1 Aralık 2025 Pazartesi
EGE VE AKDENİZ GEZİSİNDEN 2017
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN KÜLTÜR GEZİSNDEN ÖRNEKLER
RÜSTÜ KAM
2017 EGE VE AKDENİZ GEZİSİNDEN
Kız kardeşim Derya’nın Bağbaşı’ndaki evine uzaktan otobüsün camından sadece elle sallayarak annemle vedalaşıyoruz. Cankurtaran yokuşuna tırmanırken bir lahza da olsa şöyle bir daha Denizli’ye göz atıyorum. Elveda Denizli.
Gaydırı gubbak Cemilem
Muğla’ya inen yol, sanki vakti yavaşlatmak için çizilmişti. Önce Tavas sonra da Kale Tavas. Yollar ayağımızın altından geriye doğru akıyordu. Dağlar, uzaktan, öğle güneşi altında için için yanar gibi. Yeşil bir tülün ardından bakılan bir rüya gibiydi manzara. Yol düzgün, rüzgâr yumuşak, hava berraktı. Kaptan Sezgin’in direksiyonu her döndürüşünde taşlar, toprak, ağaçlar bir bütünün parçası gibi hızla yer değiştiriyor, insanın içinde beliren o tatlı sükûnete sessizce eşlik ediyordu.
Rehberimiz Emin Oruç aldı mikrofonu eline ve heyecanlı bir şekilde, Tavas’tan söz etmeye başladı. Sesi birden bire yumuşadı. Yöre ürünlerini sayıyor: Tavas pidesi, Kale biberi, Kızılca leblebisi ve tütünü, Kızılcabölük pekmezi… Etli, peynirli, tahinli pideleri... anlatırken, kelimeleri bile sıcacık kokuyordu. Ardından Kale Tavas biberlerinin methine geçti; “eti boldur,” dedi, “acı ve tatlı diye ayrılır ama her hâliyle merttir, delikanlıdır” dedi.” Közde kabuğu çatlayan, kızartıldığında rengi koyulaşan biberleri anlatırken, yanına sarımsaklı süzme yoğurdu da katıverdi. Dinlerken, insanın karnı değil, hafızası bile acıkıyordu. Bizimse tadına varmaya vaktimiz yoktu; yollar bizi çağırıyordu.
“Dümdüz Tavas ovası, çanak gibi; ne eksen biter.” Ve elbette bu toprakların ozanı Özay Gönlümdür. Iskalayıp geçmek olmazdı. Kaptan Sezgin, “Umman Nine’nin Mektupları”ndan birini seçmiş: “Ey benim umudumun gandili, gözyaşımın mendili… Bi tenem yavrum benim, nasılsın baken, eyi misin len?…”
Denizli’yi dünyaya Özay Gönlüm tanıttı. Bir vakitler “Denizli’yi rezil etti” diye kızanlar oldu; iyi ki varmış. Ondan sonra Denizli bir daha o ayarda ozan yetiştiremedi. Rahmetle anıyorum. Sevgili Özay, sen mezarında rahat uyu; bir gün biri senin Yâren’ine sahip çıkacak, kaldığın yerden türkülerini çalıp çığırmaya devam edecektir. “Gaydırı gubbak cemilem…” öksüz kalmayacaktır.”
Kale Tavas da geride kaldı. Yol, sanki bir an önce denizi görmek istermişçesine aşağı doğru eğiliyordu. Otobüs, çam ormanlarının arasından sessizce süzülürken, her kıvrımda gökyüzü biraz daha açılıyordu. Rehber Emin sustu, konuşma, yerini çam ormanlarından gelen o içimizi ferahlatan kokuya bırakıverdi. O koku, çocukluğumda sobaya atılan reçineli odunlarının kokusuna benziyordu; insanın içini ısıtan, geçmişle bugünü aynı anda hatırlatan bir kokuydu.
Yokuş aşağı inerken “burada mola vereceğiz” anonsunu yaptı Emin. Yokuşun bittiği yerde tekrar eğime geçmeden bir düzlük var. Orada yolun hemen kenarında ormanın içinde bir restoran. Hava tertemizdi; sanki oksijen değil, ışık soluyorduk. Birkaç tahta masa ve tahta sandalye konulmuş oraya. Herkes et çeşitlerinden karışık bir menü sipariş etti. Gözlemeye bakan bile olmadı.
Tabaklar dolusu kırmızı biber, domates, soğan, bir de ağır ağır pişen keçi eti… Dumanlar rüzgârın etkisiyle havaya yükseliyordu. Özenle doğranarak tabağa sıra sıra dizilmiş köy domatesi, yan tarafta süzme keçi yoğurdu sofrayı dengeliyordu. Yufka ile servis ediliyor. İsteyen dürüm yapıyor, isteyen lokma lokma yiyor. Üzerine içilen tavşan kanı deminde olan ÇAYKUR çayı ise yemeğin değil de yolun duası gibiydi. İçen bir daha içiyordu…
Sonrası bir sessizlik… Otobüs yokuş aşağı kendi hâline bırakılmış, motorun uğultusu çamların hışırtısına karışmıştı. Kimse konuşmuyordu. Yemekten sonra bir rehavet çökmüştü. Yollar kıvrıldı, ışık değişti, birden tabelalar görünmeye başladı: Muğla.
Emin, yine mikrofonda. “Birazdan Gökova ayağımızın altında kalacak. Seyretmeye doyamayacağınız bir manzara ile karşılaşacaksınız. Orada kartpostal tadında fotoğraflar çekileceğiz."
MUĞLA
Muğla’dayız. Üniversite kampüsünün yakınlarında otobüsün de karnını doyurmamız gerekiyormuş. Onlar pompaya yaklaşırken, gruba da İhtiyaç molası verildi. Şehir turu rotamızda yoktu zaten.
Akyaka’ya gideceğiz.1050 rakımdan saat farkıyla sıfır noktasına ineceğiz. Öncesinde Gökova Körfezi’ni fotoğraflayacağız. Evet yaptık o işi. Topluca çekildiğimiz anı fotoğrafından sonra herkes, eşiyle sevgilisiyle fotoğraflar çekilmeye devam etti. Hem de fazlasıyla. Mavi ile yeşilin birleştiği bir körfez burası. Seyrine doymak mümkün değil. Eminin düdüğü bu sefer toplanmamıza yetmedi. Ama o çalmaya devam etti.
Akyaka – Azmak Çayı
Azmak Çayı süslenmiş püslenmiş, gelin gibi takmış takıştırmış bizi bekliyordu. Gecikme sebebimizin körfezin fotoğraflanması olunca bağışladı bizi. „Halk dilinde “su kaynağı” anlamındaki Azmak’ın suları, Torosların batı uzantısı Sakar yamaçlarındaki kaynaklardan beslenir. Berraklığı olağanüstü. Sodalı su, Akyaka’nın doğusundan başlayıp yaklaşık 2 km akarak Gökova Körfezi’ne dökülür; kimi yerde derinlik 8 metreyi bulur.“
Yarım saatlik tekne turu için kayıklara bindik. Doğanın renk uyumu ve suyun berraklığı baş döndürücüydü; sekiz metre aşağıdaki taşların rengi, yosunların salınımı, sazların kökleri bile seçiliyordu. Ördekler, kazlar, balıklar…
Suyun en derin yerine gelince kaptan tekneyi durdurdu hem yakından bakıp hem fotoğraf çekelim diye. Kıyıda birbirinin omzuna başını koymuş yanak yanağa gençler… Aşkını ilan etmek için Azmak kıyısından daha güzel yer mi olurmuş…Onlar da bulamamışlar zaten. İşte oradalar, o ağacın altında. Ördekler ve kurbağalar da onlara inat suyun akışına doğru sesleriyle cilveleşerek yüzüyorlar.
Akyaka adeta doğal bir akvaryum. Su samurundan deniz kaplumbağasına kadar birçok tür yaşıyor; kimi tropikal iklim bitkileri de var orada. Türkiye’de az yerde bulunan benekli tatlı su kaplumbağası da var burada. Nesli tehlikede olan su samuru ve su tavuğu da. Antik kentlerden ve “Yedi Kilise” yolculuğundan sonra Azmak’la bambaşka bir âleme açıldık.
Türkiye’m, güzelim güzel vatanım benim; sen bu kadar güzel ve alımlı olursan elbette sana asılan çok olacaktır…Ama biz seni kimselere yar etmeyiz…Sen rahat olasın...
MÜBADELE VE ACIKLI YÜZÜ
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN EGE VE AKDENİZİNDEN BİR ACIKLI HİKAYE
RÜSTÜ KAM
2017
-Çünkü mübadele, bir coğrafyanın değil, insanlığın kalbinde açılmış yaradır.
Ve o yara, hâlâ denizin öte yakasından esen rüzgârla sızlamaya devam eder.-
Kayaköy – Mübadele
Bugün hedefimizde Kayaköy, Saklıkent, Santos ve Demre var. Önce Kayaköy.
Rehberimiz Serdar anlatıyor:
“Kayaköy, birbirinden farklı iki yerleşim yerinin toplamıdır. Osmanlı’nın son devrinde nüfusunun tamamı Rum’du. Yaklaşık 3.000 nüfusu vardı. Adı da Levissi idi. 30 Ocak 1923’te Lozan’da imzalanan mübadele sözleşmesiyle Levissi Rumları Yunanistan’a, Selanik ve çevresinden gelen Müslümanlar da Kayaköy’e yerleştirildi. Mübadele, Müslüman ve Ortodoks esasına göre yapıldı. Rum sayılanlar arasında Türkçe’den başka dil bilmeyenler de vardı.
Mübadeleyle 1.200.000 Ortodoks Rum Anadolu’dan Yunanistan’a; 500.000 Müslüman da Yunanistan’dan Türkiye’ye göç ettirildi. Yunanistan’dan gelenler Kayaköy’e yerleşmek yerine ovaya yerleşmeyi tercih ettiler. Dolayısıyla Kayaköy o tarihten beri boştur. Define avcıları da köyde kazılar yapınca köy harabeye dönüşmüştür.
Yıllarca çivi dahi çakılmayınca bugünkü hale gelmiştir. Ahşap aksam ve çatılar zamana yenilmiş; çoğu ev harap olmuştur."
Öyle veya böyle bir tarih var burada. Kültür Bakanlığı ve ilgili kurumların bu dokuya aslına sadık bir restorasyonla el atması gerekir; evler butik konaklara dönüşebilir. Bir de “hazine avcıları”nı buralardan uzak tutmak şarttır.
Köyün en yüksek tepesine kadar tırmandık. Boş evlere de girip çıktık. fotoğraflar çektik. Mübadeleyi konuştuk; “sırf din temelli” bir değiş tokuşun ne kadar yanlış olduğu üzerine tartıştık. Kararımız; “inanç kimliği üzerinden yapılan mübadele yanlıştı.”
Lozan’ın Sessiz Çocukları: Gidenler ve Gelenler
Bu bölümü, rakamlardan çok yüzlere, kararlardan çok kalplere bakmak için yazıyorum.
1923 Lozan'da alınan Mübadele karar iki ülkenin sınırlarını değiştirdi ama insanların iç dünyasını altüst etti. Bu satırlar hem gidenlerin hem gelenlerin, hem “biz Türküz” diyen Karamanlıların, hem de “biz Yunan değiliz” diye anlatmaya çalışan Giritli Müslümanların hazin hikâyesidir.
Onlar, Ege’nin iki yakasında aynı denizin çocuklarıydılar mübadele yerlerinden edildiler.
Rüzgârın yönü değişir, ama kokusu hep tanıdıktır. Ege’nin iki yakasında, aynı rüzgârın taşıdığı aynı tuz kokusu vardır.
Bir yanda Karamanlı Ortodoks Türkleri, diğer yanda Yunanistan’dan gelen Müslüman mübadiller…
Aynı dalganın iki yüzü gibiler: Biri ‘vatanım’ dediği topraklara elveda etti; diğeri ‘vatanım’ diyeceği ülkeye sığındı. Ama her ikisi de, yeni evlerine yerleşirken bile, içlerinde taşıdıkları yabancılığı eksiltemedi.
30 Ocak 1923…
Lozan Konferansı’nda, Türkiye ile Yunanistan arasında tarihin akışını değiştirecek bir karar alınır: Türkiye’de yerleşik Rum Ortodoks dininden Türk uyruklular ile Yunanistan’da yerleşik Müslüman dininden Yunan uyruklular karşılıklı olarak değiştirilecektir. Bu cümle, soğuk bir diplomasi satırında yazılıdır ama sonucu insanın en sıcak yerini, yüreğini yakar.
Bu karar ırka göre değil, dine göre alınmıştır. Yani mesele kimliğin değil, inancın meselesidir. O yüzden dilin Türkçe olması, komşunun kardeş gibi olması, bu kez hiçbir şeyi değiştirmez. Bir kalem darbesiyle bin yıllık mahalleler, dostluklar, hatıralar haritadan silinir.
Yollar ayrılır, diller susar, sadece yürekler birbirini duyar hâle gelir.
Karamanlı Ortodoks Türklerinin Dramı
Kayseri’nin, Niğde’nin, Karaman’ın taş evlerinde bir sabah başka bir sessizlik uyanır.
Güvercinlerin kanat sesine karışan bir hüzün…Karamanlı Ortodoks Türkleri o sabah anlarlar ki, artık “Türk” sayılmayacaklardır.
Oysa onlar, Türkçe konuşan Hristiyanlardı. Evlerinde Türkçe konuşur, dualarını bile Yunan harfleriyle yazılmış Türkçe metinlerden okurlardı. Dilleriyle Türk, inançlarıyla Ortodokstular.
Ama Lozan’ın hükmü açık ve kesindi: “Müslüman olmayan herkes gidecek.”
Köy köy, kasaba kasaba haber yayıldı.
Kimi ağladı, kimi inanmadı.
“Biz Türküz,” dediler, “sadece kiliseye gidiyoruz.” Dediler ama kimse onları dinlemedi.
Devletler onlar adına kararlarını vermişlerdi. Onlara soran eden yoktu. Kararı alınmıştı; Anadolu’nun bu sessiz çocukları, Yunanistan’a gönderilecekti.
Ayrılığın Son Günleri
Gidilen her evde aynı sahne…
Kadınlar bohçalarını sarıyor, erkekler sessizce toprağı öpüyordu. Bir çocuk kapı eşiğinde sordu annesine: “Anne, bizim ev de gidecek mi?”
Bir yaşlı adam, toprağını eline alıp torbasına koydu. “Hiç değilse kokusunu götüreyim,” dedi.
Gemiler dolusu insan Anadolu’dan kalktı, ama deniz onları yeni bir vatana değil, kimliksizliğe götürüyordu. Yunanistan’a vardıklarında dil bilmedikleri için “Türk tohumu” diye dışlandılar. Ne kilisede rahat edebildiler ne de sokakta. Çünkü onlar, öteki taraftan gelen
Türkçe konuşan Hristiyanlardı.
Zamanla Türkçeyi unuttular; bazıları bilerek sustu, bazıları çocuklarına öğretmedi.
Ama içlerinde, bir türkü, bir dua, bir ses hep kaldı.
Bugün Yunanistan’ın köylerinde yaşlı bir kadının dudaklarında hâlâ şu dize duyulur:
“Yâr gelir giyer atlası,
Gözümde tüter Karaman’ın sabahı…”
Türkiye’ye Gelen 500 Bin Müslüman’ın Dıramı
Lozan’ın diğer yüzü de acılıydı.
Yaklaşık yarım milyon Müslüman Yunanistan’dan Türkiye’ye gönderilecekti: Girit, Selanik, Kavala, Drama, Yanya, Midilli…
Bir sabah, “Artık burası sizin değil,” dendi onlara. Evler satıldı, bahçeler bırakıldı; zeytinlikler sessizliğe gömüldü. Bir Giritli mübadil şöyle yazar:
“Toprağımızı öptük, zeytin ağacına sarıldık. ‘Artık burası sizin değil,’ dediler. Oysa burada doğmuş, burada ölmeye hazırlanmıştık.”
Sonra gemilere bindiler; denizin öte yakasındaki “anavatana” doğru yola çıktılar. Ama vardıklarında, onları karşılayan kimse yoktu.
Anavatan mı, Yabancı Vatan mı?
Türkiye’ye geldiklerinde, kimse “hoş geldiniz” demedi onlara. Muhacir dediler.
Dil farklıydı, gelenek farklıydı, yemek farklıydı.
Birçoğu Rumca aksanlı Türkçe konuşuyordu; bazıları hiç Türkçe bilmiyordu.
Onlara “gavur muhacirler” diyenler bile oldu.
Ellerindeki zeytinyağı tenekelerini, sabun kalıplarını görünce “Bunlar Yunan kokuyor” diyenler de oldu…
Yine de yılmadılar.
Devlet, boş köylere ve harap topraklara yerleştirdi onları. Zamanla o toprakları yeşerttiler; yeni bir hayat kurdular. Bir kısmı İzmir’e, bir kısmı Bursa’ya, Ayvalık’a, Samsun’a yerleşti.
Ege’nin kokusunu içlerinde taşıyarak yeni kökler saldılar.
Ama içlerinde hep aynı soru yankılandı: “Biz zaten Türk’tük, neden buraya dönmek zorunda kaldık?”
İki Yaka ve Tek Hüzün
Mübadele yalnızca insanların değil, duyguların ve hafızanın da yer değiştirmesiydi. Bir taraf “vatanımdan oldum” derken, diğer taraf “vatanımda yabancılaştım” diyordu.
Karamanlıların kiliselerinde Türkçe dualar sustu; Giritli Müslümanların camilerinde de Rumca dualar yerini sessizliğe bıraktı.
Ama Ege’nin iki yakasında, aynı türküler yaşamaya devam etti. Bugün hâlâ hem Türkiye’de hem Yunanistan’da söylenir:
Deniz üstü köpürür
Kayığa binsem götürür
Benim de şu cihana gelişim
Bir güzelden ötürü.
Bu türkü, aslında mübadelenin kendisidir: Kayığa binmiş iki halk, birbirine el sallarken gözlerinden aynı yaş süzülür
Sonuç
Lozan Mübadelesi, bir sayının değil, bir insanlığın hikâyesidir. 1 milyon 200 bin insanın yerinden edildiği bu değişim, gerçekte bir ev hasreti belgesidir.
Karamanlı Ortodoks Türkleri, Giritli, Selanikli, Dramalı Müslüman mübadiller…
Hepsi aynı denizin iki yakasında, farklı dillerde ama aynı yürekle yaşadı.
Bugün Ege’nin rüzgârı estiğinde, iki tarafta da aynı koku duyulur: Tuz, toprak ve ayrılığın kokusu.
Ve belki deniz, hâlâ iki yakadan gelen duaları birleştirir: Biri haç çıkarır, diğeri besmele çeker ama ikisi de aynı gökyüzüne bakar, aynı Tanrı’ya “bizi unutma” diye dua eder.
Lozan Mübadelesi, iyi bir şey yapılmış gibi gururlanılacak bir karar değildir. O rakamlarla anlatılamaz. O acıdır. Gözyaşıdır. Gidenler Türkçe konuştuğu halde “Rum” sayıldı, gelenler Müslüman olduğu halde “Yunan” denilerek dışlandı. Her iki taraf da bir gecede “öteki” oluverdi.
Ama hâlâ Ege’nin iki yakasında aynı rüzgâr eser; aynı tuz kokusu burna gelir. Belki de deniz, iki halkın gözyaşlarını birleştirip dalgalarında saklar.
Çünkü mübadele, bir coğrafyanın değil, insanlığın kalbinde açılmış yaradır.
Ve o yara, hâlâ denizin öte yakasından esen rüzgârla sızlamaya devam etmektedir.
“KUR’AN: VERSİYORNU OLMAYAN BİR DÜNYA KLASİĞİ” DİR.
“KUR’AN: VERSİYORNU OLMAYAN BİR DÜNYA KLASİĞİ” DİR.
Rüştü KAM
16 Ekim 2025
Berlin’de 19. yüzyıldan bu yana sessiz ama ısrarlı bir çalışma yürüten bir kurum var; araştırtma odalarında mürekkebin kokusu, arşiv odalarında eski kâğıtların hışırtısı eksik olmamış. Odaklandıkları tek bir metin var: Kur’an.
Şu soruların peşinde koşmuşlar yıllarca: Kur’an da diğer kitaplar gibi insan kaleminden çıkmış bir metin olabilir mi; yüzyıllar içinde eklemeler, eksiltmeler, anlam kaymaları yaşadı mı; yoksa indiği günden bu yana harf harf korunarak mı geldi?
Paleografiden filolojiye, farklı coğrafyalardaki yazma nüshaları tek tek karşılaştırıyor, tarihlendiriyor, rivayet zincirlerini inceliyorlar. Bu titizliğin ardında yalnızca akademik merak değil, inançla şüphenin, gelenekle modernliğin kesiştiği bir alanın ağırlığı da var. Ve nihayet, yıllar süren bu araştırmalar tamamlandığında, kurumun başkanı şöyle bir cümle kurarak yaptıkları çalışmanın sonucunu dünyaya ilan ediyor:
“Der Koran ist ein Weltklassiker ohne Versionen.” =Kur’an, versiyonu olmayan bir dünya klasiğidir.
Bu cümle, Corpus Coranicum Projesi’nin yöneticisi Dr. Michael Marx’a aittir. İlk kez 2008’de, Berlin-Brandenburg Bilimler Akademisi (BBAW) tarafından yayımlanan bir röportajda dile getirilmiştir. Bu ifade, içinde hem bir takdir hem de bir tartışma barındırır. Çünkü Kur’an’ın eşsiz korunmuşluğuna dikkat çekerken, aynı zamanda onu “dünya klasiği” kategorisine dâhil ederek kutsal metin anlayışının sınırlarını da sorgulatır.
Bir Akademik Projenin Doğuşu
Corpus Coranicum, 2007 yılında Almanya’da Berlin-Brandenburg Bilimler Akademisi bünyesinde kurulan bir araştırma projesidir. Bu proje, Theodor Nöldeke’nin 19. yüzyılda başlattığı tarihsel-eleştirel Kur’an çalışmalarının modern bir devamı niteliğindedir. Amaç, Kur’an metnini filolojik, tarihsel ve kültürel açıdan inceleyerek erken dönem el yazmalarını belgelemek, varyant okumaları karşılaştırmak ve metnin oluştuğu Geç Antik Dönem bağlamını ortaya koymaktır. Bu doğrultuda proje üç temel alanda ilerlemiştir: El yazmaları veritabanı, çevre metinlerin incelenmesi ve ayet yorumları (Kommentar). Corpus Coranicum, hem erken İslam dönemi metin tarihini hem de Geç Antik dönemin dinî ortamını yeniden inşa etmeyi hedeflemiştir.
Marx’ın “Nispi İstikrar” Vurgusu
Michael Marx, 14 Mayıs 2008 tarihli bir röportajında, Kur’an’ın Hz. Osman döneminde standardize edilmesiyle metin bileşimi açısından “nispi bir istikrar” kazandığını belirtmiştir: “Diese Version wird dann verschickt und eine relative Stabilität scheint einzutreten, was den Textbestand betrifft.” Bu ifade, metnin tarihsel sürekliliğini vurgular ve Kur’an’ın “versiyonsuzluk” özelliğini bilimsel bir gözleme dayandırır. Marx, Kur’an’ı hem kutsal bir metin hem de filolojik açıdan benzersiz bir dünya mirası olarak görmektedir.
Dünya Klasiği Ne Demek?
Edebiyat biliminde “dünya klasiği”, yalnızca tarihsel bir metin değil; zamanlar üstü etkisi ve kültürel belirleyiciliği kanıtlanmış bir eser anlamına gelir. Bu açıdan Kur’an, hem dil hem düşünce hem de kültür üzerinde yarattığı derin etkiyle bu tanımı hak eder. Ancak “klasik” sıfatı beşerî alana, “ilahi” sıfatı ise vahiy alanına aittir. Marx’ın ifadesi, bu iki düzlemin kesişiminde duran bir değerlendirmedir.
İslam Dünyasında Tepkiler
Corpus Coranicum, Batı akademisinde bilimsel bir başarı olarak görülürken, İslam dünyasında temkinli ve eleştirel bir yaklaşımla karşılanmıştır. Eleştiriler genellikle üç başlıkta toplanır:
Kur’an’ın beşerî bir metin gibi ele alınması, tarihsel bağlama aşırı vurgu yapılması ve oryantalist mirasın sürdürülmesi endişesi. Buna karşın bazı akademisyenler, projenin sunduğu veritabanını nesnel bir kaynak olarak değerlendirir ve Kur’an tarihi çalışmalarında kullanır.
Kutsal ile Filolojik Arasında
Kur’an, inananlar için Allah kelamıdır; araştırmacılar içinse insanlık tarihinin en iyi belgelenmiş metinlerinden biridir. Bu iki bakış açısı birbirine zıt değil, tamamlayıcıdır. Marx’ın “nispi istikrar” vurgusu, Kur’an’ın metinsel korunmuşluğunu filolojik temelde doğrularken, “versiyonu olmayan dünya klasiği” ifadesi bu istikrarı edebî bir dille özetler. Sonuçta mesele bir inanç beyanı değil, tarihsel bir gözlemdir. Kur’an’ın hem kutsallığına hem metin tarihine saygı duyan bir yaklaşımdır, bilimi de imanı da incitmez.
Kaynakça
• Michael Marx, Interview mit Muslimische Stimmen, 14 Mayıs 2008.
• Berlin-Brandenburgische Akademie der Wissenschaften (BBAW), Corpus Coranicum Resmî Web Sayfası.
• Esra Gözeler, “Corpus Coranicum Projesi: Kur’ân’ı Geç Antik Döneme Ait Bir Metin Olarak Okumak”, AÜİFD, 2012.
• Enes Furkan Onur, Corpus Coranicum Projesi Dokümantasyon Bölümlerinin Analizi, Ankara Üniversitesi, 2022.
TÜRKLER VE MÜSLÜMANLAR OLARAK SORUMLULUĞUMUZ
HAFTANIN HUTBESİ
17 Ekim 2025
Hazırlayan: Rüştü Kam / TED
TÜRKLER VE MÜSLÜMANLAR OLARAK SORUMLULUĞUMUZ
Kıymetli kardeşlerim,
Bizler hem Türk hem de Müslüman kimliğimizle yeryüzünde emanetçiyiz. Nerede yaşarsak yaşayalım, inancımız bize hem iyi bir insan olmayı hem de yaşadığımız topluma faydalı olmayı emreder. Rabbimiz buyuruyor:
“Sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Allah katında en üstün olanınız, takvâ bakımından en ileride olanınızdır.” (Hucurât, 49/13)
Almanya bize çalışma, eğitim görme, güven içinde yaşama imkânı veriyor. Bu imkânları küçümsemeyelim; en güzel şekilde değerlendirelim. Nitekim bir Alman atasözü der ki:
„Was du heute besorgen kannst, das verschiebe nicht auf morgen.“
(Bugün yapabileceğini yarına bırakma.)
Gelin hayrı ertelemeyelim; iyi komşuluk, temiz sokak, gürültüye dikkat, trafik ve kamu düzenine riayet… Hepsinde örnek olalım.
Kardeşlerim,
Ekonomik güç yalnızca para değildir; helal kazanç, alın teri ve paylaşma ahlakıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor:
“Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir.” (Buhârî, Büyû‘, 15)
Helal kazancını adaletle kullanan ve komşusuyla paylaşan her mümin, toplumun huzuruna katkı sunar.
En büyük mesuliyetimiz çocuklarımızdır. Onların eğitimi, karakteri ve inancı bizden sorulur. Rabbimiz Lokman Suresi’nde öğüt verir:
“Ey oğulcuğum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten alıkoy, başına gelenlere sabret.” (Lokman, 31/17)
Unutmayalım: “Evlat, anne-babanın en kalıcı sadakasıdır; eğitirsen dua olur, ihmal edersen imtihan.”
Bu sebeple taşa, binaya, arabaya değil; çocuklarımıza yatırım yapalım. Okul eğitimini aksatmayalım; dilini, dinini, kültürünü sevdirerek öğretelim. Evlerimizi ve camilerimizi okuma mekânlarına dönüştürelim; okuma salonları açalım, kitapla buluşmayı günlük hayatın parçası yapalım.
Irkçılık, önyargı ve kibir insanı birbirinden uzaklaştırır. Biz biliyoruz ki üstünlük ırkta değil, takvâdadır. Efendimiz (s.a.v.) Veda Hutbesi’nde buyurur:
“Arab’ın Acem’e, Acem’in Arab’a üstünlüğü yoktur; üstünlük ancak takvâdadır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411)
O hâlde, uyuma önem verelim; komşumuzu rahatsız etmeyelim. Oturduğumuz sokağa sahip çıkalım: çöpümüzü zamanında çıkaralım, gürültü kirliliğine dikkat edelim, kamu malını koruyalım. Çünkü Müslüman, çevresine güven veren insandır:
“Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.” (Tirmizî, Îmân, 12)
Kıymetli kardeşlerim,
Gönüllerimizi diri tutmak için iyiliği çoğaltalım. Çünkü küçük adımlar büyük dönüşümler doğurur:
“Bir çocuğun yüreğine dokun, dünyayı değiştirirsin sessizce;
Bir sokağı temiz tut, bir şehrin huzuruna dokunursun gizlice.
Bir gülümseme ver komşuna, iyilik büyür fark etmeden;
Taşa değil insana yatırım yap—çünkü insan kalır, binalar yıkılır bir gün.”
Son söz olarak;
Taşa değil insana, paraya değil ahlâka, dünyaya değil ebediyete yatırım yapanlardan olalım. Rabbimiz şöyle uyarır bizleri:
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür; kim zerre kadar kötülük işlerse onu da görür.” (Zilzâl, 99/7-8)
Allah’ım, bizi çocuklarına sahip çıkan, komşusuna güven veren, sokağına sahip çıkan örnek insanlar eyle.
Rabbim bizleri hem dünyada hem âhirette yüz akı eyleyesin.
Âmin.
"VATANINA VE MİLLETİNE AŞIK BİR MİLLET: ALMANLAR"
"VATANINA VE MİLLETİNE AŞIK BİR MİLLET: ALMANLAR"
Bu yazıma yorum yazmış dostum. Önce onun yorumunu aynen buraya kopyaladım ve sonra da cevap yazdım.
"Yıllarını ، ömrünün çoğunu Almanyada geçirmiş bir aydın
Aklı selim sahibi bir arkadaşımız olan RÜŞTÜ Beyi kutluyorum ..
ALMAN toplumunu iyi analiz etmiş.
...Yalnız genellikle yazılarını okuduğum RÜŞTÜ Bey Ülkemizdeki ,özellikle tek adam rejimine geçildikten sonra yaşanan ve yaşamakta olduklarımız konusunda hiçbir kere olsun uyarıcı olmadı.
Dinden siyasete,Ekonomiden dış ilişkilere , idareden insan kayırmaya, ırkçılıktan kutuplaşmaya ,Adâletten hukuk düzenine ve işleyişine ,eğitimden sağlığa ...vs.vs.
Bilerek yapılan olumsuzluklara karşı bir kere bile yüzünü ekşitmedi...
ALMAN Toplumunum özellikleri ve güzelliklerini bizim insanımız hak etmiyor mu??
Bizdeki tek adam rejimi,
BAŞKALARI İÇİN NOKSANLIK SAYDIĞI NE VARSA KENDİSİ İÇİN FAZİLET SAYIYOR..
Birazda bunlara tema etse güzel olacak....Selamlar.."
BENİM CEVABIM:
Rüştü Kam
Hafızalioğlu Kilci sevgili Hocam, seni severim bilirsin. Saygılarımı sunuyorum. Neden Tükiye ile alakalı yazmadığımı soruyorsun. Birincisi ben Türkiye'de yaşamıyorum. İzine geldiğimde de öyle anlatılanlar gibi ölmüş, bitmiş, mahfolmuş bir halk görmüyorum. İnsanların çoğunluğu çift maaşlı olduğu halde tek maaş üzerinden giderlerini hesap yaparak insanların aç olduğundan dem vuruluyor. Ajıtasyon yapılıyor.
İnsanlar kendi ahlaksızlığını görmüyor ama sabah akşam iktidarın ahlaksızlığından bahsediyor. Sen de bilirsin Allah "siz nasılsanız öyle idare edilirsiniz" der. Eğer iktidarınız bozuksa bu bozukluk sizin bozukluğunuzdan kaynaklanıyor demektir.
Alman halkı gibi vatanına ve milletine aşık bir topluluk var mı türkiye de? Ben görmedim.
Türk halkı sabah akşam geçmişine küfrediyor, dinine din adamına küfrediyor, saygı yok, halk her konuda hükümeti eleştiriyor, haklı veya haksız.
Muhalefet dersen iktidarın başını eleştirmekten başka bir şey yapmıyor. Kendi ülkesini dışarıya şikayet ediyor. Gezi olayları düzenliyor, terör örgütleriyle arasına mesafe koymuyor, böylelikle bile isteye onlara yardım ediyor.
Türkiye aleyhine çalışanlar alkışlanıyor. İhtilaller alkışlanıyor. Siyaset dili sokak diline indirgenmiş. Halk kanaatkâr değil, doyumsuz, şükretmesini bilmiyor, daha çok kazanmanın peşinde...
Açlık edebiyatı, fakirlik edebiyatı yapılıyor; şükür kalkmış, kanaat kalkmış. İnsanlar arasında sevgi ve saygı da kalmamış, herkes birbirinin ayağına basıyor.
Vergi kaçırmayı herkes marifet sayıyor. "Faturasız şu kadar, faturalı bu kadar" denilnce faturasız tercih ediliyor. Türk halkının geneli ahlaksızlığı tercih etmiş. Güven ortamı yok.
Halk önce üzerine düşeni yapsın, ahlak açısından kalitesini artırsın, düzgün olsun iktidar sadece zulmetmek için halkı aç bıraksın; zulmetsin, bak o zaman nasıl eleştiriyorum...
Türkiye, cumhuriyet devrinde bugün geldiği yere hiç gelmedi: Vesayet kalktı, savunma sanayii ümit verici düzeyde ilerliyor. Her ilinde bir üniversite açılmış, eğitim kalitesi düşmüş; eleştireceğine onu da sen yükselt.
Ulaşım problemi çözülmüş, kendi tohumunu kendisi üretir hale gelmiş. Daha ne istiyorunuz siz. Bundan sonrası bela istemektir. Hele memur olarak çalışanlar var. En çok onların sesi çıkıyor. En çok maaşı da onlar alıyor. Nereden baksan herbirinin maaşı 50-160 bin TL. aralığında. İki maaşlılar bunlar bir de. toplamda 150-170-200 bin Tl. para kazananlar da var. En çok da onlar ağlıyor. Şikayet ediyorlar. Hepsi sahtekar. Şükretmesini bilmiyorlar. Asgari ücretliler de öyle. Onların çoğu da çift maaşlı. 26 bin Tl. Çift maaş 52 bin Tl. yapar.
Buna rağmen kıtkanaat geçinenler var mıdır? Vardır elbet. Onlara da zenginler yardım edecekler. Zekatlarından verecekler. Sadakalarından verecekler. Türkiye Müslüman bir ülkedir. "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir." der sevgili Peygamberimiz.
Sevgili Hocam; sen de Almanya'da kaldın. Alman halkını sen de tanıyorsun. Alman halkının Almanya aleyhine çalıştığını, konuştuğunu, devletini dışarıya şikayet ettiğini gördün mü?
Onun için dedim "vatanına ve milletine aşık halktır Alman halkı"diye. "Ülkesini sever, halkını sever" dedim. "Geçmişiyle yüzleşir ama geçmişine küfretmez dedim."
Türkiye'de önüne gelen geçmişine küfrediyor, eleştirmiyor; küfrediyor. İktidarı eleştiriyor. Üniversite mezunuyum iş bulamıyorum diyor. Dünyanın hiç bir yerinde üniversite iş bulmak için okunmaz ve bitirenlere de devlet iş bulmak zorunda değildir. Varsa kadro girer bir yere. Yoksa kendine bir iş bulur. Ben üniversite mezunuyum bana devlet iş vermiyor diye sokağa çıkıp bağırmaz. En azından Almanya'da böyledir.
Üstadım derdimi deştin. Evet Türk halkı adam olduğu gün kendilerine uygun bir iktidar başlarına gelecektir. Şu andaki iktidarı bile haketmiyor Türk halkı. O zaman ben de yazacağım Türkiye ile ilgili.
Yine sözü sözün Sahibi'ne bırakalım."Siz kendinizi değiştirmedikçe ben sizi değiştirmem." Değişim alttan olur, yukarıdan değil...Yapmayın etmeyin, Türkiye'ye yazık ediyorsunuz...
TEKE YÖRESİ SANCAĞI: ANTALYA
TEKE YÖRESİ SANCAĞI: ANTALYA
-Gezi notları_
RÜŞTÜ KAM
2017
O kadar insan tanıyorum ki Antalya'ya gidip gelen hep kumundan sahilinden bahsediyorlar. Otellerinden ve yedikleri yemeklerden, suyun içinde kaldıkları süreden bahsediyorlar. Teke yöresinden ve yörüklerin, Selçukluların, Osmanlının geride bıraktığı eserlerden bahsetmiyorlar. En azından ben duymadım. Oysa Antalya'da tarih bu durumdan şikayetçiymiş meğer. Türk Eğitim Derneğinin düzenlediği gezi çerçevesinde biz de ziyaret ettik Antalya'yı. O kadar dolmuş ki bizi görür görmez başladı dökülmeye; şikayetçiydi o tarihi eserler, gelenlerden. Ya, insan Karatay medresesiyle, yivli minaresiyle... hiç tanışmaz mı? Şehzade Korkut Camii'nde iki rekat namaz kılmaz mı? Neyseki bizler ordaydık, hasret giderdik. Uzun uzun sohbetimiz oldu; Selçuklu ve Osmanlı beyleriyle: İsterseniz bizi takip edin birlikte gezelim:
Kaleiçi
“Kaleiçi, dar sokakları ve kiremit çatılı evleriyle yalnızca mimarîyi değil, bir yaşam tarzını da yansıtır. Günümüzde pansiyonlar, butik oteller, lokantalar ve barlarla doludur. Trafiğe kapalı sokaklarında dolaşmak, adeta bir zaman tünelinde yürümek gibidir.
Antik Dönem'de Attaleia'yı barındıran Kaleiçi; içten ve dıştan, at nalı şeklinde surlarla çevrilidir. Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin ortak eseri olan bu surların içinde, kiremit çatılı 3 bin kadar ev bulunur. Evlerin karakteristik yapıları, Antalya'nın sadece mimari tarihi hakkında fikir vermekle kalmaz; aynı zamanda bölgedeki yaşam tarzını, gelenek ve görenekleri en iyi şekilde yansıtır. Sur içindeki dar sokaklar limandan yukarıya, duvar boyunca uzanır. Yivli Minare ve Külliyesi, Gıyaseddin Keyhüsrev Medresesi, Karatay Medresesi, Şehzade Korkut Camii, İskele Camii, Tekeli Mahmut Paşa Camii, sur içindeki önemli tarihi yapılardan bazılarıdır.
Kaleiçi'ndeki antik liman, şimdilerde modern yat limanı olarak kullanılmaktadır. Yat limanı ve antik kent, birlikte; pek çok ressam, yazar ve şaire ilham veren muhteşem bir manzara ortaya çıkarır. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1984 yılında, günümüzde koruma altına alınmış olan Kaleiçi'nde yapılan restorasyon projesi ile FIJET (Dünya Turizm Yazarları ve Gazetecileri Federasyonu) tarafından; "Turizmin Oscarı" olarak kabul edilen Altın Elma Ödülü'ne layık görülmüştür.
Otel, pansiyon, restoran ve bar gibi yeme-içme, konaklama ve eğlence tesislerine dönüştürülmüş tarihi binalarıyla Kaleiçi, Antalyanın cazibe merkezidir. Canlılığını ve ritmini her daim koruyan Kaleiçi'nin begonvillerle süslü, turunç çiçeği kokan sokaklarında geçmişe yolculuk ederken; yöresel ürünler ve hediyelik eşya satan dükkanlarından alışveriş de yapabilirsiniz.”
•
Yivli Minare – Mevlevihane
Antalya’nın tarihi kent merkezi Kaleiçi’nde yer alan Yivli Minare, Anadolu Selçuklu Hükümdarı I. Alâeddin Keykubad döneminde (1220–1237) inşa edilmiştir. Zamanla etrafında bir külliye oluşmuş; bu külliyenin ana yapısını, Yivli Minare Camii (Alâeddin Camii) olarak da bilinen ulu cami ile Yivli Minare oluşturmuştur.
Antalya’nın sembolü sayılan Yivli Minare, zeminden yukarı doğru kaide, pabuç, tambur, gövde, şerefe, petek ve külah bölümlerinden meydana gelir. Blok kesme taş kaide üzerine tuğla ile inşa edilen yapı, üst kısımda köşeleri pahlı biçimde yükselerek sekizgen bir kasnağa dönüşür. Bu sekizgen kasnak, taş ve tuğla dizileriyle pano görünümünde tasarlanmış nişlere ayrılmıştır. Batı cephesindeki nişlerde inşa kitabesi yer alır. Kuzey cephesindeki küçük bir kapıdan başlayan doksan basamaklı merdivenle minareye çıkılır. Minarenin yüksekliği yaklaşık otuz metredir.
Yapıldığı dönemde Anadolu Türk mimarisinde yeni bir biçim denemesini temsil eden minare, yivli formu (yarım daire profilli çıkıntılar yapan örgü düzeni) ile dikkat çeker. Kırmızı tuğla örgülü dilimli gövdesi, çini mozaik süslemeleri, kufî yazıları, mukarnaslı şerefesi ve sağır nişleriyle hem yapısal hem sanatsal değere sahiptir. Bunun yanında cami, altı kubbeli ibadet mekânıyla Anadolu’daki çok kubbeli cami tipinin günümüze ulaşan en eski örneği kabul edilmektedir. Bu özellikleri dolayısıyla dünya mirası olarak önerilen Yivli Minare Camii, 2016 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’nde yer almaktadır.
Yivli Minare Külliyesi’nin diğer yapıları; Atabey Armağan Medresesi, Ulucami Medresesi, Mevlevihane, Yivli Minare Hamamı, Nigâr Hatun Türbesi ve Zincir Kıran Mehmet Bey Türbesi’dir.
Mevlevihane, üzerindeki yazıta göre I. Alaeddin Keykubat döneminde (1219–1236) inşa edilmiştir. Caminin zemininde, üzeri camla kapatılarak korunan antik su kanallarının, ısıtma sistemi olarak kullanıldığı düşünülmektedir.
Karatay Medresesi
“Antalya’nın Kaleiçi semtinde, Selçuk Mahallesi’nde yer alan Karatay Medresesi, 1250–1251 yıllarında Emir Celâleddin Karatay tarafından yaptırılmıştır. Kimi kaynaklarda “Karatay Camii” veya “Karadayı Camii” olarak da anılan yapı, Anadolu Selçuklu döneminin özgün taş işçiliğini yansıtan önemli örneklerden biridir. Medresenin büyük bölümü günümüze ulaşmamış olsa da, iki eyvanlı plan düzeni, giriş eyvanı ve ana eyvandaki mihrap kalıntıları hâlâ görülebilmektedir.
Yivli Minare Külliyesi’nin hemen yakınındaki medrese, Kaleiçi’nin dar sokakları arasında sade ama etkileyici bir görünüm sergiler. Taş yüzeylerdeki zarif bezemeler, Selçuklu taş ustalığının izlerini taşır. Zamanla harap olsa da, duvarlarındaki motifler hâlâ sessiz bir zarafetle konuşur. Osmanlı döneminde de kullanıldığı bilinen yapı, 19. yüzyılın sonlarında terk edilmiştir.
Bugün ziyaretçiler, Yivli Minare’den aşağı süzülen yolları takip ederek Karatay Medresesi’ne ulaşabilir. Sabah erken saatlerde ya da akşamüstü ışığında taş süslemelerinin gölgeleri belirginleşir ve yapı, tarihî atmosferiyle ziyaretçisini geçmişe taşır.”
Bu yapı, sadece bir okul değil; taşlarının diliyle suskun bir hikâye anlatıyor. Duvarlarında çini parıltısı yok belki, ama her taşın yüzeyinde bir ustanın nefesi var. Güneş, öğle vaktinde kemerli girişin üzerine vurduğunda gölgeler, desenlerin içine çekiliyor; taşın dili, zamana karşı hâlâ direnen bir sabrı anlatıyor.
1250–1251 yıllarında Emir Celâleddin Karatay tarafından yaptırılan bu medrese, bugün Kaleiçi’nin dar sokaklarında sessizce duruyor. Kapısının önünden geçenler çoğu kez fark etmeden yanından geçip gidiyor; oysa taşın soğukluğunda yüzyılların sıcak emeği gizli. Çökmüş kubbelerin, yarım kemerlerin arasında hâlâ bir düzen, bir ritim hissediliyor — tıpkı bir zamanlar burada yankılanan ders halkalarının sesi gibi.
Antalya’nın güneşi altında, Karatay Medresesi’nin taşları gün boyu ısınıp akşam serinliğinde soluk alıyor. Ve her akşam, gökyüzü yavaşça kararırken taş duvarlar, sanki bir dua mırıldanır gibi eski günleri hatırlatıyor.
Düden Şelalesi
“Antalya merkezinin yaklaşık on kilometre kuzeydoğusunda yer alan Düden Şelalesi, yirmi metreden dökülen suları ve çevresindeki yeşil doku ile kentin en bilinen doğal simgelerinden biridir.” Şelaleye vardığımızda sağ tarafta bir patika yol görünüyor. Oradan aşağıya doğru indik ve suyun döküldüğü noktaya ulaştık. Şelale yukarıdan adeta uçarak geliyor; suyun düştüğü yerin arkası boşluk. O noktadan şelaleyi seyretmenin tadı bambaşka.
Rüzgârın yönü değiştikçe, uçuşarak düşen suların serpintisi yüzümüzü serinletiyor; tabii bu arada elbiselerimiz de payına düşeni alıyor. Su sesiyle insan sesleri birbirine karışıyor; kahkahalar, hayret nidaları ve deklanşör sesleriyle birlikte ortalık âdeta coşkulu bir konser alanına dönüşüyor.
Fotoğraf faslından sonra yamacı dik ama manzarası muhteşem olan sol taraftaki restorana indik. Rehberimiz sevgili Emin kardeşim tarafından önceden yer ayrılmış olmasına rağmen işletme belli ki hazırlıksızdı; geleceğimizi unutmuşlar. Bir anlık telaşla garsonların elleri ayaklarına dolaştı, siparişler karıştı, ortalıkta kısa süreli bir gerginlik yaşandı. Arkadaşlar siparişlerin karışmasına öfkeliydiler. Hüseyin Bozkurt ortalığı sakinleştirdi. Ahmet başkanın ölüm haberinin geldiği Demre’den beri tadımız yok zaten. Herkes pimi çekilmiş el bombası gibi. Neyse ki sonunda her şey tatlıya bağlandı. Böyle durumlarda sabır şart; hele Türk Eğitim Derneği’nin misyonunu taşıyorsanız, iki kat daha fazla şart.
Günün sonunda, hem şelalenin sesi hem yüzümüzdeki o serinlik, Antalya’nın kalbinden hafızamıza kazınmış bir anı olarak kaldı.
Antalya, tarih ve doğanın birbirine yaslandığı bir şehir. Yivli Minare’nin taşlarıyla Karatay Medresesi’nin sessizliği, Düden Şelalesi’nin su sesiyle birleşiyor. Her köşesi ayrı bir nefes, her durağı ayrı bir hikâye. Antalya’da dolaşmak, tarihin, sanatın ve doğanın aynı cümlede buluştuğu bir metni adım adım okumak gibi.
Amasya 2018
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN BATI KARADENİZ GEZİSİNDEN 2018
RÜŞTÜ KAM
Amasya 2018
Samsun Havaalanı’nda Emin, Kaptan Sezgin ve rehberimiz Mehmet Doğan Öz bizi bekliyordu. Kısa bir hal-hatır sohbetinden sonra hemen otobüse bindik. Akşam Amasya’da konaklayacağız.
Güneş daha Amasya’yı terk etmemişti ki Şehzadeler Şehri’ne adım attık. Önce otele yerleşip biraz nefeslendik. Akşam yemeğinden sonra düştük Amasya sokaklarına.
İlk gelişimizde bizleri ellerinde lambalarla karşılayan Ferhat ile Şirin, bu sefer karşılamadı bizi. Şehir karalara bürünmüştü. Sokak lambaları dışında özel bir ışıklandırma yapılmamıştı; Kaya Mezarları da gizlenmişti, görünmüyordu. Sadece hafiften bir su sesi geliyordu kulağımıza: Yeşilırmak’ın sesi… Gizliden gizliye ağlıyor gibiydi. Belki de bu yıl Ferhat ile Şirin’in ölüm yıldönümüdür, yoksa şehir niçin karalar bağlasın böyle diye dü
şündük…
Şehzadeler
Sokak lambalarının cılız ışığında da olsa Şehzadeleri selamlamayı ihmal etmedik. Orada nehrin kenarında sıra sıra dizilmişler ziyaretçilerini karşılıyorlar gece gündüz, yaz kış demeden. Rehberimiz —aynı zamanda doktora öğrencisi; inançlı, bilgili ve saygılı— kısa kısa anlattı şehzadelerin Amasya hatıralarını. Amasya, Osmanlı şehzadelerini çok sevmiş, bağrına basmış onları, sütünü ve aşını onlarla paylaşmış; sonra da dualarla cihan padişahı olarak uğurlamış onları Amasya’dan Payitahta. Bundan daha büyük bahtiyarlık mı olurmuş?
Heyecanlıyız. Yeşilırmak kenarında aheste aheste yürüyoruz. Aynı zamanda salepçi arıyoruz. Amasya’nın salebini çok methettiler. İçmeden gitmek olmazmış. Sokaklarda önümüze gelene “Nerede salep içebiliriz?” diye soruyoruz; her sorduğumuz kişi başka yer tarif ediyor. Baktı olmuyor böyle, Recai önden hızlıca gitti, ara sokaklarda kayboldu, biz de aynı istikamette ilerliyoruz; az sonra ilerde sokağın başında göründü Recai el sallıyor, “buldum, buldum!” Hep birlikte düştük peşine: Salepçi Dursun.
Salepçi Dursun
Önce tanıştık. İnce, uzun boylu; başında sekiz köşeli şapkasıyla esmer bir Amasyalı beyefendi. Buyur etti bizleri. Otuz kişiyiz. Masalar birleştirildi. Hâl hatır soruldu. “Nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz?” Bildik sorular işte. Anlattık. Soru sorma sırası bize geldi:
“Sadece salep kurtarıyor mu, başka bir şey satmıyorsun, dükkânda gördüğümüz kadarıyla?”
“Şükretmesini bildikten sonra Allah insanın rızkını çoğaltır. Elhamdülillah, biz de şükredenlerdeniz.”
“Allah bereketini versin.”
“Dursun amca, biraz da salepten bahsedelim. Anlatır mısın salebi; ham maddesi nedir, nasıl hazırlanır ve pişirilir?”
“Salebin ham maddesi yabani orkidedir; Anadolu orkidesi. Kışın evlerde, kafelerde, pastanelerde içilir; üzerine tarçın ekleyerek servis edilir, içinizi ısıtır. Hele rayihasını şöyle bir içinize çekerseniz salebin tadına varırsınız.
Bir kilo salep için 2.500 orkide çiçeği gerekir. Türkiye’de doğal ortamda yetişen yaklaşık 40 çeşit yabani orkide vardır; kalitesi yetiştiği yere ve türe göre değişir. Salep ticaret merkezi Bucak, Burdur’dur.
Salebin faydasına gelince, o saymakla bitmez. Öksürüğe, sindirime iyi gelir; enerji verir, zihni açar… Geleneğimizde salep kulpsuz porselen fincanlarda içilir. Salep içmenin bir kültürü vardır. Orkideler bilinçsiz bir şekilde toplanıyor; dolayısıyla bazı orkidelerin nesli tükenmek üzere. Devlet koruma altına almalıdır.
Kahramanmaraş dondurmasına kıvam ve esneklik veren de saleptir. Salep, ilaç hammaddesi olarak da kullanılır.”
Dursun amcanın sohbeti ve salebi içimizi ısıttı. Sadece müşteri memnuniyeti değil; mesleğini bilip sormamız onu ziyadesiyle sevindirdi. Fotoğraflarımızı çektik ve müsaade istedik Dursun amcadan. Ayağa kalktı, kapının dışına kadar çıktı ve uğurladı bizi. Keşke her esnaf, Dursun amca gibi mesleğini ibadet aşkıyla, hilesiz hurdasız yapsa…
Elveda Dursun amca; belki yine çalarız kapını.
Ertesi sabah kahvaltıdan sonra Amasya programı başladı. Önce Hazeran Konağı… Önceden gördüğümüz yerleri bu kez rehberimiz otobüste anlattı; bu sefer farklı duraklara yöneldik.
Hazeran Konağı
Sabah erkenden ayrıldık otelden. Hemen otelin yan tarafında bir konak varmış. Yürüme mesafesinde. Kocaman bri tahta kapıdan girdik içeriye. Küçük de olsa bir bahçesi var konağın. Hemen orada bir de su kuyusu var. Suyu kova ile çekiyorlarmış o zaman. Otantik. Konağa merdivenle çıkılıyor.
“1865’te, Amasya Mutasarrıfı Ziya Paşa’nın defterdarı Hasan Talat Efendi tarafından yaptırılmış. Hasan Talat’ın kız kardeşi Hazeran Hanım uzun yıllar burada yaşadığı için adını ondan almış.
Konağın planı haremlik–selamlık olarak yapılmıştır. 20. yüzyıl başındaki ‘Türk evi’ tipinin seçkin örneğidir. Doğu cephesi penceresiz (bitişik nizamdan), diğer cepheler cumbalı ve pencerelidir.
Güney ve batı odalarında pencerelerin önünde sedirler; karşı duvarlarda barok etkili alçı şerbetlikler, yanlarda kapaklı yüklükler (yatak odalarında bir yanı gusülhane). Vardır.
Selamlık bölümü misafir ağırlama mekânıdır. Paşa Odası. Başoda da denir. Evin en aydınlık ve görüşü en geniş odasıdır. Üst katta mâbeyn, çeyiz, hizmetçi ve ebeveyn odaları; alt katta mutfak, kiler ve oturma–yatak odaları vardır. Avlunun doğu köşesinden bodruma inilir.”
Kısa bir gezinti ve fotoğraf molasından sonra yürüyerek Ulu Cami’ye geçtik. Yeşilırmak üzerindeki köprüden geçtik. Sanki sevgililerin fotoğraf çekmeleri için yapılmış. Yeşil Irmağın huzur veren sesi şehrin anlamına anlam katıyor.
Yeşilırmak, Kösedağ eteklerinden yola çıkarmış; yolda Çekerek Irmağı ve Deli Çayı ile buluşurmuş. Ferhat ile Şirin’in düğün alayına katılmak isterlermiş, aceleleri ondanmış ama kısmet olmamış. Onlar da madem ferhat ile Şirin’e bu dünya yar olmadı, bize de olmasın diye öfkelenmişler, şehri ortasından ikiye bölerek, başlarını taştan taşa vura vura yol almışlar Karadeniz’e doğru. Sonrasında da Karadeniz de intihar etmişler. Amasya hüzünlü bir şehir.
CUMHURU OLMAYAN CUMHURİYET Mİ OLURMUŞ?
CUMHURU OLMAYAN CUMHURİYET Mİ OLURMUŞ?
Rüştü KAM
29.10.2025/Berlim
29 Ekim geldi şehirler yine bayraklarla donatıldı, resmî törenlerde nutuklar atıldı, çocuklar okullarda marşlar söyledi. Ben ise yıllardır aynı sorunun etrafında dolaşıp duruyorum: Neyin bayramını kutluyoruz? Bu sorunun cevabını bilmeden bir şeyi kutlamak bana mantıklı gelmiyor. İçimden de gelmiyor bilmediğim bir şeyi kutlamak, alkışlamak. Bana göre önce “cumhur”a, yani bu ülkenin gerçek sahiplerine bakmak gerekiyor. Onlar ne istiyorlar?
Bir imparatorluğun yıkıntılarından doğdu bu devlet. 23 milyon kilometrekarelik bir coğrafyadan geriye 783.562 km² kaldı; rüzgâr sert esti bu doğru, ama bize yine de umut taşıyan bir yurt bıraktı. Peki sonra? Bu yurdun üzerinde bir ulus-devlet yükseldi ve adına “cumhuriyet” denildi. Kulağa hoş gelen bir söz cumhuriyet:
Cumhurun idaresidemek, yönetimde çoğunluğun, halkın söz sahibi olması demek. Fakat soruyorum: Cumhuru ötekileştirilmiş, dili, dini, musikisi ve hafızası budanmış, değerleri yok edilmiş bir toplumu yöneten idareye cumhuriyet mi denirmiş? Hadi ordan…
O cumhurun değerleri yok edildi. Alfabesi bir gecede değiştirildi; dedesinin mezar taşını okuyamayan torunlar oluştu. Din, anayasal kimlikten sökülürken, inançla devlet arasına kalın duvarlar örüldü. Yıllarca süren tek sesli bir idare —adı ne olursa olsun— cumhurun sesini kıstı. Senin bahsettiğin cumhuriyet kimin cumhuriyetidir, söyler misin?
Mızrak çuvala sığmayınca bir parti daha kuruldu. Bu sefer sandık başka bir kapı aralayınca, darbelerin gölgesinde idam sehpaları kuruldu; bir başbakan ve iki bakan idam edildi. Siz, hangi cumhuriyetten bahsediyorsunuz?
Ezan Türkçeleştirildi; camilerin minarelerinden yükselen ses, toplumun kulaklarına yabancılaştırıldı. Okullarda Türk musikisi yasaklandı; yüzlerce yıllık birikim “cumhurun diye, eskidi” diye bir kenara itildi.
Kur’an okumak, öğrenmek, öğretmek yasaklandı; dinle bağ kurmak bile fişlenme sebebi oldu.
Savunma sanayi konusunda üretmekten söz eden öncü girişimler “zamansız” ya da “sakıncalı” bulundu; göğe uzanacak kanatlar erken budandı, yollara düşecek otomobil tekerleri yerinden söküldü. Ticaret, medeni ve ceza hukukunda “yerli olan”ın sesi bastırıldı; müktesebatımız bir başka dünyanın; Almanya’nın, İsviçre’nin, İtalya’nın aynasında yeniden yazıldı. Senin bahsettiğin cumhuriyet kimin cumhuriyetidir söyler misin?
Cumhuriyetin “kazanımları” deniyor. Allah aşkına, biri bana söylesin: Nedir o kazanım dedikleri şey? Her on yılda bir yapılan darbeler mi? Bu darbelerle her defasında “cumhurun değerleri” biraz daha tırpanlanmadı mı, infaz edilmedi mi? Halkın iradesi “balans ayarı” yapıyoruz diye tankların paletlerinin altında ezilmedi mi? Düşünen, inanan, sorgulayan insan susturulmadı mı? Nedir bu kazanımlar bana söyler misiniz? Neyin cumhuriyetidir bu kutlanan?
Cumhur’u görmeyen, cumhurun inancını, dilini, musikisini, örfünü “gericilik” sayan bir düzenin bayramı mı olurmuş?
“Cumhur” hâlâ ortalıkta yoksa, “cumhuriyet” neyin nesidir?
Kutlamak isteyen elbette kutlasın; bu ülkede herkesin sevincine de acısın na da yer vardır.
Ama ben, yıkıntılar arasından yükselen bu yeni binanın harcına bakınca, gözüm yaşarıyor. Çünkü o harçta sökülmüş alfabenin harfleri, susturulmuş ezanın nefesi, müzikten mahrum bırakılmış çocukların yoksunluğu, darağaçlarının gölgesi var. Bunca acının üstünü konfetiyle örtemeyiz!
Bir bayram, ancak ortak hafızanın ortak sevincine dönüşebilirse bayramdır. Biz ise ortak acılarımızı bile paylaşamaz hâle geldik. “Cumhuriyet” diyorsak, önce cumhurun onurunu, inancını, dilini, kültürünü, emeğini baş tacı etmeliyiz. Devlet, tebaasından vatandaş çıkarırken vatandaşını kendine benzetmeye çalışmaz; onu kendi olduğu gibi kabul eder. Farklılıkları tehdit değil zenginlik sayar. Seçkinin değil, sıradan insanın hikâyesi kıymetlidir; çünkü cumhur onunla başlar.
O yüzden bugün bence sevinmekten önce düşünmek gerek. Geçmişin hatalarıyla yüzleşmeden, “yeni”yi yalnızca eskiyi yok sayarak, eskiye küfrederek kuramayız. Cumhuriyet, bir tabeladan ibaret kalmasın istiyorsak, o tabelanın altında gerçekten milletin nefesini duymalıyız. Cumhuru kaybettiğimiz yerden geri çağırmalıyız. Yasaklarla değil, özgürlüklerle; tek tiplikle değil, çoğulculukla; korkuyla değil, adaletle geri çağırmalıyız...
Belki o gün geldiğinde, 29 Ekim sabahı aynı soruyu kendime sormayacağım. Belki o gün, bu topraklarda kutlama ile yas birbirine karışmayacak; sevinç de, hüzün de hak ettiği yere oturacak.
O vakit, gerçekten hepimizin olan bir bayramı, içim sızlamadan, başım dik, kalbim ferah kutlayacağım. Çünkü cumhur yerini bulduğunda, cumhuriyet de nihayet adını hak etmiş olacak.
Şimdilik ben, kutlama ile yas arasında ince bir çizgide durmayı sürdürürken, bu ülkenin hakiki sahibinin sesi olsun diye aynı cümleyi tekrar ediyorum:
Cumhuru olmayanın cumhuriyeti olmaz. Cumhursuz cumhuriyet mi olurmuş…!
İSLAM TOPLUMU MİLLİ GÖRÜŞ (IGMG) TEŞKİLATLARINDA BİR HESAPLAŞMA: 2025
İSLAM TOPLUMU MİLLİ GÖRÜŞ (IGMG) TEŞKİLATLARINDA BİR HESAPLAŞMA: 2025
“Keser döner, sap döner; bir gün gelir, hesap döner.”
Rüştü Kam
29.10.2025
Berlin
Zaman, unutulanın üstünü örter gibi görünür; fakat vicdanın mahkemesi ertelemeyi bilmez. Bugün sosyal medyada yükselen serzenişler, dün yaşananların gölgesinde yankılanıyor. Atalar “Keser döner, sap döner; bir gün hesap döner” derken, bir hakaret değil, bir ikaz bırakmışlar geriye: Dava adıyla kurulan her cümle, önce ahlâk ve vefa terazisine çıkar. Bu söz, sadece bir atasözü değildir; hayatın adalet terazisini hatırlatan kadim bir ikazdır. Aşağıdaki satırlar, kimin haklı olduğundan çok, nerede hata yapıldığını görmek içindir.
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada bir video düştü önüme. Bir saatlik bir konuşma... “Hukuksuzluktan, adaletsizlikten, vefasızlıktan” söz ediliyor o konuşmada. Konuşan kişi, Milli Görüş Teşkilatlarının tanınan isimlerinden Yavuz Çelik Karahan. Bir zamanlar gençlik kolları başkanlığı, teşkilatlanma başkanlığı yapmış hatta genel başkanlık yapmış; bugünlerde de “Onursal Başkan” sıfatıyla anılıyormuş. Kendisi öyle söylüyor. Onursal başkan ne demekse…
Videoda mevcut Başkan Kemal Ergün’ün hatalarından, tek adamlığa doğru gidişinden, tüzük değişikliği yaparak üyelerin-delegelerin iradelerine ipotek koymak istediğinden, teşkilat içindeki çürümeden bahsediyor.
Aslında bu şikayetler bana yabancı değil. Yıllar önce Hakkı Çiftçi’nin benzer bir yazısı geçmişti elime; neredeyse kelimesi kelimesine aynı tonda serzenişler... Görünen o ki, teşkilat içinde bir kavga varmış bugünlerde yeniden alevlenmiş.
Ne var ki bugün “adalet” diye feryat edenlerin çoğu, başta Yavuz Çelik Karahan olmak üzere, aynı hataların içinde olan insanlar. O gün ellerinde güç varken kendilerinden olmayanları ötekileştirdiler, mağdur ettiler. Nice insanı işsiz, aşsız bıraktılar; kapı dışarı ettiler. Çeşitli kulplar takarak yaptılar bunu. Soranlara da “Millî Görüşçü” değil diye bir de damga vurdular. Güç onlardaydı…Haklı olmamız bir anlam ifade etmedi. Berlin’de de ay nı kavga var. O kavgayı da aynı yolun yolcusu kifayetsizler sürdürüyor.
Dün kendilerine günahsız gözüyle bakılan, “geleceğin Fatihi”yim ben afra ve tafrasıyla caka satan kifayetsizler bunlar da. Koltuktan düşmüşler düşmesine de yandaşları düşmesin diye uğraşıyorlar. Bunlar da dava adamı!
Ben de onların hışmına uğrayan mağdurlardan biriyim. Yaşadıklarımı yıllar sonra bir kitapta topladım: “Bir Hezarfen’in Sergüzeşti.” Adıyla piyasaya arz edildi.
O kitapta, Millî Görüş Teşkilatlarında geçen yıllarımı ve gördüğüm yanlışları anlattım.
Yavuz Çelik Karahan’ın bugün dile getirdiği şikayetlerin çoğu, dün bizzat kendisinin bizlere yaptığı şeylerdir. Onun söylemiyle; “hukuksuzluklardır ve vefasızlıktır, tek adam yönetimidir.” Yaşanmışlıklarımız var bizim. Neler yaşadığımızı biz biliyoruz. O gün bizim telefonlarımıza çıkmayan, bizi yok sayan Yavuz Çelik Karahan, bugün kendi telefonlarına çıkılmayınca, dönülmeyince şikayet ediyor. Allah’ın sopası yok ki;…
Ne garip bir döngü... Tarih gerçekten tekerrür ediyor.
Olan ne Yavuz’a, ne Kemal’e oldu. Olan teşkilata oldu. Üyelere oldu, Hocalara oldu…
Bin bir emekle, alın teriyle, gece gündüz çalışılarak kurulmuş bir davaya oldu.
Bugün o köklü teşkilat, kifayetsiz muhterislerin elinde bir koltuk yarışına dönüşmüş durumda. Makam ve mevki, dava ruhunun önüne geçmiş.
Ben 15 yaşından beri bu hareketin içindeyim — 1969’dan bu yana.
Biz o günlerde bu teşkilatı bir okul bildik. Evimize gitmediğimiz, çocuğumuzun yüzünü göremediğimiz günler oldu. Aç kaldık, yorgun düştük ama dert etmedik. Çünkü inanıyorduk.
İnandığımız şey, bir koltuk değil; bir dava idi.
Biz “ben” değil, “biz” demeyi öğrendik o ocakta. Hâlâ aynı şekilde devam ediyoruz. Dün bizlere inanmayanlar, dava adamı gözüyle bakmayanlar bugün gerçekleri görüyorlar. Evet biz haklıydık ama güçlü değildik, güçlü olan onlardı…
Bugün ise görüyoruz ki, bu yüce hareketin ruhunu koltuk sevdasına kurban edenler yine onlar. Kavgalar, kırgınlıklar, ithamlar...Yazıklar olsun sizlere…İkinize de yazıklar olsun.
Oysa biz, “tevazu”yu ve “vefa”yı bir dava ahlakı olarak öğrendik. O düşüncemiz aynen devam ediyor. Tevazu ve vefa dava ahlakıdır.
Atalarımız yine haklı çıktılar:
“Keser döner, sap döner, bir gün gelir hesap döner”
Ve o hesap ne mahkemede ne de sandıkta görülecek; vicdanlarda görülecektir. Bu millet sizi anladı. Siz zannetmeyin ki anlamadı, inanın anladı, hem de çok iyi anladı. O dava dediğiniz şey var ya ağzınızda sakız gibi çiğnediğiniz; rica ediyorum onu bir daha ağzınıza almayın, yakışmıyor, sırıtıyor; düşürmeyin onu ayağa. O, safiyetiyle gerçekten davaya inananların hafızasında öylece kalsın.
Dün kendisine dokunulmaz sananların, bugün dokunulmaz olmadığını görmesi en büyük sevincimizdir...
İşte hayatın adalet terazisi budur.
Bu dünya, etme–bulma dünyasıdır.
Kime ne makam verilirse verilsin, sonunda herkes yaptığının hesabını verir.
Geride kalanlara ise sadece bir dua düşer:
Allah, davasını şahsi menfaatine feda edenlerden değil, davasını kalbiyle taşıyanlardan eylesin.
Anadilin Önemi
HAFTANIN HUTBESİ
RÜŞTÜ KAM – BERLİN | 30 EKİM 2025
Anadilin Önemi
Aziz Müminler! Değerli Veliler!
Altmış yıldan beri Almanya’da yaşıyoruz. Bazılarımızın hayatının tamamı, bazılarımızın yarısı burada geçti. Artık bu ülkenin insanlarıyız. Üstelik iki dille büyüyen yeni bir de neslimiz var: Biri hayatı kolaylaştıran Almanca, diğeri varoluşumuzun ve kimliğimizin sesi olan Türkçe. İki kanada sahipler. Bugün hutbemizde; okulda ve evde, işyerinde ve sokakta rahatça yol almamızı sağlayan bu iki kanadımızı nasıl güçlendireceğimizi hatırlatacak, anadilimizin kalbimize ve gündelik hayatımıza nasıl yerleşeceğini konuşacağız.
Sevgili Mü’minler
Dil, kültürün taşıyıcısı ve toplumun sürekliliğini sağlayan temel unsurdur. Bunun merkezinde ise anadil vardır: Kişinin kimliğinin temelidir; kültürün gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlar, aidiyeti belirler. İnsan, kimliğini ve düşünme yetisini önce anadiliyle geliştirir. Anadil, çocuğun kimlik kazanmasına, duygu ve düşüncelerini ifade etmesine ve topluma uyumuna doğrudan katkı sunar. Araştırmalar, anadilin vazgeçilmez bir değer olduğunu; zihinsel gelişimde belirleyici rol oynadığını ve ikinci dil öğrenimi için sağlam bir zemin oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Anadilin zayıflaması ise kimlik ve özgüven sorunlarına, iletişim ve öğrenme güçlüklerine yol açabilmektedir.
Avrupa’da yaşayan Türkler için Türkçe, kimliğin korunmasında büyük önem taşır. Türkçe, Almanya’da 5 milyonu, Berlin’de 300 bini aşkın kişi tarafından konuşulan en büyük azınlık dilidir. Ancak kuşaklar ilerledikçe Türkçeye hâkimiyet azalmaktadır ve bu durum kültürel kimliği tehdit etmektedir. Sosyo-kültürel koşullar, aile içi sınırlı iletişim, ihmalkarlıklar, ailelerin “ehem” ile “mühim” arasındaki farkı fark edememeleri ve eğitim politikalarındaki belirsizlikler, çocukların anadilini yeterli düzeyde öğrenmesini engellemektedir. Bu durum “yarı dillilik” riskini büyütmekte ve eğitim başarısını olumsuz etkilemektedir.
Almanya’da genel politikalar Türkçenin kurumsallaşmasını yeterince desteklememektedir, hatta gündemde tutulmasını bile istememektedir. Anadilin temel insan haklarından olduğu ve güçlenmesi gerektiği konusunda kurumsal destek yoktur. Aileler de anadile mesafeli oldukları için bu iş kanaat önderlerine düşmektedir.
Bunun için mesai sarf edilmelidir. Ailelere, önce anadilin önemi anlatılmalı, sadece anlatmak yetmez ikna çalışmaları yapılmalıdır; sonra da güçlü müfredat ve elini taşın altına koyacak kadar yürekli ve nitelikli öğretmenler gerekmektedir. Sivil toplum kuruluşları seferber olmalıdırlar.
Bu iş için gerekli olan maddi desteği de iş adamlarımız temin etmelidirler. Büyükelçilik ve başkonsolosluklardaki görevli yetkililer de bu işe iştiyakla sarılmalı, görev sürelerinin hesabını yapmadan emek vermelidirler. Bu iş, yürek ve fedakârlık ister; mesai süresi hesabıyla yürümez.
Evet bu iş fedakârlık ister. Evet, bu iş benim işimdir diyecek gönül erleri ister. Anadilin korunması hem bireyin kimliğini hem de kültürel devamlılığı güvence altına alacaktır. Almanya’da, özellikle Berlin’de Türk toplumunun dilini yaşatması için aile, okul, devlet ve sivil toplum kuruluşlarının süratle iş birliği yapmaları şarttır. Aksi hâlde bir kuşakta oluşacak kopuş, domino etkisiyle geri dönüşü zor bir kayba dönüşecektir. Ondan sonraki süreç kayboluşu seyretme sürecidir.
Rabbimiz anadilin önemini şöyle vurgular:
“Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ki anlayasınız.” (Yûsuf, 12/2)
Ve devamla:
“Sizi milletler ve kabileler hâline yarattık ki tanışasınız, kaynaşasınız.” (Hucurât, 49/13)
Diller, kültürler ve kimlikler Allah’ın ayetlerindendir. Dil sadece bir konuşma aracı değildir; inancın, hafızanın, duygunun, kimliğin evidir.
Nasıl ki Kur’ân’ı doğru anlamak için anadile (Araplar için) ihtiyaç varsa, kendimizi, kökümüzü, tarih ve medeniyetimizi anlamak için de anadilimize ihtiyaç vardır. Kur’an’ı anlamak için de anadilde yazılmış meale ihtiyacımız vardır. Bu böyledir.
Peygamber Efendimiz (sav) buyurur:
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”
Biz dilimizi sevmezsek, sevdirmezsek çocuklarımız kimlerle beraber olacaklardır?
Bir güzel söz vardır:
“Dilini kaybeden, kendini de kaybeder.”
Alman atasözü der ki:
„Sprache ist Heimat.“ — Dil, insana vatan olur.
Ve yine Almanların başka bir sözü de şöyledir:
„Wie man spricht, so ist man.“ — İnsan, nasıl konuşursa öyledir.
Aziz kardeşlerim,
Dil, sadece kelimeler değildir; bir milletin ruhudur, hafızasıdır, vakar ve haysiyetidir. Espri bile anadilde yapılmalıdır; çünkü duygu, incelik, çağrışım, hafıza o dilin içinde yaşar. Anadiline yabancı kalan, asimilasyona en yakın duran kişidir.
Kıymetli Müminler!
Berlin’de yaşıyoruz. Bu şehirde 300 bine yakın Türk yaşıyor. Bir zamanlar okullarda Türkçe dersleri verilirken, bugün çoğu yerde dersler daraldı; yük derneklere, camilere kaldı.
Ama acı gerçek şudur:
Çocuklarımızı Türkçe dersine getirmekte zorlanıyoruz; çünkü önce veliyi ikna etmek gerekiyor. Yetkili kurumlar bu konuda iştahsız. Her şey önlerine gelsin diye bekliyorlar. Bunun için özel gayret göstermiyorlar. Dar çerçevede yapılan toplantılarla, iş yerlerinin camlarına birkaç el ilanı yapıştırmakla bu iş yürümez. Hiç emek harcamadan, çaba göstermeden her şeyin hazır gelmesini beklemek; hazıra konmak, “Armut piş ağzıma düş!” olmaz öyle.
Aileleri suçlamakla da olmaz bu işler. Onlar zaten ellerindeki değneği atarak buraya gelen insanlardır. 60 seneden beri kimliklerini kaybetmemek için o cahil halleriyle buraya kadar gelmişler daha ne istenir onlardan…Geldikleri yerde belleri bükülmüş gözleri görmüyor, bütün azaları dökülüyor; onlar alkışlanmalıdır, suçlanmamalıdır.
Daha güzelini yapmanız için devlet sizleri göndermiş buraya. Onların elinden bayrağı alarak devam etmeniz için…Oysa sizler sızlanıyorsunuz…Etmeyin eylemeyin, yazık oluyor bu insanlara…
Türkçe dersine iki, beş, on öğrenci katılıyor… O da haftada bir saat. Sadece teori veriliyor. Bu, kimliğimizi inşa etmek ve yaşatmak için yeterli değildir.
Bazı veliler de diyorlar ki:
“Almanca bize yeterlidir!”
Hayır! Almanca yetmez, Almanca lazımdır; Türkçe ise bizimdir. Yetecek olan bizim olandır.
Biri geçim içindir, öteki var oluş içindir.
Bir Alman atasözü der ki:
„Zwei Sprachen öffnen mehr Türen als eine.“ — İki dil, bir dilden daha çok kapı açar.
Ve devam eder:
„Nur wer seine Wurzeln kennt, kann wachsen.“ — Köklerini bilen ancak büyüyebilir.
Sevgili Mü’minler
Dil meselesi pansuman tedbirlerle öğrenilmez. Bu mesele ciddi plan ister sabır ister yürek ister.
Öyleyse Neler yapılmalıdır:
1. Hutbeler
Almanya’daki bütün camilerde yılda birkaç defa Anadilin önemiyle ilgili ortak Türkçe hutbeler okunmalıdır. Minber yaraya dokunursa, aile değişir.
2. Kitaplar ve Müfredat
Ders materyalleri Almanya’daki çocuğun dünyasına göre hazırlanmalıdır. Türkiye’deki çocuğun dünyasına göre değil. Bu çalışmayı da burada yaşayanlar yapmalıdır. Buradaki hayatı anlamayan kitap, çocuğa dokunamaz.
3. İçerikte Denge
Tarihimiz saygıyla anlatılmalı, herkesin gönlü kazanılmalı. Bu doğrudur. Ancak, kitaplar hazırlanırken hedef kitlenin ve içinde bulunulan toplumun hassasiyetlerine de dikkat edilmelidir. Ben yaptım oldu demekle olmaz. Olmuyor zaten. Mesela yerli yersiz kitapların içine Atatürk resmi konulmamalıdır. Konuyla ilgiliyse tamam.
Dayatma sevgiyi doğurmaz; nefreti doğurur, bizim hikmet yolunda olmamız gerekir. Burası Almanya, başka bir ülke. Bu unutulmamalıdır. Burada değneksiz dolaşılmaz.
4. Öğretmen Yaklaşımı
Öğretmenler mesai saati dolunca işlerinin bittiğini sanmamalıdır. Onlar için iş yeni başlar. Çocukla bağ kurulmalıdır; müze gezileri yapılmalıdır, çocukla bağ kurabilmek için zaman zaman dondurma yemeğe gidilmelidir. Öğretmen bizzat taşın altına elini koymalıdır. Bu çocuklar gurbetçi çocuğudur. Çileli bir hayat yaşamışlardır onlarınj babaları. Bu insanlar, Almanya dahil nereleri imar etmediler ki; Almanya onlara “sen yabancısın” diyor zaten, sen de mesai hesabı yaparsan, onun durumuyla ilgili empati yapmazsan; sen neye varsın ki;…
Sevgili öğretmen kardeşim:
Çocuk, sevdiği insanın dilini öğrenir. Seni sevmemişse senin dilini niçin öğrensin ki;… Almanca bir deyim de şöyle denir:
„Liebe geht durch die Sprache.“ — Sevgi, dilden geçer.
Aziz Müminler,
Sizlerin de biraz daha esnek olmanız gerekir. Cami sadece namaz kılma yeri değildir, olmamalıdır; kimliğin, kültürün, hafızanın sığınağıdır.
Camilerimiz çocukların eğlenebilecekleri, Türkçe filmler seyredebilecekleri mekanlar haline getirilmelidir. Bu faaliyetler için ayrıca yeni yerler kiralanmamalıdır. 60 seneden beri 300 bin insanın yaşadığı bir şehirde bir kültür evi kurulamamış zaten. Bunun için nutuklar atılmış toplantılar yapılmış sonuç sıfır. Siz bari açın camileri de çocuklarımız kaybolmasınlar. Cami de sporlarını yapsınlar, dillerini öğrensinler, müziklerini çalsınlar söylesinler, oyunlarını oynasınlar, kendileri olsunlar.
Ayrıca evlerimizde çocuklarımızla Türkçe konuşunuz. Evladınıza bırakacağınız en kıymetli miras, para değildir; kimliktir. Ve kimlik de ancak dille kazanılır ve yaşatılır.
Hz. Ali (ra) buyurur ki:
“Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacağı zamana göre yetiştirin.”
Bizim çocuklarımız iki vatanlı, iki kültürlü büyüyor. O hâlde onları iki kanatla uçabilecek hale getirelim, birlikte getirelim:
Bir kanadı Almanca, bir kanadı Türkçe olsun.
Unutmayalım:
Dil giderse, iz de gider. İz giderse, nesil de kaybolur.
„Ohne Sprache keine Zukunft.“ — Dil yoksa gelecek de yoktur.
Rabbim çocuklarımıza kimlik bilinci, bizlere de o bilinci oluşturacak irade ve sorumluluk bilinci nasip eyle.
Allah’ım dillerimizi doğru sözde sabit kıl. Bizi kendine, dinimize ve dilimize yabancı düşürme.
Âmin.
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN BATI KARADENİZ GEZİSİNDEN 2018: SİNOP
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN BATI KARADENİZ GEZİSİNDEN 2018: SİNOP
RÜŞTÜ KAM
Teselli Ağacı
...Hapishanenin çıkışına yakın küçük bir kafede soluklanırken, bahçedeki yaşlı dut ağacının hikâyesini anlattı bize mekânın sahibesi:
“Hüseyin Pehlivan mahkûmlardan biridir. Kafkas göçmeni bir ailenin oğludur. Henüz yirmi bir yaşındayken kan davası yüzünden idama mahkum olmuş ve Sinop Cezaevi’ne düşmüştür. Cezası bir müddet sonra, müebbete çevrilmiştir. Buna rağmen kendini salmamış ve içeride okuma yazma öğrenmiştir, yaşama sevincini hiç yitirmemiştir.
1959 yılında cezaevi müdürüne bir dilekçe yazar:
‘Bahçeye bir dut ağacı dikmek istiyorum,’ der.
Müdür şaşırır:
— ‘Neden?’ diye sorar.
Hüseyin Pehlivan gülümseyerek cevap verir:
— ‘Müdürüm, yıllar sonra buraya gelen mahkûmlar, “Bu ağacı diken idamlıkmış; cezası müebbete çevrilmiş; sonra da hürriyetine kavuşmuş,” desinler de onlara yaşama umudu olsun. Ben umudumu yitirmedim; onlar da yitirmesinler.’
Müdür, bu sözlerden etkilenir, insanlık duygusu ağır basar:
— ‘İstediğin yere dik ağacını,’ der.
İşte bugün bahçede gördüğünüz o kocaman dut ağacı, Hüseyin Pehlivan’ın diktiği ağaçtır. Mahkûmlar ona “Teselli Ağacı” adını vermişlerdir. Yıllar geçtikçe nice yorgun gönül, o ağacın gölgesinde umut bulmuştur.
Gel zaman git zaman, on yıl sonra af çıkar. Müebbet cezası alan Hüseyin Pehlivan da bu aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuşur. O gider, ama diktiği dut ağacı görevini yapmaya devam eder. Bugün hâlâ oradadır; gövdesiyle direnç, yapraklarıyla umut fısıldar.”
Teselli Ağacı'nın hikayesi etkiledi bizi. Ağacın altında teselli arayanlar da gelince Emin harekete geçti. Çaldı düdüğünü.
Cezaevinin hüznünden çıkıp şehrin göbeğinde, fıçısındaki Diyojen’e gidiyoruz.
Diyojen
Orada tepenin başında, yol üzerinde fıçının içinde bir adam. Filozof Diyojen. Etrafında toplandık heykelin ve rehberimiz Doğa Öz'ü dinliyoruz.
"MÖ 412 dolaylarında Sinop’ta doğan filozof Diyojen, babasının kalpazanlığının anlaşılması üzerine Atina’ya sürgün edilirler. Babasının işlediği sahtekârlığın utancını sırtında taşımak istemeyen Diyojen dünyadan el etek çeker; sade bir hayatı seçer. Evden de ayrılmıştır. Evsizdir; bir fıçının içinde yaşamaya başlar. Elindeki tası bile, avucuyla su içen bir çocuğu görünce “demek buna da gerek yok” diyerek onu da bıraktığı anlatılır.
Gündüz vakti elinde fenerle sokaklarda dolaşır; soranlara kısa ve o sarsıcı cevabını verir: “Adam arıyorum.”
Bir gün karşısına Büyük İskender çıkagelir. Ona sorar, sen kimsin?
— “Ben İskender’im.”
— “Ben de Diyojen.”
— “Benden korkmuyor musun?”
— “Sen iyi misin, kötü mü?”
— “İyiyim.”
— “Öyleyse niye korkayım?”
— “Dile benden ne dilersen.” der İskender.
— “Gölge etme; başka ihsan istemem senden.” Der.
İskender oradan ayrılırken maiyetine döner ve şu sözü söyler: “İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim.”
Sinop, görülmeye değer sürprizlerle dolu bir şehirmiş meğer. Akşamki hayal kırıklığı bizi yanıltmış. Sokaklarında her adımda yeni bir hikâyeye rastlıyorsunuz. Biliyor muydunuz? 2018’de şehirde trafik lambası yoktu; korna sesine de rastlamıyoruz. Herkesin yol hakkına riayet ettiği, dingin bir şehir Sinop… “Türkiye’nin en mutlu insanları” unvanını boşuna vermemişler meğer. Şehrin rüzgârı yüzünüzü okşarken, fenerli bir filozofun gölgesi sanki hâlâ dar sokakların kıvrımlarında dolaşıyor. Burası Sinop.
Sinop Mantısı
Öğleye yaklaşırken Emin, yüzünde o tanıdık tebessümüyle, “Sinop mantısı yemeden buradan gidilmez,” dedi ve devam etti; hem de teyzenin mekânında yenmelidir diye de vurguladı. Emin öyle diyorsa öyledir, onun sözü, bu yolculuklarda bir tür kanundur — kimse itiraz etmez. Düştük peşine.
“Teyzenin Yeri” dedikleri küçük, sade bir lokanta. Kapıda karşılandık. Yerimiz ayrılmış. Servis açılmış. Garson refakat etti masamıza kadar ve hemen; “Buyurun efendim ne arzu ederdiniz? Birebirimize bakıştık. Garson anlamış olmalı ki kararsızlığımızı hemen devreye girdi ve ben karışık öneririm” dedi. Bize de evet dedik. Mantılar geldi.
Meğer Sinop usulü karışık mantının yarısı yoğurtlu, yarısı cevizli olurmuş.
Cevizler, tereyağında kavrulup mantının üzerine dökülüyor — o koku, insanı çocukluğuna, mutfağın huzuruna götüren cinsten bir koku. Nefis. Gözlerimizi yumarak içimize çekiyoruz.
İlk lokmada anladık ki; bu sadece bir yemek değil, bir kültürün inceliği, bir memleketin nezaketi.
Yemekten sonra, yine Emin’in tavsiyesine uyarak, yolun öbür tarafındaki dükkândan Boyabat ezmesi de aldık; Sinop’a veda tatlısı anlamında.
Her şehirden ayrılırken uyguladığımız sünnetimizi Sinop’tan ayrılırken de uyguladık. Birer birer mikrofona gelerek sıcağı sıcağına Sinop’un bizlerde bıraktığı izleri anlattık. Mikrofona her gelen, Recai’nin hikayesiyle başladı söze. Sinop duygularımızı altüst etmişti. Bir tarafta Sinop Cezaevi ve teselli ağacı, öbür tarafta Dijojen’in hikayesi ve şehirde trafik lambasının olmayışı ve Sabahattin Ali…Elveda Sinop.
Kaptan Sezgin dururmu, hemen bir türkü havalandırdı: “Aldırma Gönül aldırma.”
Bir anda herkes sustu; türkü sadece kulağımızda değil, yüreğimizde de yankılandı. Hüzünlendik, türkü hepimize hitap ediyordu. Gözlerimiz nemlendi.
Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül, aldırma...
O an anladık ki; bu türkü sadece bizden yana değildi, Sinop’tan da yana söyleniyordu.
Sanki şehir kendi kendine arkamızdan su döküyordu ve hafifçe fısıldıyordu kulağımıza:
“Başınız öne eğilmesin…”
BİRLİKTE YAŞAMAK BEDEL ÖDETMEMELİDİR
BİRLİKTE YAŞAMAK BEDEL ÖDETMEMELİDİR
Haftanın Hutbesi – Almanya’da Müslümanların Toplumsal Sorumluluğu VE Devletin Kucaklayıcılığı, Adalet ve Birlik Mesajı
Rüştü KAM
24.10.2025 /BERLIN
الحمد لله رب العالمين، والصلاة والسلام على سيدنا محمد وعلى آله وصحبه أجمعين.
Aziz Müminler,
Allah’a hamd, Resûlü Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) salât ve selam olsun. Bizleri imanla, sorumlulukla ve kardeşlik şuuru ile yaşatan Rabbimize sonsuz şükürler olsun.
İçinde yaşadığımız Almanya’da son dönemde Müslümanların Ramazan ve Kurban Bayramı günlerinde izin kullanabilmesi üzerine tartışmalar gündeme geldi. 6 milyon Müslümanın yaşadığı Almanya’da bu konu; 60 yıl sonra gündeme geldi. Kimileri bu adımı “ayrıcalık” olarak gördü, kimileri ise “adaletin gereği” dedi. Oysa adalet, bir kimseye fazla hak vermek değil; herkese hakkını tam vermektir.
Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur: “Allah adaleti, iyiliği ve yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar.” (Nahl, 90)
Başka bir ayette: “Adaletle davranın; bu, takvaya daha yakındır.” (Mâide, 😎
Almanca’da bir söz vardır: “Gerechtigkeit ist die Grundlage des Friedens.” — Adalet, barışın temelidir. Bu doğrudur. Toplumda adalet varsa barış olur; eşitlik varsa huzur doğar.
Bu yüzden Müslümanlar hakkı talep ederken ölçülü ve yapıcı bir dil kullanırlar; aynı zamanda toplumun ortak iyiliğini, huzurunu ve hukukunu korumaya da özen gösterirler.
Değerli kardeşlerim,
Almanya’da son haftalarda siyasî söylemler ve medyadaki tartışmalar, toplumun bazı kesimlerinde Müslümanlara karşı ön yargıların tazelenmesine yol açabiliyor. Bu bağlamda kamuoyuna yansıyan “Kızlarınıza bakın!” gibi ifadeler, görünüşte kültürel farklılıkları hatırlatıyor gibi dursa da birçok Müslüman aile ve özellikle Müslüman kadınlar için ötekileştirici algılanabilmektedir. Hele bu sözü söyleyen Başbakan Friedrich Merz olursa bu daha da ürkütücü olmaktadır. Oysa unutulmamalıdır ki, bir ülkenin gerçek gücü, çeşitliliğiyle ve farklı kökenlerden gelen insanları onurlu bir şekilde bir arada yaşatabilme kabiliyetiyle ölçülür.
Kur’ân-ı Kerîm, “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurât, 13) buyurur. Bu ayet bize farklılığın bir tehdit değil, rahmet olduğunu öğretir.
Bu nedenle, başörtüsü takan kadınlar da dâhil olmak üzere kimse inancı, kimliği veya kıyafeti sebebiyle dışlanmamalıdır. Başörtülü kadınlara iş ve eğitim imkânları açık olmalı; onların toplumsal hayata katılımı desteklenmelidir. Ötekileştirilen birinden entegrasyon için adım atmasını beklemek, insaflı da gerçekçi de değildir.
Almanca bir sözle hatırlayalım: “Schau nicht auf das Tuch, sondern in das Herz.” — Örtüye değil, kalbe bak. Karakterin ölçüsü kıyafet değil; dürüstlük, emanete riayet ve faydalı olmaktır.
Gerçek entegrasyon, bir tarafın diğerine benzemesi değil, birbirini anlamasıyla mümkündür. Siyasî dil de bunu beslemelidir. Toplumu ayrıştıran değil, birleştiren kelimeler kullanılmalıdır. Çünkü kelimeler kalpleri ya yakınlaştırır ya da uzaklaştırır. “Worte sind Fenster oder Mauern.” — Sözler ya penceredir ya da duvar.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyuruyor: “İnsanlara kolaylık gösterin, zorluk çıkarmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” Bizim yolumuz budur, karşı taraftan isteğimiz de: Sabır, hikmet, merhamet ve adalet.
Sevgili Mü’minler
Almanya’da zaman zaman Müslümanlara, camilere ve İslâmî kurumlara yönelik önyargı ve düşmanlık görülebilmektedir. Bu tür imtihan zamanlarında Müslümanlar öfke yerine hikmeti, kırıp dökmek yerine onarmayı seçmelidir. Kur’an, “Kötülüğü en güzel olanla sav; o zaman aranızda düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluverir.” (Fussilet, 34) buyurur.
Bu ayetin gereği olarak, kötülüğe kötülükle değil iyilikle karşılık vererek, ama aynı zamanda hukuka ve adalete de sarılarak, hakkımızı hukuk zemininde aramalıyız.
“Wo Vertrauen wächst, da blüht das Leben.”
— Güvenin filizlendiği yerde hayat çiçek açar. Biz güvenin tohumu olacağız: Dürüstlük, sözünde durmak, komşuluk hakkına riayet ve topluma fayda üretmek bizim görevimiz olacak.
Camilerimiz sadece namaz kılınan mekânlar değil; toplumsal dayanışma, eğitim ve diyalog merkezleri haline getirilmelidir. Zaten öyledir ama biraz daha gayret edilmelidir. Açık Cami Günü (Tag der offenen Moschee) gibi faaliyetler, önyargıların kırılması ve birlikte yaşama iradesinin güçlenmesi için büyük fırsattır. İhmal edilmemelidir.
Sevgili Mü’minler,
Mücadelemizi prıfesyonece yapmamız gerekir. Bir şey istiyorsak, bu hukuki zemnde olmalıdır. Bunun için: Herkes İçin Adalet, Herkes İçin Fırsat
1) İş hayatında fırsat eşitliği: Başörtülü kadınlar dâhil herkese liyakat esasıyla kapılar açık olmalı; istihdamda ayrımcılığa karşı net ve etkili mekanizmalar işletilmelidir.
2) Eğitimde kapsayıcılık: Okullarda kültürlerarası farkındalık programları ve velilerle açık iletişim kanalları güçlendirilmelidir.
3) Dilde nezaket: Siyasetçilerden medyaya kadar, kamu dilinde ötekileştirmeyi besleyen genellemelerden kaçınılmalı; birleştirici bir üslup benimsenmelidir.
4) Sivil katılım: Müslümanlar sivil toplum kuruluşlarında aktif rol almalı, mahallî projelerde gönüllülük yapmalı ve ortak iyilik üretmelidir. “Viele kleine Leute an vielen kleinen Orten, die viele kleine Dinge tun, können das Gesicht der Welt verändern.” — Birçok küçük yerde birçok küçük şey yapan küçük insanlar, dünyanın yüzünü değiştirebilir.
Sevgili Mü’minler
Hutbeme son verirken şöyle diyelim: Birlikte yaşamak bedel ödetmemelidir. Birlik, adalet ve karşılıklı saygı üzerine yükselmelidir. Barış arıyorsak, sevgiyle başlanmalıdır, sevgi de karşılıklı olmalıdır: “Wer den Frieden sucht, muss mit Liebe beginnen.”
= “Barışı arayan, sevgiyle başlamalıdır.”
اللهم اجعلنا من الذين يستمعون القول فيتبعون أحسنه. اَللّٰهُمَّ وَحِّدْ كَلِمَتَنَا وَأَلِّفْ بَيْنَ قُلُوبِنَا، وَارْزُقْنَا السَّلاَمَ وَالاَمْنَ فِي هٰذَا الْبَلَدِ وَفِي كُلِّ بِلَادِ الْمُسْلِمِينَ. آمِينَ.
Rabbimiz, bizi adaletli, sabırlı ve barışsever kullarından eyle; kalplerimizi birleştir, toplumumuzu huzurla doldur. Âmin.
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ "KÜLTÜR GEZİSİ" ÇERÇEVESİNDE BATI KARADENİZ ZONGULDAK
ZONGULDAK
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ "KÜLTÜR GEZİSİ" ÇERÇEVESİNDE BATI KARADENİZ DEDİ VE ZONGULDAK'A DA UĞRADI
RÜSTÜ KAM
2015
“Zonguldak ve çevresinin tarihi Hititlerle başlar. Anadolu’da ilk siyasî birliği kuran Hitit İmparatorluğu, bu bölgeyi de sınırları içine dâhil eder; bu devirde bölge “Palla” adıyla anılır. Hititlerden sonra Frigyalılar, Lidyalılar, Persler ve Makedonya Kralı İskender bölgeye hâkim olur.
Yıldırım Bâyezîd Han’ın 1402 Ankara Savaşı’nda Timûr Han’a yenilmesinin ardından Osmanlı Devleti “Fetret Devri” diye anılan sıkıntılı bir döneme girer; taht kavgaları sebebiyle neredeyse parçalanmanın eşiğine gelir. Çelebi Sultan Mehmed Han büyük güçlüklerle birliği yeniden tesis eder. Fetret Devri’nin ardından devlet eski kudretine kavuşur; seferler ve genişleme süreci başlar, bu bölge de Osmanlı hâkimiyetine girer.
Osmanlı devrinde bölge halkı, büyük ölçüde istilâ ve savaşlardan uzak kalır; bölge tarihi bu dönemde kayda değer bir vakaya sahne olmaz. On dokuzuncu asrın başlarında gemilerde buhar gücü kullanılmaya başlanır; buharın kaynağı kömürdür. Ticaret ve savaş gemileri buharla çalışırken, henüz Osmanlı topraklarında maden kömürü bulunamamıştır. Bunun üzerine Sultan II. Mahmud, bir fermanla imparatorluk dâhilinde kömür arama seferberliği başlatır; kömür bulanlara mükâfat vaad eder. Orduda askerlere maden kömürü tanıtılır; terhislerinde memleketlerinde bu madeni aramaları öğütlenir.
Kara Elmas (Kömür)
1829 senesinde Ereğli’nin Kestanelik köyünde oturan Uzun Mehmed, bir gün deniz kenarına iner. Fırtına çıkınca “Limancık” denilen kuytu bir köşeye sığınır ve ısınmak için ateş yakar. Az sonra ateşin etrafındaki siyah taşların kor hâline geldiğini görünce, askerde öğrendiklerine benzeterek “Buldum, kömürü buldum!” diye haykırmaya başlar. Oradan bir küfe dolusu kömürü sırtına yükleyip Alaplı yoluyla İstanbul’a gidert. İlgililere başvurur; yapılan incelemede bunun aranılan maden kömürü olduğu anlaşılır. Padişah fermanıyla Uzun Mehmed’e 30 altın mükâfat ve ölünceye kadar aylık 6 altın maaş bağlanır.
1848 tarihli Havza-i Fahmiyye uygulamaları ile 1865 Dilâver Paşa Nizamnâmesi, havzadaki üretim ve işleyişe esas teşkil eder. Böylece Zonguldak ve çevresi, sanayi çağında Osmanlı’nın mühim bir kömür havzası hâline gelir.
Kömür madeni sayesinde Zonguldak giderek gelişir; Cumhuriyet devrinde en hızlı büyüyen şehirlerden biri olur. Ereğli Demir ve Çelik Tesisleri’nin kurulmasıyla dakalkınma ivme kazanır. Cumhuriyet döneminde il statüsü kazanan Zonguldak, demiryolu ile Ankara’ya bağlanır.”
Kömür Yıkama Tesisi(Lavvar)
Zonguldak’taki harabe durumundaki eski kömür yıkama tesisleri (lavvar), “tarihî eser” gerekçesiyle koruma altına alınmış. 1957’de Fransızlar tarafından inşa edilen bu tesisler, 200 dönümlük bir arazi üzerine kuruluymuş ve bugün âtıl vaziyette duruyor. Kapatılmış maden ocaklarını dışarıdan gördük; o hâliyle ürkütücü. Ocağın çökmesiyle yaşanan ölümleri hatırlamamız, bu tedirginliğin sebebi olabilir.
Ana cadde üzerinde kömür yıkama kuleleri var; onlara lavvar deniyor. Öylece, birer ucube gibi ortada duruyorlar. “Tarihî eser” diye koruma altına alınmışlar; doğru da yapmışlar, bize göre de tarihî eserler. Zonguldak’ın kaderini değiştiren yapılar bunlar. Tarihî eser olması için ille de ev, cami, köprü ya da kervansaray olmak gerekmiyor. Evet, tarihî eserler; ama böyle terk edilmiş hâlde ortalık yerde kalmaları şehrin siluetini de bozuyor. Oysa lavvarlar, bilinçli bir restorasyonla çok güzel birer restoran veya kahvehane olarak düzenlenebilir, şehrin görünümüne yeni bir soluk katabilir. Tesisler kütüphaneye dönüştürülebilir, kültürel etkinliklere ayrılabilir, restoran hâline getirilebilir ya da kadınlar için el işi eğitim merkezi olarak değerlendirilebilir. Yanlara merdivenler veya asansörler kurulup üst kotlara çıkış sağlanabilir; yapılar üstten köprülerle birbirine bağlanabilir. Daha neler neler…
İstenirse olmayacak şeyler değil bunlar. Ne var ki anladığımız kadarıyla siyaset, Zonguldak için iyi işlerin önüne set çekiyor; Amasra’da da benzer bir anlayışla karşılaşmıştık.
İddiaya göre AK Parti hükümeti lavvarları değerlendirmek istiyor; ancak belediye CHP’de olduğu için buna müsaade edilmiyormuş. Taraflar arasındaki çekişme, lavvarlara daha fazla zarar veriyor. Türkiye, siyasî kısır çekişmeler yüzünden maalesef çok şey kaybediyor; yazıktır, günahtır.
Zonguldak’ı grupla gezmek mümkün olmadı. Hem rehberimiz hem de görüştüğümüz Zonguldaklılar, şehirde gezilip görülecek pek yer olmadığını söylediler. Grup serbest bırakıldı; kimi otelde istirahate çekildi, kimi şehre indi.
Biz de Recai ile takıldık. Recai’nin Zonguldak’ta bir arkadaşı varmış; bizi aldı, kendi arabasıyla kısa bir şehir turu yaptırdı. Zonguldak, tepelerin üzerine kurulu bir şehir; yollar döne döne yükseliyor. Önce Ecevit Üniversitesi’ne gittik. Denize nazır bir tepede yer alıyor; ancak içeri girip gezemedik. Üniversitenin çevresinde düzensiz bir yapılaşma göze çarpıyor: dar sokaklar, akşamüstü olmasına rağmen kalabalık; yürümekte zorlandık. Recai’nin arkadaşı, öğrencilerin dolaştığı bu sokaklar hakkında iç açıcı bilgiler vermedi; Zonguldaklılar da durumdan memnun değilmiş.
Bazı binaların temellerinde çöküntüler var. Söylenene göre her yıl yapılarda üç-beş santimetrelik çökmeler yaşanabiliyormuş; çünkü üzerinde gezdiğimiz bu tepelerin altında kömür ocakları varmış — ya da vaktiyle varmış.
Fener
“Fener” denilen mevkide, deniz fenerine kadar tırmandık. Fener lokalinde çay içip soluklandık; atmosfer hoş. Sonra fenerden Zonguldak’a tepeden baktık: ışıl ışıl bir şehir. Çok güzel görünüyor ama pek canlı değil; sahil kenarında oturacak bir mekân bile bulamadık. Biz nisan ayında oradaydık; “Yazın biraz canlanır,” dediler.
Akşam otele döndük. Recai’nin arkadaşına teşekkür ederek ayrıldık; kendisine yanımızdaki Mocca Dergisi’nden de verdik…
ALMANYA’DA MÜSLÜMAN OLMANIN BEDELİ VE SORUMLULUĞU
HAFTANIN HUTBESİ: ALMANYA’DA MÜSLÜMAN OLMANIN BEDELİ VE SORUMLULUĞU
Rüştü KAM
06.11.2025 BERLİN/TED
الحمد لله ربّ العالمين، نحمده ونستعينه ونستغفره، ونعوذ بالله من شرور أنفسنا ومن سيئات أعمالنا. من يهده الله فلا مضلّ له ومن يضلل فلا هادي له.
Aziz Müminler!
Allah Teâlâ insanı çeşit çeşit yaratmış, renkleri, dilleri, coğrafyaları ve kültürleri farklı farklı kılmıştır. Hepimize bulunduğumuz mekâna göre imkânlar ve imtihanlar vermiştir. Rabbimiz
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık; milletlere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız.” (Hucurât 49/13)
Bu ayet, farklılıklarımızın bir çatışma değil, bir tanışma ve hikmet vesilesi olduğunu bildirir. Bugün Almanya’da Müslüman olarak yaşamak, bu ilahi hikmetin içinde kendimize bir yol bulmayı gerektirir. Müslüman burada hem inancını yaşamanın bedelini, hem de bu topluma adalet ve güzellikle katkı sunmanın sorumluluğunu taşır. O Müslümandır. Sorumlulukları ve görevleri vardır.
Bugün hutbemizin ağırlığı, Almanya’da Müslümanların en çok zorlandığı iki mesele hakkında olacaktır:
İbadet özgürlüğünü korumak ve çocuklarımızı kimlikleri üzere yetiştirmek.
İbadet Özgürlüğü: Kullukta Sebat Ve Vakar
Aziz kardeşlerim!
Müslüman için en büyük izzet, Allah’a kul olmaktır. Müslümanın namazı, orucu, bayramı, helâl-haram hassasiyeti ve ahlâkı, onun kimliğinin temel direkleridir. Ancak Almanya’da yaşayan kardeşlerimizin bir kısmı zaman zaman şu zorluklarla yüzleşebilmektedir:
— İş yerlerinde namaz için yer bulamamak,
— Cuma izni konusunda sıkıntı yaşamak,
— Bayramların resmî tatil olmaması,
— Ramazan’da çalışma şartlarının ağırlaşması,
— Çocuklarını inandıkları gibi yetiştirememek,
— Kimliğini ibadet üzerinden yaşarken yanlış anlaşılmak.
Bu zorluklar, bizleri ümitsizliğe değil, daha bilinçli bir kulluğa çağırır. Mücadelemizi hukuk çerçevesi içinde sürdürmemiz gerekir. Demokratik haklarımızı sonuna kadar zorlamalıyız. Yıkmadan, dökmeden. Müslümana yakışır gibi.
Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez.” (Bakara 2/286)
Peygamber Efendimiz (sav) ise şöyle buyurur:
“Yeryüzü bana mescit ve temiz kılındı.” (Buhârî, Teyemmüm 1)
Bu ilahi kolaylık, müminin ibadetini her şartta sürdürebileceğinin göstergesidir.
Kardeşlerim! İbadet özgürlüğü hem insan hakkıdır hem anayasal haktır. Bunu talep etmek nezakettir; hakkını aramak ise vakardır. Almanların sözü bunu ne güzel ifade eder:
“Respekt ist keine Einbahnstraße.” – “Saygı tek yönlü bir yol değildir.”
Biz iş yerinde dürüst, güvenilir ve saygılı oldukça; ibadete dair taleplerimiz toplum tarafından daha kolay anlaşılır ve karşılık bulur.
Çocuklarımızı İnançları Üzere Yetiştirmek
Aziz Müslümanlar!
Yabancı bir kültürde çocuk yetiştirmek, Müslüman aileler için büyük bir sorumluluk ve aynı zamanda büyük bir imtihandır. Okullarda verilen eğitim, toplumun kültürü, arkadaş çevresi, medya alışkanlıkları ve kendi inancına uymayan bir yaşam tarzının cazibesi bazı aileleri endişeye sevk etmektedir.
Rabbimiz buyurur:
“Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun.” (Tahrîm 66/6)
Bu koruma; öncelikle hak olarak kamu otoritesinden alınarak yapılacaktır. Olmalıdır da. Eğitim konusunda veliler hak arama yolunu sürekli meşgul etmek zorundadırlar. Camilerde verilen dini eğitim pansuman tedbir olarak değerlendirilmelidir. Dini eğitim için Alman makamları zorlanmalıdırlar. Mektuplar yazarak, dilekçeler vererek, temsilciler göndererek yapılmalıdır. 60 seneden beri burada yaşayan Müslümanların okullarda İslam Din dersi alma hakları vardır. Ancak ağlamayan çocuğa meme verilmez.
Efendimiz (sav) şöyle buyurur:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz.” (Buhârî, Ahkâm 1)
Evet çabanız. Ancak koyunlarımızı kurtlar kapmak üzere. Gerekli alt yapı çalışmalarını yapmaz isek, önümüzde ne koyun kalacak ne de kuzu.
Öte yandan ailenin başka görevleri de vardır. Ev; çocuğun ilk mektebidir. Evin sıcaklığında yapılan kısa bir dua, sofraya konulan besmele, haftada bir camiye birlikte gitmek gibi küçük alışkanlıklar; çocukta ömür boyu sürecek bir kimlik inşa eder. Bunlar da ihmal edilmemelidir.
Almanların meşhur atasözü bunu açıkça ifade eder:
“Was Hänschen nicht lernt, lernt Hans nimmermehr.” – “Küçükken öğrenilmeyen, büyüyünce zor öğrenilir.”
Öfke değil, merhamet; yasak değil, rehberlik; zorlamak değil, örnek olmak çocuklarımızı güçlü kılar.
İncil’de geçen şu evrensel öğüt de kulaklarımızda yankılanmalıdır:
Alman Komşularımıza Hitaben
Ey değerli Alman komşularımız!
Bizler bu ülkenin bir parçası olarak sizinle aynı sokakları, aynı çatıları, aynı şehirleri paylaşıyoruz. Hepimiz huzur arıyor, emek veriyor ve ortak bir geleceği birlikte inşa ediyoruz.
Sizin kutsal kitabınız İncil’de şöyle buyrulmaktadır:
“İçinizde yaşayan yabancıya haksızlık etmeyin; ona kendiniz gibi davranın.”
(Levililer 19:33–34)
Biz Müslümanlar bu öğüdü gönülden tasdik ediyoruz. Çünkü adalet, merhamet ve komşuluk; bizim dinimizin de temelidir. Ancak Hristiyanlar olarak, sizlerden de bu yüce ilkenin ruhuna uygun şekilde karşılıklı anlayış, olgunluk ve güven bekleriz. Bunu beklemek hakkımızdır. Üstelik sizlerle aramızda ortak bir anlayış için görev birliği yapma zorunluluğumuz var. Bu zorunluluk aynı zamanda sizin de zorunluluğunuzdur. İncil bu sorumluluğu size yüklemiştir. Bizler bu ülkeye katkı sunmak, birlikte yaşamanın güzelliğini artırmak ve önyargıları azaltmak için geldik, siz davet ettiniz de geldik. Misafirinize saygılı olmak sizin ev ödevinizdir.
Biliyoruz ki komşuluğun değeri; din, dil, renk farkı gözetmez.
Biz sizlerden gördüğümüz iyi muameleyi karşılıksız bırakmayız; nezaketle, dürüstlükle ve karşılıklı saygıyla örnek bir birliktelik kurmak isteriz.
Güzel Temsil: Müslümanın Sessiz Dili
Aziz kardeşlerim!
Müslüman nerede olursa olsun; Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir. Davranışı, dürüstlüğü, komşuluğu, iş disiplini ve merhametiyle tanınır.
Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor:
“Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.” (Tirmizî, Îmân 12)
Almanların da dediği gibi:
“Ein gutes Beispiel ist die beste Predigt.” – “En güzel vaaz, güzel bir örnektir.”
Biz örnek oldukça önyargılar çözülür, gönüller yumuşar, birlikte yaşamanın huzuru artar.
Hutbemi bir dua ile bitireyim:
Allah’ım! Bu ülkede bize kolaylıklar ihsan eyle.
Ailelerimizi, çocuklarımızı ve nesillerimizi muhafaza eyle.
İbadetlerimizi özgürce yaşamayı nasip eyle.
Bizlere sabır, vakar, güzel temsil ve hikmet ihsan eyle.
Komşuluklarımızı, iş ortamlarımızı ve toplumumuzu huzurla doldur.
Önyargıları gider, adaleti ve merhameti hâkim kıl.
Âmin.
BATI KARADENİZ GEZİSİ;POLENEZKÖY VE KELEBEK CENNETİ
TÜRK EĞİTİM DENEĞİNİN BATI KARADENİZ GEZİSİNDEN BİR KESİT: KELEBEK CUMHURİYETİ
RÜŞTÜ KAM
Kelebeğin hikâyesi, dışarıdan bakınca hafif duran bir ömrün aslında ne kadar ağır bir yolculuk sürecinden geçtiğini anlatır. Yumurtayla başlar her şey; küçücük, sessiz bir başlangıç. Sonra o yumurtanın içinden, hayata tutunmak için bir kurtçuk çıkar. Ne sığınacağı yer bellidir ne de kaderi. Yaprağın üzerinde açlıkla, saklanmayla, hayatta kalma telaşıyla sürer gider günleri. Çünkü o bilir ki; hayat üç günlük bir uçuştan ibaret de olsa yaşamaya değer.
Tırtıl, bazen bir kuşun gölgesinden korkup kaçar, bazen rüzgârın sesinden korkup saklanır. Büyür, yorulur, durur… Sonra kendine bir koza örer; karanlığın içine kapanır. İşte o kozanın sessizliğinde başlar gerçek mücadele: Etini karanlığa teslim ederken kanadını ışığa hazırlar. Sancı vardır bu dönüşümde, sızı vardır. Ama o bilir ki; acı, yolculuğun bir parçasıdır.
Ve sonra… Kısacık bir ömrü süslemek için, kanadını dünyanın rengine boyayarak çıkar karşımıza. Üç gün için bunca çaba; üç gün için bunca emek. Yine de pes etmez, doğasına küsmek nedir bilmez. Çünkü kelebek bilir ki o üç gün, bir ömrün en hak edilmiş nefesidir.
Bu yüzden ibretliktir kelebek: Yaşamın uzunluğuyla değil, dönüşmeye razı oluşuyla ölçüldüğünü hatırlattığı için.
Polonezköy’den İstanbul’a giderken, yolun solundaki yeşilliklerin arasından birden çıkıverdi karşımıza kelebek çiftliği. Randevumuz vardı; kapıda oyalanmadık. Görevliler bahçeye buyur ettiler. Şehrin uğultusu burada sanki kenara çekilmiş, nefes aralığı bırakmıştı. Çimenlerin üzerindeki ahşap masalarda oturuyoruz, yere uzananlar da var. Hemen çaylar geldi. Görevli bayan bu arada çiflik hakkında da kısaca bilgi verdi. Hafta içi ağırlıklı olarak İstanbul ve çevre illerden gelen okul gruplarını misafir ederlermiş çiftlikte. Hafta sonları da ise hem zengin kahvaltı menüsüyle hem de geniş yeşil alanıyla aileleri çekiyormuş kendine. Şehirden neredeyse tamamen izole bir ortam, kurumsal etkinlikler ve kır düğünleri için de bölgenin en çok tercih edilen mekânlarından biriymiş.
İnce belli bardaklarda çaylarımız dumanlanırken, Polonezköy’ü bir kez daha tarttık içimizde: Dar yollarını, ahşap evlerini, o yılların hafızası Częstochowa Meryem Ana Kilisesini ve Osmanlı hoşgörüsünü … Çayın etrafında muhabbet koyulaşmıştı ki; zarafeti yüzünden taşan genç bir hanımefendi yanımıza gelip “hazırsanız içeriye buyurun, kelebekler sizi bekliyor” dedi. O an, bahçenin dinginliğinden kelebeklerin renkli dünyasına açılan kapı aralandı ve merakla içeri adım attık. Hemen sunum başladı:
“Ülkemizde tek, Avrupa’da ise sayılı örneklerden biridir, İstanbul Kelebek Çiftliği. Çiftlik, kimya öğretmeni Çiğdem Ünlü ile akademisyen Nafiz Ünlü ’nün, çocukların doğayla barışık büyüyebileceği bir mekân hayaliyle 2014’te kurdukları bir dünyadır. Bugün burada yaklaşık yirmi nadir tropikal tür yaşıyor. Bulunan en eski kelebek fosillerinin 50 milyon yıl önceye dayandığı göz önüne alınırsa; kırılgan görünümlerine rağmen ne kadar köklü bir geçmişe sahip oldukları anlaşılır. Ne var ki daralan yaşam alanları, bugün pek çok türün geleceğini tehlikeye atıyor.
Çiftliği kurarken Ünlü çiftinin amacı, kelebeklerin doğal yaşamını korumakmış. Türlerin yok olmasını engellemek, insanlara da doğayı tanıma fırsatı sunmak istemişler.
Buradaki kelebekler doğadan toplanmıyor; dünya genelindeki çiftliklerde özel olarak üretiliyor. Böylece hem doğal ekosistem zarar görmüyor hem de üretimin yapıldığı köylerde yaşayan insanlar için önemli bir gelir sağlanmış oluyor.
Kelebekler, doğanın en güzel ve en zarif yaratıklarındandır. Dünyada boyları 1,5 ila 30 santimetreye ulaşan yaklaşık 200.000 kelebek türü vardır. Kelebekler hakkında en çarpıcı olan, ömürlerinin büyük kısmını tırtıl olarak geçirmeleridir. Bahçelerde sürünen, yaprakların arasında saklanan; kimi zaman bir kuş dışkısına ya da solgun bir yaprağa benzeyen bu küçük canlılar, kısa süre sonra kâğıt inceliğinde kanatlara sahip rengârenk bir mucizeye dönüşür. Ama bu değişim, dışarıdan göründüğü gibi acısız ve dertsiz değildir. Kelebeğin hikâyesi, hayatta kalmanın hikâyesidir aslında. Yumurtadan çıkan küçücük bir tırtılın, türlü tehlikeler ve düşmanlar arasından sıyrılarak kelebeğe dönüşmesi doğanın en büyük mucizelerindendir. Tüm bu mücadelenin ödülü ise çoğu tür için yalnızca birkaç gün süren renkli bir uçuştan ibarettir.
Belki de bu yüzden hayranız kelebeklere; yalnız hafifliklerine, renklerine değil. O narin kanadın ardında saklanan acıya, sabra; bunca sancıya rağmen üç günlük hayat için kurtçuktan kelebeğe dönüşmeye razı oluşlarına. Kısacık ömürlerine karşın bıraktıkları o uzun nefese.”
İnsan, kendi hayat mücadelesini de o kurtçuğun serüveninde görmelidir. Kabuğunu kırmakta zorlanır tırtıl, sonra bir bakar ki; zaten uçmak için yaratılmış ve uçar. Ama bu uçuş için mücadele şarttır. Hem de kabuğunu çatlatma pahasına. Kelebeğin dünyası işte böyledir, ibretlik: Kimine lüzumsuz görünen bu üç günlük kısa ömür için çekilen o kadar sancı, kabuğu yararken duyulan o tarifi mümkün olmayan acı, onu kısa da olsa çıkacağı yoldan alıkoyamaz. Yumurtadan tırtıla, kozadan kanada durmadan yürüyen kelebeğin direnci insanı hayran bırakır. Ve kulağımıza en çok unuttuğumuz şeyi fısıldar: Umudu. Değişmek mümkündür — hem de acıların içinden geçerek.
Kelebek bahçesinde dolaşırken, hafifçe duyulabilen kanat seslerinin arasında bir kelebek gelip elime kondu. Ne ürktü ne de kaçtı. Arkadaşlar o kadar insanın içinde kelebeğin beni seçmesini olmayan kerametime yordular.
İşte böyle, o kelebeğin kanadında hafifçe sürüklenen bir hatırayla İstanbul’a doğru yola koyulduk. Kelebek cumhuriyetiyle vedalaşarak...
İTHAL GELİN VE İTHAL DAMAT
HAFTANIN HUTBESİ
İTHAL GELİN VE İTHAL DAMAT: AİLE, KUL HAKKI VE MÎSÂK-I GALÎZ
Rüştü KAM
14.11.2025 Berlin/Ted
Aziz Müminler,
İlerde literatüre girecek olan bir kavram kullanıyoruz Almanya’da; “ithal gelin” ve “ithal damat.” Türkiye’den Almanya’ya getirilen damatlar ve gelinler için kullanılan bir kavram. Elbette insanların yuva kurma hakları vardır, teşvik de edilir evlilikler. Ama bunların evlilikleri sıkıntılara yol açıyor.
Evlilik; ırk, dil, din, millet ve coğrafya farkı gözetmeksizin iki insanın helal bir yuva kurma iradesidir ve Allah evliliği teşvik eder. Ancak bazı evliliklerin sağlıklı bir tanışma, güven, ailenin rızası ve sorumluluk bilinci üzerine kurulmadığı; “başlık parası”, “menfaat evliliği” ya da “kaçış yolu arama” gibi sebeplerle gerçekleştiği de acı bir gerçektir.
İşte bu noktada, Almanya’da bazı evliliklerin sonuçları çoğu zaman hüzünlü hikâyelerle karşımıza çıkmaktadır. Nice kızlarımız gurbet ellerde zorluklara sürüklenmekte, nice delikanlılarımız ise tanımadıkları kültürlerin içinde istismar ve mağduriyetin öznesi hâline gelmektedirler. Sevincin yerini pişmanlıklar, huzurun yerini de kırgınlıklar almaktadır.
Bugün hutbemizde bu meselenin aileyi, toplumu ve bireyi nasıl etkilediğinin üzerinde duracağız ve nerede hata yapıldığına ve nelerden sakınmamız gerektiğine dikkat çekeceğiz. Rabbimizin bize emanet ettiği aile kurumunun korunması için nelere ihtiyacımızın olduğuna hep birlikte göz atacağız.
Aziz Müminler!
Allah Teâlâ evliliği insan hayatının temeline yerleştirmiş, onu “huzur, sevgi ve merhamet” üzerine kurmuştur. Buyruk şöyledir:
“Sizin için kendilerinde huzur bulacağınız eşler yaratması O’nun ayetlerindendir.” (Rûm 30/21)
Ve yine Kur’ân, evlilik sözleşmesini “mîsâk-ı galîz” yani ağır, sorumluluk yüklü bir akit olarak tanımlar. (Nisâ 4/21)
Mîsâk-ı galîz ifadesi, evliliğin bir oyun, bir heves, bir çıkar aracı değil; Allah katında mesuliyet doğuran şerefli bir sözleşme olduğunu göstermektedir. Önemlidir.
Kardeşlerim!
Almanya’da Müslüman toplumumuzun karşı karşıya olduğu acı bir gerçek vardır:
Kanayan bir yaramızdır. İthal Gelin ve İthal Damat betimlemesi.
Bu büyük bir meseledir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Birbirinizin mallarını ve haklarını haksız yollarla yemeyin.” (Bakara 2/188)
Hak sadece mal değildir; bir insanın duygusunu, emeğini, sadakatini, emanetini suistimal etmek de hak gaspıdır.
Muhterem Cemaat!
Türkiye’den bir kız ve damak bulmak yanlıştır. Bu yanlışlığın kurbanlarına İthal gelin–ithal damat diyoruz. Bu yanlışlığın arkasında gelin ve damattan ziyade aileler vardır. Kültürel uyumsuzluklar, kısa sürede gerçekleşen boşanmalar, ekonomik beklentiler, psikolojik sarsıntılar, kimlik bunalımına giren çocuklar, kırılan gönüller ve dağılan yuvalar bu yanlış kararların alınmasına vesile olan ailelerin eseridir.
Yanlış kurulan bir evlilik sadece iki kişiyi değil, iki aileyi ve toplumun güven dokusunu da yaralar. Almanlar bu konuda şöyle derler:
“Vertrauen kommt zu Fuß und geht zu Pferd.”
(Güven adım adım gelir ama dört nala gider.)
Değerli Müslümanlar!
Kur’ân’ın nikâh öğretisi çok nettir:
Nikâh özgür iradeyle yapılmalıdır.
İcap ve kabul, yani tarafların açık ve gönüllü rızası esastır. Bu evliliklerin tamamen gönül rızasıyla yapıldığına inanmak oldukça zordur.
Dolayısıyla özgür iradeyle yapılmayan, taraflardan birinin gönülsüz olduğu kabuller sıkıntı doğurur. Doğuruyor da zaten.
Aziz Cemaat!
Aile, toplumun çekirdeğidir. Evlilik, sadece iki gencin kararı değil; iki hanenin, iki kültürün, iki hayatın birleşmesidir. Bu nedenle evlilik konusunda aileler de büyük sorumluluk taşırlar.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi koruyun.” (Tahrîm 66/6)
Aileler, evlilik kararlarını kendileri vermemelidir, kimler evlenecekse onlar vermelidir. Onları da acele etmemeleri konusunda aileler uyarmalıdırlar. Gençlerin birbirlerini tanımaları gerekir, çıkar evliliği yapmamaları gerekir aileler bu tür evliliklere göz yummamalıdır. Aileler çocuklarına doğruluk ve sorumluluk konusunda rehberlik etmelidirler.
Friedrich Schiller’in şöyle der:
„Drum prüfe, wer sich ewig bindet,
Ob sich das Herz zum Herzen findet!“
“Kim ömür boyu bağlanacaksa iyice düşünsün;
Yürek, yüreğe uyuyor mu, önce ona baksın.”
Şüphesiz bu söz Kur’ân’ın hikmetiyle de uyumlu bir sözdür.
Kıymetli Müminler!
Evlilik bir emanettir.
Emanete ihanet, kişinin hem Allah katında hem insanların yanında hesap vereceği ağır bir suçtur.
Gelin, evliliği çıkar aracı değil, ibadet bilinciyle ele alalım.
Gelin, gizlilik değil şeffaflık; keyfîlik değil sorumluluk, heves değil sadakat üzerine yuva kuralım.
Ve unutmayalım: “Ehrlich währt am längsten.”
(Dürüstlük en uzun ömürlü olandır.)
Şunu da unutmayalım ki evlilik sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın ortak değeridir. Sadakat ve güven, bütün ilahî mesajların ortak emridir. Nitekim İncil’de de şöyle buyrulur:
„Die Ehe soll von allen in Ehren gehalten werden, und das Ehebett soll unbefleckt sein; denn Unzüchtige und Ehebrecher wird Gott richten.“ (İbraniler (Hebräer) 13:4)
“Evlilik herkes tarafından saygıdeğer tutulmalı, evlilik yatağı lekesiz olmalıdır; çünkü Allah fuhuş yapanları ve zina edenleri yargılayacaktır.”
Bu ayetin güçlendirdiği mesaj şudur:
Evlilik kutsaldır, korunmalıdır.
Sadakat ihlali, sadece sosyal değil manevî bir suçtur.
Allah, aileyi yıkan davranışları asla hafife almaz.
Aile, sadakat ve kul hakkı, insanlığın ortak emanetidir.
Bu kadar açıklamadan sonra, gelelim ithal gelin ve ithal damat meselesine.
Aziz kardeşlerim,
Dilini, kültürünü, alışkanlıklarını bilmediğiniz gelini ya da damadı, sırf bir akrabanın sözüyle, bir tanıdığın yönlendirmesiyle Türkiye’den getiriyorsunuz. Türkiye’den bakıldığında Almanya cazip göründüğü için hem gelin hem damat açısından buraya gelmek büyük bir fırsat gibi algılanıyor. Ne yazık ki işin derinliği düşünülmeden, geleceği hesap edilmeden bu evliliklere onay veriliyor. Ve bu acele kararı en çok da anne babalar veriyor.
Ama Almanya’ya gelince işin rengi değişiyor.
Kayınvalide, gelin ve damat daha adımını atar atmaz başlıyor baskı kurmaya. Sanki eve gelin değil, bir hizmetçi getirilmiş gibi davranılıyor. Daha yeni yuva kurmuş gençlerin üzerine yükleniliyor; gelin de, damat da aşağılanıyor, baskı altında tutuluyor, adeta köleleştiriliyorlar.
Hele ithal gelin getiren damadın burada önceden bir ilişkisi varsa, o evlilik çok daha erken çöküyor. Türkiye’den damat getiren kız için de aynı vefasızlık geçerlidir; terk edilme, örselenme, hayal kırıklığı…
Kültür farkları da cabası.
Bu farklar zamanla tarafları yıpratıyor, yoruyor, tüketiyor. Birçok evlilik birkaç ay içinde ya da bir kaç yıl içinde son buluyor. Olan, nice umutlarla buraya gelen ithal gelinlere ve damatlara oluyor.
Erkekler yine bir şekilde bir yol bulabiliyorlar ama özellikle kadınlar büyük sıkıntı yaşıyorlar. Hele ortada bir de çocuk varsa, o annenin dünyası bir anda kararıyor; hayalleri yıkılıyor, geleceği belirsizleşiyor.
Ben buradan ailelere sesleniyorum:
Bu problemlerin çoğu sizin aceleciliğinizden, ısrarcı tavırlarınızdan ve gerçekleri görmezden gelişinizden kaynaklanıyor.
Sırf “evlensin de kurtulayım” diye çocuklarınızı bilmedikleri topraklardan insanlarla evlendirmeyin. O masumların hayatıyla oynamayın. Bu iş vebaldir; Allah katında da, kul katında da hesabı ağırdır.
Elbette mutlu olan ithal gelinler, ithal damatlar vardır. Ancak istisnalar üzerinden konuşarak geneli görmezden gelemeyiz. Ben burada gerçeğin ağırlığını dile getiriyorum; yaşanan sıkıntıların fotoğrafını çekiyorum. Bir yuva kurmak kolay değildir. Bir insanı başka bir coğrafyadan getirip bir hayata dahil etmek, sandığınız gibi basit bir iş değildir. Bu mesele kader meselesidir. Çocukların, torunların, gelecek nesillerin hayatını şekillendiren bir meseledir.
Bir de dinin yanlış anlaşılmasından doğan bir sıkıntı var. Bu, özellikle kızlar söz konusu olduğunda yaygın bir kanaattir. Müslüman bir erkek, Müslüman bir kadınla evlenebildiği gibi Hristiyan bir kadınla da evlenebiliyor; Mâide Suresi’nin beşinci ayeti bu konuda açıktır. Ancak yaygın anlayışa göre Müslüman bir kız yalnızca Müslüman bir erkekle evlenebilir; Hristiyan bir erkekle evlenemez. Dini hassasiyeti olan insanlar bu noktaya dikkat ediyorlar. Böyle olunca Müslüman erkeğin seçenekleri oldukça genişlerken, Müslüman kadının seçenekleri tek ihtimale kadar daralıyor.
Seçeneklerin sınırlı olması nedeniyle aileler ve kızlar, ister istemez Türkiye’den bir eş arayışına yöneliyor. Zoraki ya da mecburiyet kokan evliliklerin önemli bir kısmı da bu şekilde gündeme geliyor; böylece “ithal damat” meselesi ortaya çıkıyor. Kız iyi niyetli ve sabırlı ise, belli sıkıntılar aşıldıktan sonra evlilik rayına oturabiliyor; iyi niyet ve sabır yoksa, birkaç ay içinde herkes kendi yolunu çiziyor. Menfaat merkezli kurulan evliliklerin ise uzun soluklu olmadığı görülüyor. Tam da bu noktada, Mâide Suresi’nin beşinci ayetine bir kez daha bakmak gerekiyor:
“Bugün size bütün iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Ehl-i kitabın yiyeceği size helâl, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. İffetinizi korumanız, zina etmemeniz, gizli dost edinmemeniz şartıyla ve mehirlerini verdiğiniz takdirde hür ve iffetli mü’min kadınlar ile sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helâldir.” (Mâide 5/5)
Bu ayette “kadınlar Ehl-i Kitap erkeklerle evlenemez” diye bir yasak yoktur. Kur’an’ın mütakabiliyet ilkesi gereği kızlarımız da Ehl-i Kitap bir erkekle evlenebilir. Müslümanların bu yanlış anlayıştan dönerek kızlarına gerçekçi bir seçenek sunmaları gerekir. Bu yaklaşım hem Allah’ın iradesine uygundur hem de içinde bulunduğumuz fiilî duruma karşılık geldiği için kızlarımızın hayat alanını genişletecektir. Böylece Türkiye’deki erkekler de “ithal damat” olmak zorunda kalmayacaklardır.
Sevgili Müminler bir de Sahtekârlar var
Aile birleşimi yoluyla Almanya’ya gelebilmek için Türkiye’de eşini boşayıp, Almanya’da başka biriyle nikâhlanıyor — bu bir sahtekârlıktır. Evlilik hukukunu, dinî hükümlerin ciddiyetini ve insanların güvenini istismar eden bu davranışlar sadece bireysel bir hata değildir; aile kurumunu zedeler, çocukları savunmasız bırakır ve toplumun güvenini sarsar. Böyle davrananlar hem hukuka hem de ahlâka karşı büyük bir haksızlık yapmaktadırlar. Bu, düpedüz sahtekârlıktır hem hukuka hem de Allah’ın hukukuna karşı ağır bir ihlaldir ve kesinlikle kınanmalıdır.
Dua
Allah’ım!
Bizi ailede doğruluk, sadakat ve emanet bilinciyle yaşayan kullarından eyle.
Evliliklerimizi huzurla, evlatlarımızı hayırla, yuvalarımızı bereketle doldur.
Bizleri kul hakkından uzak eyle.
Nesillerimizi hidayet ve ahlak üzere daim kıl.
Âmin.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)