24 Şubat 2025 Pazartesi

ORUÇ İB ADETİYLE İLGİLİ DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR

ORUÇ İBADETİYLE İLGİLİ BAZI DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR 12:44 - 06/07/2014 - Takva adına, azimet adına, iyi Müslüman olma adına, cihad yapma adına, imanı artırma adına Allah’ın dinine çomak sokmanın âlemi yoktur- Rüştü KAM Kur’an’ın beyanına göre insan, dünyada; inanç açısından, düşünce açısından, çalışma açısından velhasıl insan hakları açısından, tamamen hür olarak yaşaması gereken bir varlıktır. İnsan için ibâdet, bu hürriyet içerisinde yapıldığında bir anlam kazanır, zorlamayla veya gösteriş olsun diye yapılan ibadetlerin Allah’ın terazisinde bir ağırlığı olmayacaktır. Dini insanlara anlatmak hususunda kendilerini görevli hissedenler, sorumluluk üstlenenler, bu açıdan meseleye bakarak, muhataplarına dini anlatmalıdırlar. Oruç ibadetiyle ilgili hadisler Oruç ibadeti, İslâm’ın şartlarından biridir. Sene de bir ay. On bir ay Müslümanın günlük yaşamında yoktur. Ancak hikmetleri ve maddî manevî faydaları çok olan bir ibâdettir. Peygamberimiz oruç ibadetiyle ilgili tavsiyelerde bulunmuştur. Önemli tavsiyelerdir bunlar. Orucun niçin farz kılındığıyla ilgilidir, bu tavsiyelere kulak vermek gerekir. Oruç tutmanın aç ve susuz kalmaktan ibaret olmadığı anlatılır bu tavsiyelerde: -”Her hangi biriniz oruçlu bulunduğu gün artık kötü söz söylemesin ve cahilliğe kapılmasın. Eğer tahrik edilirse, dövüşmeye kavgaya sebep olacak olan bir tutum ile karşılaşırsa, yahut hakarete uğrarsa derhal: ”Ben oruçluyum, ben oruçluyum, desin.”(6) -” Âdemoğlunun her işi kendisi içindir. Oruç müstesna. O, içine riyâ karışmayan bir ibâdettir. Onun mükâfatını da doğrudan doğruya Allah verir, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında, muhakkak misk kokusundan daha hoş ve temizdir.”(7) -” Oruç bir kalkandır.”(8) -” Her şey için bir zekât vardır, cesedin zekâtı da oruçtur, oruç sabrın yarısıdır.”(9) -” Rızık temini için zor şartlar altında çalışanlar, çocuklu kadınlar, esir veya hapiste olanlar ve bizim bilemeyeceğimiz, oruç tutmaya mani herhangi bir mazereti olanlar, her gün için fidye verebilirler.”(11) Tamamen toplum düzeninin sağlanmasına yönelik tavsiyelerdir yapılan. Açlık ile sınanacaktır kişi. Zor bir sınamadır bu. Oruç, Cömertliğe, fedakarlığa giden yolun basamaklarındandır. Fedakârlık istenir kuldan, kendinde olandan vazgeçme. Kişinin sorumluluk sahibi olmasının bilincine varmasıdır istenen. Oruç, sadece mideye değil bütün azalara tutturulmalıdır. Bu iş hür iradeyle hiçbir baskı altında kalmadan yapılmalıdır. Oruç tutmayanın öldürülmesi Allah ibadetlerle ilgili bütün meseleleri Kitabı’nda kullarına açıklamıştır. En ince noktasına varıncaya kadar açıklamıştır. Karanlıkta kalan bir kör nokta yoktur. Dolayısıyla Kitap’a rağmen Müslümanlara din anlatılmaz, anlatılırsa o din Allah’ın dini olmaz. Takva adına, azimet adına, iyi Müslüman olma adına, cihad yapma adına, imanı artırma adına Allah’ın dinine çomak sokmanın âlemi yoktur. Bu tip temelsiz kurallarla ne yazık ki din tahrif edilmiştir, hâlâ tahrife devam edilmektedir. Allah din tahrifçilerine, çok nazik bir şekilde, diyeceğini diyor, diyor demesine de anlamak isteyen fazla olmuyor. Allah, Benim işime karışmayın, siz kendi işinize bakın diyor: ” En güzel düzenleyici Allahtır.”(13) Diyor dinleyen yok. Her münadinin elinde çift tarafı keskin birer kılıç var. Rasgele sallıyorlar. Düz kesim yapıyorlar… Oruç tutmayanın öldürüleceğine dair fetvalar var. Bu kafa nasıl bir kafadır anlamakta zorlanıyor insan. ” Oruç tutmayanın, namaz kılmayanın hapse atılması veya öldürülmesi” (12) gibi garip fetvalar ne yazık ki fıkıh kitaplarımızda yer almaktadır. Hangi amaçla ne zaman ne şekilde bu fetvalar kitaplara girdiyse girmiştir. Müslümanlar, bu garip fetvalara itibar etmemelidir. Aklı başında hiç bir insan namaz kılmadığı, oruç tutmadığı zaman hapsedileceği, öldürüleceği bir dine girmez, girmek istemez. Oruç ibadetinin kolaylıkları İbadetler hakkında, Allah’ın kullarına lütfettiği ruhsat ve kolaylıklar Müslümanlara mutlaka anlatılmalıdır. İbadetleri zorlaştırmakla Müslümana daha fazla sevap kazandırmış olamayız. Tam aksine onları samimiyetsizliğe ve riyakârlığa iteriz. Allah’ın temel prensibi, kullarının işini kolaylaştırmaktır, güçleştirmek değildir. Dini Katolikleştirmenin kimseye yararı olmaz. Oruç, ruhsal yükselişi sağlamak için önceki ümmetlere de farz kılınmıştır ve beraberinde ruhsatlarla Müslümanların önü açılmıştır. Mesela: -Ramazan ayında yaptıkları işlerin zorluğundan dolayı oruca güç yetiremeyenler, tutamadıkları gün sayısınca başka günlerde oruç tutarlar. -Oruca tahammül edemeyecek olanlar(hastalar) ise, oruç yerine fidye verirler. Bununla beraber kendileri için oruç tutmaları daha hayırlıdır. -Diğer ibadetlerde olduğu gibi, oruç ibadetinde de mazeret tespiti, tamamen şahısların kendilerine aittir. Kur’an, oruç tutmakta zorlananlara fidye kolaylığı getirmekle iki amacı birden gerçekleştirmiş olmaktadır: 1- Müslümanın, ‘Oruç ibadetini yerine getiremedim’ diye, karamsarlığa kapılmamasını sağlamak. 2- Fidye imkânıyla, toplumda yoksulluk ve imkânsızlığa çare bulmak, bir insana diğer bir insanın yardım ulaştırması, sadece kendisinin faydalanacağı ibadetlerden daha hayırlıdır. Bu uygulama Kur’an’ın ruhuna daha uygundur. Orucun fayda ve hikmetleri Orucun fayda ve hikmetlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: -Oruç tutmakla, Allah’ın rızası kazanılmış olur. Oruç, insanı kötülüklerden alıkoyar, nefsi terbiye eder, ihtirasları bastırır ve ruhu yüceltir. -Oruç tutarak aç kalan Müslümanın, şefkat ve merhamet duyguları gelişir, fakirlerin, miskinlerin, açların yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini tecrübe ile öğrenmiş olur ve onlara karşı daha insanî yaklaşımlar ortaya koyar. -Oruçlu kişiler, açlığa, susuzluğa ve sıkıntılara tahammül etmeyi öğrenir, sabır, sebat sahibi olurlar. -Orucun ruhumuz kadar bedenimize de faydası vardır. Ramazan boyunca mide ve kalp daha az çalışır, bütün organlar dinlenir, vücut sağlık kazanır. Bu sebeple oruç, maddî, mânevî hastalık ve kötülüklere karşı bir kalkandır: – Oruç; ahlâk mektebidir. – Oruç; nefse karşı bir savaştır. – Oruç; sabır alışkanlığı kazandırır. – Oruç; iradeyi kuvvetlendirir, gayreti biler. – Oruç; düzeni ve disiplini öğretir. – Oruç; merhamet ve kardeşlik bağlarını güçlendirir. – Oruç; toplumsal hastalıkların tedavilerinde önemli bir etkendir. – Oruç; vücut için bir rektefe vazifesi görür. Ramazan orucu kimlere farzdır Namaz kimlere farz ise oruç da onlara farzdır. Ancak biz yine bir sıralama yaparak bilgilerimizi tazelemiş olalım. Oruç yaşı; kişinin leh ve aleyhinde olan meselelere karar verebileceği yaştır. Ebû Hanîfe'ye göre bu yaş erkek için on sekiz, kız için on yedidir. Yani 17 yaşından itibaren Müslümanlar oruç ibadetini yerine getirmelidirler. (İslam Ansiklopedisi Büluğ maddesi). Orucun çeşitleri Farz olması ve olmaması açısından 3 çeşit oruç vardır. 1- Farz olan oruçlar: Ramazan’da oruç tutmak farzdır. Bu ayda tutulamayan oruçlar başka günlerde kaza edilir. 2- Nafile olan oruçlar: Ramazan ayının dışında tutulan oruçlar nafile olan oruçlardır. 3- Haram olan oruçlar: Sıhhati kesinlikle oruç tutmaya uygun olmayan kimseye oruç tutmak haramdır. Ramazan Bayramı’nın birinci günü ile Kurban Bayramı’nın dört günü oruç tutmak uygun değildir. Çünkü bayram günleri Allah’ın kullarına birer ziyafet günüdür. Allah’ın ziyafetinden kaçınmak uygun düşmez. Orucu bozan şeyler Orucu bozan şeyler, orucu geçersiz kılan şeylerdir. Oruçlu iken bilerek herhangi bir şeyi yemek, içmek. Cinsî münasebette bulunmak orucu bozar. Daha fazlası yoktur. Allah’ın buyruğu böyledir. İğne vurulmak orucu bozmaz. Denize girmek, banyo yapmak, kan aldırmak, içerisinde şeker ihtiva etmeyen tabii bir sakızı çiğnemek de aynı şekilde orucu bozmaz. Ağız kokusunu kısmen de olsa gidereceği için toplum içerisinde bulunan ve insanlarla konuşmak durumunda olan Müslümanlara sakız çiğnemeleri tavsiye bile edilir. Kazayı gerektiren haller Orucu bozan şeyler, aynı zamanda kazayı gerektiren hallerdir. Herhangi bir nedenle kendi isteğiyle, bile isteye orucunu bozan Müslüman, Ramazan ayından sonraki günlerde, orucunu kaza eder. Kefâret Kefâret ceza demektir. Fıkıh kitaplarımızda orucunu kasten bozan Müslümana verilecek cezadan, kefaret adı altında uzun uzun bahsedilmiştir. Oysa hüküm koyucu, her ne sebeple olursa olsun; ister bile isteye olsun, isterse mazeretinden dolayı olsun, orucunu bozan Müslümana kaza etmesini söylemiştir. Peygamberimiz de bu yolu takip etmiştir. Sonradan bu yol terkedilmiş ve hüküm koyucu devre dışı bırakılarak kefaret uygulaması esas alınmıştır. Kur’an ve Sünnete göre, her ne suretle olursa olsun orucunu bozana kefaret lâzım gelmez. Yani orucun kefareti yoktur. Kefaret cezası başka konulardaki (zıhar olayı Mücadele 2,3) kefaret uygulamalarının anlam kaydırmalarıyla, oruca da tatbik edilmesinden doğmuştur. Burada Allah adına hüküm koymanın da ötesinde, Allah adına, O’nun kullarına ceza vermek gibi bir küstahlık vardır, zulüm vardır. Biz, böyle bir zulmü, Allah’ın dinine fatura etmekten Allah’a sığınırız. Oysa buyruk ne kadar da açıktır: ” Ramazan günlerinde orucunu tutamamış olanlar, başka günlerde tutarlar.” Bu hükmü anlamsızlaştırmanın manası yoktur. Dine müdahale edilmemelidir. Buyruklar eğip bükülmemelidir: “Buna göre, artık, kendi yalanınızı (adeta) Allah’a isnad ederek öyle dilinize geldiği gibi yalan yanlış “bu helaldir, şu haramdır” demeyin; çünkü, haberiniz olsun, Allah’a yalan isnad edenler asla kurtuluşa erişemezler! (16 Nahl 116) Allah rızası için oruç tutan Müslümanın, öyle veya böyle, hiçbir mazereti yokken orucunu bozması zaten düşünülemez. Oruçlu bir Müslüman özel durumuna göre, kendini mazeretli görürse, mazeretli sayarsa iftar eder. Keyfi olarak oruç bozan insan, zaten Allah korkusundan veya ibâdet şuurundan uzaktır. Bu Müslüman kefaret orucundan zaten korkmaz, çünkü onu da tutmayacaktır. Bu durumda ceza iyi niyetli olan Müslümana verilmiş olur ki yanlıştır. Yukarıdaki sözümüzü yeniden tekrar edelim. İnsan ibâdet yapıp yapmamakta hürdür. Bu hürriyet içerisinde yapılırsa, ibadet bir anlam taşır. Herkes Cennet’e girme hürriyetine sahip olduğu gibi Cehenneme girme hürriyetine de sahiptir. Kefârete delil olarak zıhar ayetinden sonra bir de şöyle bir hadis gösterilir: – Bir adam Peygambere gelerek” mahvoldum” dedi, – Peygamberimiz; Seni mahveden şey nedir? – Adam; Ramazan da hanımımla ilişkide bulundum. – Peygamberimiz: Köle azad edebilir misin? – Adam: Hayır. – Peygamberimiz: Peşpeşe iki ay oruç tutabilir misin? – Adam: Hayır. – Peygamberimiz: Altmış fakiri doyurabilir misin? – Adam: Hayır. – Peygamberimiz: Adama biraz hurma vererek al bu hurmaları dağıt dedi. – Adam: Bizden fakiri var mı ki ben bu hurmaları dağıtayım? – Peygamberimiz: Güldü ve adama, git bunları ailene yedir dedi.”(15) Bu hadise göre kefaret kabul edilse bile, sadece cinsi münasebetle ilgili olduğu görülür. Kefaretin umumileştirilmesi ve farz hükmünde görülmesi yanlış olur. İkincisi, Adamla Peygamberimiz ‘in konuşmalarının sonunda hurmalar adama kaldı. Adam cezalandırılma yerine mükâfatlandırıldı. Üstelik, Peygamber’in huzuruna eli boş gelen adam, eli dolu olarak geri döndü, Peygamberimiz’i keyiflendirdi ve güldürdü. Bu hadisi ilim adamları da değerlendirmiş ve şu sonuçları elde etmişler: 1- İmam Hanefi; kasten bozulan oruca 61 gün ceza vermiş. (Kefaret) 2- İmam Şafiî; kefaret sadece, kendi isteğiyle cinsi münasebet yapan erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir, onun kaza yapması gerekir demiş. 3- İmam Malik; hadisteki sıra takip edilir demiş. 4- İmam Nevevî; kefaret erkeğedir, kadına hiçbir şey gerekmez demiş. Çünkü kefaret mehir gibidir, mehir de erkeğe mahsustur. (16) Sonuç Her ne sebeple olursa olsun oruç bozulduğu zaman, güne gün, oruç tutmakla farz yerine getirilmiş olur. Allah buyruğu böyledir. Mezhep imamlarının çoğunluğuna göre de kefaret orucu yoktur. Cumhurun görüşü de böyledir. Hanefi mezhebine atfedilen kefaret masa başı fetvasına benziyor. Hatır için fetva vermek istemeyen ve bu direncinden dolayı da dönemin halifesi tarafından hapse atılan ve orada kırbaç altında can veren İmam Hanefi’nin böyle bir fetvası olamaz. Ben böyle bilir böyle söylerim.

21 Şubat 2025 Cuma

HELAL SERTİFİKASI

ALMANYA’DA HELAL SERTİFİKASI DAĞITAN CEMAATLER VARMIŞ - Allah’ın konuşmaya başladığı yerde kula susmak düşer- Rüştü KAM Bana getirilen bilgilere göre; helal sertifikası satan cemaatler ve dernekler varmış Almanya’da. O sertifikanın asılı olduğu işletmelerden et alırsanız helal oluyormuş, diğer yerlerden alırsanız şüpheli oluyormuş. Yani sertifikanın asılı olmadığı yerlerden et almak haram demeye getiriliyor. Helallik ve haramlık hükmü, et üzerinden yürütülüyor. Gerekçe şöyle: “Almanya’da hayvanlar besmelesiz kesiliyormuş veya kesilmeden önce alınlarına kurşun sıkılarak öldürülüyormuş ve öldükten sonra da kesiliyormuş. “ Bundan dolayı harammış. Kurşun ile öldürülme konusu tartışmalı bir konu olsa gerek. Acısız bir kesim şekli gibi geliyor bana. Helal sertifikasını veren cemaatler kesim kontrolü yaparak tespitlerde bulunuyorlarmış ve uygun kesim yapanlara ve onun etini satanlara helaldir damgalı sertifika veriyorlarmış. Karşılığında da yıllık 3.000 Euro para alıyorlarmış. Ben bu cemaatlerden bazılarının yetkilileriyle telefon ile görüştüm. Bu cemaatler elbette iyi niyetle yola çıkmış olabilirler. Cemaatlerinin haram lokmayla beslenmesine gönülleri razı değildir. Hassasiyetlerinden dolayı kendilerini tebrik ediyorum. Alınan bedelin de karşılığı mutlaka vardır. Bu işi yapacak personel istihdam etmiş de olabilirler. Bu da doğrudur. Yanlış olan, zaten helal olan ‘eti’ önce haramlaştırıp sonra da onu helalleştirmek için sebepler üretip ve de ürettikleri sebepleri helal sertifikasına bağlamalarıdır. Haramlık konusunda da sadece hayvan kesimine odaklanıp, hayvan İslâmî usullere göre kesildi mi kesilmedi mi? Gibi sorularla insanların kafalarını bulandırmalarıdır. Günümüzün şartlarında haramdır denilebilecek o kadar yiyecek ve içecek varken sadece ete odaklanmanın anlamı yoktur. Fıkıh kaidesidir; “bir şey hakkında haramdır diye hüküm yoksa helal mıdır diye araştırılmaz.” O helaldir. Hüküm koyucu Allah’tır. Din O’nun dinidir kul da O’nun kuludur. Araya girerek dinin Sahibi ’ne din öğretme küstahlığına düşmemek lazımdır. Dinin Sahibi haramlar konusunda neler buyurmuş bakalım: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yiyin! ” (2 Bakara 172) -Yüce Mevla burada genel bir tespit ile kullarına tavsiyelerde bulunuyor. Neyin temiz olduğuna dair kararı da biz kullarına bırakıyor. Haram kıldıklarının dışında kalanlar temiz olmalı diye düşünmek lazımdır. “Ey iman edenler, Allah'ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.”( 5 Maide Suresi, 87) -Bu ayette de bir uyarı var. O, kulunu tanıyor. Hem de çok iyi tanıyor, karakterini biliyor ve çıkarını ön planda tutarak, Kendisi ile kullarını aldatacağını da biliyor ve ona “Haddini aşma! Haddini aşarsan haddini bildiririm” diyor. Ciddiye alınması gereken ciddi bir tehdittir bu. “Haddini aşma...!” Bu açıklkamalar ve uyarılardan sonra da sıralıyor nelerin haram olduğunu Yaratıcı: “Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen murdar hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adına kesilen hayvanlar, henüz canı çıkmadan yetişip şartına uygun tarzda kestikleriniz dışında boğularak, bir şey vurularak, yukarıdan yuvarlanarak, boynuzlanarak yahut yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanarak ölen hayvanlar, putlara ait sunaklarda kesilen hayvanlar ve zar atarak, kumar oynayarak elde edilen etler, yiyecekler. Bunları yemek, Allah’ın yolundan çıkmaktır…Ancak kim açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, günaha meyletmeksizin haram olan bu etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (5 Maide 3) Daha sonra da haram kıldıklarının altını kalın çizgilerle çizerek, Peygamberine hitaben, bilhassaa böyle hususlarda şakasının olmadığını ve olmayacağını sesini yükselterek haykırıyor: -“Onlara şöyle de: “Bana vahyedilenler içinde, bir kimseye haram kılınmış yiyecekler olarak sadece ölmüş hayvan etini, akıtılmış kanı, bir pislikten ibaret olan domuz etini, bir de yoldan çıkma mânasında bir günah olarak Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvanı buluyorum. Fakat kim yasaklanan bu şeylerden yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek şartıyla yiyebilir. Çünkü senin Rabbin çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”(6 Enam 145) -Allah, haram kıldıklarını tekrar tekrar belirttikten sonra, kullarını sıkıntıya sokmamak miçin bazı istisnalar da getiriyor. “Zora düştüğünüzde haram kıldıklarım bile sizlere helaldir” diyor ve kullarına karşı ne kadar merhametli olduğunu bir kez daha vurguluyor ve devam ediyor; “Ehl-i kitabın yiyecekleri sizin için, sizin yiyecekleriniz de onlar için helaldir” (Mâide sûresi, 5/5) -Bu ayetin ifadesine göre Allah ehl-i kitabın yiyeceklerini müslümanlara helal kılıyor. Kullarını sıkıntıya sokacak bir eksik bırakmıyor. O zaman şöyle demek lazımdır: Allah’ın konuşmaya başladığı yerde kula susmak düşer. Biz de ehl-i kitap bir toplumun içinde yaşadığımıza göre; susulması gereken yerde susmasını bilmemiz gerekir. Konuşmaya devam ederek insanları Allah ile aldatmaya kalkmak büyük bir yanlıştır. Allah’ın buyrukları apaçık ortada dururken, helal sertifika sevdalılarının neyin peşinde olduğunu anlamak oldukça zordur. Nahl suresinde ise son noktayı koyuyor dinin Sahibi: “Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak, “Bu helâldir, şu da haramdır” demeyin! Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”(16 Nahl 116) -Allah, bu ayette haram olmayan bir şeyin haram olarak adlandırılmasına fevkalade öfkeleniyor ve o işi yapan kişiye, cemaate, dini kuruluşlara “siz yalancısınız” diyor. Size haddinizi bildireceğim diyor. Daha ne yapsın güzel Mevla’m, eline sopasını alıp sokağa mı çıksın?

19 Şubat 2025 Çarşamba

ORUÇ 2025

ORUÇ AYININ BEREKETİNDEN İSTİFADE EDELİM -Oruç tutacağız diye hasta raporu almak yanlış olur. Allah, insanları kandırarak, yanıltarak kendisine ibadet yapılmasını istemez. Bir de kandırılan kimse, Gayrimüslimse vebali, daha da büyüktür- Kur’an’ın farz olan Ramazan ayı orucuna yaklaşımı Yüce Allah, kullarının, ibadet yaparak kendilerini kötülüklerden uzaklaştırmalarını ister. Mesela Kur’an’da; namaz ibadetinin, kılan kişiyi, kötülüklerden uzaklaştırması gerektiğinin altı kalınca çizilirken, sadaka vererek malların kirlerden temizlenmesi emredilir. Hac ibadetinde birlik ve beraberlik sembolize edilir, bu birlik ve beraberlik ruhunun normal yaşamda da sürmesi gerekir ki; güç elden gitmesin, araya fitne girmesin. Tavaf yaparken, Tevhid inancının içselleştirilmesidir istenen, böylelikle zalimlerden ve onların zulmünden kurtulmanın yolu açılır. Arafat Tepesi’nde Âdem Peygamber’in tövbesi tekrar edilir, bu tövbeyle insan arınmak ister yaptığı kötülüklerden arınmak ister arınma nasuh bir tövbe ile olur. Geriye dönüşü olmayacak olan bir tövbedir bu. Âdem tevbe ettiği için arınmış ve affedilmiştir. İbadetler bir anlamda da affedilme vesiledir. Oruç ibadeti de aynı amaçla yapılır. İstenen, kulun aç kalması, susuz kalması değildir. Oruç mide ile tutulmamalıdır. Oruç bütün azalarla tutulmalıdır. Dilin orucu yalan söylememektir, gözün orucu haramı görmemektir, elin orucu harama uzanmamaktır, ayağın orucu harama yürümemektir. Sadece mideleriyle oruç tutanlar, oruç ibadetinin gayesini anlamayanlardır. Oruç ibadetiyle ilgili buyruklar Bakara Suresi ‘nde arka arkaya sıralanmıştır. Oruç ibadetinin, Müslümanları belirli bir kalıba sokabilmesi için, bir ay yeterli görülmüştür. Kur’an buyrukları şöyledir: -” Ey iman edenler oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Umulur ki dikkate alırsınız. (1) – „Oruç, sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Oruca güç yetiremeyenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır. Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız, -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır. Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, apaçık bir öğreti ve yasa kitabı olan Kuran’ın indirildiği aydır. Kim o aya ulaşırsa oruç tutsun. Hasta veya yolcu olanlarınız, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde oruç tutar. ALLAH sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Böylece (oruç günlerinin) sayısını tamamlar, sizi doğruya ulaştıran Allah’ı yüceltip şükredersiniz. (2) – „Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz. Allah, gerçekten sizin, nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildi, tövbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdıklarını dileyin. Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikafta olduğunuz zamanlarda kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır, sakın onlara yanaşmayın. İşte Allah, insanlara ayetlerini böylece açıklar; umulur ki sakınırlar. “(3) Oruç ve Teravih Namazı Oruç, Müslümanın, Kur’an’da belirtilen zaman dilimi içinde, yeme, içme ve cinsel ilişkiden, kendisini uzak tutmasıdır. Orucun tekniği budur. Ancak oruç sadece yememek- içmemek ve cinsellikten uzaklaşmak şeklinde anlaşılırsa yanlış olur. Amaç vücudun bütününe oruç tutturmaktır. Sadece mideye değil. Sadece oruç ayında kılınan teravih namazının bile amacı vardır. Abartmamak şartıyla kılınmalıdır teravih namazı. 20 rekât abartılıdır. 4 veya sekiz rekât kılınan bir teravih insanı rahatlatır. Teravih; Ramazan ayında yatsı namazı ile vitir namazı arasında kılınan nafile bir namazdır. Teravih, dinlenmek, rahatlamak anlamına gelir. Teravih, yemekten sonra gelen rehavetin dağılmasını sağlar. Sağlık açısından çok önemlidir. Teravih, Ramazan ayında camilerin şenlenmesini de sağlar. Müslümanlar o ayı bu vesile ile dolu dolu yaşamalıdırlar. Eğlenceler de düzenlenebilir. Karagöz ve Hacivat eski Ramazanların vazgeçilmezleridir. Teravih namazı ile ilgili Peygamber uygulaması şöyledir: “Resulullah (s) Ramazan’da mescidde bir gece namaz kıldı. Sahabenin çoğu da onunla o namazı kıldı. İkinci gece yine aynı namazı kıldı. Bu kez O’na tabi olarak aynı namazı kılan cemaat daha fazla oldu. Üçüncü gece Hz. Muhammed (s) mescide gitmedi. Orayı dolduran cemaat onu bekledi. Resulullah (s) ancak sabah olunca mescide çıktı ve cemaate şöyle seslendi: “Sizin cemaatle teravih namazını kılmaya ne kadar arzulu olduğunuzu görüyorum. Benim çıkıp, size namazı kıldırmama engel olan bir husus da yoktu. Ancak ben sizin, teravih namazını kendinize farz kılmanızdan korktuğum için çıkmadım” (Buharî, Teheccud, 57). Orucun zamanı Orucu farz kılan Allah, orucun nasıl tutulması gerektiğini de anlatmıştır. Ne zaman oruç tutulmaya başlanacaktır ne zaman iftar yapılacaktır hepsi detaylı bir şekilde belirlenmiştir. Kur’an’ın buyruğu açıktır:” Fecir vakti sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın.” (5) Ayetten anlaşılacağı üzere, güneşin doğmasına yakın zamana kadar yiyip içilebilir (30 dakika, 45 dakika gibi). Bu şekildeki imsak, ayetin ruhuna uygun olan bir uygulamadır. Peygamberimiz, Kur’an’ın buyruğunu uygulamaya koymuş ve bize örnek olmuştur. Oruca başlama zamanı hakkında, Hz. Ömer, Huzeyfe, İb. Abbas, Talk İb. Ali, Ata İb. Ebî Rabah, Ameş, Ali İb. Ebû Talip gibi sahâbelerden gelen rivayetler şöyledir: -” Oruca başlama vakti, sabahleyin yolların dağların, tepelerin belli olacağı zamandır. Yani çıplak gözle eşyaların birbirinden seçildiği zamandır. “Huzeyfe’nin anlattığına göre, Hz. Muhammed (s)’in uygulaması da böyle olmuştur. Huzeyfe şöyle der:” Sabah oluncaya kadar Resûlüllah ile yiyip içtik ki, güneş henüz doğmamıştı.” (4) -Zirr b. Hubeyş’ten: “Sahur yemeğini yiyip mescide gittim. Giderken, Huzeyfe’nin evine uğradım. Bir deve sağmamı emretti, sağdım. Sütü pişirmemi emretti, pişirdim, sonra; “iç” dedi. Ben oruç tutmak istiyorum” dedim. “Ben de istiyorum.” dedi. Yedik, içtik sonra mescide geldik, hemen namaza başlanıldı.” Zir b. Hubeyş devam eder: “Huzeyfe’ye sordum, o da bana “Resûlullah bana böyle yaptı” veya “ben Resûlullah’la böyle yaptım” dedi. “Sabahtan sonra mı?” dedim. “Evet, sabahtan sonra, ancak güneş doğmamıştı” dedi. (Ateş c.1. s.312- 315) -Ebû Davud’un hadisi de bu görüşün delilleri arasında sayılır: “Biriniz su ve yemek kabı elinde iken ezanı işitirse ihtiyacı kadar yiyip içsin” (Musned: II-423- Ebu Davud c. 2, s.258, h. 2350) -İbnü’l-Münzîr’in rivayetine göre; Hz. Ali sabah namazını kılmış sonra; “Şu an beyaz ipliğin siyah iplikten ayrıldığı andır” demiştir. (Ateş . c.1s. 312- 315) Bu uygulama günün 12 saat gündüz, 12 saat gece olduğu yerlerde mümkün olabilir. Güneş ısısının ulaşmadığı ama aydınlığının ulaştığı yerlerde mümkün değildir. Almanya, Danimarka, Norveç, İsveç, Finlandiya bu ülkelerdendir. Gece ve gündüzün saat olarak eşit olmadığı, fazla olduğu coğrafi bölgelerdir buralar. Mezhepler, böyle yerlerde en yakın yerdeki, zaman dilimine göre ayarlama yapılarak, oruç tutulabilir, namaz kılınabilir demişler. Bu her zaman geçerli olan bir çözüm olmaz. Mekke ile Medine’deki namaz saatleri, imsak ve iftar saatleri esas alınarak oruç tutulabilir, namaz kılınabilir diyenler de vardır. Bizim kanaatimiz de böyledir. Almanya böyle bir ülkedir. Havanın sıcaklığı da göz önünde bulundurulduğunda, Hicaz Bölgesi’ne göre imsak ve iftar saatlerini ayarlamak Almanya gibi gündüzü uzun olan yerlerde, zarurettir. Gece ve gündüzün işlevleriyle ilgili Kur’an’ın beyanlarını gözden geçirerek bu bölgelerdeki oruç zamanı hakkındaki kararları yeniden gözden geçirmek gerekiyor. Gündüzleri uzun olan yerlerde oruç süresini 20 saate kadar uzatmak oruçluya zulmetmektir. Kur’ân’ın genel mantığına terstir. Kur’an ekvatorda nazil olmuştur. Gecesi ve gündüzü birbirine eşittir. Orucun başlama ve bitiş zamanının güneşin doğuşu ve batışıyla ifade edilmeyişinin anlamı olmalıdır. Bu bir şablondur. Al şablonu istediğin bölgede uygula. Buyruklar şöyle: -“Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan O’dur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır. (Yunus 10/67) -“Görmediler mi; dinlensinler diye geceyi yarattık. Gündüzü de aydınlatıcı yaptık. İnanan bir toplum için bunda göstergeler vardır.” (Neml 27/86) -“Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan Allah’tır. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Allah insanlara gerçekten çok ikram eder ama insanların çoğu şükretmezler.” (Mü’min 40/61) -“Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan odur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır.” (Yunus 10/67) - “Gündüzü yaşama zamanı yaptık.” (Nebe’ 78/11) -“Güneşe ve duhâsına, onu takip ettiğinde aya, güneşin duhâsını gösterdiğinde gündüze, güneşin duhâsını örttüğünde geceye, yemin olsun. (Şems 91/1-4) Ayetlerden anlaşıldığına göre. Gece istirahat zamanı, gündüz çalışma zamanıdır. Gece ile gündüz arasındaki fazlalıktan dolayı iş zamanı ile ibadet zamanını, istirahat zamanını saatle tespit etmek gerekiyor. Molla Hüsrev’in de fetvası da şöyledir: Gündüzleri 24 saatten daha uzun yerlerde, mesela altı ay gündüz olan yerlerde, oruca saat ile başlanır ve saat ile sonlandırılır. Gündüzü böyle uzun olmayan, vakitleri normal teşekkül eden, yerlerdeki Müslümanların zamanına uyularak oruç tutulur. (Dürer*) Prof. Dr. Mehmet Said Hatipoğlu, bu konuda şöyle der: “Bu gibi bölgelerde Mekke’nin ve Medine’nin zaman ölçüleri esas alınarak, ibadet zamanları belirlenmelidir.” Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu, Prof. Dr. İlhami Güler, Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, Prof. Dr. İsrafil Balcı, Prof. Dr. Mehmet Azimli, Prof. Dr. Hasan Onat, Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Prof. Dr. Ömer Özsoy da bu tespite katılmaktadır. Sonuç Bu açıklamalardan sonra biz de deriz ki, Almanya gece ve gündüzün 12 saat olmadığı ülkelerdendir. Gündüz 20 saate kadar uzanır. Yukarıda verilen fetvaları göz önüne alırsak, Almanya’da orucun başlama zamanı saatle tespit edilmeli ve saat ile iftar edilmeli ve 13 saat olarak tutulmalıdır. Bu tespit yukarıda zikredilen din alimlerinin görüşlerine uygundur. Dürer sahibi Molla Hüsrev de aynı kanaattedir. 20 saate yaklaşan bir süre oruçlu olmak, oruç ibadetinin ruhuna uygun değildir. Sağlık açısından önemine dikkat çekilerek teşvik edilen oruç ibadetinin süresi 20 saat olduğu zaman, oruç faydalı değil, zararlı olmaya başlar. Günde en az iki litre su alması gereken vücud 20 saat susuz kalırsa kanda pıhtılaşmalar oluşabilir. Bu durum beyin kanamalarına, kalp krizlerine sebep olabilir. Yukarıda da söylediğim gibi oruç tutmak sadece aç kalmak demek değildir, susuz kalmak demek değildir. Bundan dolayı Almanya’da oruç; Mekke ve Medine’deki oruca başlama ve orucu açma zamanları esas alınarak tutulmalıdır. Saat ile başlanmalı ve saat ile açılmalıdır. Başta Diyanet işleri Türk İslâm Birliği (DİTİB) ve İslam Toplumu Millî Görüş (İGMG) olmak üzere, diğer dini cemaatler bir araya gelerek oruca başlama ve orucu açma zamanını tespit etmelidirler. Mesela sabah saat 06.da oruca başlanmışsa, saat 19.de iftar edilmelidir. Saat 07 de oruca başlanmışsa saat 20.00 de oruç açılmalıdır. Dini cemaatlerimiz, Ramazan ayında toplayacakları zekât ve fitre konusunda yaptıkları çalışmalar kadar veya o çalışmaların yarısı kadar üyelerinin ibadetleriyle ilgili kolaylıklar üzerinde de mesai yaparlarsa hem cemaatin sıkıntısını giderirler hem de istedikleri meblağı yine de toplamış olurlar. Sözü, sözün Sahibine bırakarak bugünkü yazımızı noktalayalım: “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 100) ………………………………………………………… (1) Bakara suresi 3 (2) Bakara suresi / 184-185 (3) Bakara suresi / 187 (4) Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul,1988.1. cild 312- 315. (5) Bakara 187 * Dürer, Molla Hüsrev’in eseridir. Hanefi Fıkhına göre yazılmıştır. 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından şeyhülislamlığa tayin edilmiştir. Molla Hüsrev, yirmi sene boyuncu bu görevi yürütmüştür. Fatih Sultan Mehmed Molla Hüsrev için ‘Zamanımızın Ebu Hanife’sidir.’ diyerek sevgisini belirtmiştir. Eserinin tam adı: Dürerü’l-Hukkâm Fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm, Musannıfı : Muhammed Bin Ferâmûz. Rüştü KAM (20:16 - 27/06/2014)

18 Şubat 2025 Salı

BÜLENGT ARINÇ 2025

FİKİRLERİN ÖZGÜRCE TARTIŞILMADIĞI-İFADE EDİLMEDİĞİ BİR ORTAM; DURAĞAN VE TEK SESLİ BİR ORTAM DOĞURUR Kİ O DA TERAKKİNİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGELDİR Rüştü KAM Bülent Arınç MOCCA dergisinde yayınlanmak üzere bir yazı göndermiş. Fikir hürriyeti konusunda, önemli, tespitlerde bulunmuş. Önemine binaen bu tespitleri köşemde yayınlayarak siz okuyucularımla paylaşmak istedim. Bülent Arınç, 25 Mayıs 1946 Bursa doğumlu. Türk siyasetçi ve avukat. Eski Cumhurbaşkanı Vekili, 22. TBMM Başkanı ve Başbakan Yardımcısı. “Herkes aynı şeyi düşünüyorsa, hiç kimse bir şey düşünmüyor demektir.” Mevlânâ “Fikir dünyamız durağanlıktan uzak, dinamik ve özgür olmalıdır. Her bireyin aynı şeyi düşünmesi mümkün olmadığı gibi bunun için gayret etmek, herkesi bir düşünce etrafında toplamak ve çok sesliliği yok saymak topluma bir fayda sağlamaz. İfade özgürlüğü, hem anayasada yer aldığı hem de AK Parti’nin iktidara geldiği günlerde, hükümet programında ve Avrupa Birliği hedefinde kullandığı en önemli argümanlarından biriydi. Kopenhag Kriterleri içerisindeki siyasî ve hukukî kriterlerden bütün özgürlüklerin bileşkesi saydığımız ifade özgürlüğünü en başa aldık ve bu konuda yasal düzenlemeler yaptık. Uygulamalarla toplumsal barışa hizmet edecek farklı düşünceleri, bir özgürlük alanı içerisinde bir araya getirdik ve bunda başarılı olduk. Bu bizim hem yurtiçindeki barışımıza yol açtı hem de insanların birbirlerini daha iyi anlamalarına ve birbirlerine tahammül etmelerini sağladı. Ayrıca AB nezdinde ve tüm dünyada Türkiye’nin özgür bir ülke olduğunu, herkesin fikirlerini ve düşüncelerini korkmadan ifade edebildiğini ortaya koydu. O dönemlerde bu yaptıklarımız ile %50 oy oranını yakaladık. Elbette burada hükümet olarak sağlık, ulaşım vs. gibi alanlarda yapılan yatırımlar oldukça etkili olmuştur ancak ifade özgürlüğünün toplumda doğurduğu atmosferin de etkisi azımsanmayacak durumdadır. 31 Mart Seçimlerinin ardından ortaya çıkan tablonun sebepleri üzerine düşünüldüğünde, yukarıda zikrettiğim dönemin aksine ifade özgürlüğü konusunda bazı kısıtlamalara gidiliğini ve bunun da toplumda rahatsızlık yarattığını düşünüyorum. Eleştiri hakkı hakaret, bühtan ve tahkir içermediği müddetçe müdahale edilemez olmalıdır. Altında imzamız olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM kararlarındaki mevcut ilkeleri benimsemiş ve bu ilkeleri yasalarımıza da derc etmiştik. AİHM kararlarındaki çok önemli bir karar da şudur: Siyasetçiler herkesten çok eleştiriye açık ve tahammüllü olmalıdır, eleştiri ne kadar ağır olursa olsun, bütün bunları kabullenmeli ve bundan istifade etme yolunu seçmelidir. Millî Görüş dönemini bilenler hatırlayacaktır, TBMM’de en sert eleştirileri yapan grup bizdik ve bu siyaset tarzı halk nazarında takdir ile karşılanmıştı. Bunun üzerine de adım adım iktidara yürüdük. Eleştiriler elbette haksız ve yersiz olabilir. Bunun karşısında yapılması gereken bu eleştirilere mümkünse somut örneklerle cevap vererek kendi fikirlerimizi ifade etmektir. Eleştirileri çeşitli argümanlar ile susturmak ve sindirmek kısa vadede eleştirilene fayda sağlar gibi gözükse de aslında süreç içinde oldukça yıpratıcı ve zarar vericidir. Bu konu hakkında pek çok fikir adamının görüşleri aktarılabilir. Bilge Lider Aliya İzzetbegoviç, özellikle ‘Doğu ve Batı Arasındaki İslam’ adlı eserinde şunları aktarır: “Eleştiri, düşünmenin ruhudur. Eleştiri olmayan yerde düşünce donuklaşır. Hakikati aramak için eleştiri gereklidir. Eleştiri hakikatin güneş ışığıdır. Özgürlük insanın yanlış yapma hakkını da içerir. Ancak eleştiri olmaz ise bu yanlışlıklar düzeltilmez. Sorgulamayan bir toplum köleleşmeye mahkumdur.” Hasılı, ifade özgürlüğü ve eleştiri hakkı, fikir dünyamızın ve buna bağlı olarak siyasetten gündelik yaşama kadar her alanda dinamizmin ana aktörüdür. Fikirlerin özgürce tartışılmadığı-ifade edilmediği bir ortam ise durağan ve tek sesli bir ortam doğurur ki o da terakkinin önündeki en büyük engeldir.”

12 Şubat 2025 Çarşamba

ÇAY KÜLTÜRÜ

BERLİN TÜRK ŞEHİTLİK CAMİİ’NDEYİZ; KANTİNDE ÇAY İÇELİM DEDİK - Hem şoför mahalli hem de 5 kuruş olmaz öyle. Hilal-i Ahmer mi burası? - Rüştü Kam Ha-ber.com Ekrem Tel ve Nurettin Kavak’la birlikteyiz. Hava çok soğuk. Şehitlik Camii’nde kıldık öğle namazını. Camiden çıktık hava buz kesiyor. Merdivenlerden inince solda kantin var, hemen girdik oraya. İçimizi ısıtmak için çay içeceğiz. Şark köşesi şeklinde tasarlanmış içerisi. Hoş bir görünümü var. Camiden çıkanlar oradalar. Herkesin önünde o kocaman bardaklardan var. Kalın ağızlı, kulplu. Çayı o bardaklarda içiyorlar. Belli ki çay içme kültürleri yok. Midelerine sıcak renkli sıcak su indirme derdindeler. Çay içmek için çay içiyorlar yani. Semaverler fokur fokur kaynıyor. Anlaşılan çok çay içiliyor. Kuyruğa girdik, nihayet sıra bizlere geldi. Yanaştık tezgâha. -ÇAYKUR çayınız var mıdır? -“Evet” dedi genç delikanlı. Siyah kısa sakallı. Üzerinde önlük var. -Dört tane verir misin? -“Buyurun efendim.” Nezaketi de var delikanlının. O kocaman kulplu bardaklardan verdi. “İki Euro.” -İsminiz nedir? -“Yemliha.” -Yedi uyurlardansın demek. -“Evet.” -Yemliha, mümkünse bizim çaylar küçük bardaklarda olsun. İnce belli bardaklarda. -“O da aynı paradır. Herkes büyük bardak istiyoır.” -Yemliha, parasından değil, Türk kültüründe çay ince belli bardaktan içilir. Bu bardaklardan çorba içilir. Çay, keyif için içilir. Mideyi renkli sıcak su ile doldurmak niçin değil. Bundan dolayıdır ki, çay nasıl demlenir ve nasıl içilir diye hikayesi de oluşmuştur. -“Nasıl?” -Şöyle; 1- Çay soğuk suda demlenir. 2- Çayın demi dudak renginde olmalıdır (lebrenk). 3- Çay dudağı yakacak kadar sıcak olmalıdır (lebsuz). 4- Bardakta dudak payı bırakılmalıdır (lenriz). Öyle bardağı tepeleme doldurmak görgüsüzlüktür. 5- Çay ince belli bardaktan içilmelidir. Çay sadece bir içecek değildir. Türk’ün günlük hayatında temel bir sosyalleşme aracıdır. Çay sabah kahvaltısından başlayarak yatana kadar günün her saatinde tüketilir. Öyle ki kahvaltı hazır olduğunda “çay hazır” denilir. Birlikte çay içmek dostluk, misafirperverlik ve nezaket göstergesidir. Çay servisi yapılan çay ocakları ve çay bahçeleri insanların buluştuğu, gündelik sohbetlerin yapıldığı özel mekânlardır. Her evde ve işyerinde bir demlik çay her zaman içime veya misafire sunmaya hazırdır. Çay böylesine önemli bir içecektir. -Yemliha bir şey daha söyleyeyim sana, Türk kültüründe böylesine önemli olan çay; 50 Cente satılmaz. Bu, çaya hakarettir. Türk kültürüne de hakarettir. Ya ücretsiz verin ya da hakkınızı alın. -“Hocam buna bile itiraz ediyorlar, 20 Cente olmalıymış çay. Ataşeye kadar şikâyet ediyorlar.” -Yemliha sizin ataşe çay işleriyle de mi uğraşıyor, işi yok mudur bu ataşenin. -“Orasını bilmem, ama sonunda fırçayı yiyen biz oluyoruz.” -Yemliha’nın yanında yaşlı birisi daha vardı, O da tasdikliyordu Yemliha’yı. -Yemliha, gel seninle bir de maliyet hesabı yapalım: Bir bardak çayın maliyeti ne kadardır bakalım. Tereddüt etti Yemliha. -“Pahalı mı geldi size de hocam çay?” -Hayır Yemliha, çok ucuz. Dedim ya bu fiyata çay satmak çaya hakarettir. Şaka yaptığımı sandı, sağına soluna baktı, Ekrem’e ve Nurettin’e baktı. “Şaka yapmıyorsunuz değil mi” diye tekrar sordu, kararlılığımızı öğrenmek istiyor besbelli. Baktı şaka yapmıyoruz, “hocam ilk defa çayın çok ucuz olduğunu söyleyen birisiyle karşılaştım, onun için tereddüt ettim. Yanlış anlamayın” dedi. Ben devam ettim; sevgili Yemliha, önce hesap yapalım, bakalım çayın maliyeti ne kadarmış tespit edelim; su+ çay+ şeker+ elektrik+ deterjan+ temizlik+ personel gideri+ malzemelerin yıpranma payı ve kalorifer masrafı, hepsini üst üste topladığımızda çayın maliyeti 50 Centi geçer. Boşuna kürek sallamanızın anlamı yok. Burası cami kantini olduğu için çayı en azından 1 Euro’ya satmalısınız. Büyük bardağı da 1.50 Cent yapmalısınız. Yemliha, şu gördüğünüz insanların çoğunu hanımları evden kovmuştur. Hayızdan nifastan kesilmiş insanlar bunlar. Sorun değil elbet, küçümsemiyorum onları, gelsinler, böylesine güzel bir ortamı nerede bulacaklar da oturup dedikodularını yapacaklar, yapsınlar. Onlar bizlerin büyükleridir. Ama çay paralarının da hakkını vererek adam gibi ödesinler. Çay 50 Cent olmaz, olmamalı. Yazıktır günahtır. Millet buraya, insanlar 50 Cente çay içsinler diye bağış yapmıyor. Burada kul hakkı vardır. Binlerce insanın hakkı vardır burada. Mesela ben. Süreç içinde en az 500 Euro vermişimdir bu camiye. Ben bu insanlara hakkımı helal etmiyorum. Adam gibi otursunlar çaylarını içsinler dedi-kodularını da yapsınlar ancak içtikleri çayın da parasını versinler. Burası kamu malıdır. Kamu malına zarar vermek, zimmete geçirmek haramdır. Hocalar kamu malına zarar verilmemesi gerektiğini anlatıyor olmalılar camide. 50 Cente çay mı olurmuş? Neymiş o öyle, dalga geçer gibi. Cami başkanı Hakan Çekiç bu konuya el atmalı ve gerekeni yapmalıdır. Hem şoför mahalli hem de 5 kuruş olmaz, olmaz öyle. Hilal-i Ahmer mi burası?

26 Ocak 2025 Pazar

MİRAC HİKAYESİ 2025

MİRAÇ HİKAYESİ Mirac diye anlatılan bu hikâye aslında gece yürüyüşü olarak geçer Kur’an’da. Bu yürüyüşün de Hz. Muhammed’le ilgisi yoktur. Hz. Mûsa ile ilgilidir. İsrâ Suresi’nin 1-7 ayetlerini okuduğumuzda meselenin Peygamberimizle alâkalı olmadığı anlaşılacaktır. Ancak ben bu yazımda mevcut kabul ışığında miracı değerlendireceğim. Bakalım nasıl bir sonuçla karşılaşacağız: Mirac: Arapça ’da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarına gelir. Dini literatürde Hz. Muhammed’in(s) göğe yükselerek Allah’ın huzuruna kabul edilmesi olayına denir. Hikâye edildiğine göre, hicretten bir yıl ya da on yedi ay önce Recep ayının yirmi yedinci gecesi meydana gelmiştir. İki aşamada gerçekleşmiştir: Birinci aşamada Hz. Muhammed(s) Mescid’ül-Haram’dan Beytü’l-Makdis’e (Kudüs) götürülür. Kur’an’ın haber verdiği bu aşama, gece yürüyüşü anlamındadır. İsrâ diye ifadeye konmuştur. “Yüceliğinde sınır olmayan O, Allah ki kulunu geceleyin, kendisine bazı alametlerimizi göstermek için [Mekke’deki] Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götürdü. Çünkü, gerçekten her şeyi işiten, her şeyi gören O’dur.“ (İsrâ 1) İkinci aşama Hz. Muhammed(s)’in Mescid-i Aksa’dan Allah’a yükselişidir. Bu olaydan, bu yükselişten (Mirac) Kur’an’da söz edilmez. Bu özel yürüyüşle ilgili Kur’an detay vermez. Olayın bu kısmı ayrıntılı bir şekilde Hz. Muhammed’e atfedilen hadislerde anlatılır. Şöyle ki; Hz. Muhammed (s), Kâbe’de amcasının kızı Ümmühan binti Ebi Talib’in evinde yatarken Cebrail gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü’l-Makdis’e getirildi. Burada Hz. İbrahim, Hz. Mûsa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılandı ve Hz. Muhammed(s) imam oldu ve diğer peygamberlere namaz kıldırdı. Daha sonra, Mescid-i Aksa’da kurulan bir Mirac’la ve yanında Cebrail olduğu halde göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Adem, ikinci katında Hz. İsa ve Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Harun, altıncı katında Hz. Mûsa ve yedinci katında Hz. İbrahim ile görüştü. Onlarla sohbet etti. Cebrail ile birlikte yükselişi Sidretü’l-Münteha(gidilebilecek son nokta)’ya kadar sürdü. Cebrail, “Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım” diyerek Sidretü’l Münteha’da Hz. Muhammed’den Burak ile birlikte ayrıldı. Hz. Muhammed(s) buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede etti. Sonunda Allah’ın huzuruna kabul edildi. Allah, Resulünü birinci sınıf devlet töreniyle kapıda karşıladı; selamlaştılar, tokalaştılar, kucaklaştılar, hâl hatır sordular, birlikte kırmızı halıda yürüdüler. Hz. Muhammed bu anı şöyle anlatır: “Allah benimle görüştü ve el sıkıştı. Elini iki omuzum arasına koydu; öyle ki parmaklarının soğukluğunu iki göğsüm arasında hissettim.” (İbn.Hanbel, 5/243) Bu görüşmeden sonra, Allah misafirini tekrar kapıya kadar uğurladı ve ona hediyeler verdi: “…hediye paketinin içinde şunlar vardı: 50 vakit namaz, Bakara suresinin son ayetleri ve bu ümmetten Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı müjdesi. ” (Müslim, İman, 279). Hz. Mûsa, elinde büyük büyük paketlerle huzurdan ayrılan Hz. Muhammed’i görünce, onunla sohbet etmek ister ve sorar: -“Ne ile emrolundun?” -Hz.Muhammed(s): “Elli vakit namaz” diye cevap verir. -Mûsa (s): “Her gün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabb’ine söyle bunu azaltsın”. -Hz.Muhammed(s), peki öyleyse der ve yeniden Allah’ın huzuruna çıkar ve Mûsa’nın söylediklerini anlatır. Allah namazdan 5 vakit azaltır. Hz.Muhammed(s) dönüşte tekrar Hz.Mûsa’ya uğrar. -Hz.Mûsa “bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha azaltmasını iste” der. Yeniden huzura çıkar ve Mûsa’nın endişesini tekrarlar, Allah namazdan 5 vakit daha azaltır. Hz.Mûsa’nın bu uyarıları ile, namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz.Muhammed (s) Allah’la görüşmek için huzura çıkmaya devam eder. Tam 9 kez. Nihayet namaz beş vakte indirilir. Hz. Mûsa bu beş vaktin de çok olduğunu, ümmetin bunu da yerine getiremeyeceğini ısrarla söymesine rağmen, Hz. Muhammed’i ikna edemez. Hz. Muhammed, “Artık isteyecek yüzüm kalmadı, ben beş vakte razıyım” der ve Mûsa’nın yanından ayrılır. (Müslim; İman, Hadis No : 279/ Sahih-i Buhari ; 1550,155/ Müslim, Îmân 259-264./ Nesâî, Salât 1/Sahih-i Buhari ; Tevhid Bölüm; 38) Mirac olayı yukarıda hikâye edildiği gibidir. Bu bilgileri biz hadislerden alıyoruz. Hadisler Kur’an’dan onay alsaydı bizim söyleyeceğimiz fazla bir şey olmazdı. Ancak şimdi var: Çünkü, Kur’an devre dışı bırakılmıştır. Son Peygamber Hz. Muhammed’e iftira atılmıştır. İnsanlar, Allah’ın çok önemsediği Tevhid inancından uzaklaştırılarak şirk batağına sürüklenmiştir. Bu durumda söyleyeceğimiz elbette çok şey olacaktır. Sonuç: 1-Olayın birinci aşaması ayetle sabittir. Bu konuda hiç kimsenin bir itirazı olamaz. Olayın ikinci aşaması, yani Mirac kısmı İslâm akaidiyle örtüşmemektedir. Sakıncalı bir durum vardır. Allah İsra Suresi’nin birinci ayetinde Allah, kuluna bir kısım ayetlerini göstermek amacıyla bir gece Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya yürüttüğünü söylemektedir, detay vermemektedir. Bilmemizi isteseydi o detayı verirdi. 2- Eğer olayın mucize yönü bulunsaydı açık olması gerekirdi. Zira mucizenin açık ve anlaşılır olması şarttır. Oysa olay tamamen Peygamber’in şahsıyla ilgilidir, mahiyeti bilinmemektedir. 3- Namaz ibadeti sadece Hz. Muhammed‘e ve ümmetine farz kılınan bir ibadet değil, daha önceki ümmetlere de farz kılınmıştır. “Kitap’ta İsmail’i de an. Çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi. Halkına namaz kılmayı, zekât vermeyi emrederdi…” (Meryem 54,55) 4- Kur’an’da namazla ilgili onlarca ayet vardır. Bu ayetlerde namazın vakitleri, şartları ve önemi vurgulanmaktadır. Söz konusu ayetler değişik zaman aralıklarında vahyedilmiş olup, her biri ilk olarak, namazın rükünleri ve vakitleri olmak üzere birçok değişik boyutunu anlatmaktadır. Şayet namaz Mirac’la belirlenmiş olsaydı o belirlenen şekliyle Kur’an’da aynen olması gerekirdi. 5- İsra Suresi’nden önce inen surelerde de hatta ilk indiği konusunda ittifak bulunan sure olan Alak Suresi’nin onuncu ayetinde de namazdan söz edilmektedir. “Gördün mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu? (Alak 9,10); “Rabb’inin adını anıp namaz kılan.”(Âlâ 15). Oysa, Mirac olayının vahyin on ikinci yılında olduğu iddia edilmektedir. 6- Allah’a mekân izafe edilemez: Çünkü O sonradan olanlara benzemez. Oysa Hz. Muhammed’in yolculuğu bir mekânda noktalanmaktadır. Bu Kur’an’a ters düşmektedir. Müslümanların, Allah inancıyla bağdaşmamaktadır. O mekândan münezzehtir. 7- Gün 24 saattir. Allah 24 saat içinde 50 vakit namazı farz kılmıştır. Uyku için 7-8 saati çıktıktan sonra; 50 vakit namaz geriye kalan 16 saatte kılınacaktır. Yaklaşık her 15 dakikada bir namaz kılınması gerekir. Böyle bir hayatı yaşamak mümkün olabilir mi? Namaz emri bu durumda, „Allah kullarına gücünün yetmeyeceği bir yük yüklemez.“ (Bakara 286) ayetiyle çelişmektedir. Nasıl bir Allah ki, kullarının gücünün neye yetip yetmeyeceğini hesaplamadan 50 vakit namazı farz kılıyor? Ve kendisi ile yapılan pazarlık sonucu bunu beş vakte düşürüyor? Ve bunun için Hz. Muhammed tam 9 kez yukarı çıkıyor. Ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah ve O’na akıl öğreten bir kul. Hz. Mûsa. Böyle bir şey düşünülebilir mi? 8- Hz.Mûsa ile karşılaşma işi olmasa, namazı azaltma işlemi de olmayacaktı. Olayı aktaran hadislere bakılırsa Hz.Mûsa oldukça zekidir, Hz. Muhammed de oldukça aptaldır. Allah peygamberleri arasında fark gözetmediğini bildirdiği halde, mutlaka birisi zeki olacaksa bu kişinin Hz. Muhammed olması gerekmez mi? En son peygamberdir. Din kemale ermiştir, başka bir bir din gelmeyecektir. Hz.Mûsa, olmasaydı deyim yerinde ise “biz ayvayı yemiştik”, iyi ki Hz.Mûsa peygamberimize akıl vermiş (!). O kadar ki; Allah’ın ve Hz. Muhammed (s)’in düşünemediği şeyi düşünmüş (!). 9- Bakara Suresi’nin tamamı Medine‘de inmiştir. Mirac ise Mekke’de gerçekleşmiştir. Bu durumda, Mirac’da Hz. Muhammed’in yanında getirdiği hediyelerin içinde Bakara Suresi’nin son ayetleri olamaz. 10- İsra ayetini Mirac’la ilişkilendirmek mucizeyi değil tahrifatı ortaya koyuyor. Ayette bahsedilen Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki Süleyman tapınağı olduğu söylenmektedir ki; Muhammed zamanında orada bir tapınak mevcut değildir. Süleyman Tapınağı Muhammed’den 650 sene önce yıkılmıştı. Yeri de boştu. Mescid Halife Ömer zamanında Kudüs’te Süleyman Tapınağı’nın bitişiğinde yapıldı. Bu mescide Mescid-i Aksa denildi. Mervan zamanında bu Mescid genişletildi ve ayrıca Kubbet’üs -Sahra yapıldı. Mescid-i Aksa Muhammed’in ölümünden sonra yapıldığına göre İsra suresinin 1’inci ayetinde Mescid-i Aksa isminin geçmesi akla şu soruyu getiriyor. Ya ayetteki isim yapılan mescide verildi, ya da ayet Kur’an’a sonradan ilave edildi. 12- Kaldı ki, gece yürüyüşü olayı, peygamberimizle ilgili değil Hz. Mûsa ile ilgilidir. Ayetlerin devamı okunduğu zaman anlaşılacaktır. “Gösterilecek bir kısım ayetler (ayât) ortaya çıkacak… Kul’un, Mûsa olduğu ortaya çıkacak… Gece yürüyüşünü kimin yaptığı ortaya çıkacak… Mübarek kılınan yerin ateş ve çevresi olduğu ortaya çıkacak… Mescid’in memleket, vatan, yer, mahal manasında kullanıldığı ortaya çıkacaktır. Mescid-i Haram’ı sadece Mekke, hatta Kâbe ya da peygamberimiz Muhammed’in evi olarak açıklamak yeterli değildir. Mescid-i Haram, kişilerin sahibi olduğu, onlara ait olan yer, sıla, kendi yaşadığı, yediği, içtiği, secde ettiği mahal gibi anlamlara da gelir. Bu durumda Mûsa sıladan gurbete bir gece yolculuğu yapıyor. Çünkü “aksa” uzak anlamına geldiğine göre Mescid-i Aksa uzak yer anlamında kullanılıyor. Mescid-i Aksa’yı Kudüs olarak parantezlemek hatalıdır. Bir de bu açıdan bakarak değerlendirelim Mirac olayını. Belki o zaman yıllardan beri uyuduğumuz dehlizden çıkma şansını yakalayabiliriz.

31 Aralık 2024 Salı

YENİ YIL 2024 YILINDAN 2025 e GEÇİŞ

2024 YILI İTİBARİYLE, ALMANYA'DA MÜSLÜMANLARA VE MÜSLÜMANLARIN İBADETHANELERİNE YÖNELİK ÇEŞİTLİ SALDIRILAR VE WEINACHTSMARKTLARA YAPILAN SALDIRILARIN FATURASININ İSLÂM’A KESİLMESİ.. Rüştü KAM Sevgili okuyucularım, ben de 2024 yılından 2025 yılına geçerken bir değerlendirmek yapmak istedim. Bu gece eğleneceksiniz. Hindiler yiyeceksiniz. Abartılı kutlamalar yapanlarınız olacak. Çamları süsleyeceksiniz. Bunun için kapitalizmin istediği harcamaları çoktan yaptınız bile. Ne yaptığınızı, niçin yaptığınızı bilerek yaparsanız tüm bunları sorun yok. Herkes yapıyor ben de yapayım diye yaparsanız sıkıntı var demektir. Şuursuzca yapılan işler sonucunda bedeller ödemek zorunda kaldığımız zamanlar çok olmuştur. İbret alınmamışsa başımıza daha çok sıkıntılar gelecek demektir. Ben yeni yılınızı kutlamayacağım. 2024 yılının dünyada Müslümanlar açısından nasıl bir grafikle sona erdiğini sizlerin değerlendirmesine bırakarak 2025 yılının Müslümanlar açısından hayırlar getirmesini Mevlam’dan temenni edeceğim.Ve siz okuyucularımdan 2024 yılında Almanya’da Müslümanların başına neler gelmiş bir göz atmanızı istirham edeceğim. Okuyalım: 2024 Yılında Almanya 2024 yılı itibariyle, Almanya'da Müslümanlara ve Müslümanların ibadethanelerine yönelik çeşitli saldırılar düzenlenmiştir. Maalesef saldırıları gerçekleştiren gerçek saldırganlar bulunamamıştır. “Saldırıyı bu kişi yaptı” diye takdim edilenler de Müslümanlar tarafından inandırıcı bulunmamıştır. Ayrıca Hristiyanların yaptığı teröre Hristiyan terörü denilmezken, "İslamcı terör" kavramının kullanımı da Müslümanları rahatsız etmiştir, etmektedir. Müslümanlara ve İbadethanelerine Yapılan Saldırılar: Almanya, son yıllarda özellikle camilere ve Müslümanlara karşı gerçekleştirilen ırkçı saldırılarla karşı karşıya kalmıştır. Bu tür saldırılar, genellikle aşırı sağcı grupların ve bireylerin motivasyonları ile gerçekleşmektedir. 2024 yılında, camilere yapılan saldırılar, Müslümanlara yönelik saldırılardır. “Seni almanya’da istemiyoruz, defolun gidin saldırısıdır.” Bu durum, Almanya’daki Müslümanlar için tehdit oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra, sosyal medya üzerinden yapılan nefret söylemleri ve tehditler de işin tuzu biberi olmuştur, olmaktadır. Müslümanlara Fatura Edilen Cinayetler ve Saldırılar: Almanya’da, bazı saldırılar da islâm ülkelerinden gelen birilerine fatura edilmektedir. Bu cinayetler veya saldırılar, "İslamcı terör" olarak nitelendirilmeye çalışılsa da, bu tür saldırıların motivasyonları daha karmaşık ve çeşitli olabilmektedir. Her durumda, cinayet ve saldırıların, Müslümanlara fatura edilmesi, Alman devlet kurumlarına olan güveni sarsmakta ve toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirmektedir. İslamcı Terör Kavramının Yanlışlığı: "İslamcı terör" ifadesi, terörizmin İslâm dini ile ilişkilendirilmesi anlamına gelir. Bu terimin bu şekilde yanlış ve tehlikeli kullanımı, tüm Müslümanları suçlu gibi gösterme eğiliminden olsa gerektir. Müslümanları potansiyel suçlu olarak göstermek demektir. Terörizmin, bir ideoloji veya dini inançtan bağımsız olarak tanınlanması gerekir. İslamcı terör ifadesi ile tüm Müslümanların terör ile ilişkilendirilmesi, demokratik Almanya'ya hiç yakışmamaktadır. Bu şekildeki yaklaşımlar, toplumsal önyargıları ve ayrımcılığı da körüklemektedir. Bu, özellikle Almanya gibi çok kültürlü toplumlarda, Müslümanların daha fazla dışlanmasına, şiddete ve önyargılara maruz kalmalarına yol açabilir. Yanlıştır. Almanya, Ülkesinde Yaşayan Müslümanlara Yönelik Nefret Söylemlerine Yol Vermemelidir: Almanya’da yaklaşık 6 milyon Müslüman yaşamaktadır. Bu rakam ülkenin kültürel ve toplumsal çeşitliliğine önemli bir katkı sağlamaktadır. Demokrasinin kurallarına bağlı olarak bildiğimiz Almanya, her bireyin temel haklarını ve özgürlüklerini korumakla yükümlüdür. Müslümanlar da bu haklardan yararlanmalıdır. lrkçılık, ayrımcılık ve nefret söylemlerinin muhatabı olmamalıdırlar. Bir siyasi parti olan AfD (Almanya için Alternatif), göçmen karşıtı ve ırkçı söylemleri ile dikkat çekmektedir. Bu tür partiler, toplumsal barış ve uyum açısından tehdit oluşturabilir. Almanya, gelecekte kendisini zor durumda bırakacak bu tehlikelerden, içinde yaşayan 26 miyon yabancı kökenli insanların haklarını korumak için gerekli adımları acilen atmalıdır. Irkçı ve ayrımcı söylemlerin önlenmesi, Müslümanların dışındaki diğer yabancıların ve din mensuplarının da haklarının korunması, sadece devletin değil, aynı zamanda sivil toplum kuruluşlarının, eğitim kurumlarının ve toplumun geniş kesimlerinin de görevidir. İslamofobi, Yani İslam'a Karşı Duyulan Korku, Önyargı Ve Nefreti Tetikleyen Yayınlar Ve Söylemler, Toplumsal Barışı Tehdit Eden Önemli Faktörlerdir: İslamofobi, Müslümanlara yönelik önyargı, ayrımcılık ve şiddet anlamına gelir. Bu kavram son yıllarda Almanya genelinde sıkça kullanılır olmuştur. Dolayısıyla, özellikle medya, sosyal medya platformları ve bazı politik figürler tarafından da aynı oranda kullanıldığı için, geniş kitleler üzerinde yanlış algılar oluşmaya başlamıştır ve farklılıklar tehdit olarak hedefe konmuştur. Bunun sonucunda, İslam ve Müslümanlar tanınmadan, bilinmeden, önyargı ile yargılanarak itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Yargısız infaz. İslamofobiye karşı durulması ve bu tür söylemlerden vazgeçilmesi; daha sağlıklı, hoşgörülü ve adil bir toplum inşa edilmesine yardımcı olacaktır. Ayrıca, kültürel çeşitliliği önemsemek ve insanlar arasında anlayış ve saygıyı teşvik etmek önemlidir. Bu bağlamda, medya kuruluşları, liderler ve bireyler, toplumda nefret söylemlerine karşı durmalı, daha pozitif ve kapsayıcı dil kullanmaya özen göstermelidirler. İşte ülke genelinde İslamofobiye karşı atılabilecek bazı ciddi adımlar: 1. Eğitim ve Bilinçlendirme Kampanyaları: İslamofobiyi engellemek için toplumda hoşgörü ve farklılıklara saygıyı teşvik eden eğitim programları düzenlenebilir. Okullarda ve üniversitelerde İslam ve diğer inançlara dair doğru bilgi verilmeli, önyargıların ve yanlış anlayışların önüne geçilmelidir. 2. Medyanın Rolü: Medya, toplumsal algıyı şekillendiren önemli bir araçtır. Medya kuruluşları, Müslümanları ve İslam'ı olumsuz bir şekilde betimleyeci haberlerden kaçınmalı ve çeşitliliği ve hoşgörüyü teşvik eden içerikler üretmelidir. Ayrıca, medyada İslamofobiye karşı duyarlılık yaratacak düzenlemeler yapılmalıdır. 3. Toplumsal Diyalog ve Entegrasyon: Farklı dini inançlara sahip insanlarla toplum içinde düzenlenecek etkinlikler, diyalog platformları ve kültürel değişim programları, İslamofobinin azalmasına yardımcı olabilir. Bu tür platformlar, insanların birbirlerinin kültürlerini, inançlarını ve yaşam tarzlarını daha iyi anlamalarına imkan tanır. 4. Hukuki Düzenlemeler: İslamofobik saldırılar, ayrımcılık ve nefret söylemi gibi suçların cezalandırılmasına yönelik yasal düzenlemeler güçlendirilebilir. 5. Dini Özgürlüklerin Korunması: Her bireyin dini inançlarına saygı gösterilmeli ve dini özgürlüklerin güvence altına alındığı bir ortam yaratılmalıdır. Bu, cami ve diğer dini mekanların güvenliği için önlemler almayı da gerektirir. 6. Sivil Toplum Kuruluşlarının Güçlendirilmesi: İslamofobiyle mücadele etmek için sivil toplum kuruluşlarının (STK) aktif bir şekilde rol alması gerekir. STK'ler, toplumsal farkındalık yaratma, eğitimler düzenleme ve İslamofobiyi teşvik eden davranışlara karşı kampanyalar yürütme konusunda etkin olabilirler. 7. Politikacıların Sorumluluğu: Siyasetçiler, toplumu birleştirici, kapsayıcı bir dil kullanarak, önyargıları pekiştiren değil, azaltan açıklamalar yapmalıdır. Aynı zamanda, İslamofobiye karşı kamuoyunda güçlü bir duruş sergileyerek, toplumu hoşgörüye ve barışa yönlendirmelidirler. Aksi uygulamalar, söylemler Almanya'da yaşayan topluma zarar verir. Yazıktır, günahtır. Tarihten ibret almak gerekir. Sonuç olarak, İslamofobiyi engellemek, yalnızca Müslümanların değil, tüm toplumun huzuru için önemlidir. Bu tür adımlar, uzun vadede daha barışçıl, eşitlikçi ve hoşgörülü bir toplumun temellerini atmaya yardımcı olacaktır. 2024 yılında Almanya'da Müslümanlara ve ibadethanelere yönelik olarak yapılan saldırılar, toplumsal bütünlük ve dini özgürlük açısından büyük bir endişe kaynağı olmuştur. Aynı zamanda, "İslamcı terör" gibi genellemelerin de yanlış kullanımı, Müslümanlara yönelik toplumsal önyargı ve dışlanmayı artırmıkştır. Bu tür kavramların dikkatli bir şekilde kullanılmaması, toplumsal huzursuzlukları daha da derinleştirebilir. Dikkatli olmak gerekir. Tüm kışkırtmalara ve saldırılara ve işlenen cinayetlere rağmen Müslümanların bugüne kadar oyuna gelmemeleri sevindiricidir. Alkışlanacak bir durumdur. Bundan sonra da oyuna gelmeyeceklerine olan inancım tamdır...Almanya bizim de ülkemizdir.

26 Aralık 2024 Perşembe

TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN 25. YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE 2025

TÜRK EĞİTİM DERNEĞI’NİN 25. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE Rüştü KAM 25.12.2025 Türk Eğitim Derneği, 25 yıl önce bir yola girdi, eğitim alanında farkındalık oluşturmak için girdi bu yola. O farkındalığı oluşturdu da. Milenyumda dünya şirince köyüne giderek kıyametin kopmasını beklerken bizler neslimizin geleceğini inşa etmek için Türk Eğitim Derneğini kurarak geleceğimize yeni bir kapı açmakla meşguldük ve o kapıyı açtık. Beş inanmış insanın önderliğinde kurulan derneğimiz, geride bıraktığımız çeyrek asır boyunca sayısız etkinlik, organizasyon ve projenin altına imza atmıştır. Geride bıraktığımız 25 yıl içerisinde, eğitime verdiğimiz destekle, gençlerimize ve çocuklarımıza sunduğumuz dershane hizmetlerimizle, onların başarılarına katkıda bulunmanın haklı gururunu yaşadık. Cuma okumaları ile hem dini hem de tarihi bilgiye ulaşarak kültürel değerlerimizi ve yakın tarihimizi, manipüle etmeden genç nesillere aktarmaya çalıştık. Bizim olana, bizden olana sahip çıktık. Eğitim, bireylerin ve toplumların kalkınmasının teminatıdır. Bir toplumun geleceğini inşa etmek, sadece ekonomik ve teknolojik gelişmelerle mümkün değildir; kültürel değerlerin, dilin, tarihsel mirasın, milli bilincin korunması ve geliştirilmesi gerekir, bu da ancak eğitimle mümkündür. Amacımız, Türk kültürünü, tarihini, dilini ve dinini bulunduğumuz bu coğrafyada yüceltmekti. Çocuklarımıza ve gençlerimize çağdaş bir eğitim anlayışı sunmaktı. Toplumsal gelişimi desteklemek ve bireyleri donanımlı hale getirmekti. Getirdik mi? Tam olarak getirdik diyemem ama en azından getirmek için mücadele ettik. Maddi ve manevi olarak mücadele ettik. Malımızla ve canımızla yaptık bu mücadeleyi. 25 seneden beri yollardayız. Bu yolda yürürken ayağımıza dikenler battı, yollarımızı kesenler oldu, taşlandık, hakaretlere uğradık. Ama yılmadık. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın demedik.” Nerede olduğumuzu çok iyi bildiğimiz için nereye gideceğimizi bilinçli bir şekilde tayin edebildik. Hedeflerimiz büyüktü,hâlâ büyüktür. Hedeflerimiz bulunduğumuz coğrafyaya ve o coğrafyanın şartlarına uygun olarak değişti, değişiyor ve gelişiyor. Hedeflerimizi devamlı aktif halde tuttuk. Adam aldırmadan geç git demedik aldırdık. Çiğnemedik ama çiğnendik. Buna rağmen hakkı tuttup kaldırdık. Eğitimde en büyük sorunlardan biri, okul-veli-öğrenci ilişkileridir dedik. Derneğimiz, bu ilişkileri güçlendirmek ve yaşanan ve yaşanabilecek problemleri çözmek adına, rehberlik hizmetleri sunarak, eğitimdeki verimliliği artırmaya yönelik çalışmaların altına attı. Okul, veli ve öğrenci arasındaki problemlere çözümlerler üretti. 25 seneden beri her hafta düzenlediği cuma okumalarıyla, katılımcıları bilinçlendirmeyi kendine görev bildi. Onlarca kitap okuduk. Bu okumalar katılımcılara çok şeyler kazandırdı. Özgüvenlerini artırdı. Türkçe dilinin korunması ve geliştirilmesini sağladı. Böylece, Türkçeyi de doğru ve etkili kullanmayı öğrendik. Kültürel mirasımızı geleceğe taşımak adına önemli adımlardı bunlar. Kültürel mirasımızı yaşatmak için geziler düzenledik. Bu geziler ile, kültürel bağlarımızı güçlendirmek istedik. Bu geziler, halkımızın hem tarih bilincini artırmak hem de öğrenilen bilgilerin kalıcı olmasını sağlamak için düzenlendi. Türkiye’yi 13 bölgeye ayırdık. Bu bölgeleri rehber eşliğinde gezdik. Gezimizin adı “Türk Eğitim Derneği Kültür ve Araştırma Gezisi”dir. Ayrıca, düzenlediğimiz gezilerle sadece Türkiye’nin farklı bölgelerini değil, aynı zamanda Balkanlar gibi tarihimizin önemli noktalarını da ziyaret ederek kültürel ve tarihi bağlarımızı güçlendirmeye çalıştık. Önümüzdeki yıl nisan ayında Türk ve İslam medeniyetinin temellerinin atıldığı Özbekistan’a gideceğiz. Ata Yurdumuzu ve atalarımızdan bizlere bırakılan mirasımızı yerinde görmeyi ve keşfetmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz. Sanat alanında düzenlediğimiz şiir okuma günleri, saz ve ney kursları, sıra geceleri gibi etkinliklerimizle toplumsal birlikteliği ve kültürel mirasımızı yaşatmaya çalıştık. Ayrıca, Almanya’yı ve Avrupa’yı da tanımak istedik. Avrupa ülkelerinden bazılarını gezdik. Almanya’dan başladık gezmeye. Önce Waimar’dan başladık Almanya’yı gezmeye. Toplama kamplarına gittik. Almanya’da Türk izlerinin peşine takıldık. Müzeleri gezdik. Her gezimiz, geçmişle bağ kurarak geleceği inşa etme yolunda önemli birer adım oldu. Her yıl düzenli olarak konferanslar ve seminerler organize ettik. Seminerler ve konferanslar, eğitimdeki güncel gelişmeleri takip etmemizi ve toplumu bu gelişmelerle buluşturmamızı sağladı. Yeni yeni bilgiler koyduk heybemize. Rutin olarak her yıl eğitim kampları düzenledik. Böylece ailelerin de bir araya gelerek kaynaşmasını sağladık. Çeşitli aktivitelerle çekici hale gelen eğitim kampları, iple çekilen etkinlik haline geldi. Bu kamplarda üç gün boyunca konuların uzmanlarını dinledik. Alacağımızı aldık onları da heybemize koyduk. Almanya'nın ilk Türk kütüphanesini kurduk. Şu anda içinde bulunduğunuz Kütüphaneyi her bireyin erişebileceği, bir eğitim yuvası haline getirdik. Bugün itibariyle kütüphanemizde yaklaşık 13.000 eser bulunmaktadır Bir dergi çıkardık. Mocca Dergisi, hem Türkçe hem de Almanca yayınlanan, derneğimizin misyonunu ve vizyonunu geniş kitlelere ulaştıran önemli bir yayın organımızdır. 44. Sayısı ocak 2025 tarihinde okuyucusuyla buluşacaktır. Dergi, halkımızla aramızda bir köprü konumundadır. Halkımıza, sunduğumuz bilgilerle farklı perspektifler kazandırmayı amaçladık. Geldiğimiz yerden baktığımızda yapılması gerekenleri yaptığımız kanaatindeyiz. Gücümüz ölçüsünde elbet. Mocca dergisi her üç ayda bir yayınlanır. Bu dergimizin okuyucusuyla buluşması için gayret sarf eden arkadaşlarımıza, mütercimlerimize, yazarlarımıza, reklamlarıyla destek olan İş Adamlarımıza huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Türk Eğitim Derneği olarak, dini ve milli bayramlarımızı büyük bir coşku ve saygı ile kutladık. Kurban bayramlarımızı sokak şenliği şeklinde kutlayarak halkımıza ve Alman komşularımıza daha yakın olmak istedik. Olduk da. Yaklaşık 10.000 kişiye hitap ettik. Kurban etlerimizi pilav üzerinde yanında ayranıyla birlikte ırk, din, dil ayrımı yapmaksızın tüm Berlinlilerle paylaştık. Toplumsal birlikteliği pekiştirmek için yaptık bunu. Bu etkinlik, halkımızı Alman komşularımızla bir araya getiren, sosyal dayanışmayı pekiştiren önemli bir buluşma noktası oldu. Ayrıca Aşure geleneğimizle de halkla bütünleşmeye çalıştık. Aşureyi de halkımızla ve Alman komşularımızla paylaştık. Sokakta pişirerek sıcak sıcak gelene de geçene de ikram ettik. Müslümanların Ehli Kitap ile birlikte faaliyetler yapma zorunluluğu vardır. Bu zorunluluk Allah buyruğudur. Bu buyruğu esas alarak kiliseler ile etkinlikler düzenledik. Toplumsal hoşgörü ve birlikte yaşama kültürünü pekiştirmek adına, kiliselerle ortaklaşa düzenlediğimiz bu etkinlikler, farklı inançların bir arada nasıl huzur içinde yaşayabileceğinin en güzel örneğidir. Bu etkinlikler ile, hoşgörü temelinde özellikle Hristiyanlarla ve diğer din mensuplarıyla kucaklaştık. Gönül bağlarımızı güçlendirdik. Velhasıl; Türk Eğitim Derneği, geçen çeyrek asır boyunca her geçen gün daha büyük bir güçle ve kararlılıkla, eğitimdeki farkındalığı artırmayı, toplumsal bilinci yükseltmeyi, kültürel değerlerimizi yaşatmayı ve insan haklarına saygılı bir toplum oluşturmayı kendine görev edinmiştir. 25 yıl önce çıktığımız bu yolculuk süresince bir gün bile “öf” demedik. , Hep birlikte, bu değerli misyonu gelecek nesillere taşımaya bundan sonra da devam edeceğiz. Diyeceksiniz ki, bu kadar işin altından nasıl kalkıyorsunuz. Evet zor bir zanaat. Ama inanırsanız, irade beyan ederseniz Allah yardım ediyor. En zor günümüzde bir yerlerden imkan doğuyor ve kervan yürüyor. Bizim tek bir adım attığımız zamanlar çok oldu, baktık ki Allah söz verdiği gibi bize koşarak geliyor. Ne saadet. Bizimle ilgili eleştiriler de oldu, yolumuzu kesmek isteyen de oldu, bilhassa bu coğrafyanın şartlarını göz önünde bulundurarak açıkladığımız dini düşüncelerimizden dolayı eleştirildik. Bu eleştiriler bizlere can suyu oldu. Eleştirilmeseydik bir şeyler yapmamış olurduk. Ben huzurlarırınızda o molla Kasımlara da teşekkür ediyorum. Bu önemli günümüzde bizimle birlikte olduğunuz ve mutluluğumuzu paylaştığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Ben ve dostlarım bizler geleceğe umutla bakıyoruz. Geniş vizyonumuz ve inancını kaybetmeyen ekibimizle daha nice başarılı projelere imza atmayı hedefliyoruz. Bugün, 25 yıllık başarı hikâyemizin ardında, emeği geçen herkese, üyelerimize, gönüllülerimize ve bu yolda bizimle yürüyen dostlarımıza yürekten teşekkür ediyorum. Son olarak derim ki; derneğimizin her kademesinde görev yapan ve genç yaşta aramızdan ayrılan kardeşlerimizi saygı ve rahmetle anıyorum. Onlar için Allah'tan rahmet diliyorum. Onlar görevlerini layıkıyla yaptılar. Bizler şahidiz. Mevladan şahitliğimizin kabulünü diliyorum. Ruhları şâd olsun.

19 Aralık 2024 Perşembe

BERLİN'DE GAZETECİLER TOPLANDI

BERLİN’DE GAZETECİLER TOPLANDI (18.12.2024) Rüştü Kam T.C.Berlin Basın Müşaviri Hasan Kocabıyık, Berlin’de hizmet veren yerel ve ulusal Türk gazetecileri 18 Aralık akşamı saat 18 de bir masa etrafında topladı. Duayen Gazeteci Ahmet Külahçı başta olmak üzere Berlin‘de halkımıza hizmet vermek için zor şartlarda çalışan arkadaşlarımız oradaydı. Kocabıyık’ın açış konuşmasının ardından gazeteciler kısa kısa kendilerini tanıttılar. Dertli olduklarını anlamak için başka şahide gerek yoktu. Her hallerinden belliydi sıkıntıları. Ama yüzleri de gülüyordu. Çünkü, Karşılıksız hizmet vermenin mutluluğunu yaşıyorlardı. Mesleki zorluklarından bahsettiler. Sıkıntılarının ortak noktası nedir denilirse; ekonomik sıkıntılardan derim. Berlin’de gazetecilik yapmak hem zordur hem de kolaydır. Kolaydır, çünkü Berlin’de haber çok fazladır, gazeteci de haber kaynaklarına çok kolay ulaşır. O kadar fazla haber vardır ki; gazeteci bazılarını atlatmak zorunda bile kalır. Ulaşım da kolaydır. Zordur, çünkü gazeteciler; -devlet kurumlarından veya başka kaynaklardan maaş alanlar hariç-, gazetelerini veya dergilerini okuyucularıyla buluşturmak için ekonomik sıkıntı içindedirler. Bir taraftan haberi veya köşe yazarını bulmak için gayret sarf ederlerken öbür taraftan o sayının baskı parasını, tercüme parasını nasıl bulacaklarının sitresi altındadırlar. Bazı sayılar, borç alınan paralarla okuyucusuyla buluşturmaya çalışılır. Acıdır ama gerçektir. Bu sıkıntı magazin dergileri için de geçerlidir. Onlara magazin dergileri demek de zordur elbet. Ama güçleri o kadarına yeter. Magazin dergisi-gazetesi deyip geçmemek lazımdır. Zor bir iştir. Gerçek bir magazin dergisinin çıkarılması bedel ister. O beli ödemek kolay değildir. Velhasıl Berlin’de gazeteci olmak zor zanaattır. Berlin halkına hizmet veren gazeteciler resmi ve gayri resmi kurumlardan maaş almazlar. İstisnalar vardır. Aldıkları reklamlarla hem gazetelerini veya dergilerini finanse ederler hem de ekmek paralarına destek bulmaya çalışırlar. Tabiki para kalırsa. Berlinli İş Adamları bu konuda onların tek destekçileridir. Onların verdikleri reklamlarla ayakta dururlar. Ben, bir yerel gazeteci olarak onların en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsine teşekkür ederim ve önlerinde saygıyla eğilirim. Para verdikleri için değil; halkımıza hizmet veren, bilhassa Türk dili konusunda hizmet veren gazete ve dergileri destekledikleri için iliklerim ceketimin düğmesini önlerinde. Onların desteği olmasa yerel gazetelerin ve dergilerin hiç birisi okuyucusuyla buluşamaz. Ancak bu konuda duyarlı olmayan İş Adamlarımız da vardır. Parayla dans eden İş Adamlarımızdır bunlar; “Benim reklama ihtiyacım yok” diye cümle kurabilen İş Adamlarımızdır bunlar. Oysa, parayı da gazetecilerin; Türkçe dilini, gelenek ve göreneklerini, dinleri unutmasınlar diye yırtınan gazetecilerin, hizmet verdiği insanlarımızdan kazanırlar. Bilinmesi gereken bir mesele daha var: Anadolu Ajansı ve TRT direkt olarak Almanya halkına hizmet vermez. Onların yüzü Türkiye‘ye dönüktür. Varlık amaçları odur zaten. Vazifelerini iyi yaptıkları sürece şahıs olarak onları da tebrik etmek, gözlerinden öpmek lazımdır. Vazifelerini kötüye kullanan nice gazeteci gördü bu gözler. Devletin parasını çarçur eden ve amacına uygun iş yapmayan gazetecilerden bahsediyorum. Kurumlarına gelince, o kadar ki; o kurumlar, yerel gazetecilerin ihtiyacı olan haber ve fotoğraf desteğini bile vermezler, parayla satarlar. Bu büyük bir ayıptır. Türk halkına saygısızlıktır. Kendi değerlerini kaybetmemek için paralanan insanımızdan, halkımızdan, diasporadan bahsediyorum. Ayıptır, günahtır. Oturup ağlamamız gereken bir durumdur bu. Dizlerimizi dövmemiz gereken hazin bir durum. Sözün özü; Almanya’da halka hizmet sunan, yerel gazetecilerdir. Yalnız bırakılanlar da onlardır. Lazım oldukları zaman kullanılanlar da onlardır. Sorumsuz sorumluların kaderlerine tekettikleri gazeteciler de onlardır... Evet bütün bu olumsuzluklara rağmen; biz vatanımızı severiz. Milletimizi severiz. Dinimizi severiz. Kültürümüzü severiz. Devlet büyüklerimize saygımız sonsuzdur. Basın Müşavirinin çağrısına da sırf bu nedenle gittik. Devlet millet elele düşüncesi. Ancak aşk tek taraflı olmuyor ki; … Bir şey daha var. Konu gazetecilikle ilgili değil ama yazmam gerekiyor. Ben Türklerin yaptıkları toplantılarda özellikle de resmi toplantılarda ÇAYKUR çayının içilmesini isterim. Yıllardan beri bu arzumu her fırsatta dile getiririm. Benim çağrıma kulak verenler oldu elbet. Mesela; Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen gibi. Başka bir makam sahibi ve dernek başkanı maalesef bu sesime kulak vermedi. Akşamki toplantıda ÇAYKUR çayı içmek isterdim. Ama içemedim. Daha da kötüsü, “biz de Türk çayı demliyoruz” dediler. Türk çayı dedikleri çay, üzerinde markası türkçe yazılan, Almanya’da harmanlanan ve paketlenen çaylardır. Onlar Türk çayı değildir, Türk çayı ÇAYKUR çayıdır. Allah aşkına, kendi ülkesinin değerlerine sahip çıkamayan bizlerden ve bizim gibilerden kime ne fayda gelir ki;… Not: Ben Karadenizli değilim, Denizliliyim. Çaykur’dan da destek almıyorum…

15 Aralık 2024 Pazar

ÖZBEKİSTAN; TÜRK VE İSLAM MEDENİYETİNİN TEMELLERİNİN ATILDIĞI TOPRAKLAR (IV)

-Ata Yurdumuz; bilinenlerin ve öğretilenlerin aksine, ünü bugünlere kadar gelen İmam Matürîdi, Uluğbey, Ali Kuşçu, Devletşah Semerkandi gibi yüzlerce ulema ve bilim insanı bu topraklarda yetişmiştir- Rüştü KAM SEMERKANT Semerkant, milâttan önce 535 yılında Pers Hükümdarı (MÖ 590-529) Büyük Cyrus tarafından, ipek yolunun üzerinde kurulmuş bir şehirdir. Cyrus; insanlığın bilinen ilk insan hakları beyannamesi olan cyrusun silindirini yayınlamış olan Pers Kralıdır. Kendisi aynı zamanda Pers İmparatorluğunun kurucusudur. Medleri devirip persleri iktidara getirmişdir. Semerkant, Zerefşân nehri kenarına kurulmuş bir şehirdir. Seyyahların cennete benzettikleri bir mevkide bulunmaktadır. Akarsuları, yemyeşil bitki örtüsü ve tertemiz havasıyla sıhhatli bir yaşama son derece müsait en güzel şehirlerden biridir. Kusem b. Abbas’ın kabri “Şâh-ı Zinde” (yaşayan sultan) diye anılmış ve bu adlandırma bütün alanı tanımlar hale gelmiştir. Önemli bir kültür ve ticaret merkezidir Semerkant. Emevîler’in Horasan valisi Kuteybe b. Müslim tarafından fethedilmiştir (93/711). Kuteybe bin Müslim 714 senesinde şehit oldu. Türbesi Özbekistan'ın Fergana vadisinde, Andican vilayetinin Pamuklu köyündedir. Türkistan halkının; aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen kendisine halâ büyük bir veli, ermiş, şeyh, imam gözüyle bakmaları, kabrini bir ziyaretgâh olarak kabul etmeleri ve derin bir saygı ve bağlılık duymaları O'nun Türklerin nazarında nasıl kudsî bir yer işgal ettiğini ve dini duygularına nasıl tesir ettiğini açıkça göstermektedir. 1500 yılına gelindiğinde, Özbek Hükümdarı Şeybânî Han tarafından ele geçirilen Semerkant, 1868 yılına kadar Özbek hanlarının idaresi altında kalır. Özbekler ülkeyi Buhara’dan yönetirler. Onlar başşehirlerinin imarı ve gelişmesine önem verirler. Böylece, Semerkant ihmal edilir ve Buhara’nın gölgesinde kalır. 1868 yılına gelindiğinde şehir tekrar el değiştirir. Mâverâünnehir topraklarında ilerleyen Ruslar Semerkant’ı da zapt ederek Türkistan genel yönetim bölgesine dahil ederler. Semerkant, 1 Eylül 1991’e gelindiğinde bağımsızlığını ilân eder ve Özbekistan Cumhuriyeti’nin en önemli şehirlerinden biri olur. Tarihi Büyük İpek Yolu güzergahında yer alan Semerkant, Özbekistan'ın en büyük ikinci şehridir. Bugün Semerkant, MÖ sekizinci yüzyıla dayanan köklü tarihini yansıtan binden fazla kültürel yapıya da ev sahipliği yapmaktadır. Tarihi süreç içinde, çeşitli dönemlerde aralarında Batı Karahanlı, Şeybani ve Timurluların da bulunduğu birçok Türk devletine başkentlik yapan Semerkant, Orta Çağ'da inşa edilen o mavi kubbeli camileri ve medreseleri, mavi desenli çinileriyle bezeli kervansarayları, göğe doğru uzanan minareleriyle görenleri kendisine hayran bırakır. Semerkant, yüzyıllar boyunca Çin ile Avrupa arasındaki Büyük İpek Yolu üzerinde kilit konumdadır. Dönemin en önemli ticaret merkezlerinden biridir. “Dünya dönüyor” dediği için engizisyonlarda yakılıp, derisi yüzülerek vahşice öldürülen ilim adamlarının çağı olarak bilinen o karanlık Orta Çağ'da dünyayı aydınlatan bilim merkezlerinden biri haline gelmiştir. Engizisyon (Latince: inquisitio, soruşturma), Katolik Kilisesine bağlı bir mahkeme sistemidir. Ortaçağ’da Katolik memleketlerinde dînî inançlara karşı gelenleri bulup cezâlandırmak üzere kurulan ve akıl almayacak derecede korkunç cezâlar veren kilise mahkemelerinin adıdır. Semerkant geniş bulvarları olan oldukça ferah ve yemyeşil bir şehirdir. Registan Meydanı en büyük meydandır. Külliyesi ve Timur İmparatorluğu'nun kurucusu Emir Timur'un mezarının yer aldığı Gur-i Emir Türbesi buradadır. Ayrıca Semerkant'ta, Timur'un torunu Uluğ Bey’in talimatıyla inşa edilen üç medrese bulunur. Duvarlarındaki rengarenk mozaik işlemeleri ve mavi kubbeleri ile bu bölgeye has bir mimarisi vardır. Timur’un eşi adına yaptırdığı Bibi Hanım Camii ve Şah-i Zinde, benzer mimariye sahip büyüleyici yapılardır. Semerkant’ta görülmeye değer bir diğer nokta da Uluğ Bey Rasathanesidir. Astronom ve matematikçi olan Uluğ Bey, inşa ettirdiği bu rasathane sayesinde, güneşin iz düşümünden yaptığı hesaplarla bir yılın 365 gün 6 saat 10 dakika olduğunu, yalnızca 1 dakikalık sapmayla, bundan yaklaşık 5 asır önce keşfetmiştir (1394-1449). Bilinenlerin ve öğretilenlerin aksine, ünü bugünlere kadar gelen İmam Matürîdi, Uluğbey, Ali Kuşçu, Devletşah Semerkandi gibi yüzlerce ulema ve bilim insanı bu topraklarda yetişmiştir. Emeviler döneminde İslam'ı yaymak için bölgeye gelerek ve orada şehit düşen ve Hz. Muhammed'in kuzeni olduğu bilinen Kusem bin Abbas'ın türbesinin bulunduğu Şah-i Zinde; türbeler kompleksi demektir ve 11 türbeden oluşur. Çoğu XIV yüzyıla aittir. O tarihlerde, İslâm toprakları üzerinde en kaliteli kâğıt Semerkant’ta üretiliyordu (Makdisî, s. 256). Ayrıca Semerkant âlimler şehri olarak da bilinir. Çok sayıda büyük âlim yetişmiştir: Necmeddin en-Nesefî; el-Ḳand fî ẕikri ʿulemâʾi Semerḳand isimli eserinde 1000’den fazla Semerkantlı âlimi tanıtmıştır. -Meşhur muhaddis Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimî, -Şâfiî fıkhının öncülerinden İbn Hibbân, yine meşhur fakihlerden Ebü’l-Leys es-Semerkandî ve adını doğup büyüdüğü Semerkant’ın -Mâtürid mahallesinden alan kelâmcı İmam Mâtürîdî bunların başında gelmektedir. -Târîḫu Semerḳand yazarı Abdurrahman b. Muhammed el-İdrîsî, -Alâeddin es-Semerkandî, -Çehâr Maḳālemüellifi Nizâmî-i Arûzî, -Rükneddin el-Âmidî, Nakşibendî şeyhi Nizâmeddin Hâmûş, -Uluğ Bey, -Şehâbeddin İbn Arabşah ve Ali Kuşçu çeşitli dönemlerde Semerkant’ın yetiştirdiği meşhur âlimlerden bazılarıdır. Semerkant tarihi süreç içinde zaman zaman istila edildi. Yakılıp yıkıldı. Semerkant’ın yeniden imarı ve en parlak dönemi, Timur'un, Semerkant’ı kendisine başşehir yapması ve çeşitli bölgelerden âlim ve sanatkârları burada toplaması ile başlar (771/1369). Günümüze ulaşan tarihî yapılar daha çok Timur ve torunlarının eserleridir. (Timur Devrinde, s. 136-184). Uluğ Bey tarafından yaptırılan Çihil Sütun adlı sarayla meşhur rasathâne bu dönemin en önemli eserleri arasındadır. Semerkant. İpek böcekçiliği ve dokumacılık yönünden de gelişmiştir. Ayrıca halısı da meşhurdur. Ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanır. Sanayisi de gelişmiştir. Hafif sanayi kuruluşları yönetim merkezi Semerkant’ta toplanmıştır. Traktör ve otomobil parçaları imâlatı başlıca sanayi kuruluşlarıdır. Seramiğiyle de ünlüdür. Zerefşân vadisinin sulanabilen kesimlerinde daha çok pamuk ekilir; bunun yanında buğday, çeşitli meyveler, üzüm, tütün ve pirinç yetiştirilir. Meyve ve sebze konserveciliği de meşhurdur. Nüfusun dörtte üçünden fazlasını Özbekler, diğer bölümünü Ruslar, Tatarlar ve Tacikler oluşturur. Devam edecek

7 Aralık 2024 Cumartesi

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ MÜNASEBETİYLE 2024

DÜNYA KADIN HAKLARI GÜNÜ MÜNASEBETİYLE Rüştü KAM Dünya kadın hakları münasebetiyle yazı yazmayı düşündüm, sonradan vazgeçtim. Vazgeçtim geçmesine de içim de rahat etmedi. Tarihe not düşmek lazımdır dedim ve geç de olsa yazımı yazdım. Kadın hakları ve erkek hakları bahanesiyle kadını ve erkeği ayırmak çok büyük bir hatadır. Bu bilinçli olarak yapılmaktadır. Kadınların haklarını savunuyoruz bahanesiyle kadınları baştan çıkarma operasyonlarıdır bunlar. Dünyada kadın hakları nelerdir? Sorusuna verilen cevap aynen şöyledir: “Kendi cinselliğini yaşama hakkı; tecavüzsüz, tacizsiz, enseste maruz kalmadan yaşama hakkı; doğum kontrolünü kullanma veya kullanmama hakkı; sağlıklı yaşama hakkı; kadının bedeninin yalnızca kendine ait olması hakkı.” Bu sayılanlarmış kadın hakları. Yazılanlar ve çizilenler böyle. Bu haklar sadece kadınlar için değil, erkekler için de haktır. Erkeğin de cinselliğini yaşama hakkı vardır. Erkeğin de taciz edilmeden erkekliğini koruma ve yaşama hakkı vardır. Erkeğinde sağlıklı yaşama hakkı vardır. Yani erkek için de doğum kontrolü bir haktır. Bu haklar kadın hakkı ve erkek hakkı diye ayrılamaz. Bunlar insan haklarıdır. Kadın da erkek de önce insandır. Bulunacaksa, kadın hakkı- erkek hakkı diye değil insan hakkı diye savunulmalıdır. Aksini savunmak erkek ve kadını karşı karşıya getirmek olur. Aile içinde bölünme sebebidir. Günümüzde olduğu gibi. Bazı münferit olaylar gündeme getirilerek, sosyal medyada günlerce aylarca döndürülürse sonuçta olacak olan olur ve toplumun temel taşı olan aile paramparça olur. Kadın hakları konusunu dile getirenler Atatürk’ün 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdiğinden dem vururlar. 1923 yılında kuruldu cumhuriyet. O güne kadar dünyada sanki kadınlar seçme seçilme hakkına sahipmiş de Osmanlı bu hakkı kadına vermemiş gibi bir algı oluşturmaya çalışıyorlar. 1934’e yapılan vurgu bunun içindir. Bizim aydınlarımızın (!) Kadın hakları günü münasebetiyle yaptıkları şey; İslam’a, Osmanlıya, Selçuklu ’ya ve İslâm tarihine saldırmaktan başka bir şey değildir. Yapılan tamı tamına budur. 1934’te atıf yapanlar, İsviçre'de kadınlara seçme ve seçilme hakkının 1971 de verildiğini yazmazlar… Kadınlar seçme hakkını 1971’de elde etseler de İsviçre Anayasası’na “Kadın ve erkek eşittir” ifadesinin bir on yıl sonra, 14 Haziran 1981’de girdiğinden hiç söz etmezler. Ayrıca bu aydınlarımız, genel evlerinde çalışmaya zorlanan kadınlarımızdan da bahsetmezler. Onlar için nümayiş de düzenlemezler... Oysa İslam kadınlara seçme ve seçilme hakkını 611 yılında vermiştir. Cenneti de ayağının altına koymuştur. Aynı dönemde (Orta Çağ) Avrupalı kadınlara bütün kötülüklerin anası anlayışıyla yaklaşılmakta, cadı ve şeytan yaftalaması ile engizisyonda yakılarak can vermektedirler. Ayıptır günahtır. Kadın hakları günü gibi kavramları ortaya atanlar Avrupalılardır. Amaçları kendilerini aklamak ve bu vesileyle de İslâm’a darbe vurmaktır. Çünkü Orta Çağ’da kadının insan olmadığına karar verenler Avrupa ülkeleridir. Bu durumun pek çok nedeni olmakla birlikte esas sebeplerinden birisi hiç şüphesiz inançtan kaynaklanmaktadır. Orta Çağ boyunca dominant bir karaktere bürünen Hıristiyan inancı, kendi oluşturduğu düzenle kadın sıfatını neredeyse yok saymaktaydı. Bu durum topluma da yansımış bu nedenle kadınların özgürlük alanı fazlasıyla kısıtlanmıştır. Özellikle Hıristiyanlığın yaygın olduğu Avrupa toplumlarında kadın algısı ciddi anlamda derinlik kazanmıştır. Özetlemem gerekirse Orta Çağ Avrupası’nda kadınlar genel olarak çok iyi bir hayat yaşamıyorlardı. Aslında ilk günahın sebebi kabul ediliyorlardı ve bu yüzden mutlaka her zaman kontrol altında tutulmaları gerekiyordu. Dul olmaları durumunda bu katmerleniyordu. Hukuki olarak bir hakları ya da temsil yetkileri yoktu. Topluluk içinde konuşmaları, ayinleri yönetmeleri, öğretmenlik yapmaları, ilaç olabilecek şifalı şeyler hazırlamaları yasaklanıyordu. Din adamları aslında kadın hakkında pek bir şey de bilmiyorlardı, kadını tuhaf, çelişkili, korkutucu bir şeymiş gibi anlatıyorlardı. Vaazlarında sürekli erkeklere hitap ederek dikkatli olmaları öğütleniyordu çünkü kadın tehlikeliydi. Genel olarak kadın düşmanı bir bakış açıları vardı. İlk günah Hz. Havva ve Hz. Adem tarafından işlenmişti ama kadının rolü erkeğinden daha fazla görülüyordu. Hz. Havva, şeytanın onu baştan çıkarmasına izin vermişti, bu yüzden baştan çıkaran kadın ile özdeşleştirildi. Bu yüzden mesela Tertullianus kadınlara Tanrı kanununu çiğneyen ilk kişi olarak “şeytanın kapısı” der. 11. yüzyılda Rennesli Marbode kadını yılan, veba, haşere, zehir gibi sıfatlarla tanımlar. Ona göre kadın tüm kötülüklerin kökenidir. Lavardinli Hildebert’e göre erkeğin üç düşmanı vardır: Kadın, para, onur. Kadın her zaman zarar verirdi, aldatmak için doğmuştu. Örnekleri artırmak mümkündür. Orta Çağ Avrupası’nın anlayışına göre; bütün kötülüklerin anası kadındır. Kadın ruhu insan bedenine geçerek bütün kötülüklerin yapılmasına sebep olur. Dolayısıyla kadın insan mı şeytan mı tartışması yapılmıştır. Avrupa medeniyetinden Kadına asla özgürlük gelmez. Kadın, bir metadır. Kadın, köledir. Kadın, şeytani duyguların kabarmasına vesile olan canlıdır. Kadını seks kölesi yapan kültür Avrupa kültürüdür. 1350’lerde Katolik inancının en koyu temsilcisi İspanya’da başlayıp, ardından tüm Avrupa’ya yayılan “Engizisyon”, 400 yıla yakın bir süre kadının kabusu oldu... On binlerce kadın, bu insanlık dışı mahkemelerde, “büyücülük”, “şeytana tapıyor” saçmalıklarıyla diri diri yakıldı. Bu dönemde öylesine işkenceler yaratıldı ki, burada anlatmaktan utanç duyarım.. İsteyen, İspanya’da “Engizisyon Müzesini” gezip bizzat görebilir! Orta Çağ’da hukuki zeminde birçok kanun kadınları sınırlamaya yöneliktir. Örneğin, kadınların yaptığı tanıklık kabul edilmez. Süslenmeleri halk tarafından pek hoş karşılanmaz ve hatta bu da kanunlarla sınırlandırılmıştır. Öte yandan medeni hukukun miras alanında, 13’üncü yüzyıla kadar oğul yoksa kızların da mirasa ortak olabildiği söylenebilir. Ortaçağ’da özgür bir kadın ile özgür olmayan bir erkeğin birlikteliği ise gayrimeşru olarak nitelendirilmiştir. Bu duruma “contubernia” denerek ayıplanmıştır. Ancak bunun tam zıttı bir şekilde erkeklerin köle kadınlarla cinsel ilişkiye girmesinde hiçbir sakınca yoktur. (Genç, 2011) Bunlara ek olarak kadınlar, toplumun ya da krallığın yönetiminde bulunamazdı. Kutsal ya da politik herhangi bir görev üstlenemez, hakim veya avukat olamazdı. Ayrıca askeri bir amaca da hizmet edemezdi. Fahişelik özellikle Roma İmparatorluğu’nda kabul gören bir meslektir. Başlarda kilisenin karşı çıktığı bilinse de sonrasında bunu kabul ettiği hatta kilisenin genelevlerden vergi alarak kendisine kazanç sağladığı da bilinmektedir. Yoksulluk, kadınların fahişeliğe başlamasının ilk nedenlerinden biri olarak göze çarpmaktadır. Bu sebeple aslında Ortaçağ’ın ilk dönemlerinde fahişelik örgütlü bir biçimde değildi, devlet kontrolü de yoktu. Fahişeliğin örgütlü bir hale gelmesi kenti yönetenlerin dikkatlerini yoksullara çevirmeleriyle başlamıştır. (Genç, 2011) Genelevlerin, örneğin Almanya’da, devlet eliyle açıldığını bilmekteyiz. Bu yüzden genelevlere devletin de kazanç elde ettiği kurumlar olarak bakabiliriz. Zaten genelevler bulundukları kentlere ekonomik yardımda da bulunmaktaydı. Fakat fahişelerin kendilerinden beklenen ve istenenleri yapmadıkları sürece, özellikle toplum tarafından, türlü işkencelere maruz bırakılmış olmaları da bilinen bir diğer gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Geniş bilgi için: (Orta Çağ’da Kadın, Altan Çetin, Lotus Yayınevi, 2011 Kitap içinde bölüm: Orta Çağ Avrupasında Kadın, Özlem Genç, 2011)

30 Kasım 2024 Cumartesi

CİHADSIZ MÜSLÜMANLAR 2024

KUR'AN'DA BEŞ YÜZÜN ÜZERİNDE AYETLE FARZ KLINAN BİR İBADET VARDIR: CİHAD (MÜCADELE) İBADETİ. “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Onun yolunda cihaddan daha sevimli geliyorsa, o zaman Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Çünkü Allah fasıkları amaçlarına ulaştırmaz.”(Tevbe 24) Rüştü KAM Ağaç topraksız, balık susuz, canlılar oksijensiz yaşayamaz. İslam dini de cihad olmadan yaşayamaz. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlar ilk iş olarak cihad ibadetini yerine getirmelidirler. Cihaddan bahsetmek cihad etmek demek değildir. Sabahtan akşama kadar yemekten bahsetsek ve yemek yemesek karnımız doymaz. Cihad da konuşularak değil, şartlara göre gerekli olan çalışmalar yerine getirilerek yapılır. Cihad yapmak izzeti, cihad ibadetinden uzak durmak ise zilleti getirir. Cihad ibadetinin zamanı yoktur. Zamana bağlı değildir, günün her saatinde her dakikasında yapılabilir. Miktarı yoktur. Şu kadar yapılacaktır diye bir kuralı da yoktur. Ancak ilk eda edilmesi gereken ibadettir. Namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerden önce ilk eda edilmesi gereken ibadettir. Cihadı olmayanın namazı da olmaz. Namazın ön şartıdır cihad. İhtiyaçtan fazlasını infak etmek, gazete çıkarmak, dergi çıkarmak, okul yapmak, yurt yapmak, fakirler ve yaşlılar parasız istifade etsinler diye hastaneler kurmak, iş yerleri açmak, doğayı korumak, hayvanları korumak için barınaklar yapmak, zulüm altında inleyen insanlara yardım elini uzatmak, zalimlerin zulmüne başkaldırmak, yolsuzluk yapanlara karşı mücadele etmek, sivil toplum kuruluşlarını desteklemek v.b. şeyler cihad ibadetinin içine girer. CİHAD İBADETİN EDASININ ŞARTLARI ŞÖYLEDİR Cihadın edasının şartları: 1- Cemaatleşmek: Bir cemaat varsa ona dahil olmak, yoksa O cemaati oluşturmak. 2- İtaat: Cemaatin seçilmiş meşru başkanına, meşruiyetini muhafaza ettiği sürece itaat etmek. 3- İhsan: Verilen görevi dikkat ve itina ile yerine getirmek. 4- Tefrika yapmamak: Ümmet içerisinde ırk, mezhep ve meşrep ayrımı yapmamak. 5- Can ve maldan feragat etmek: Barışı tesis etmek için; nefesimizi, zamanımızı, paramızı ve gerektiği zaman canımızı seve seve ortaya koymak. Cihad ibadetine mani olan hastalıklar: 1- Adı Müslüman hastalığı: Bu hastalığa yakalananlar İslam‘ı sadece ahiret dini olarak görürler, “Elhamdülillah Müslümanız” derler, Müslümanlığı ben Müslümanım demekten ibaret görürler, kalp temizliği ile övünürler. Barışa yönelik işlere gelince çeşitli mazeretler uydurarak yan çizerler. 2- Yedek lastik hastalığı: Bu hastalığa yakalananlar, İslam‘ı yedek lastik gibi görürler, başları ne zaman sıkışırsa, menfaatleri gereği, yedeklerinde duran İslam lastiğini takarak yollarına devam ederler. Allah ile aldatma. 3- Şuursuz Müslüman hastalığı: Bu hastalığa yakalananlar İslam’ı sembollerden ve şekilcilikten ibaret olarak görürler. Bu hastalık sorumluluk şuurundan yoksun olan, Müslümanların hastalığıdır. 4- Bîcihad hastalığı: Cihatsızlık hastalığı demektir. Bu hastalığa yakalananlar, Müslümanların veya herhangi bir amaç için Müslümanların oluşturdukları cemaatin içinde oldukları halde, cemaat disiplininden uzak olarak yaşamayı tercih ederler. Cemaat toplantılarını aksatırlar, verilen görevleri yerine getirmezler. 5- Konuşuyor ama yapmıyor hastalığı: Bu hastalığa yakalananlar, konuşmaktan başka hiç bir iş yapmazlar. Vır vır konuşurlar. Görev verirsiniz bin dereden su getirerek ortadan koybolurlar. 6- Ben olmasam da olur hastalığı: Bu hastalığa yakalananlar, ben olmasam da cemaatin işleri yürür diyerek başkalarının yaptığı işlerle, kendileri yapmış gibi övünürler, pasiftirler, işi hep başkalarının yapmasını beklerler. Dolayısıyla bu hastalıklara yakalanan Müslümanları tedavi için Kur’an hastanesine yatırmak gerekir. Acilen tedavi edilmelidirler. Dünya nüfusu yaklaşık sekiz milyardır. Müslümanların sayısı ise yaklaşık iki milyardır. Allah; "Müslümanlar gerçekten inanırlar ve sabrederlerse ben onlara 10 kişiye karşılık verebilecek güç veririm" der. Bugün geldiğimiz noktadan bakarsak Allah'ın Müslümanlara yardım etmediğini görürüz. Bunun sebebi Müslümanların cihad şuurundan yoksun olmalarıdır. Bugün Müslümanların başına gelenler, cihadsızlıkları yüzündendir. Hastadırlar Müslümanlar bugün. Dünyevileşme hastalığına yakalanmışlardır. Beni sokmayan yılan bin yaşasın hastalığına yakalanmışlardır. Her koyun kendi bacağından asılır hastalığına yakalanmışlardır. Tevbe suresinin 24. Ayeti iyi bir antioksidandır. Acilen Kur'an hastanesinde tedavi altına alınmalıdırlar...

24 Kasım 2024 Pazar

GÖNÜLDEN GÖNÜLLERE DERNEĞİNİN 15. YIL MÜNASEBETİYLE VERDİKLERİ KONSERİN ARDINDAN

“Torunlarınızın sizlere lanet okumasını istemiyorsanız; çocuklarınıza kültürlerini, dillerini öğretiniz.” Rüştü KAM Ha-ber.com Bir davet aldım sayın Şahin Yücel’den, Kastamonulu olduklarını öğrendiğim iki kız kardeş getirdi davetiyeyi. İki kişilik. Yanıma Ekrem Tel’i de alarak davete icabet ettim. Verilen adresin etrafında üç tur attık ama park yeri bulamadık. Bir yere davetliyseniz vaktinden çok önce yollara düşmeniz gerekiyor. Berlin’in kaderi böyle. Zamanından önce salona ulaştık. 500 kişilik bir salon. Üçte iki oranında doluluğa ulaşılmış. Bana davetiyeyi getiren cici kız yerimi göstermek için önümüze düştü. Önden üçüncü sıranın başı. İsmimiz de yazılmış. Organize güzel. Herkes dersine iyi çalışmış. Program zamanında başladı. Bir erkek ve bir de bayan sunucu var. Gayet doğal olarak sunum yaptılar. Sunumlarında abartı yoktu. Hata da yapsalar samimi bir ifadeyle kendilerini affettirmesini biliyorlardı. Bu insanların hiçbirisi profesyonel değil. Birinci bölümden sonra ara verildi, ihtiyaç gidermek ve de orada kurulan stantlardan alışveriş yamak için. Uzun süre birbirlerini görmeyen insanları orada buluşup kucaklaşmaları için. Şahin Beyi tebrik etmek için yanına vardım, arkamdan iki kişi daha geldi ve hemen söze başladılar; sunucudan şikâyetçiydiler. Birbirlerini destekleyerek şikayetlerini dile getirdiler. Ben de bekledim onları. Münasebetsizlerin münasebetsizliğine şahit oldum. Şahin Bey, o babacan tavrıyla “bu insanlar, işlerinden-eşlerinden-çocuklarından ayırdıkları zamanlarda bu işi yapıyorlar. Sırf kültürümüz yaşasın diye bunu yapıyorlar. Yani profesyonel insanlar değil bunlar. Onlardan şikâyet etme yerine onları daha desteklemeniz lazımdır. Siz eğlenmenize bakınız efendim.” Diyerek onları kibarca teskin etmesini bildi. Konser içerik olarak dopdoluydu. Şiiriyle, folkloruyla, türküleri ve şarkılarıyla mükemmeldi. Eser seçimini ayakta alkışladım. Solistler sesleri ne kadarsa o kadar okudular eserleri. Gayretleri her hallerinden belliydi. Saz ekibi ise fevkaladeydi. Konser üç sat sürdü. Ben mutlu olarak döndüm konserden. 69 milyonluk konserlerde yapılıyor elbet. Biz o konserlere gidenlerden daha fazla mutlu olduk. Zaman zaman soliste eşlik bile ettik. İkinci bölümde Sıddık Doğan aldı sazını eline ve vurdu bam teline. Türküsünü söylemeden önce öyle bir cümle sarf etti ki; günün anlam ve mahiyeti bu cümlenin içinde dercedilmişti.“Torunlarınızın sizlere lanet okumasını istemiyorsanız; çocuklarınıza kültürlerini, dillerini öğretiniz.” İşte, “Gönülden Gönüllere Şiir & Müzik Grubu Berlin” derneğinin yapmak istediği tam da budur dedim. Sıddık Doğan Türk kültürüne emek veren bir müzik adamıdır. Çok eskiden tanırım kendisini. Takdir ettiğim bir saz üstadıdır. Berlin halkına büyük hizmetleri olmuştur. Şahin bey ve ekibi hedefine ulaşmıştı. Ama geride kocaman bir 15 sene bırakarak bunu başarmışlardı. Yolunuz açık olsun Şahin Bey! Sen iyiliği yap ve at denize; balık bilmezse Halik bilir… Biraz da Analiz Gece karayılan türküsüyle başladı. Ne kadar da anlamlı. Tüylerim diken diken oldu. Antep'e gittim, Maraş’a gittim, o toprakların nasıl hangi şartlarda vatan toprağı olduğunu düşündüm. Evet eğlenmek sadece hoplamak ve zıplamakla olmuyormuş, bazen de eğlenerek düşünmek gerekiyormuş. Vatan topraklarında kahramanlık gösteren nice yiğit vardır. Türkülere konu olmuşlardır. Molla Mehmet, Nam-ı diğer Karayılan da bu yiğitlerdendir. Köy imamlığı da yapmıştır. Yeri ve zamanı gelince Sütçü imam gibi, Denizli Müftüsü gibi eline silahını alıp cepheye gitmesini de bilmişidir. İşte karayılan için yakılan o türkü: “Karayılan der ki gelin oturak Kilis yollarından kelle getirek Nerde düşman varsa orda bitirek Vurun Antepliler namus günüdür ***** Kolumu salladım toplar oynadı Karataş içinde asker kaynadı Birinci kurşunda Şahin uyandı Vurun Antepliler namus günüdür, ***** Sürerim sürerim gitmez kadama Fransız kurşunu değmez adama Beni bağışlayın şanlı Antebe (Kara haberimi verin babama) Vurun Antepliler namus günüdür.” Dikkatime gelen bir türkü daha okundu. Şükran hanım okudu o türküyü. Şükran hanım sevdiğim bir sanatçıdır. Türk Eğitim Derneğinin etkinliklerine her zaman katılır ve desteklerini verir. Duyarlı bir sanatçıdır. Ben Şükran hanımın, o türkünün hikayesini okuduğunu sanmıyorum, hikâyeyi okusaydı o türküyü zaten okumazdı. Hareketli bir türkü olduğu için seçmiş olmalı. Ben Şükran hanımdan özür dileyerek Türkünün hikayesini kısaca yazmak istiyorum. Okuduğumuz türkülerin hikayesini bilerek okursak daha anlamlı seçimler yapmış oluruz. Amacım tenkit etmek değildir. Zeytinyağlı Yiyemem O türküyü bilmeyeniniz yoktur. “Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman” diye başlar, “Senin gibi cahile, ben efendim diyemem aman” diye de devam eder. Rivayet o ki, türkü Bursa yöresine ait. Ama sanıldığının aksine sıradan bir türkü değil. Türkünün, siyasi ve ekonomik nedenleri olan tarihi bir hikayesi var. Marshall Planı’nın Uzantısı 2’nci Dünya Savaşı sonrası Amerika bir yardım paketi hazırlar. Adı da Marshall Planı’dır. 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe girer. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na katılmadığı halde. Bu yardımdan yararlanır. Türkiye ile birlikte 15ülke daha bu yardımdan yararlanır. Amerika’da siloları mısır ile dolmuş taşmıştır. Yenileri de ekilmektedir. Kendisine Pazar bulması gerekmektedir. Mısır özünden katı yağ elde etmektedir. Margarin. 16 ülkeyi maddi olarak destekler ve ülkelerine margarin fabrikaları kurdurur. Hammaddesini kendisi verir. Türkiye'de rakibi zeytinyağı ve tereyağı vardır. Zeytinyağı kanser yaptığı gerekçesiyle kamuoyuna haberler pompalanır. Türk insanı bu tarz haberlerle ve reklamlarla zamanla zeytinyağından uzaklaştırılıp margarine alıştırılır. Bir de türkü yakılır zeytinyağı hakkında olumsuz imaj oluşturmak için yakılır bu türkü. Bugünlerde televizyonlarda her vesile ile faydaları anlatılan zeytinyağı o gün kanser gerekçesiyle gözden düşürülmüştür. Türk müziğinin 50 sene okullarda öğretilmesinin yasaklandığı gibi (1926-1976). Türkü bir anda döneminin en popüler türküsü haline gelir. Zeytinyağı yetmez, pamuğa da el atılmıştır. Türkünün devamında olduğu gibi basma fistan giyen kadınlar da aşağılanarak zamanla sentetik kıyafetlerle tanıştırılmıştır. Prof. Dr. Kenan Demirkol ve Prof. Dr. Canan Karatay bu konuda şunları söylerler: “Türkiye’de Amerika’nın desteğiyle, 1952’de margarin üretimine başlandı. O tarihe kadar insanlar tereyağı ve zeytinyağı yiyorlardı. Margarinin satılabilmesi için her yol denendi. Zeytinyağlı yemenin ve pamuklu kumaş giymenin köylülük olduğu algısı yaratıldı. 1954’te ‘Zeytinyağlı Yiyemem Aman’ türküsü popüler hale getirildi. Pek çoğumuz altında yatan gerçeği bilmeden bu türküyü matah bir şeymiş gibi yıllarca söyledik ve halen de söylemeye devam ediyoruz.” Prof. Dr. Karatay bu gidişe “dur” demek için bu türkünün sözlerini yeniden yazdı. Bakalım beğenecek misiniz? “Zeytinyağlı yerim de aman, basma da fistan giyerim aman, margarinleri yiyenlere, ben akıllı diyemem aman / Kaldım dumanaltı yerlerde, tertemiz havamız nerelerde, kaldım dumanaltı yerlerde, ah şekersiz çayım nerelerde / Zeytinleri yerim de aman, basma da fistan giyerim aman, çocuklara şeker verene, ben akıllı diyemem aman, çocuğuma zarar verme derim de aman / Kaldım trans yağlar içinde, faydalı yağlar nerelerde, sağlıklı yaşıyoruz biz artık, ekmek şeker yiyenlere çok yazık.”

20 Kasım 2024 Çarşamba

ÖZBEKİSTAN'A GİDİYORUZ 11-22 NİSAN 2025

ÖZBEKİSTAN; TÜRK VE İSLAM MEDENİYETİNİN TEMELLERİNİN ATILDIĞI TOPRAKLAR (I) -Ata Yurdumuz-  Rüştü KAM  Türk Eğitim Derneği 2025 Nisan’ında (11-22) Ata yurdu Özbekistan'a gidiyor. Sıla-i rahim yapacak. Türk toplumuna kendisi ve geçmişi tanıtılmamıştır. Tanıtıldığı zamanlar olmuşsa da yanlış tanıtılmıştır. Bundan dolayı Türk milleti maalesef değişik milletlerin medeniyetlerine ve kültürüne âşık olmuştur. Bu aşkın meyveleri acıdır. Ne kadar tatlandırılmaya çalışılsa da Türk’ün damak tadına uymamaktadır. Suni yöntemlerle tatlandırılmaya çalışılan meyveler, kansere yol açmıştır, mideler bozulmuştur, yüzler buruşmuştur. Yalancı tebessümlerle mutluluk pozları verilse de yabancı terziler tarafından dikilen elbiselerin bu millete dar geldiği aşikardır.  Evet Türk Eğitim Derneği Özbekistan’a gidiyor. Sıla-i rahim yapacak. Orada damak tadına uygun yemekler yiyecek, sıra gecelerine katılarak kendi müziğinin tınılarıyla kulağının pasını silecek, kendi folkloruyla coşacak, eğlenecek.   Evet Özbekistan’a gidiyoruz. Orada İslâm ve Türk medeniyetinin geride bıraktığı eserlere tanık olacağız. O eserlerin mimarlarıyla tanışacağız. Yirmi birinci yüzyıla ışık tutan Türk- İslâm âlimleriyle tanışacağız: Tıbbın babası olarak tanınan, İbn-i Sina ile, Matematik, Fizik ve Kimya alanında ün yapmış, sıfırın mucidi olarak bilinen el-Hârizmî ile, Kütüb-i Sitte diye anılan serinin ilk kitabı Sahih-i Buhârî’nin müellifi imam Buhârî ile, meşhur hadis âlimi İmam Tirmizi ile, Mezhep imamımız el-Mâtürîdî ile tanışacağız. Astronom, matematikçi, fizikçi, filozof ve dilbilimci Ali Kuşçu ve Uluğ Bey ile, el- Birûnî ile tanışacağız. Âlimlere, bilim adamlarına ve sanatkârlara büyük önem veren, ele geçirdiği coğrafyalardaki âlim, bilim adamı ve sanatkârları Semerkant’a göç ettirerek özelde Semerkant’ın genelde ise Mâverâünnehir bölgesinin kültürel ve sosyal gelişimine büyük katkı sağlayan Emir Timur ile tanışacağız.  Ayrıca o topraklarda yetişen Hace Ahmed Yesevî ve Hace Bektaş Velî’nin hikayelerini dinleyeceğiz. Daha niceleri ile tanış olacağız. Geç kalınmış bir tanışma olacak ama geç de olsa tanışacağız onlarla…Onların başına ne geldiyse birebir olmasa bile benzerleri bizim de başımıza geldi. Onlar, bizleri hoşgörüyle karşılayacaklar ve bağırlarına basacaklardır. Özbekistan, sadece Özbeklerin değil tüm Türk dünyasının mirasıdır. Hasret, yıllar sonra da olsa bitecektir. Daha ne lâzımdır…  Şimdi biraz da olsa Özbekistan’ı ilm-el yakîn tanıyalım:  Bugün Özbekistan’ı oluşturan topraklar tarihî süreç içerisinde Turan, Türkistan, Mâverâünnehir gibi isimlerle anılmıştır. Sekizinci yüzyılın başlarında Mâverâünnehir ve Hârizm, Kuteybe b. Müslim kumandasındaki İslâm orduları tarafından fethedilmiştir. Bölge halkı böylece İslâm ile tanışmıştır.   Devam edecek