22 Ekim 2011 Cumartesi

ALMANYA'YA GÖÇ

MİSAFİR OLARAK DAVET EDİLDİLER, SONRA YABANCI SONRA DA GÖÇMEN OLDULAR...!

Rüştü Kam
28.08.2011

Onlar, Almanya’ya misafir işçi olarak çağrılmışlar, süre üç yılmış. O üçyıl birtürlü bitmek bilmemiş. Misafirlerden bazıları o üçyılı çoktan unutmuşlar bile. İlk zamanlar evin güzelliği, ev sahibinin misafirperverliği misafirlerin hoşuna gitmiş olacak ki, kendi evlerine dönmek istememişler. Hatta ev sahiplerinin kendilerine  misafir gibi davranmalarına çok bozuluyorlarmış.

O misafirler, evin imarı ve güzelleşmesi için, hane halkının gelirlerinin artması için o kadar gayret göstermişler ki; gençliklerini vermişler,  alın terlerini akıtmışlar, gece- gündüz, soğuk-sıcak, zor-kolay, ağır-hafif demeden, olanca  güçleriyle uğraşmışlar, yırtınmışlar, didinmişler.

Refah seviyelerinin her geçen gün yükseldiğini gören ev sahibi bu durumdan fazlasıyla memnun olduğu için geriye dönüş konusunu unutmuş gibi görünmeyi yeğlemiş, zamana bırakmış geriye dönüş konusunu.

Kendisine verilene kanaat getiren, fazla tamahkâr olmayan misafirler, zaman ilerlerdikçe çocuklarını da yanlarına almaya başlamışlar. Ev sahipleri başlangıçta bu durumdan rahatsız da olmamışlar hani.

Ancak ilk gelen misafirler zamanla yaşlanmışlar ve ev sahiplerinin ayağına dolaşmaya başlamışlar: Yerleşik halkla aynı şartlarda çalışmak istemişler, ayırımcılık yapılmamasını istemişler, sosyal haklardan eşit olarak yararlanmak istemişler, oy hakkı istemişler, çifte vatandaşlık hakkı istemişler, serbest dolaşım hakkı istemişler, çocuklarının eğitimi konusunda fırsat eşitliği istemişler.

Bu durumu hazmedemeyen ev sahibi alelacele onları, kulaklarından tutup evden atmaya çalışmış. “O kadarı da fazla demiş. Bizim verdiğimizle yetineceksiniz” demiş. “Misafir olduğunuzu unutmayın“ demiş.
Demiş demesine de, evdeki hesap çarşıya uymamış. Nankörlüğün bu kadarına tahammül edemeyen misafirler “Orada dur bakalım” demişler ev sahibine. “Önce siz bükülen belin, ağaran saçın, çürüyen ciğerin, alınan böbreğin, tekleyen kalbin hesabını verin bakalım” diyerek diklenmişler... Karşı koymalar, direnmeler başlamış.

Sen misin o direnen, karşı koyan diye efelenen ev sahipleri kuşanıvermişler  kılıçlarını. Rastgele başlamışlar sallamaya. O kelle senin bu kelle benim. Tınlamamışlar bile bunca feryat, ah-u figan karşısında. Başlamışlar misafirlerin oturdukları evleri yakmaya, camileri, mezarlıkları kundaklamaya. Belki göz dağı vermekmiş gayeleri ama, işler istedikleri gibi gitmemiş, nice masum canlar bu nefret ateşinin  içinde cayır cayır yanmış, kül olmuşlar.

Bu vahim manzara karşısında yetkili makamlar, siyasiler, kolluk kuvvetleri başlamışlar nutuklar atmaya: “Suçlular yakalanacak ve cezalarını çekecektir....” Yakalananlar olmuş olmasına da, nedense üç beş yıl sonra serbest bırakılmışlar.

Misafirler bu nutuklara rağmen  tacizden birtürlü kurtulamamışlar. Kurtulmak bir yana artarak devam etmiş şiddet, aşağılama ve taciz.  Sokakta taciz edilmişler, iş yerlerinde taciz edilmişler, okulda taciz edilmişler, alış–veriş merkezlerinde taciz edilmişler. “Ausländer raus!”

Neden sonra ev sahipleri anlamışlar ki, misafirler yılmayacaklar ve ülkelerine gitmeyecekler. Politika değiştirmişler. Onlara misafir yerine “yabancı” demeye başlamışlar. Çünkü,  onlardan vazgeçmelerinin mümkün olamayacağını da anlamışlar. İnce ayar yapmaya başlamışlar. Yabancıların vasıflı ve genç olanlarına kapıyı biraz aralamışlar. Vatandaş olmak isteyenleri teste tâbi tutarak kendilerine yakın olanları vatandaş yapmak istemişler, dışarıdan yeni yabancı istemedikleri için, aile birleşimine Almanca’yı bilme şartları getirmişler. 16 yaşına gelen çocuklar için, iki vatandaşlıktan birini seçeceksin diye, tamamen asimilasyon kokan bir uygulamayı yürürlüğe koymuşlar. Çifte vatandaşlığı yasaklamışlar. Serbest dolaşım konusundaki Avrupa Birliği kararlarını askıya almışlar. “İşte hendek işte deve ya atlarsın ya düşersin. Baktın olmaz vazgeçersin zordur almak bizden kızı.”  demişler  Amaç  içerideki üç milyonu ehlileştirmekmiş.

Bir taraftan ehlileştirme gayretlerini sürdüren ev sahibi, öbür taraftan bazı olumsuzlukların faturasını yabancılara kesmeyi de ihmal etmemiş: Mesela, PISA araştırmalarında sınıfta kalan ev sahibi, nerede hata yaptık diyerek öz eleştiri yapacağına kesmiş yabancıların çocuklarına faturayı. Kendilerini temize çıkarmak için konuya vur abalıya politikası ile yaklaşmışlar. PISA araştırmasına göre okuyan ama okuduğunu anlamayan öğrenci sayısı % 35 miş. Felaket. Oturup düşünmek, eksiklikleri tesbit etmek ve hatalarla yüzleşmek gerekirken suçlu aramayı yeğlemişler. Bu durum ev sahibine hiç yakışmamış. Ama onlar yakıştırmışlar. Geçmişte yakıştırılanların yanında bunlar ne ki.

Yabancısın sen ve hep yabancı kalacaksın. Politika böyle olmuş: Çünkü ev sahipleri o güne kadar  yabancı milletten olan bir misafir ağırlamamışlar. Onlarla birlikte oturup kalkmamışlar. Güzel olanın kendilerine çirkin olanların başkalarına ait olduğunu öğrenmişler büyüklerinden, efendilerinden. Bu önyargıyı her fırsatta açıklama lüzumu hissetmişler. Entegrasyon adı altında asimilasyon çalışmaları yapmaktan çekinmemişler. Hatta” En iyi entegrasyon asimilasyondur” diye asimilasyonun devlet politikası olduğunu söylemekte bir beis görmemişler.

Onların hayallerinde, uzun boylu, sarı saçlı ve mavi gözlü aile bireyleri varmış. Bu konuda geçmişte ciddi çalışmalar yapılmış. Fiili olarak uygulama içine bile girilmiş. Ama istenilen netice alınamamış.

Yabancı işgücünün vasıflı olup olmaması başlangıçta onları hiç ilgilendirmemiş, o kadar ki; davet ettikleri işçilerin sadece % 16’sı vasıflı, diğerleri vasıfsızmış. Belli ki kendilerine köle almışlar. Komşularından sadece İrlanda bu konuda dikkatli davranmış, onların vasıflı olarak aldıkları işçi % 53, Kanada daha dikkatli davranmış, onlarda bu rakam % 58 miş.  

Bugün o yabancıların  sayısı üç milyona ulaşmış. İkinci ve özellikle de üçüncü kuşak buraları kendileri için ikinci vatan bilmişler, sahiplenmişler burayı. Bockwurst yemişler, bira içmişler, patates tüketmişler ama nafile, ne yaparsan yap senin saçın siyah sen yabancısın, bizden değilsin demişler onlara.

11 Eylül’den sonra ev sahibi- yabancı diyaloğunda hisedilir derecede soğukluklar artmış: Çünkü yabacıların çoğunluğu müslümanmış. Öyle ki 11 Eylül’ü gerçekleştiren(!) faillerden birkaçı eğitimini ev sahibinin bahçesinde almışmış. Halka öyle anlatılmış.

Ev sahibi korkmaya başlamış bu durumdan. O güne kadar yabancılardan(misafirlerinden) şiddete yönelik bir hareket görmemiş ama, yine de korkmuş, hâlâ  korkuyormuş. Yabancılar da onların korkularını yenmelerine yarayacak ciddi bir çalışma içine girmemişler. Hattâ, bazen korkularında haklı olduklarını doğrulayıcı fiiller içine girdikleri bile olmuş.

2050 yılında hane halkının nüfusu sekseniki milyondan ellidokuz milyona düşecekmiş. Bu durum da ev sahibine korku vermeye başlamış. İçinde bulunan yabancı nüfusa, korkularına rağmen biraz daha samimi davranarak, güven artırıcı önlemler alarak yaklaşsa korkmaya gerek olmadığını anlayacakmış aslında.  O bu hazinenin henüz farkına varamamış; oysa o misafirlerin çocukları, o evde doğmuş, o evde büyümüş, o evde eğitimini almış.

Zamanla yabancı kavramı da terkedilerek, göçmen ismiyle anılmaya başlanmış o misafirler.  Başlanmış başlanmasına da, bu sefer Sarrazin ve Sarrazin gibiler sahneye çıkmışlar. Misafirler inançlarından dolayı aşağılanmaya başlanmış, gittikçe  dozu artmış bu aşağılanmaların. Hatta, kitaplaşmış bile. Sarrazim’in partisi yabancı dostu olarak bilinirmiş ama, nedense Sarrazin’e göz yummuş.  

Sarrazin’in provokosyanlarından sonra: Cami yapımlarında sıkıntılar doğmuş. Minarelerin uzunluğu problem olmuş. Siyasi söylemlerin dışında güven artırıcı önlemler alınmamış.

Göçmenlerin verilmeyen hakları var. Sarrazin belki günah keçisidir. O na bu kadar da yüklenmemek gerekir. Alman devleti yabancılara nasıl bakıyor? Bir de o çerçeveden bakmak lazım: Aradan elli yıl geçmiş. Eğitimde fırsat eşitliği konusu hâlâ masaya yatırılmamış. İnandırıcı çalışmalar yeteri kadar yoğunlaşmamış. Sözlü ve  yazılı basında Alman halkı empati yapmaya davet edilmemiş, konu ile ilgili programlar hâlâ vizyona çıkmamış.

Bu durumda misafirler; isimleri yabancı da olsa göçmen de olsa, ev sahiplerine eskisi kadar güvenmiyorlarmış artık. Aradan elli yıl geçmiş, yüzleri hiç gülmemiş zavallıların. Hâl ve hatırları sorulmamış, saçları  okşanmamış. Arada bir aba altından sopa gösterilmiş.

Oysa bu misafirler/ yabancılar/ göçmenler, II.Dünya Savaşı’ndan sonra taş üstünde taş kalmayan evleri hayatlarını hiçe sayarak imar etmek için gece gündüz çalışmışlar. Ev sahiplerine hiç yük olmamışlar, önlerine ne konduysa yemişler/ almışlar, seslerini çıkarmamışlar, boyunlarını eğmişler, “Eh ne yapalım öyleyse öyledir” diye teslim olmuşlar ev sahiplerinin  adaletine (!).

2000’li yıllara gelince işler biraz değişmeye başlamış; misafirlerin/yabancıların/göçmenlerin çocukları son zamanlarda seslerini biraz yükseltmeye başlamışlar. Onların içinde siyasete atılanlar varmış. Hatta siyasi parti başkanı bile olmuşlar. Avukat, doktor, öğretmen ve iş adamı olmaya başlamışlar. Alman mentalitesini öğrenmişler.

Başlamışlar ev sahibini sorgulamaya. Sorgulayan, misafirlerin/yabancıların/göçmenlerin çocuklarıdır. Kendi yetiştirdikleri çocuklar tarafından sorgulanmaya başlanmışlar. Üçüncü kuşağı yetiştiren de ev sahibidir. Onun sorgulaması daha çetin olacağa benzemektedir. Sorgulayan mı yanlış yapmaktadır, yoksa sorgulanan mı yanlış yapmıştır? Durum ortada, yapılanlara bakılırsa,  bu yanlışlık ev sahibinin yanlışlığıdır.

Bu sorgulamalardan anlaşılıyor ki; misafirin/yabancının/göçmenin sahip olduğu değerlere saygılı olunduğu sürece problemler azalacaktır. Ancak onun değerlerine saygı gösterilmez de alay konusu yapılırsa, yok farzedilirse, okullarda anadil yasaklanırsa, mensubu olduğu dine saygı gösterilmezse, o dinin mensuplarının terörist olduğu varsayılarak hareket edilirse, “müslüman = teröristtir” gibi bir anlayışla rencide edilirse; o da birgün kendine gelecek, Türk ve Müslüman  olduğunu hatırlayıverecektir.

Bu dünya hepimize yetecek kadar büyüktür, verimlidir. Birbirimizi ötekileştirerek mutluluğa ulaşamayız, kucaklayarak ulaşırız. Bizler artık buralıyız, çocuklarımız izinlerini geçirmek için kendi ülkelerini seçmemeye başladılar.

Gelin hep beraber yaşanabilir bir Almanya’yı nasıl inşa edebiliriz, geleceğe güvenle nasıl bakabiliriz onun hesabını yapalım, küresel olan ve bize yabancı olan ne varsa hepisine karşı duralım.

O zaman göreceğiz ki o ev, misafir için de ev sahibi içinde gül bahçesine dönecektir. Dikkatli davrandığımız sürece de dikenleri hiçbir zaman elimize batmayacaktır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder