Türkiye Yüzyılı, Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde oluşturulan, Cumhuriyetimizi, siyasi, ekonomik, sosyal, diplomatik, hülasa her alanda küresel düzlemde en ileri seviyeye getirecek yol haritasını içermektedir. Bu vizyon, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte yeni nesillere bırakacağımız en büyük mirasımız olacaktır. Gücünü her daim şerefle yad ettiği tarihinden alan Türkiye, gelecek vizyonunu da güvenlikten dış politikaya, savunma sanayiinden ekonomik büyüme hedeflerine, sağlık sektöründen eğitim ve bilime, akla gelebilecek her alanda bu ideal temelinde inşa etmektedir. Daha önce de her fırsatta vurguladığımız gibi, Türkiye, bu yüzyılda; demokrasisi örnek alınan, yeşil ve dijital dönüşümü başarmış, sürdürülebilir bir kalkınma modeli benimsemiş, kendi savunma sanayiine güvenen, diplomasisi ilgiyle takip edilen, milli birlik ve kardeşliğini her türlü olumsuzluğa karşı en güçlü şekilde muhafaza ederek ilerlemesini sürdürecektir. Yeri gelmişken, Türkiye’nin PKK, FETÖ, DEAŞ ve diğer terör örgütleriyle kararlı mücadelesinin yılmadan, bu örgütler tamamen ortadan kaldırılıncaya kadar devam edeceğini vurgulamak isterim. Geçen hafta savunma sanayimizin gözbebeği TUSAŞ’a yapılan hain terör saldırısını en şiddetli şekilde kınıyor, terörü lanetliyorum. Saldırıda hayatını kaybeden beş vatandaşımıza Allahtan rahmet, geride bıraktıklarına başsağlığı diliyorum. Yaralananlara acil şifalar diliyorum. Kıymetli Hanımefendiler, Beyefendiler, Türkiye’nin gelecek hedeflerindeki en büyük itici gücü kendi insanına ve onun güçlü maneviyatına duyduğu güvendir. Türk insanının, sevinçte olduğu kadar acı ve kederde de birleşebilen -karakteristik denilebilecek- duygu birliği, canlılığı ve dinamizmi Cumhuriyetimizin en temel taşıyıcı unsurlarındandır. Farklılıklarımızın, köklü tarihimizin ve kültürümüzün her şeyden önemlisi millet olarak sahip olduğumuz insani vasıflarımızın en büyük gücümüz olduğunun bilincindeyiz. Türkiye yeni yüzyılında bu anlayışla hedeflerine doğru yürümeye devam edecektir. Değerli Konuklar, Almanya, kalkınma ve çağdaşlaşma yolundaki süreçte yakın bir dostu olarak her zaman Türkiye’nin yanında olmuştur. 70 yıllık NATO müttefikimizdir. 2024 yılı, aynı zamanda iki ülke arasındaki Dostluk Anlaşması’nın 100. Yıldönümünü kutladığımız yıldır. Her konuda aynı düşünmesek de, ilişkilerimizde zaman zaman inişli çıkışlı dönemler yaşansa da, ortaklığımız çok boyutlu ve köklüdür. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Kasım 2023’teki Berlin ziyaretleri, Federal Cumhurbaşkanı Sayın Frank-Walter Steinmeier’in Nisan 2024'te ve son olarak Federal Şansölye Sayın Olaf Scholz’un 20 gün önce (19 Ekim) ülkemizi ziyaretleri başta olmak üzere, üst düzey ziyaretlerle perçinlenen güçlü angajmanımızın devamını diliyoruz. Uluslararası göç krizine çözümler üretilmesi, bölgelerimizde ve ötesinde barışın tesisi ve refahın geliştirilmesi, savunma sanayii işbirliği, ülkemizin AB yolunda ilerlemesi gibi konular başta olmak üzere ikili işbirliğimizi iki ülkenin de ortak yararına geliştirmeye devam edeceğiz. Avrupa bütünleşmesinin ancak Türkiye’nin tam üyeliği ile tamamlanacağının bilinciyle, AB’nin başat ekonomilerinden biri olan Almanya’dan stratejik hedefimiz olan AB’ne tam üyelik yolunda bizi daha kuvvetli desteklemesini bekliyoruz. Bunun ilk adımları olarak üst düzey diyalog mekanizmalarının bir an önce başlatılmasını ve Türkiye-AB Gümrük Birliği’nin güncellenmesi müzakerelerine en kısa sürede başlanmasını bekliyoruz. İkili ekonomik ve ticari ilişkilerimiz işbirliğimizin taşıyıcı sütunlarındandır. Almanya uluslararası ticaretimizde ilk sırada gelmektedir. 50 milyar doları aşan ikili ticaret hacmimizi dengeli biçimde, ilk aşamada 60 milyar dolar seviyesine ulaştırmayı hedefliyoruz. İki ülke ekonomileri dijitalleşme, yeşil enerji ve lojistik gibi alanlar başta olmak üzere geleceğe dair büyük potansiyel taşımaktadır. Bu potansiyeli hayata geçirmenin öncelikli unsurlarından biri vize rejiminde iyileştirmeler yapılması ve başta işinsanlarımız, akademisyenlerimiz ve öğrencilerimiz olmak üzere vatandaşlarımıza vize kolaylığı sağlanmasıdır. Yıllar içerisinde keder ve sevinç birliği ile perçinlenen, Türk-Alman dostluğunun, ivmesini ve gücünü muhafaza ederek nice yüzyıllarda yoluna devam etmesini temenni ediyoruz. Saygıdeğer Konuklar, Almanya ile ilişkilerimizin en özel unsuru şüphesiz güçlü insani bağlarımızdır. Bu kuvvetli bağların temelleri 1961 tarihli İşgücü Anlaşması çerçevesinde Almanya’ya uğurladığımız insanlarımızla atılmıştır. 63 yıl evvel “misafir işçi” olarak buraya gelmeye başlayan insanlarımız zaman içerisinde Türkiye ve Almanya için ortak bir hazineye dönüşmüştür. Geride vatanlarını ve sevdiklerini bırakan insanlarımız, emekleriyle, alın terleriyle, savaş sonrası Almanyasının kalkınmasında çok büyük rol almıştır. Bununla birlikte, iki ülke arasındaki bu özel beşeri bağ, aynı zamanda iki ülkeye de sorumluluklar yüklemiştir. Bu insanlarımız günümüzde acı tatlı yaşanan birçok gelişmede etkilerini, mevcudiyetlerini ve beklentilerini bizlere hissettirmektedir. Bunun son anlamlı örneğinin ülkemizdeki elim 6 Şubat deprem faciası olduğunu söylemek isterim. Almanya’nın, Almanya Türk Toplumunun gösterdiği yakın dayanışma, Türkiye’deki kardeşlerince her zaman hatırlanacaktır. İşgücü göçünün en başından itibaren, insanlarımızın manevi açıdan güçlü kalmaları, değerlerini ve öz kimliklerini yitirmemeleri, yaşadıkları topluma entegrasyonları, kabul ve saygı görmeleri önceliklerimiz arasında olmuştur. Almanya’nın çoklu vatandaşlığa imkan sağlayan Yeni Vatandaşlık Yasası’nın geçen Haziran ayında yürürlüğe girmiş olmasından buradaki insanımız adına memnuniyet duyuyoruz. Siyasal, sosyal, ekonomik ve akademik hayatın her alanında Almanya’ya katkıda bulunan insanımızın başarılarının artarak devam edeceğinden kuşkumuz yoktur. Büyükelçiliğimiz ve Almanya’daki 14 Başkonsolosluğumuzdaki görev arkadaşlarım ile birlikte, Türk vatandaşlığı bulunsun bulunmasın, Almanya Türk Toplumuna hizmet vermeye, iyi gününde, kötü gününde yanlarında olmaya, sorunlara çözüm, derde deva aramaya ve elbette bulmaya devam edeceğiz. Özellikle Türkçe, din hizmetleri, kültürün yaşatılması ve yeni nesillere aktarılması gibi hassas konularda insanlarımızın ihtiyaçlarının karşılanmasında, Alman makamlarıyla bilistişare katkı sunmayı ödev biliyoruz, bileceğiz. Kıymetli Hanımefendiler, Beyefendiler, Aşırı sağın yükselişi, bir arada barış içerisinde yaşama kültürü açısından Avrupa toplumları için adeta bir kırılma noktası teşkil etmektedir. Bugün de yabancı düşmanı, İslam karşıtı, antisemitik, aşırıcı, ırkçı, ayrımcı düşünce ve söylemlerin toplumlar üzerinde ne denli tehlikeli neticeleri olabileceğine şahitlik ediyoruz. Almanya Türk Toplumu’nun huzur ve refahının; bu gibi her türlü hastalıklı düşüncelerden korunmasının ortak gayemiz olduğunu biliyoruz. Almanya’nın bu konudaki kararlılığına inanıyoruz. Özellikle 2025 Federal seçimlerine giden süreçte, Almanya’daki insanlarımızın, kutuplaşmayı tetikleyen popülist siyasi tartışmaların dışında tutulması, seçim malzemesi yapılmaması hususunda Almanya siyasi aktörlerinin desteğini bekliyoruz. Saygıdeğer konuklar, Dünyamızın çeşitli sınamalarla karşı karşıya olduğu bir dönemden geçiyoruz. Farklı coğrafyalarda özellikle insani boyutta yaşanmaya devam eden acılar, vahameti her gün daha da artırıyor. Türkiye, çoğu dostumuzun ekranlardan seyrettiği krizleri anbean yaşayan, bunlara acil çözümler üretmeye çalışan bir ülkedir. Dış politikamızın temel düsturu olan, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle çevremizde bir barış ve refah kuşağı oluşturma çabalarımız sürecek; Millî gelirine oranla en çok insani yardım yapan, ayrıca dünyada en fazla sığınmacıyı barındıran ülke olarak, nerede bir mazlum, mağdur ve ihtiyaç sahibi varsa, kökenine, inancına, farklılıklarına bakmadan imdadına koşmaya devam ediyoruz. Küresel belirsizliklerin ve çok boyutlu krizlerin arttığı bir dönemde, Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde, Balkanlar’dan Orta Doğu’ya, Karadeniz’den Afrika’ya, Akdeniz’den Hazar’a ve Orta Asya’ya ve ötesine uzanan geniş coğrafyadaki çatışma ve krizlerin barışçıl şekilde sonlandırılması ve insani trajedilerin önlenmesi için angajmanımızı milli dış politika anlayışımızla sürdürüyor, barış, istikrar ve adaletin tesisi için gayret gösteriyoruz. Değerli Misafirler, Uluslararası barış ve güvenlik hepimiz için hayati önemini koruyor. Bunun en dramatik örneğini, bir yılı aşkın süredir Gazze’de devam etmekte olan insanlık dramında maalesef görmekteyiz. Son bir yılda Gazze’de çoğu kadın ve çocuk 41 bini aşkın Filistinli hayatını kaybetmiştir. Zor şartlar altında görevini yapmaya çalışan yüzlerce sağlık görevlisi, gazeteci öldürülmüştür. Açlıkla, susuzlukla boğuşan Gazze halkının imdadına koşan insani yardım görevlileri, yüzlerce Birleşmiş Milletler personeli öldürülmüştür. Yüzlerce okul, hastane, cami, kilise vurulmuştur. Şimdi benzer durumların Lübnan’da da yaşanmaya başladığına üzülerek şahitlik ediyoruz. Türkiye, tıpkı Filistin halkının yanında olduğu gibi, Lübnan halkının da yanında olmaya devam edecektir. Sivillerin korunması, uluslararası yardımların bölgeye ulaştırılması, acil ve kalıcı bir ateşkesin sağlanması ve uluslararası barış ve güvenliğin korunması son derece aciliyet arzetmektedir. Bölgede daha fazla kan akmamalıdır. Bölgede topyekûn bir savaşın patlak vermesi riskine karşı harekete geçilmesi insani ve ahlaki zorunluluktur. Türkiye, bu amaçla gerekli tüm adımların gecikmeksizin atılması çağrısını her fırsatta tekrarlamaktadır. Keza, Ukrayna’daki savaş üçüncü yılını bitirirken, adil ve kalıcı bir barışın tesisinden hala uzaktayız. Türkiye, savaşın, Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ve egemenliği temelinde, diplomasi ve diyalogla sona erdirilmesine yönelik çabalara desteğini sürdürecektir. Saygıdeğer Konuklarımız, Cumhuriyet Bayramı resepsiyonumuzda, gerek eğitimci kimliği, gerek özgün eserleri ile sanata önemli katkılar sunan ve 2022 yılında Resim dalında T.C. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görülen sanatçımız Süleyman Saim Tekcan’ın “At’Nağme” isimli sergisine de ev sahipliği yapmaktan mutluluk duyuyoruz. Bilindiği üzere at figürü geçmişten günümüze Türkler için ayrı bir yere sahip olmuştur. “At’Nağme” projesinde yer alan 26 eserin tamamı, özgün baskı, gravür tekniğiyle yapılarak hem biçimsel hem de kültürel semboller içeriyor, geleneksel hat sanatına da sıkça yer verildiği görülüyor. Sizleri büyük usta Saim Tekcan’ın bu değerli eserlerini incelemeye davet ediyorum. Sergi 12 Kasım 2024 tarihine kadar Büyükelçiliğimizde yer alacak. Daha fazla bilgi için sergi alanında bulunan broşürlerden yararlanmanızı rica ediyorum Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler, Sizlere hitabıma son vermeden önce 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonumuz çerçevesinde bizleri destekleyen tüm değerli sponsorlarımıza içten teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Konuşmamın sonuna gelirken, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava arkadaşlarının önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor, vatanımızın bağımsızlığı, milletimizin birlik ve bütünlüğü uğruna canlarını feda eden aziz şehitlerimizi ve bu yolda her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi, Türkiye Cumhuriyeti'nin yücelmesine ve muasır medeniyetlerin ötesine taşınmasına katkıda bulunmuş herkesi minnetle ve rahmetle anıyorum. Hepinize katılımınız için teşekkür ediyor, sizleri saygı ve sevgiyle selamlıyorum. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun! Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti! Cumhuriyet ilelebet! Teşekkür ederim.” Not: Bacakları görünmesin diye eteğinin yırtmaçlarını eliyle birleştirerek sahneye çıkan çıtı pıtı bir spiker kızımız sunuculuk yaptı. A güzel kızım madem bacaklarının görünmesini istemiyorsun o elbiseyi neden giyiyorsun, giyiyorsun madem neden iki ucundan çekiştirip duruyorsun! Bırak açılsın ve görünsün bacakların. Neden kendine zulmediyorsun. Sahneye çıkmakta bile zorlanıyorsun o halinle. Paradoks. Toplumun önüne çıkan insanların biraz kendilerine dikkat etmeleri gerekmez mi? Hele resmi bir kurumun toplantısındaysanız, ve kutladığınız bayramın adı da Cumhuriyet bayramı ise. Türkiye Cumhuriyetinin cumhuru, öyle bacaklarını açarak çıkmaz toplumun karşısına. Eğer çıkıyorsa; o, o cumhurun üyesi değildir, başka bir cumhurun üyesidir. Herkes ait olduğu yerde olursa sıkıntı olmaz. Yolunu şaşırırsa sıkıntı olur... Oraya gelen insanlar, senin ve senin gibi olanların bacağını, dekoltesini görmek için gelmedi. O nedir öyle daracık daracık elbiseler, göğüsler neredeyse dışarı fırlayacak, yüzlerde bir ton boya. Bu ne yahu. Onları öyle gördükçe kadın cinsinden tiksiniyor insan. Sanmayın ki; erkekler öyle açıkta olan şeylerden hoşlanıyor. Ortada olan değil, gizli saklı olandır cazip olan. Yapmayın, etmeyin böyle, kendinize eziyet ediyorsunuz. Ben böyle bilir böyle derim...

24 Ekim 2024 Perşembe

BALKANLAR GEZİSİ XII OHRİ

BALKANLAR GEZİSİ (XII) OHRİ -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024- -Osmanlı Devleti, 1364 yılında Çirmen Muharebesi’yle Balkanlar’a giden yolun kapısını açmıştır. Bu kapıdan içeriye girerek 1385 yılında da Ohri’ye gelmiştir. 300 Spartalı’nın Perslere karşı yaptığı kanlı Termofil (Thermopylae) Muharebesi, defalarca filme çekilmiştir, her fırsatta da büyük bir kahramanlık destanı olarak anlatılır. Ancak; Lala Paşa komutasındaki 800 akıncının, bir gece baskınıyla 70.000 Haçlı ordusunu darmadağın etmesinden nedense hiç söz edilmez. Anlayan beri gelsin…- Rüştü KAM 22.10.2025 Balkanların önemli bir parçası olan Makedonya, 1371 yılından itibaren peyderpey Osmanlı hâkimiyeti altına girmiş. 1912-1913 Balkan Savaşlarına kadar da Osmanlı coğrafyasının önemli bir parçası olmuş. Altı yüz yıllık süreç içinde Osmanlı Devleti Makedonya topraklarını ihya etmiş. Bunun için o topraklarda çok sayıda cami, mektep, medrese, külliye, tekke, zaviye, han, hamam, kervansaray, bedesten, imaret, çeşme, sebil, köprü inşa etmiş. Vakıflarla da bu eserleri desteklemiş. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden getirdiği Türkleri de iskân etmiş. Rehber Levent Ohri’de iskân edilen Saruhan Türklerinin torunlarındanmış. Böylece Osmanlı, bir taraftan Türk imar kültürü ile buralarda kalıcı olmaya çalışırken öbür taraftan da iskân politikasıyla Makedonya’ya İslâm medeniyetinin mührünü vurmuş. Dolayısıyla Makedonya toprakları altı yüzyıl boyunca bilfiil Osmanlı Devleti'nin siyasî ve kültür coğrafyasının can damarını oluşturmuş. Geldik ve gördük ki; Osmanlı Devleti yıkılmış olsa da Makedonya, Türk kültür coğrafyasının ayrılmaz bir parçası olmaya devam etmektedir. Gururlandık…Göğsümüz kabardı. Çirmen Savaşı (26 Eylül 1371) Tarih inanılması zor savaşlarla, zaferlerle ve yenilgilerle doludur elbet. Olamaz denilen çok şey gerçekleşmiştir tarihte. Mesela Çirmen Savaşı. Öyle bir savaş ki; 800 asker ile 70.000 Haçlı ordusunun tarumar edildiği ve üç kralın öldürüldüğü bir savaş. Osmanlı için Balkanlara açılan kapının anahtarı olan Savaş; Çirmen Savaşı. 300 Spartalı’nın Perslere karşı yaptığı kanlı Termofil Muharebesi, defalarca filme alınmış. Her fırsatta da büyük bir kahramanlık destanı olarak anlatılır. Ancak, Lala Paşa komutasındaki 800 akıncının, bir gece baskınıyla 70.000 Haçlı ordusunu darmadağın etmesinden nedense! hiç söz edilmez. Okullarda da birkaç cümle ile geçiştirilir. Detaylı okutulmaz. Bizden başka kendi tarihine düşman olan ve kendi tarihine acımasızca saldıran bir millet daha var mıdır onu bilmiyorum… Yazıktır günahtır… Osmanlı, Çirmen Savaşı ile açılan kapıdan içeriye girmiş ve o topraklarda 600 yıl hüküm sürmüş. İnişli çıkışlı da olsa bu süre zarfında geriye sayısız eser bırakmış. Makedonya’ya ayak basar basmaz o kültürden geri kalanları az da olsa görebiliyoruz. Her meydana sıra sıra sağlı sollu kahveler dizilmiş. Masalar atılmış dışarıya, insanlar keyifle Türk kahvesi ve çayını yudumluyorlar. Ohri’de de Osmanlı kültürünün; diliyle, kılık-kıyafetiyle, yemesi-içmesiyle, gelenek-göreneğiyle canlı bir şekilde yaşatıldığını görmekle mutlu olduk. Heveslendik ve hemen oturup biz de çayımızı kahvemizi içelim istedik ama Ohri rehberi Levent önce turumuzu tamamlayalım sonra gelir içersiniz deyince hevesimiz kursağımızda kaldı. O da haklı…Kendisine verilen sürede turunu tamamlaması lazım. Onun işi de bu. Geldik, gezdik ve gördük ki; Balkanlar ve Makedonya tarihi Osmanlı ’sız Türkiye Cumhuriyeti kültür tarihi de Balkan ’sız ve Makedonya ‘sız düşünülemezmiş, düşünülmemeliymiş. Et ile tırnak gibi… Ohri Takıldık rehber Levent’in peşine, Orada meydanda yaşlı bir ağaç var. St. Clement Meydanı’nda. O ağaç telaşlı görünüyor, bizlere bir şeyler söylemek istediği besbelli. El ediyor bize, kollarını kocaman açmış kendisine doğru koşmamızı istiyor. Koştuk ve kucaklaştık, tanıştık. Meğer, 200 yıldan beri orada öylece durup bizim gelmemizi beklermiş. Biraz da öfkeliydi, lisan-ı haliyle bize sorduğu ilk soru, “Neden bu kadar geciktiniz?” oldu. Son 200 yıldan beri başımıza gelenleri bir bir anlattık ona; “Bilmez miyim, biliyorum elbet, siz geldiniz ya bundan sonrası da gelir.” İnşallah... Eskilerden idam cezalarını burada senin gölgenin altında gerçekleştirirlermiş, doğru mudur? Şeklindeki sorumuza; “yok öyle bir şey, uydurmadır” dedi. Üsküplü şair Yahya Kemal Beyatlı’nın, annesi vefat ettiğinde, senin gölgende, "dünyalar yıkılmıştır" diyerek ağlamış, bu doğru mudur? “Evet o doğrudur” dedi. Sonrasında başladık Ohri’yi turlamaya. Önce bir tekne turu gerçekleştirdik. Bolca oksijen aldık. Ciğerlerimiz bayram etti. Göl sakin, Ohri’yi seyrediyoruz, rehberimiz karşı tepede görünen evleri işaret ederek, “o gördüğünüz evler Safranbolu evleriyle birebir örtüşmektedir” Yani Türk mimarisinin eserleridir, ancak, “Ohri makamları bu evlerin Makedon mimarisinin örnekleri olduğunu söylüyorlar” diye de ilave etti… Tekne turu bitince Safranbolu evlerini arkamıza alarak topluca hatıra fotoğrafı çekildik. Sonrasında da Ohri hakkında bilgi aldık kendisinden: “Ohri’nin nüfusu 1930 yılında 30 bin iken bugün iki bine düşmüştür. Göçe zorlananlar, savaşlarda ölenler/öldürülenler, bilinçli olarak bir plan çerçevesinde yok edilenler öldürülenler… Bir şekilde yok edilmiş işte…! Makedonya’nın en güzel şehirlerinden biri olan Ohri, bu gördüğünüz gölün kıyısına kurulmuştur. Eşsiz güzellikteki bu göl; şehirle aynı ismi taşımakta ve Ohri Gölü olarak anılmaktadır. Avrupa’nın en eski göllerinden birisi olması ve birçok endemik türe ev sahipliği yapması, Ohri şehrinin ününe ün katmıştır. Ohri gölünde bulunan canlı çeşitliliğinin yarısından fazlası, dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamaktadır. Bunun en büyük sebebi, gölün suyunun oksijen bakımından zengin ve temiz olmasıdır. Ohri, incisiyle de meşhur bir şehirdir. Ancak birçok kişinin düşündüğü gibi inci istiridyenin içinde oluşmuyor. Sadece Ohri gölünde yetişen bir tür balıktan özel yöntemlerle elde ediliyor.” Bu kısa bilgilendirmeden sonra, eski Ohri bölgesine geçtik. Kilise iken camiye, cami iken de kiliseye çevrilen Ayasofya kilisesine gittik. Kapalı olduğu için, içini göremedik. Camiye çevrildiği zaman içerideki ikonlara hiç dokunulmamış, ikonları, tahrip etmeyecek bir teknik kullanılarak aynen muhafaza edilmişler. Osmanlı farkı… Dönüş yolunda Ohri’nin en eski kâğıt imalathanesine uğradık, kâğıt yapım tekniğiyle ilgili bilgiler aldık oradaki çalışanlardan. Günümüzde aynı teknik ile üretim yapan iki imalathaneden biriymiş. Sonrasında hediyelik inciler almak üzere bir dükkâna götürdü rehber Levent ve oradan sonra da serbest zaman verdi. İki saat sonra belirlenen yerde bulaşacaktık. Herkes bir yerlere dağıldı. Ben hediyelik incilerimi aldım. Sonrasında, Ohri’nin girişindeki kahveye gittim. Bir çift var, yan masada. Bir de çocukları. Tanıştım onlarla. Denizli’nin gölcük mahallesindenmiş. Komşu köyden. Üzerlerine geldiğim için ve hemşerim oldukları için çay parasını onlar ödedi. Türk misafirperverliğinin canlı örneği… Verilen süre dolunca otobüsün yanında toplandık. Bu arada yağmur da bastırdı. İki kişi yok. Züleyha ve Dilek. O yağmurda aramaya çıktı arkadaşlar onları. Bulamadılar. Bu arada bir saat geçti. Telefonla da ulaşamayınca otele doğru hareket ettik. Onlar kaldı Ohri’de. Otelin adresi vardı nasıl olsa, bir şekilde gelirler dedik. Düşündüğümüz gibi bir zaman sonra taksi ile geldiler. Alışveriş için girdikleri dükkânda işleri uzamış. Onun için geç kalmışlar. Otele yerleşir yerleşmez aşağıda toplandık. Sıra gecesine gideceğiz, Balkan türküleri dinleyeceğiz ve yemek yiyeceğiz. Geç kaldık. Salona zamanında gelemeyince bize ayrılan yerleri başka bir gruba vermişler. Uzunca bir cebelleşmeden sonra bizim için yer açtılar, yeni masa ve sandalye getirdiler. Sıkışık bir vaziyette yerlerimize oturduk. Salon çok kalabalık. Çalanlar çaldı, oynayanlar oynadı, alkışlayanlar alkışladı, dinleyenler de dinledi. Güzel bir gece geçirmek istedik ama olmadı, aksilikler peşimizi bırakmadı. İzleyicilerin çoğunluğu Türk. Türkiye’den gelmişler belli. Biz oraya Balkan Türküleri dinlemeye gittik. Oradaki Türkler başladılar Türkiye türküleri istemeye. Arada bir de cumhuriyet marşı okuyorlar. Biraz saygı lazımdır. Salonda sadece siz yoksunuz. Birçok grup var. Biz ve bizim gibi olan gruplar oraya Balkan Türküleri dinlemek için Balkan oyunları oynamak ve oynayanları seyretmek için gelmişiz. Sen okuyacaksan cumhuriyet marşını ve Türkçe türkülerini git otobüsünde oku… Tadımız kaçtı. Sabah da erkenden kalkacağız ve Manastıra doğru yola çıkacağız. Terkettik salonu ve Otobüste homurdana homurdana otele vardık… Toplu gezilerde uyum çok önemlidir. Grup kararı esastır. Gruptan ayrılarak bir kenara çekilmek şık durmaz. Durmuyor da zaten. Tabi ki grup yöneticisi olmak da ayrı bir sorumluluktur, sorumluluk gerektiren bir iştir grup yöneticiliği. Kimsenin kalbini kırmamak lazımdır. Geziyi de planlandığı gibi bitirmek önemlidir. Kimisi A der kimisi B. Sabır gerekir. Sabır taşı olsan da çatlayacağın zaman gelir, gelir gelmesine de sabır işte o zaman gerekir. Yoksa sabretmenin bir anlamı kalmaz. Kiril Alfabesi Ohri, tarihi süreç içinde Slavların hükmü altına da girmiş. Hatta şehri dini bir merkez haline getirmişler. Başta Rusya olmak üzere birçok Slav toplumunun kullandığı Kiril Alfabesi, Ohri şehrinde ortaya çıkmış. Antik Yunan alfabesinden esinlenerek hazırlanan bu alfabe; Ohri’de yaşayan Kiril ve Metodiy ismindeki iki papaz tarafından gizli görüşmelerde kullanılmak üzere icat edilmiş. Rehberimiz levent anlattı bunları. Heykelleri de oraya dikilmiş idi. Kahve Kültürü̈ Balkanlarda kahve kültürü oldukça yaygın. Tıpkı bizdeki gibi. Kahve Yavuz Sultan Selim döneminde (1512- 1520) Mısır’ın fethinden sonra Müslüman tüccarlar tarafından İstanbul’a getirilmiş. Ancak, Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520 -1566) gündelik hayata taşınabilmiş. Kahve, “Türk Kahvesi” adı altında Balkanlar’a ve bütün Avrupa’ya Osmanlılar vasıtasıyla yayılmış̧. O günden bugüne Balkanlarda halkın vazgeçemediği bir içecek haline gelmiş. Türk usulü pişiriliyor ve servise ediliyor. Lokumu ve suyu yanında. Bol köpüklü. Telveli. Resneli Niyazi "Geyik Muhabbeti" ve "Ne şehittir ne gazi pisi pisine gitti Niyazi" Deyişleri meğer hakikatmiş, hayal ürünü değilmiş. Resne,Ohri ile Manastır arasında yer alan bir kasabanın adı. Niyazi de o kasabada doğan, büyüyen (1873- 1913) bir çocuk. Manastır Askeri İdadisinde okumuş ve teğmen rütbesini almış, Osmanlı-Yunan Savaşı (1897)’nda gösterdiği başarıdan dolayı da Üsteğmenliğe terfi ettirilmiş. Asıl adı Ahmet Niyazi. Sonradan ittihatçılardan olmuş. II. Abdülhamit’i tahttan indirmek için emrindeki 200 asker ile dağlara çıkmış. Bugünkü adıyla Terörist Niyazi (3 Temmuz 1908). Besle kargayı oysun gözünü… Acıkmışlar, avlanmak için dağda dolaşırlarken, bir geyiğe rastlamışlar, tam tetiği çekecekken geyiğin gözlerini fark etmiş ve gözlerinden etkilenmiş, çok güzel gözleri varmış ve tetiği çekmekten vazgeçmiş. Geyiği evcilleştirmeye karar vermiş. Geyiğin tanrı tarafından kendisine yol gösterici olarak gönderildiğine inanmış. Ondan sonra yanından hiç ayırmamış. O nereye geyik de oraya. Af çıkıp İstanbul’a gelirken bile yanında geyiği ile gelmiş. İstanbul basını Resneli Niyazi’yi değil de geyiğini haber yapmış, böylece geyik meşhur olmuş, büyük bir üne kavuşmuş. Hatta, Gülhane Parkı'nda halka teşhir edilmiş. Veliaht Abdülmecit dahi çocuklarıyla geyiği görmeye gelmiş. Günlerce, haftalarca, aylarca, senelerce terörist Niyazi’nin geyiği konuşulmuş. Geyik muhabbeti almış başını gitmiş. ''Geyik Muhabbeti'' lafı da işte buradan çıkmış. Bitmek tükenmek bilmeyen, uzadıkça uzayan matrak ve boş konuşmalar için 'Geyik Muhabbeti' deyimi kullanılır olmuş. İttihatçılar tarafından Abdülhamit’i tahttan indirmek için kullanılan Resneli Niyazi; son kullanma tarihi bitince, İstanbul’da işinin kalmadığını bir şekilde ona anlatmışlar. O da anlayacağını anlamış ve memleketine dönmüş. Nedense bir zaman sonra İstanbul’a dönmek istemiş, belki de ‘beni böyle kirli mendil gibi buruşturup çöpe atamazsınız’ demek içindir, burası bilinmiyor… 17 Nisan 1913’te İtalya üzerinden İstanbul’a ulaşmak için Arnavutluk’un Avlonya iskelesinde vapur beklerken, kendisine ittihatçılar tarafından tahsis edilen koruması tarafından, arkadan hançerlenerek öldürülmüş. İhanetin sonu… Öldürülme nedeni karanlıkta kaldığı için, şöyle bir deyimin de kaynak kişisi olmuş; ” Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi.” Günümüzde bu ifade 'talihsizlik yaşayan, emeği boşa giden, yaptığı işin karşılığını alamayan, anlamsızca işler yapıp sonuçta zarar gören' kişiler için de kullanılmaya devam etmektedir. Niyazi pisi pisine gitmiştir gitmesine de arkasında iki deyimi de miras olarak bırakmıştır: “Geyik muhabbeti.” “Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi.” Devam edecek

17 Ekim 2024 Perşembe

BALKANLAR GEZİSİ XII MAKEDONYA

BALKANLAR GEZİSİ (XII) MAKEDONYA -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024- -Meydanın tam ortasında Büyük İskender’in Heykeli var. Heykel ismiyle mütenasip olarak yapılmış. Büyük İskender…Hatta heykellerin meydanda yerini almasından sonra burada şöyle bir espiri gelişmiş; “Makedonya’nın %70’i Makedon, %20’si Arnavut, %10’u da heykeldir.”- Üsküp Murat Hüdavendigâr ile vedalaştık ve hemen yola çıktık. Abdurrahman Akgül vakitlice Üsküp’e varmak için acele ediyor. “Ben bu geziye Üsküp ve Bosna için katıldım” diyor. Mamuşa’ya gidişimiz vakit açısından onu ve bazı arkadaşları rahatsız etti. Mamuşa’yı görünce de fikirlerini değiştirdiler. “İyi ki buraya gelmişiz“dediler.  Abdurrahman’a gezinin fotoğraflanması için görev vermiştim. O da Schönefeld havaalanından beri görevini yaptı. Kendisiyle 1985 ten beri tanışırız. Aynı zamanda hemşerimdir. Geziye eşi Ayşe Hanım’la katıldı. Endişe etmemesi gerektiği, zamanında Üsküp’te olunacağı kendisine söylendi. Söylendi söylenmesine de o ne kadar ikna oldu onu bilemem.  Üsküp’teyiz. Üsküp’ü tanımak için yeteri kadar zamanımız var. Ancak hesapta yağmur yoktu. Üsküp rehberinden önce yağmur karşıladı bizi. Şemsiyesi olanlar, mümkün olduğu ölçüde şemsiyesi olmayanları koruma altına aldılar. Benim gibi rahmetten kaçmayanlar da vardı. Üsküp’ün seması madem özlemiş bizi bırakalım da hasret gidersin. Doya doya akıtsın gözyaşlarını. Eeee, kolay mı, aradan 700 sene geçmiş. Zordur yol gözlemek. Hele bir de yolu gözlenen Türk ise... Rehberimiz önden biz arkadan hızlı adımlarla köprünün üstüne kadar vardık. Toplandık rehberin etrafında. O anlattı biz dinledik. Nazik ve saygılı bir genç. Retoriği ve bilgisi oldukça güzel. Bilgilendik. Sorular soruldu, cevapları alındı. Ah bir de semanın göz yaşları olmasaydı… Her tarafa heykel dikilmiş Köprünün üzerinden bakınca etrafımızda sadece heykelleri görüyoruz. Rehber eliyle de işaret ediyor. Anlatılanlardan anladığımız kadarıyla devlet; Üsküp’ün yüzünü geçmişe döndürerek halka mesaj vermek istiyormuş. “Sen Müslüman değildin pagan idin, geçmişini unutma!” Mesajı… Bunun için dikilmiş o heykeller. Hem de bir gecede. Amaç, Üsküp’ü kendine getirmekmiş. Müslüman kimliğinin dışında farklı bir kimliğinin olduğunu hatırlatmakmış. Osmanlı ruhunu Üsküp’ten söküp atmakmış.  Parayı Avrupa Birliği vermiş. Halk sabah kalktığında başka bir ülkeye uyanmış, heykeller ülkesine. Meydanın tam ortasında Büyük İskender’in Heykeli var. Heykel ismiyle mütenasip olarak yapılmış. Büyük İskender…Hatta heykellerin meydanda yerini almasından sonra burada şöyle bir espiri gelişmiş; “Makedonya’nın %70’i Makedon, %20’si Arnavut, %10’u da heykeldir.” Ayrıca Makedonya Kuzey Makedonya olarak anılmaya başlanınca yeni bir şehir planı uygulamaya konulmuş. Vardar Nehri üzerine köprüler inşa edilmiş, Meydana Arkeoloji Müzesi gibi yapılar yapılmış. Bu hummalı çalışmanın en güzel tarafı şehrin ışıklandırılması olmuş. Hava kararınca şehre sihirli bir el değiyor ve şehir birdenbire başka bir yer oluveriyor.  Tanıtım sonrasında meydandaki heykellerin arasından geçerek Osmanlı çarşısına vardık. Müslüman Arnavut ve Ortodoks Sırpların bir arada yaşadığı ve esnaflık yaptığı çarşıya. Şehrin Sultanahmet’i veya Eminönü’sü niteliğindeki tarihi çarşıya.  Birdenbire yüzler gülmeye başladı. Dükkanlar tanıdık geldi. Minareler de. Türkiye'nin bir prototipi. Kendi yetiştirdikleri meyveleri ve sebzeleri satan manavlar, dükkanlar, Türk ve Balkan lokantaları, Osmanlı’dan kalma hanlar, hamamlar, kervansaraylar, camiler ve türbelerin olduğu bir çarşı burası. Etrafı seyrederken içimiz huzurla doluyor. Çarşı esnafıyla Türkçe konuşabiliyor ve alışveriş yapabiliyorsunuz. Türkiye’deymişsiniz gibi. İletişim sıkıntısı çekmiyorsunuz. Halk arasında bir söz varmış; “Üsküp’te su bile Türkçe akar” derlermiş.   Balkanlar’da aradığımız ve birer ikişer bulabildiğimiz Osmanlı eserlerinin çoğunlukla ayakta olduğu ülke Makedonya imiş. Özellikle de Üsküp. Üsküp'te Osmanlı mimarisi korunuyormuş. Mustafa Paşa Camii, Kapan Han, İsa Bey Camii, Kurşunlu Han ve Davut Paşa Hamamı, Yiğit Paşa Kültür Merkezi ve Medar camii bu eserlerden bazılarıymış. Hemen çarşının girişinde solda kadim dostum Ali var. Köfteci Ali. Türkiye’ye her gidişimde Ali’nin köftesini ve yanında acı biberiyle birlikte kuru fasulyesini yemeden geçip gitmem, bu sefer de öyle yaptım. Yanımda Recai ve Ekrem de vardı. Üsküp rehberimizin anlattığına göre, belediye şehrin elden geçirilmesi için karar almış. Müteahhit firmaya vermiş. Firma, Osmanlıdan kalma Arnavut kaldırımlarını “eskimişler” bahanesiyle söküp, onların yerine yeni taşlar döşemenin daha iyi olacağını söylemiş ve yetkilileri ikna etmiş.  Ancak kazın ayağının öyle olmadığı sonradan anlaşılmış. Müteahhit firma o taşları tarihi eser diye yüksek fiyatlara satarmış. Yetkililer bu durumu öğrenir öğrenmez müdahale etmişler ama meydanın büyük bölümünün taşları sökülmüş. Söküme meydanın aşağısından başlamışlar. Medar Camii’ne kadar gelmişler. Düşmanlık mı desem yoksa hırs mı desem? Ne dersem diyeyim olan olmuş. Belki milyonlarca para kazanmış firma oradan. Çarşıda yürürken aradaki uyumsuzluğu ve çirkinliği hemen fark ediyorsunuz baten… Ezan okunuyor Birdenbire ezan sesleri geldi kulağımıza. Müezzinin biri bitiriyor öbürü başlıyor. Bazen de sesler birbirine karışıyor. Ayrı ayrı zamanlarda başlayıp birkaç saniye sonra birbirine karışarak o kadar güzel bir harmoni oluşturuyorlar ki; duygu seline kapılıyoruz, dizlerimizin bağı çözülüyor. Sonuna kadar dinliyoruz ezanı. Allah-ü Ekber…Leilâhe illallah. (Allah büyüktür ve tektir, O’ndan başka ilah da yoktur) Aman Allah’ım ne kadar gurur verici bir an… Tabii özlem de var.Almanya’dan geliyoruz. Çan seslerine aşina olduğumuz bir ülkeden. Bazılarımız için en az bir senedir duymadığımız ses, o ses, ezan sesi. Kayıt altına alarak o anı ölümsüzleştirmeyi bile unutmuşum heyecanımdan.  Sonrasında yemek için önceden rezervasyon yapılmış olan restorana geçtik. Köfte ve kuru fasulye yiyeceğiz. Köfteci Ramiz’in dükkanının hemen karşısında. “Balkan Ninnisi” filmindeki Ramiz’den bahsediyorum.   Üsküp’ün Tarihi Üsküp’ün tarihi MÖ IV. yüzyıllara kadar uzanırmış, eski adı Scupi imiş. Arapçada "suların akması ve kaynaması"anlamına gelirmiş. Üsküp, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış eski bir şehir. Bizans HükümdarıI.Justinyonos Üsküp doğumluymuş. Çok sayıda eser bırakmış Üsküp’e. 1154 tarihinden itibaren Sırp hâkimiyetine girmiş.   İkinci Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya’nın Komünist eyaletlerinden biri haline gelmiş. Çok geçmeden de (1991) bağımsızlığını ilan etmiş. 2000 yıllık Hristiyanlığın anısına Vodno Dağı’nın tepesine bir haç dikilmiş, Milenyum Haçıymış. 66 metre yüksekliğinde olan bu haç, dünyanın en büyük haçı ünvanını elinde bulundurmaktaymış (2024). Mostar’ da. Hum tepesinde de görmüştük benze bir haç. Kiliselerdeki ve benzer yerlerdeki Haç anlamlıdır elbet, onlara sözümüz olmaz. Ama dağların tepelerine dikilen haçlar kışkırtıcıdır. Müslümanlar da aynı şekilde dağlara sembollerini (Hilal) dikmeye kalkarlarsa ne olacağını düşünmek lazım değil midir? Bir de demokrasi dediğimiz bir şey var… Taşköprü Üsküp’ün sembolü olan Taşköprü, şehrin tam ortasından geçen Vardar Nehri’nin iki yakasını birleştiriyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa edilmiş. Köprüye, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü diyenler olduğu gibi  Vardar Köprüsü, veya  Taşköprü diyenler de varmış. 12 kemerli ve 6 metre genişliğinde bir köprü. Köprü eskiden Üsküp’te bir yakadan öbür yakaya geçmek için kullanılırmış. 1971 yılında başka köprünün inşa edilmesiyle Taşköprü sadece yayalar tarafından kullanılabilir duruma gelmişÜsküp’e biraz geç geldiğimizden ve hava da yağmurlu olduğundan fotoğraf çekememiştik. Otele yerleştikten sonra Züleyha Hanım ile fotoğraf çekmek için geriye döndük. Meydan ışıklandırılmıştı ve yağmur da dinmiş idi.  Üsküp için şu cümleyi kurmam yerinde olacaktır; değil Üsküp’ün, Makedonya’nın bütün şehirlerini heykellerle donatsanız da o camiler ayakta kaldığı sürece Osmanlı ruhunu oralardan söküp atamayacaksınız! Matka Kanyonu Sabah 08 de otobüs hareket etti. Hedefimizde Selanik var. Geceyi Ohri de geçireceğiz. Ohri’de sıra gecesinde eğleneceğiz ve yemek yiyeceğiz. Bol bol Makedon şarkıları dinleyeceğiz. Ama önce Matka Kanyonu.  Üsküp'e sadece 15 kilometre mesafede. Otobüsten indikten sonra yokuş yukarı yürüdük. Bazı arkadaşlar aşağıda kalmayı tercih etti. Neden böyle yaparlar bilmem. Grup gelinceye kadar, orada otobüsün yanında pineklemek nasıl bir duygudur, anlayan varsa beri gelsin.  O yemyeşil ağaçların içinde yürüyerek, ciğerlerimizi oksijenle doldurmak var iken… Baraj gölünde tekne turu da yaptık. Sağımızda solumuzda dağ. Tekne ile dağın eteğinde yol alıyoruz. Uzun süre yukarıya bakmak boyun ağrısına sebep oluyor. Dağın ulaştığı yere bizim uzun süre bakışlarımızla ulaşmamız mümkün değil. Kaptanın seçtiği türküler de Türkçe olunca…İşte budur diyoruz… XIII.yüzyıldan kalma bir de kilise bulunuyor kanyonda. Hemen barajın başında dinlenme tesisleri de var. Bazı arkadaşlarımız tekne turu yapma yerine orada oturup bir şeyler içmeyi tercih ettiler.  Kalkandelen Şar dağlarının eteğine kurulmuş bir şehir Kalkandelen. Pena Nehri ile ikiye bölünmüş. Üsküp’e 50 kilometre mesafede. Küçük bir şehir. Sokakları Arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş. Kalkandelen, XIV. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı hâkimiyetine girmiş. Tetova ismiyle de anılırmış. Sahip olduğu eserler ile günümüzde bir Osmanlı şehri olarak varlığını sürdürmekte. Tarihin ve doğal güzelliklerin sarıp sarmaladığı şehir Kalkandelen. Kalkandelen’de bir cami varmış, Alaca camii, o camiyi ziyaret etmek için girdik şehre. Ben böylesine süslü bir camiyi ilk defa görüyorum. İki kız kardeşin desteği ile yapılmış; Osmanlı döneminde inşa edilen, Pena Nehri manzarasının enfes güzelliklerine pencere aralayan Alaca Camiinin dış cephesi, geometrik desenlerle kaplı. Harika bir görünümü var. İbadet yapmamız için davetiye çıkarıyor gibi.  Rivayet edildiğine göre, boya yapımında 30.000 yumurta kullanılmış. Küçücük ama hoş bir de bahçesi var. İçi de başka bir güzellikte. İşte burası Müslümanların ibadet ettiği yerdir denildiğinde evet denilmesi, göğsümüzün kabarmasına vesile olacak güzellikte. Caminin yapılmasına sebep olan iki kardeşin kadın olması etkili olmuş olmalı, bu tezyinatın yapılmasında. İbadethaneler sade olmalı şeklinde bir anlayış var Müslümanlar arasında. Doğru bir anlayış değil bu. Selçuklu ve Osmanlı camileri de aynı şekilde tezyin edilmişler. Dış cepheleri Alaca Camii kadar olmasa da göze hoş gelen bir estetiğe sahipler. Divriği Ulu Camii; dünyada benzeri olmayan bir taş işçiliğine sahip. Hiçbir figürü tekrar edilmemiş. Ne yani, Müslümanlar estetikten uzak insanlar mı? Kim bu anlayışı Müslümanlara enjekte ettiyse, estetik düşmanı birisi olmalı… Allah bu dünyayı özene bezene yaratmış, ne kadar güzel yaratmış. Her bir yaratılanın ayrı bir özelliği ve güzelliği var, cazibesi var. Rengarenk çiçekler, kuşlar, böcekler. Hepsinin rengi ve kokusu farklı. Kuşlar alemi ve hayvanlar alemi de öyle. Dağların ve denizlerin oluşturdukları o harmoni hayretimizi mucip olmuyor mu? Kanyonları görünce vay beee demiyor muyuz? Denizlerdeki çeşitliliğe ne demeli… Ben derim ki; evet ibadethaneler de o yöredeki insanların estetik anlayışını en güzel şekilde üzerinde taşımalı.  Kalkandelen’de bugüne kadar ulaşan daha çok tarihî eser varmış. Bektaşî tarikatına bağlı olan Harâbâtî Baba Tekkesi gibi. Tekke; yazlık köşkü, çeşmesi, havuzlu çardağı, semahanesi, türbesi, mutfağı ve depolarıyla görmeye değer bir esermiş. Biz o tekkeyi göremedik.  Hemen unutmadan yazayım, Recai’nin dünürü Kalkandelenli imiş. Otobüste ilan etti…Bir seneye kadar düğünlerini de yapacaklarmış…Allah tamamına erdirsin. Devam edecek 

10 Ekim 2024 Perşembe

BALKANLAR GEZİSİ XI KOSOVA

BALKANLAR GEZİSİ (XI) KOSOVA -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024- Kosova’dayız. Kosova 2008 yılında bağımsızlığını kazanmış ve bugün itibariyle 114 ülke tarafından tanınmış olan bir Balkan ülkesi. Altı asır Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Kosova, savaş meydanında şehit düşen, Sultan Murat’ın gözdesi olan bir ülkedir. Sultan Murat savaş meydanında şehit düşen tek Osmanlı Padişahıdır. Coğrafi konum itibariyle Arnavutluk, Makedonya ve Karadağ ile çevrili olan Kosova stratejik önemi haizdir. Nüfusu:1.816.200 (2016) imiş. Bu nüfusun %92,9 Arnavut, %1,6 Boşnak, %1,5 Sırp, %1,1Türk, %2,9 diğerleri. Nüfusunun %95’i Müslümanlardan, %1,5 Ortodoks Hristiyanlardan, %2,2 Katoliklerden oluşmaktaymış. Neredeyse nüfusunun tamamı Müslüman olmasına rağmen, ülkede bilinçli bir şekilde uygulanan politikalar ile Müslüman kimliği yok edilmeye çalışılmaktaymış. Osmanlının miras bıraktığı 365 tarihi eserden, (cami, medrese, kervansaraya, hamam, köprü) bugün itibariyle (2024) ayakta kalan sadece 25 esermiş. Prizren Prizren’deyiz. İki saat serbest zaman verildi. Herkes bir yerlere dağıldı. Biz Cengiz ve Ekrem ile bir grup olduk ve Prizren’i keşfe çıktık. Prizren Kosova’nın ikinci büyük şehriymiş. Şehri Akdere (Bistriça) nehri ortadan ikiye ayırıyor. Nehrin üzerinde iki yaka arasındaki bağlantıyı sağlayan bir köprü var. Osmanlıdan miras kalan köprü. Taşköprü ismiyle biliniyor. Köprünün hemen yanında kafeler var. Orada iki Türk askeriyle karşılaştık. Nato’da görevlilermiş. Uzunca sohbet ettik onlarla. Züleyha ve Dilek hanımlarla birlikteydik. Anlattıklarına göre, “Kosovalılar Türkleri çok seviyorlarmış. Prizren'de 35.000 civarında Türk yaşarmış, şehrin Arnavut sakinlerinin de Türkçe bilmesiyle Prizren, Kosova'da Türkçenin en yoğun konuşulduğu şehir haline gelmiş.” Köprünün üzerinde hatıra fotoğrafı çekildik ve ayrıldık onlardan. Şadırvan Meydanı Prizren şehir meydanına Şadırvan deniliyor. Şadırvan meydanının zemini Osmanlı dönemi kaldırımları ile döşeli. Ortada bir çeşme var. Meydan, ismini bu şadırvandan almış. Kosova aslında çeşmeler şehriymiş. Her köşe başında bir çeşme varmış. Osmanlı döneminden kalan ve Kosova’yı süsleyen 150 tarihi çeşme. Ata yadigârı çeşmelerden en özeli, şehrin meydanındaki şadırvan çeşmesiymiş. Kosova’nın tarihi için ayrı bir önemi haiz olan çeşmeler, geçmişte gençlerin buluşma noktasıymış. Rivayet edilir ki; bu şadırvandan su içenler ya Prizren’e tekrar geri gelirlermiş ya da buradan birisiyle evlenip buraya yerleşirlermiş. Hepimiz içtik o çeşmenin suyundan ama rivayetteki anlatılanların hiçbirisi gerçekleşmedi. Aynı hikâye Karlofça’da da vardı. Aşk çeşmesi. O çeşme de şehrin meydanındaydı. Şadırvan meydanının etrafında kafeterya ve lokantalar sıra sıra dizilmişler. Meydanı anlamlı kılan mekanlar buralar. Hepsi tıklım tıklım. Yer açılması için biraz beklemeniz lazım. Biz etrafı fotoğraflarken, yer açıldı ve öğle yemeğini o meydanın hemen kenarındaki restoranda yedik. Beklememize değdi. Günlerdir ağız tadıyla bir yemek yiyememiştik. Hem servisleri hem de yemekleri taktire şayan... Sinan Paşa Camii Şadırvanın hemen yukarısında bir cami var. 1615 yılında Bosna Beylerbeyi Sinan Paşa tarafından yaptırılmış. İnce uzun bir minaresi var. Genişçe bir de bahçesi. İç süslemeleri de ayrı bir güzellikte. Gerçi Balkanlarda camilerin iç süslemeleri hep böyle, içinizi açan ferahlıkta. Ağırlıklı olarak mavi renkler hâkim. Caminin arka tarafında hediyelik eşya satan dükkanlar var. Oradan yukarı doğru giderseniz kaleye ulaşıyorsunuz. Biz kaleye çıkmadık. Cengiz ve Ekrem’le birlikte şehri turlamayı tercih ettik. Ana cadde üzerinde yürüdük. Camekânları ağırlıklı olarak bildik markalar süslüyor. Ana cadde bitince yol değiştirdik, ara sokaklara daldık. Halveti tekkesine uğradı yolumuz. Halveti Tekkesi Tekke, Türk Konsolosluğunun hemen arkasında. Prizren'in tarihi sembollerinden biriymiş. Şeyh Pir Osman Baba (ö. 1164/1747) tarafından 1712 yılında kurulmuş. Türbe; cami şadırvan ve birkaç mezarın bulunduğu bahçeden oluşuyor. Değişik bir havası var, küçücük bir Tekke. İçinizi ısıtıyor. Bütün tekkeler öyle değil midir zaten? Balkanları İslamlaştıran merkezlerden birisiymiş bu tekke. Tekkeler Balkanlarda dün ne yapmışlarsa bugün de aynı görevi icra etmektelermiş. Balkanların İslamlaşmasında bu tekkelerin önemi büyükmüş. Tekkeleri dimdik ayakta görünce ve icra ettikleri göreve de şahit olunca; Osmanlı sonrası Cumhuriyet Türkiye’sinde Tekke ve Zaviyelerin niçin yasaklandığını (1925) daha iyi anlıyorsunuz. Halveti Tarikatı Halvetilik/Halvetiyye tarikatı 14’üncü yüzyılda Azerbaycan ve İran coğrafyasında ortaya çıkmış. Tarikatın kurucusu Şeyh Ebu Abdullah Sirâcüddin imiş. Halvetiyye Tarikatında yedi makam varmış bu makamları geçemeyenler Kemâle eremezlermiş: Nefs-i emmâre, Nefs-i levvâme, Nefs-i mülhime, Nefs-i mutmainne, Nefs-i radiyye, Nefs-i mardiyye, Nefs-i kâmile. Halvetiler zikre çok önem verirlermiş. Nefsi kötülükten ve günahlardan arındırmanın yolu; dille, kalple, ruhla ve sırla yapılan zikirlermiş. Zikir yapılırken mûsiki önemliymiş. Başta ney, def ve kudüm olmak üzere çeşitli mûsiki aletleri kullanılırmış. Halvetiyye tarikatında; az yeme, az konuşma, az uyuma, inzivâ, zikir, fikir, şeyhe gönülden bağlı olma ilkelerine hassasiyetle uyulması gerekirmiş. Müşâhede mertebesine ulaşmak için mücâhede (Cihad) şartmış. Mücâhede tarikatın kuruluş amacıymış, olmazsa olmaz bir şartmış. Halvet; dervişin veya müridlerin dar bir mekâna, hücreye veya dar bir alana çekilip orada ibadet, murakabe, zikir ve fikirle meşgul olmasına verilen isimmiş. Bu tekkelerin, bugün dahi Kosova toplumu üzerinde hâkimiyeti devam etmekteymiş. Manevi öncüler, şeyhler halk arasında yeri geldiğinde bir kamu gücü, yeri geldiğinde ise bir sosyal vakıf gibi hareket ederlermiş. Hû diyelim erenler Hû… Mamuşa (Mahmut Paşa) Balkanlar’da halkının tamamının Türkçe konuştuğu tek kasaba Mamuşa’yı görmeden olmazdı. Biz de kırdık direksiyonu Mamuşa’ya. Prizren’e 20 km. mesafede şirin bir kasaba Mamuşa. Mamuşa adı, Osmanlı padişahı II. Mahmut’tan gelirmiş. 19’uncu yüzyılın başında Padişah II. Mahmud bu çevreye hanlar, saraylar, camiler inşa ettirmiş. Tokat civarından getirilen Türk ahali ile de köy meskûn hâle getirilmiş. Mamuşa’nın toplam nüfusu 2011 yılında yapılan genel nüfus sayımı sonuçlarına göre 5.513 müş. Köyün girişinde bir okul var. Sağ tarafta. 1.000 öğrencisi olan büyük bir okul. Anadolu İlköğretim Okulu. Otobüs önünde durunca çocuklar dışarıya çıktı ve Türkiye! Türkiye! şeklinde tempo tutarak karşıladılar bizi. O nasıl bir duygu seliydi öyle, anlatamam. Çocukların sesleri hâlâ kulağımda çınlıyor. Türkiye! Türkiye! Türkiye! Köyde Genç Osman adında bir lokanta ve bir de Osmanlının yaptırdığı saat Kulesi var. Tabelalar tamamıyla Türkçe. İki de cami var. Mamuşa, Anadolu'daki bir kasabadan farksız. Benim orada Emrah adında bir arkadaşım vardı. Ama onu bulamadık. Tarlaya gitmiş. Hemen hemen her evde Türk bayrağı bulunan kasabada herkes kusursuz bir Türkçe konuşuyor, eğitim dili Türkçe, halk Türk televizyon kanallarını izlermiş. Bizi gören halk birer ikişer etrafımızda toplanmaya başladılar. Hoş-beşten sonra biraz soluklanmamızı istediler, tekliflerinde samimi oldukları her hallerinden belliydi. Birer çay içmemiz konusunda ısrar ettiler ama akşam olmadan Üsküp’e ulaşmamız gerekiyordu. Sırada Mazgit köyü de var. Sultan Murat’ın elini öpeceğiz Mazgit’te. Hayır dualarını alacağız. Sultan’ı bekletmek olmaz. Gelişimize sevindiler ama çay içme tekliflerini reddedince de çok üzüldüler… Vedalaştık. Ehem ile mühim arasındaki farkı fark edemeyen kifayetsiz muhterislerle iş tutarsanız, ağız tadıyla gezi yapamıyorsunuz. Sultan I.Murat Türbesi Mamuşa’dan Mazgit köyüne geçtik. Sultan I. Murad'ın iç organları oradaa gömülüymüş (1389). Türbenin giriş kapısının üzerinde bir kitabe yazılı: “Pek harap olmuş idi türbe-i Şah-i Murad Emrü ferman eyledi tamirini Sultan Reşad Bir zafer tarihini yad ettiren millete Ruh-i pâk-i şad eden âlî himmete Arz edüp bu cevher-i tarihi ta’zim eyleriz Meşhedin ihyasını (Şevkat) saadet bekleriz.” (Hicrî 1329 / Milâdî 1909) Sekiz saatte zaferle sonuçlanan bir savaştan bahsediyorum. Birinci Kosova Meydan Savaşı'ndan. Bir tarafta Haçlı orduları; Lehler, Bosna, Çekler, Macarlar, Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar, Eflak Prensi öbür tarafta Müslümanlar. 70.000 Haçlı askerine karşı 40.000 Müslüman askeri. Savaş bitmiş. Zafer kazanılmış. Padişah çadırına çekilmiyor, gözyaşları içinde bizzat meydana iniyor. Sevinemiyor bile kazandığı zafere. Birçok insan ölmüş, bir kısmı yaralı bir kısmı da şehit. Nasıl sevinsin ki… Yaralılara şifa diliyor, şehitlere ise dua ediyor. Bu sırada subaylarından birisi yaklaşıyor yanına ve yaralı bir Sırp askerinin Müslüman olmak istediğini fısıldıyor kulağına, heyecanlanıyor Sultan Murat, “getirin yanıma” diyor. Gayesi Allah’ın muştusunu insanlara ulaştırmak değil miydi zaten. Bir kişinin Müslüman olması büyük bir kazanım. Yakınına kadar çağırıyor. Getiriyorlar o askeri. Neredeyse kucaklayacak. Tedbir almıyor. Subaylar da tedbir almıyorlar. Asker Sultan Murat’a iyice yaklaşınca elindeki zehirli hançeri saplayıveriyor Sultan Murat’ın kalbine. Miloş Obiliç. İşte biz o koca yürekli Padişah I. Murat’ın türbesini ziyaret edeceğiz. Miloş Obiliç tarafından hançerlenerek şehit edilen Sultan I.Murad’ın Türbesini. Orhan ve Yar Hisar Tekfurunun kızı Holifira’nın oğlu Murat’ın, I. Murad’ın şehit edildiği yere gideceğiz. "Meşhed-i Hüdâvendigâr’a. Aman ne saadet. Padişahların hanımlarının Türk olmadığından dem vurarak Osmanlıyı itibarsızlaştırmaya çalışanlara kapak olsun… Orada bir türbedar var. Boşnak Saniye teyze. Ona türbedarlık ailesinden geçmiş. 42 yıldır bu görevi yapıyormuş. Saniye teyzemizin elini öpmek de nasip oldu. Türbedar demek; türbenin koruyucusu, bakımını, temizliğini yapan kişi demek. Türbedar Saniye teyzenin bizleri samimi-candan karşılaması yüreklerimizi ısıttı. “Burası benim dünyadaki küçük cennetim” diyen Saniye Teyze’nin o samimiyeti karşısında duygulandık. Allah hayırlı ömürler versin. Bu dünyada herkes bir vazife icra ederken, Saniye teyzeye de Kosova’ya İslâm’ın bayrağını taşıyan Sultan Murad’ın meşhedinde nöbet tutmak düşmüş. İlahî taksimatın hikmetine akıl-sır mı erermiş… Ermiyor işte. Mevla’ma şükürler olsun ki; Osmanlı’nın devlet kurduğu ve medeniyetler inşa ettiği o Balkan topraklarını gezip dolaşmayı ve ibret almayı bizlere nasip etti. Ne kadar şükretsek azdır. Elhamdülillah. Yazımın burasında o toprakların emzirdiği çocuk olan Mehmet Akif Ersoy’a, İstiklal Marşımızın Şairi Mehmet Akif Ersoy’a kulak verelim: “Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı; Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.” Sultan Murad’ın savaştan önce ettiği duayı, Allah’a yakarışını duvara asmışlar. Odaya girince hemen gözünüze çarpıyor. Sanki şehitlik kendisine malum olmuş da duası kabul olmuş gibi. Okuyunca anlıyorsunuz bunu. Duvardaki o dua metnini okudum bazı arkadaşlara, âmin dediler. Bizim gruptan olmayan birileri de vardı âmin diyenler arasında. Bir tanesi vardı ki; ağlıyordu. Tarih hocasıymış. Emekli olmuş. Tokat’tan geliyormuş. Sultan Murad, herkes yattıktan sonra abdest almış, iki rekât namaz kılmış. Alnını toprağa koymuş ve şöyle yakarmış Mevla’sına: “Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden mâsum askerlerimi cezâlandırma!.. Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sâdece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı teblîğ etmek için geldiler! İlâhî! Bunca kere beni zaferden mahrûm etmedin. Dâimâ duâmı kabul buyurdun. Yine Sana ilticâ ediyorum, duâmı kabûl eyle! Bir yağmur nasîb eyle de! Bu toz bulutu kalksın. Kâfirin askerini âşikâr görüp, yüz yüze cenk edelim! Yâ İlâhî! Mülk de bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrârımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızânı isterim. Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlup edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lütfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbânı da şu Murad kulun olsun! Yâ İlâhî! Bunca Müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben cânımı kurbân ederim; yeter ki Sen beni şehîdler zümresine kabûl eyle!.. İslâm askerleri için rûhumu teslîme râzıyım... Beni gâzî kıldın. Sonunda lütfen ve keremen şehîdlik de nasîb eyle!.. Âmîn!” Sultan Murat ile vedalaştıktan sonra Makedonya’ya doğru yola koyulduk. Biraz hüzünlüydük… Biraz da sevinçliydik. İslâm muştusunu Avrupa’ya taşıyan Murat Hüdâvendigâr ile sohbet ettik. Savaş anılarını anlattı bize…Bizim otobüsle gezmekte zorlandığımız o beldelere at üzerinde ve yaya olarak nasıl geldiklerini, 40.000 kişinin ihtiyaçlarını nasıl karşıladıklarını anlattı bize…Ne saadet… Devam edecek